Köprü Anasayfa

İlme, İrfana, Ümrana KÖPRÜ

"Güz 2007" 100. Sayı

  • Askerî Otoritenin Kurumsallaşmasına ve Zihniyetine Dair

    On the Mentality and Institutionalization of Military Authority

    Etyen MAHÇUPYAN

    İnsanlığın kayda geçebilmiş son beş bin yılında, “bilinen dünyanın” sadece 250 yıl kadar savaşsız yaşadığı tahmin ediliyor. Kayıt dışı kalmış coğrafi bölümleri de hesaba katarsak bu rakamın sıfırlanacağı kuvvetle muhtemel. İnsan hamurunun doğal eğilimlerinden biri olarak gözüken çatışmacı ve dışlayıcı tavır, gruplar arası ilişkilerde daha da belirginleşiyor ve ön plana çıkıyor. Menfaat farklılaşmaları ise çatışmayı meşrû ve doğal bir olgu haline getiriyor. Kendi yaşamlarını idame ettirmeyi birincil ve rakipsiz bir işlev olarak algılamış olan insan toplulukları, tüm tarih boyunca ya çevrelerine akınlar düzenlemiş ya da bu tür akımlara karşı mücadele etmişler.

    Bazı toplulukların yerleşik hale gelmeye başlamasıyla birlikte iki tür savaş olasılığının ortaya çıktığını görüyoruz. Biri, bu toplulukların nüfuz alanlarını genişletmek üzere düzenledikleri organize ve disiplinli akımlar. Öteki ise göçebe kavimlerin yerleşik topluluklara yönelttiği ve böylece kendilerine yeni yerleşim bölgeleri yarattıkları askeri göçler. Bu açıdan Selçuklu’yu Osmanlı’ya bağlayan çizgi, göçebe akıncılıkla başlayan bir toplumsal hareketin yerleşik hale gelerek organize olması sürecidir. Anadolu beylikleri dönemi ise, maddî zorlamaların ve ihtiyaçların yol açtığı göç hareketlerinin, gaza kültürüyle bütünleşerek manevî bir taban kazandığında ulaştığı güce iyi bir örnek teşkil eder. Sadece bizim tarihimize özgü olmayan bu durum, günümüzde de geçerliliğini koruyan bir tespiti mümkün kılmaktadır: Askerî eylemlerin başarısı manevî bir misyonla desteklendiği ölçüde artmaktadır. İnanç, hem insanları dayanışmacı bir atmosfere sokarak aralarındaki bağları güçlendirmektedir; hem de kendilerini düşmandan farklılaştırmalarını ve düşmanı yabancılaştırmalarını sağlamaktadır.

    Açıktır ki bu “inancın” dinsel bir temele dayanması gerekmez. La-dinî ideolojilerin de insanlara benzer güçte bir motivasyon kazandırabileceğini sergileyen örnekler, bugün ülkemizde bile yaşanmaktadır. Ancak “misyon” duygusuyla ilgili kritik farklılaşma askerî işlevin yerleşik ve organize olmasıyla ortaya çıkmaktadır. Tehlike veya ihtiyaç alanlarında yükselmesi doğal olan motivasyonun; organize bir kurumsal yapıda, savaş durumları dışında da korunması, ayrı bir zihniyet ve anlam dünyası gerektirmiştir. Askeriyenin kurumsallaşması, her kurum gibi bu kurumun da kendini yeniden üretmesini üyeleri açısından öncelikli hale getirmiştir. Bu nedenle bir yandan potansiyel düşmanlıklar takip altına alınıp, bunlara karşı uyarıcı tedbirler alınırken; öte yandan, özellikle iki organize gücün karşı karşıya geldiği durumlarda, bu potansiyel düşmanlıkların beslenmesine neden olunmuştur. Bu ise her iki taraftaki askerî kurumun öneminin ve göreli nüfuzunun artması demektir. Böylece kendi toplumları nezdindeki işlevlerini sürekli ve kaçınılmaz hale getiren askerî kurumlar, düşmanlara karşı toplumlarını temsil edebilme gücüne sahip olmuşlardır. Savaşların sivil halkın çaresiz kaldığı ve kendi askerî güçlerinin başarısına mahkum olduğu durumlar olduğu düşünüldüğünde; temsil yeteneğinin önemi daha da belirgin hale gelir.

    Bir toplumun hayati anlarında onu temsil etme gücü, kurumsallaşmaya ve teyakkuz durumunun sürekli hale getirilmesine yol açmıştır. Bu ise, askerî kurumların kendilerini sivil kurumlardan ve genelde sivil toplum yapısından farklılaştırmaları anlamına gelir. Dolayısıyla, temsil yeteneğinin artmasına paralel olarak, askerî kurumlar kendilerine has hukuk kuralları, içtihadlar geliştirmişler; dışa kapalı bir kurum kültürü yaratmışlar; ve kılık kıyafetten günlük disiplin anlayışına, kendilerine has bir farklılaşma içinde olmuşlardır.

    Doğal olarak, bu gelişmenin en belirgin hale geldiği toplumsal yapılar modern ulus-devletlerdir. Çünkü devletin tek bir ulusa dayanmasıyla, askerî kurumlar hem ulusun tümünü temsil eder olmuşlar, hem de devletin asli bir parçası haline gelmişlerdir. İmparatorluk dönemlerinde devletler ordularını teşkil ederken oldukça esnek, hatta ilkesiz davranabilmişler; farklı durumlarda değişik etnik, kültürel veya coğrafi kökenden insanları farklı mantıklara ve pragmatik gerekçelere dayanarak mobilize etmişlerdi. Askeriye sürekliliği olan bir üst bürokrasi ile toparlanma alt kademelerden oluşmaktaydı. Bütünlüğü olan ve kendini yeniden üretebilen bir kurumsal yapının yokluğunda, askerî üst bürokrasi kendini “genelde” devletin bir memuru olarak görmekte, devletin diğer kademelerine bağlılık, askerî alt kademelerle ilişkiden çok daha fazla önemsenmekteydi. Ulus-devlet nizamı ve onunla birlikte gelen modern devlet anlayışı; bu yönetim mantığını bozarak, askerî bürokrasiyi bir bütün olarak ayrımlaştırdı. fiimdi askerî bürokrasi devletin “yarattığı” bir kurumsal yapı olmaktan çıktı ve devletin bizzat bir “kurucu “ unsuru haline geldi. Bu durum askeriyenin temsil misyonunu daha da pekiştirdi. Her ulusun bir devletinin, her devletin de tek bir ulusunun olduğu bir çağda; askerî kurumlar birçok ülkede ulusla devlet arasındaki en güçlü, bazen en meşru bağı oluşturdular. Bu nedenle modern dünyanın tüm askerî kurumları hem ulusçu hem ulus-devletçidirler. Göreli güçleri, meşrûiyet nedenleri ve temsil yetenekleri “ulusun” varlığına bağlıdır; ve ulus-devlet çerçevesi hem ulusun varlığını garanti altına almakta, hem de askerî otoriteyi devletin asli bir parçası haline getirmektedir.

    Devletle olan bu bütünleşme doğal bir uyumun da göstergesidir. Tarih sahnesine çıkışından beri “devlet”, otoriter zihniyet içinde şekillenmiştir. Toplumda yöneten ile yönetilen arasında net bir ayırıma neden olmuş ve yönetilenleri kendi karşısında homojen bir yığın olarak algılamıştır. Yönetim, devletin kolunun dikey bir şekilde toplumun her noktasına ulaşmasını gerektirmiş; “toplum menfaatine” olarak sunulan tasarrufların netice vermesi ise sosyal, iktisadî ve siyasî yaptırımlarla sağlanmıştır. Ulus-devlet ise bu yaklaşımı daha kabul edilebilir bir anlayışa oturmuştur. Atomize birimler halinde algılanan bireyler şimdi vatandaşlık bağıyla devlete tabi kılınmışlar ve ulusun üyeliği devletin vatandaşı olmayı gerektirmiştir. Diğer bir deyişle, ulusun üyeliği yoluyla devlet üzerinde hak sahibi olunması ikinci planda kalmış; devletin üyesi olanlara ulus üyeliği payesi verilmiştir. Böylece yönetimde hak sahipliği giderek teorik bir konu haline gelmiş; öte yandan devletin unsurları toplum önünde giderek daha özerk hale gelmişlerdir.

    Bu eğilim, demokrat bir geleneğe de sahip olan Batı ülkelerinde bir miktar dizginlenebilse de; otoriter zihniyet içinde yoğrulmuş olan çoğu toplumlarda devletin ve devlet aktörlerinin mutlaklaştırılmasına yol açmıştır. Böyle bir atmosferin askerî kurumların mukayesesiz bir şekilde güçlenmesine neden olacağı açıktır. Çünkü askerî kültürün kendisi de otoriter bir yapıdadır; ve hem homojen bir kitlenin, hem de net bir hiyerarşinin varlığını talep eder. Bu nedenle askerî yapılanmalar devletin genel mantığıyla tutarlı bir bütünlük içinde var olabilmişlerdir. Toplumsal zihniyetin otoriter bir devlet yapılanmasına cevaz verdiği ülkelerde, askerî kurumsallaşma tüm sistemin kristalleştiği bir odak noktası yaratmıştır.

    Bakışımızı kendi tarihimize çevirdiğimizde, Osmanlı toplum yapısının da güçlü bir devlet anlayışına sahip olduğunu görüyoruz. Kuruluşundan çöküşüne dek Osmanlı’da devlet, toplumsal kesimlerle doğrudan bağ kurmaktan kaçınmış ve yönetim hakkını elinde tutan, kendi içine kapalı bağımsız bir mekanizma olarak çalışmıştır. Oysa Osmanlı düzeni esas olarak ataerkil bir anlam dünyası içinde şekillenmişti. Toplum cemaatsal hiyerarşiler şeklinde yapılanmış; tüm düzenin meşrûiyeti ise, kendisi de ataerkil bir nizamı öngören, İslamiyet tarafından sağlanmıştı. Osmanlı devleti bu heterojen yapıyı ve devlet/toplum ilişkisine atfedilen İslamî yorumu veri olarak alırken, kendisine de özerk bir alan yaratmasını bilmişti. Devlet şeriata uygun davranmak zorunda olmasa da, şeriatın dışına çıkan tasarruflarda bulunmamayı zımnen kabul etmekteydi. Ne var ki ulemayı devlet memuru haline getiren devlet, hile-i şer’iye yoluyla kendisini hep şeriat içinde tutmayı becerirken; aynı zamanda toplumsal denetimin de dışına çıktı. Çünkü şeriatın çizdiği çerçevenin içinde kalmak (veya kalır görünmek), denetim dışı kalmanın da meşrûiyetini oluşturdu.

    Böylece Osmanlı yönetimi; yönetici sınıfı, yani o dönemin tabiriyle “askerî” sınıfı toplumdan bağımsızlaştırdı ve kendine özgü bir yapı içinde kurumsallaştırdı. Kul sistemi yöneticileri tüm maddî varlıkları ve sosyal hayatlarıyla devlete bağlarken; devşirme usûlü de, kullanılan insan malzemesini mümkün olduğunca toplumsal geçmişinden koparttı. 16. yüzyıl sonlarında devşirme usûlünün çözülmesi bile bu ilişki mantığını değiştirmedi. Müslüman Türklerin devlet hiyerarşisine nüfuz etmesi, yönetimin sosyal tabanını değiştirse de, siyasi konumunu değiştirmedi. Devlet her zaman kendi iç mantığını koruyarak toplumun dışında ve üstünde kaldı.

    Toplumla ilişkisinde ise devlet ataerkillikle otoriterliği bir araya getirdi. Millet, vakıf, lonca sistemlerinde uygulamada birbirinden farklı ancak esasta aynı olan bir anlayış geliştirdi. Cemaatsal yapılar doğrudan devlete bağlandı ancak cemaat içi alan alabildiğince cemaatin kendisine bırakıldı. Bu alandaki temel istisna ise toprak-vergi-asker düzeninde görüldü. Temel kaygusu devletin kendini idame ettirebilmesi olan Osmanlı, bu alanda doğrudan devletten kaynaklanan ve devlete bağlı bir hiyerarşi yarattı. Diğer bir deyişle, klasik Osmanlı devletinin ataerkil toplumsal yapının dışına çıkıp kendi otoritesini bizzat uyguladığı tek alan bu oldu. Toprak düzeni hem vergiyi hem askeri sağladı; ve bu ikisinin birlikteliği devletin toplumdan bağımsız kalmasının da garantisi oldu.

    Dolayısıyla ordu, doğrudan yönetim sisteminin bir parçası; cemaat sistemi içinde çözülemeyecek kadar hayati bir olguydu. Bu konuda daha ilginç bir gösterge Osmanlı’nın uyguladığı maaş sistemidir. Osmanlı yönetim anlayışı, her memurun toplumsal aktörlerle parasal açıdan da muhatap olmasını, ücretini doğrudan halktan almasını öngörüyordu. Örneğin eğitim ve hukuk düzeni kadıların, kâtiplerin ve hocaların yaptıkları hizmetin karşılığını doğrudan toplumdan almasına dayanıyordu. Bunun tek istisnası ordu oldu. Yeniçeriler ve daha sonraki dönemlerdeki ordular maaşlarını daima devletten aldılar ve bu şekilde devlete bağımlı kılması tek toplumsal kesimi oluşturdular. Bu aynı zamanda ordu ile genelde devlet menfaati arasında da birebir ilişkinin oluşması demekti. Güçlü ordu güçlü devlet bağlantısı Osmanlı’nın hem dış hem iç çatışmalarında giderek hayati bir öneme sahip hale geldi.

    Bu nedenle devletin güçsüzleştiği dönemde, devletin üst bürokrasisi reformu askerî bağlamda ararken; ordu mensupları da devleti yeniden güçlendirme arayışında başı çektiler. Tanzimat’la birlikte başlayan süreç, değişmiş olan dünyaya Osmanlı’nın adaptasyon gayretini yansıtır. Kapitalizmin Osmanlı düzenine her yanından nüfuz ettiği ve toplumların ulus-devletler biçiminde yeniden şekillendiği bir dünyada; kaybolmuş olan gücün yeniden kazanılma çabası bugün adına modernleşme dediğimiz gelişmeye yol açtı. Ekonomi alanında atılan adımlar zaten varolan durumun tescili, hukuk alanındakiler ise yeni bir meşrûiyet çerçevesi arayışı anlamına gelirken; devlet esas iradesini ordu ve eğitimle ilgili olarak ortaya koydu. Bu ikisinin bir araya geldiği askerî okullar ise modernleşmenin hakiki taşıyıcılarını yetiştirdiler.

    Ordunun ve belki de daha önemli olarak ordu mensuplarının modernleşmesi, birbirini tamamlayan iki ayrı mecra takip etti. Birincisi, ordunun doğrudan ele alınmasını ve yeni bir kimlik içinde kurumsallaşmasını içerdi. Yeni bir teşkilatlanmaya ve okullaşmaya paralel olarak, ordu bir iç disipline ve kişiliğe kavuşturuldu. Van der Goltz Paşa’nın çabalarıyla hatırlanan bu süreçte, ordu mensupları kılık kıyafetten davranış kalıplarına kadar kendilerini toplumun genelinden farklılaştırdılar. Farklı kıyafet onları sadece mesleksel olarak ayıran bir olgu olmaktan çıktı; kişiliklerinin parçasını oluşturan bir gurur vesilesi oldu. Böylece “asker” hem objektif hem subjektif anlamda “özel” biri haline geldi; ve bunun sonucunda kendine ait bir misyon geliştirdi. Ordu ile devletin tarihten gelen kader birliği, bu misyonun da devletin kurtarılması ve güçlendirilmesi bağlamında şekillenmesine yol açtı.

    Modernleşmenin ikinci yolu zihniyet alanında izlendi. Özellikle Askerî Tıbbîye’den tomurcuklanan yeni fikirler, ilk kez olarak doğal bilimlerin eğitimi sistematik bir parçası haline gelmesinden güç aldı. Modern bilimin bulguları eski dünya kavrayışını darmadağın ederken, “madde” ön plana çıktı ve bilginin nesnesi “parçalandı”. Tevhid ilkesinin yansıması olan İslamî bilgi anlayışı, modernliğin taşıyıcıları için bir an önce kurtulunması gerekilen arkaik bir varsayıma dönüştü. Kutsal olanın arkaplana itildiği ve “modern” olanın ihtirasla talep edildiği bu anlam dünyası, doğal müttefikini pozitivizm, bir yandan bilim değer yargılarından kurtararak “nesnelleştiriyor” ve bilgiyi niceliksel parçacıklara dönüştürüyor; öte yandan hem toplumu doğal bilimin bir nesnesine dönüştürüyor, hem de tarihsel süreci doğrusal bir çizgiye oturtuyordu. Tüm bu yönleriyle pozitivizm, yeni askerî kuşak için cazip bir kurumsal destek oluşturdu.

    “Bilimselliğin” din karşısındaki kategorik üstünlüğünden yararlanan pozitivist aydın kadrolar; doğrunun teke indirgendiği bir zihinsel atmosferde, kendi doğrularını olabilir olan (dolayısıyla olması gereken) tek doğru olarak algıladılar ve topluma empoze etmeye çalıştılar. Toplumsal yapıyı ve toplumsal gelişmeyi basit ve şematik bir tarzda yorumladıkları ölçüde; kendilerinde toplumu peşlerinden sürükleme veya toplumu dışarıdan ve tepeden değiştirme hakkını gördüler. Çünkü tarihsel sürecin doğrusal ve varılacak aşamasının belli olduğu bir anlayış çerçevesinde, doğruya sahip olanın bunu uygulamaktan kaçınması çok zordu. Hele bu grup zaten tarihsel olarak kendini sivil toplumun dışında görmüş, kaderini devletin kaderine bağlamış ve üstelik kendine devleti kurtarma misyonu yüklemiş bir kesime aitse.

    Böylece genç askerlerin ve askerî öğrencilerin nüvesini oluşturduğu aydınlar, jakoben bir siyasî programın destekçisi ve taşıyıcısı oldular. Toplum adına devletin ele geçirilerek toplumun dönüştürülmesi demek olan bu yaklaşım hiç de yadırgatıcı olmadı. Bir yandan güçlü devlet geleneği, öte yandan ulus-devletler şeklinde parçalanan bir imparatorlukta askerî kesimin doğal olarak kendine atfettiği temsil yeteneği; aydınların “toplum adına” davranmalarını kolaylaştırdı. Toplumun ne yöne ve nasıl dönüştürüleceği ise zaten biliniyordu, çünkü “bilim” bu yolu gösteriyordu. Böylece askeriye, devletin toplum üzerindeki müdahaleci ve dönüştürücü yetkisini adım adım yüklenmeye başladı. Sonraki dönemlerde ise, “toplum adına” davranma yumuşak bir geçişle “devlet adına” davranma ile bütünleşti. Yeni bir ulus-devletin yaratılması süreci içinde, ulus ile devlet birebir tekâbüliyet içinde algılanmaya başlanınca, askerî otorite hem devleti hem milleti aynı anda ve meşrû olarak temsil edebilen bir kurum olarak ortaya çıktı. Kurtuluş savaşının askerlerce organize edilip yürütülmesi ise, doğal olarak bu pozisyonu pekiştirdi ve Türkiye’de ordu kendisini sadece ülke sınırlarının değil, rejimin ve toplumun da koruyucusu olara görmeye başladı.

    Bu noktada birkaç tespitte bulunma, yapılan analizi daha sağlıklı bir çerçeveye oturtacaktır. İlk olarak, 19. yüzyılın son ve 20. yüzyılın ilk çeyreğinde yetişen askerî kadrolar, gerçekten de kendi dönemlerinin en bilgili ve modern kesimleriydi. İyi eğitim almış, yabancı dil bilen, Avrupa görmüş ve tartışan bir kesimdi. İkinci olarak, aynı dönemin laik sivil kadrolarının da zihniyet olarak askerlerden pek bir farkı yoktu. Onlar da toplumdan ziyade devletin yanı başında duran, pozitivizmden fazlasıyla etkilenmiş insanlardı. Üçüncü olarak, İslamî kesim toplumdaki entelektüel sürükleyiciliğini yitirmişti. Dünyadaki gelişmeleri anlayamadıkları ve yorumlayamadıkları gibi, çare olarak da geçmişin kuramsal ve durağan modellerinden başkasını öneremiyorlardı. Bunun dışına çıkan Said-i Nursî gibi bazı İslamî münevverlerin söyledikleri ise hem çağın kuşatıcılığı altında salt dinsel bir bağlam içinde algılanabildi; hem de yükselen laik ideolojinin baskısına maruz kaldı. Unutmamak gerekir ki çağ laik bir modernleşme tasavvuruna sahipti ve kimsenin bunun yarattığı atmosferin dışında kalması pek mümkün değildi. Bu nedenle askerî kadroların da laik ve pozitivist bir çizgi benimsemeleri doğal bir geçiş içinde yaşandı. Ancak açıktır ki bu geçiş, ordunun hem toplum karşısındaki hem devlet içindeki göreli gücünü ve özerkliğini artıran bir etkiye sahipti ve nitekim sonraki dönemlerle laik ve pozitivist çizgi bu kez bilinçli olarak bir iktidar alanı yaratmak üzere kullanıldı. Nihayet son bir nokta ise ordunun performansı ile ilgili olmalıdır. Bugünkü anlam dünyamız içinden bakıldığında geçmiş dönemin anlayışının kısırlığı bize apaçık gözükse de, bu insanların büyük çoğunluğunun gerçek bir vatanseverlik duygusu ile hareket ettikleri açıktır. Bu eylemlerin sonucu da kategorik olarak iyi ya da kötü olmamış; bazen toplumsal dinamiği engelleyici bir faktör haline gelirken, bazen de toplumun önünü açıcı bir işlev yüklenmişlerdir.

    Esas yanılgı, askerleri çok aşan bir şekilde toplumun birçok kesimince paylaşılan ve Avrupa’da da yaygın şekilde desteklenen pozitivist bakıştan kaynaklanmaktadır. 19.yüzyılın felsefî atmosferi, bilime ve bilgiye nötr ve nesnel bir biçimde yaklaşıldığını ima etmekteydi. Sanki “bilim” tüm zihnî kabullerin dışında, onlardan etkilenmeyen lekesiz bir ışık huzmesi gibiydi. Oysa bilim anlayışları da tüm insanî eylem alanları gibi belirli zihniyetler içinde şekillenmekteydi; ve dolayısıyla pozitivizm “nesnellik” kisvesi altında belirli bir zihniyete ait bilim anlayışının empoze edilmesi anlamını taşıyordu. Bu nedenle relativist ve otoriter zihnî çerçeveye dayanan pozitivizm, otoriter zihniyetli Osmanlı aydınının karşısına geldiğinde; relativist felsefî yönü arkaplanda kaldı ve otoriter bir eylem programına dönüştü.

    Bu eylem programı bir ulus-devletin ortaya çıkma sürecini paylaşarak ve belirleyerek, bir anlamda kurumsallaştı. Diğer bir deyişle, programın içerdiği kabuller, ilkeler ve tercihler Cumhuriyetin “kuruluş” niteliklerini ortaya çıkardı Bu anlayışın temelinde otoriter zihniyet yatmaktaydı. Hem Batı hem Osmanlı geleneğinden beslenerek müdanaasız bir pozitivizm ve jakobenizmde sonuçlanan otoriter zihniyet; toplumu, yönlendirilmesi gereken yarı cahil homojen bir kitleye indirgiyor ve yönlendirme işini de toplumu ve tarihi anladığını ileri süren “bilinçli” bir azınlığa teslim ediyordu. Bu zemin üzerinde oluşan devletçilik, laiklik ve milliyetçilik ilkeleri kendine has bir bütünlük yarattı ve cumhuriyetin yönetim mantığını ve bu mantığın meşrûiyetini sağladı.

    Devletçilik, yönetimi elde tutanların bunu sürekli bir imtiyaza dönüştürecek idarî, hukukî ve iktisadî zemini oluşturmalarını sağladı. Laiklik, yönetiminin dayanacağı yeni bir meşrûiyet alanı yaratırken; aynı zamanda bir toplumsal elek gibi, bazı kesimleri eledi ve yönetimin zihniyetini paylaşan kesim için bir iktidar alanı oluşturdu. Milliyetçilik ise, dışlayıcı ve/veya asimilasyoncu bir tavır içinde “ideal” vatandaşın devletle birebir ilişki içinde tanımlanmasına yol açtı. Sonuçta devletin kurtuluşu ile birlikte; devlet veri alınıp, onu yaşatacak yerel ve meşrû zeminler yaratılmaya çalışıldı. Bunun anlamı “vatandaşın” kim olduğunun ve nasıl davranması gerektiğinin tepeden ve dışarıdan belirlenmesiydi.

    Kendisini “kuruluşun” asli, hatta belki de tek üyesi olarak gören ordu ise, tüm bu ilkeleri paylaştığı gibi, devlet ve toplum nezdindeki yerini de aynı ilkelere dayandırarak “ebedî” hale getirdi. Kuruluş çabalarının, bunun ardındaki siyasî misyonun ve özellikle Kurtuluş Savaşı’nın kutsallaştırılmasıyla; bu hedef, eylem ve zihniyetin doğal taşıyıcısı olan ordu da kutsallık payesi kazandı. İktidara ve toplumsal ranta giden yolun devletçi meşrûiyet altında daha kolay ve uzun vadeli olduğunu keşfeden toplumsal kesimlerin de sağladığı destekle Türkiye’de yönetim tekelleşti. Bu tekelleşme yapı içinde ordu diğer devlet aktörlerine karşı bariz bir üstünlük sağlarken; toplum karşısında da ikili bir role sahip oldu. Ordu hem milletin ordusuydu ve onu neredeyse birebir temsil ediyordu; hem de toplumun kimlerden oluşması ve nasıl bir tutum sergilemesi gerektiğini bildirmekten geri kalmıyordu.

    Mantıksal olarak açıkça tutarsız olan bu tutum, sosyolojik olarak Türkiye’de sorun çıkarmadı. Çünkü toplum da temelde otoriter zihniyeti yadırgayacak bir hamura sahip değildi. Muhtemel tehlike, ataerkil zihniyete sahip İslamî kesimlerden gelebilirdi; ancak o da hem bastırıldı, hem de milliyetçilik ilkesinin anti-Hıristiyan öğeler içermesi nedeniyle kendisini resmî ideolojinin dışına çıkaramadı. Laik kesim ise, din ve etnisite bazlı korkularla pompalandıkları ölçüde kendilerini resmî ideolojiye bağımlı kıldılar. Bu nedenle bugün ordu mensuplarının siyasete karışmalarından şikayet edilmesi samimi ve gerçekçi bir tepki değildir. Ordu da her kurumsal yapı gibi kendini, gücünü koruyarak idame ettirme hakkına sahiptir; ve bu durumun şikayetle düzelmesi mümkün değildir. Ordunun günümüzdeki gücü, siyaseti etkileme yeteneğiyle orantılıdır ve bu etkisini kullanmaktan vazgeçmesi, varolan sistem içinde gücünün de zayıflaması demektir. Açıktır ki dünyanın hiçbir yerinde hiçbir kurum böyle bir adımı (kimse değişmezken) kendi başına atmaz.

    Dolayısıyla Türkiye’de ordunun günümüzde sahip olduğu güç ve işlev, kendi bilinçli çabasını olduğu kadar; toplumsal zihniyete, bu toprakların yaşadığı kendine özgü tarihsel sürece ve sivil kesimin ataletle çıkarcılığı birleştiren tutumuna da dayanmaktadır. Tüm bu öğelerin bir araya gelmesiyle ordu devleti, rejimi ve giderek toplumu sahiplendiği bir anlam dünyasına itilmiştir. Ne var ki bu sahiplenmenin otoriter zihniyet içinde hayata geçmesi; giderek tüm toplumsal sistemi, devlet yapısını ve devlet/laik toplum ilişkisini zedeleyici ve istikrarsızlığa iten bir unsur haline gelmektedir.

    Devletin iç yapılanması açısından ordu birçok konuda hukuken yetkisiz ve sorumsuz gözükmesine karşın; gerçekte “nihai” bir sorumluluk üstlenmiş gibi davranmakta ve ölçütü muğlak bırakılmış “tercihli” bir yetki kullanmaktadır. Diğer bir deyişle ordu, zamanı ve dozu tamamen kendisinden menkul bir iktidar alanına; ve bu alanı tüm yönetim mekanizmasını kapsayacak şekilde genişletme imtiyazına sahiptir. Bu durum Türkiye’de sivil siyasetin de açık veya gizli şekilde askerî otoriteye yamanmasına yol açmış ve siyasi partilerin toplumsal bağlarını yitirme sürecini hızlandırmıştır. Bunun sonucu ise, ucu orduya da dokunacak şekilde tezahür eden bir yönetim ve giderek yönetimlerin meşrûiyeti krizidir.

    Yönetimde yaratılan boşluklar ve basiretsizlikler bizzat ordunun müdahalesine konu olmakta ve hem kendi gözünde, hem toplumda yaygın bir kanaate göre ordu istikrarın koruyucusu haline getirilmektedir. Ne var ki bu “istikrar”, toplumun otoriter-devletçi bir çizgi üzerinde tutulması şeklinde tecelli etmekte; toplumsal dinamiğin tartışılmadan ve hazmedilmeden bastırılması anlamına gelmektedir. Genelde yaratılan devlet/toplum kopukluğu ise Türkiye’nin iç ve dış tüm meselelerinde bir adaptasyon krizine yol açmaktadır. Kendi toplumundaki devinime set çeken yönetim zihniyetleri, ülke içi sorunların resmî söylem ekseninde siyasallaşmasına ve ideolojik bir muhalefet yaratmalarına neden olurlar. Nitekim Türkiye’de de Kürt ve İslamî kimlikler bazında kategorik bir çatışma atmosferi doğmuştur. Bu çatışmanın, bir taraf olması nedeniyle resmî ideolojiyi de kısa dönemde güçlendirdiği düşünülebilse de; aslında bu durum resmî ideolojinin çöküşünü ifade etmektedir. Çünkü şimdi resmî anlayış çözümsüzlüğün ve dolayısıyla sorunların da sebebi haline gelmiştir; ve üstelik “bir” taraf olması, toplumun genelini temsil etme misyonunun sona erdiğinin habercisidir. Benzer bir sorun uluslararası ilişkiler alanında da geçerlidir. Kendi toplumunun genel tasvibini alamamış, özgürce kabullenilmiş bir meşrûiyetin verdiği özgüveni taşımayan bir devlet; dış politikada gerekli destekten yoksun olacağı gibi, bu alanda ciddiye alınma potansiyelini de yıpratır.

    Nihayet ordunun devlet yapılanması içindeki eşitsiz ağırlığı ve ideolojik bir pozisyonla iç içe algılanması; orduyu bir siyasal merkez haline getirmektedir. İdeolojik yönüyle bu merkez, toplumsal çatışmalarda taraf olmakta ve/veya bazı toplumsal kesimler tarafından bir taraf haline getirilmeye çalışılmaktadır. Dolayısıyla meşrûiyetini toplumun tüm kesimlerine eşit uzaklıkta olmasından alan “ulusal” ordu, kısa vadeli ve dar görüşlü bir çıkar kavgasının herhangi bir aktörüne indirgenmektedir. Orduyu siyasal bir merkez yapan ikinci unsur ise taşıdığı güçtür. Bu gücü araçsallaştıran toplumsal kesimler ve türlü çatışma eksenlerinin tarafları, orduya “sızarak” alan kapma yarışı içine girmektedirler. Böylece bir kez daha ordu nötr bir kurum olma özelliğinden uzaklaşmakta ve siyasetin oyun alanına dönüştürülmektedir.

    Toparlarsak Türkiye’de ordu, bu kurumun evrensel özelliklerinin yanında, doğal olarak kendi tarihimizden gelen nitelikleri de taşımakta; bu ise onu otoriter/devletçi bir çizgiye oturtmaktadır. Bu yaklaşım ordu kurumunu diğer toplumsal ve devlet kurumlarına karşı güçlü kılarken; onu hem siyasetin bir tarafı haline getirerek, hem devletçi politikanın genel başarısızlığına ortak ederek, hem de toplumsal bağlarını yıpratarak güçsüzleştirmektedir. Doğal olarak otoriter anlayış, gelmiş geçmiş tüm orduların ortak niteliğidir ve bizim ordumuzda da bulunmasının yadırganacak bir tarafı yoktur. Ancak burada söz konusu olan ordunun iç nizamı değil, ordunun “dışına taşan” bir ilişki normunun varlığıdır. Bu normun sürdürülmesi Türkiye’de giderek devletçiliğin de sürdürülmesinin kılıflarından biri olarak kullanılmaktadır. Bu ise; her ordu için önemli, ancak ulus-devletlerin orduları için hayati olan temsil kabiliyetini ve popülizan çıkar çatışmalarının dışında durabilme gücünü yıpratır.

    Modern dünyanın kendini tartışmaya açtığı bu dönemde, özellikle çevre ülkelerdeki ordular bir yol ayırımına yaklaşmaktadırlar. Varolan otoriter zihniyeti sürdürenler hem toplumlarının geleceği açısından anakronik pozisyonlarda kalacaklar; hem de bu durum bu ülkelerin uluslararası politikadaki etkinliğini yok edecektir. Alternatif yol, devletçi anlayışı dışlayan, demokrat zihniyette bir “yeni kuruluş” tasavvuru ve buna dayanan, toplumun tümü tarafından içselleştirilmiş bir temsil gücüdür. Açıktır ki bu adım sadece askerî otoritelerin talebiyle gerçekleşmez; ancak Türkiye gibi ülkelerde, bu otoritenin talebi olmadığı takdirde; böylesi açılımların ülke bütünlüğünün korunarak gerçekleştirilmesi mümkün olamaz.

    Öz

    Türkiye’de ordu, bu kurumun evrensel özelliklerinin yanında, doğal olarak kendi tarihimizden gelen nitelikleri de taşımakta; bu ise onu otoriter/devletçi bir çizgiye oturtmaktadır. Bu yaklaşım ordu kurumunu diğer toplumsal ve devlet kurumlarına karşı güçlü kılarken; onu hem siyasetin bir tarafı haline getirerek, hem devletçi politikanın genel başarısızlığına ortak ederek, hem de toplumsal bağlarını yıpratarak güçsüzleştirmektedir. Doğal olarak otoriter anlayış, gelmiş geçmiş tüm orduların ortak niteliğidir ve bizim ordumuzda da bulunmasının yadırganacak bir tarafı yoktur. Ancak burada söz konusu olan ordunun iç nizamı değil, ordunun “dışına taşan” bir ilişki normunun varlığıdır. Bu normun sürdürülmesi Türkiye’de giderek devletçiliğin de sürdürülmesinin kılıflarından biri olarak kullanılmaktadır.

    Anahtar Kelimeler: Askeri otorite, ordu, otoriter zihniyet, ulus-devlet, devletçilik, laiklik

    Abstract

    The army possesses beside the universal features of this institution, specific ones stemming from our history, which leads it to stand in an authoritarian/etatist position. This approach makes our army on the one hand stronger against other social and state institutions; on the other hand, it leads army to be a side in Turkish politics, both while making it share the failures of etatist policies and weaken it while damaging the social connections of the army. Naturally, authoritarian understanding is a common feature of all armies in the history. So, it is not strange that our army has this same feature. But here the point is not the internal order of the army, but the existence of a relational norm that “effusing out” from army. The enduring of this norm is utilized in Turkey as one of the excuses of the continuation of etatism in Turkey.

    Keywords: Military authority, army, authoritarian mentality, nation-state, etatism, secularism