Köprü Anasayfa

Sevgi

"Kış 2008" 101. Sayı

  • Dünya Barışının Sağlanmasında İnsan Sevgisini Merkeze Alma Zorunluluğu

    The Necessity to Consider the Human Love at the Center to Establish the Peace all Over the World

    Ali BAKKAL

    Prof. Dr., Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi

    Giriş

    İnsanı öncelemeyen ve insan hayatının değerini her şeyin üstünde tutmayan hiçbir sistem ve düşüncenin dünya barışına sürekli katkı sağlaması düşünülemez. Bu tür sistem ve düşünceler ne kadar hümanist olsalar da, yeri ve zamanı geldiğinde öteki diye tanımladıkları insanlardan bir kısmını, kendi insanı adına feda etmekten çekinmezler. Dolayısıyla bütün insanlara daimî olarak huzur ve saadeti getirecek sistemlerin mutlaka insanı merkeze alması gerekir.

    1. İslâm’ın Düalist Bakış Açısı

    Bir din olarak İslâm insanı merkeze mi alıyor? İslâm’a göre insanlar temelde mü’min ve kâfir olarak iki kısma ayrılmıyor mu? Bu ayırıma göre bazı müminler günah işleseler de neticede bütün mü’minler Cennete girecek, kâfirler de Cehenneme gidecektir. Bu düşünceye göre bütün müminler iyi, bütün kafirler de kötü olmuyor mu? Bütün kâfirleri kötü kabul eden ve bu inançları önceleyen bir din, dünya barışına nasıl hizmet edebilir? Olsa olsa böyle bir sistem mü’minler için barışı sağlamayı amaçlamış olabilir. Bu düşüncelerin esas alındığı bir sistemde kâfir diye nitelendirilen diğer insanların huzuru nasıl sağlanabilir? Bu soruları çoğaltmak mümkündür.

    Esasen bu soruların cevabı son derece basittir. Çünkü İslâm, düalist bir değerler sistemi ortaya koymuştur. Birincisinde Allah inancını, ikincisinde ise insan olmayı merkeze almıştır.

    Birincil değerler sisteminin dayandığı esas imandır. Allah insanı kendisini tanımak ve ona ibadet etmek için yaratmıştır.1 Bu sistemde iki üstünlük kriteri vardır: İman ve takva.

    İman kriterine göre en üstün varlık Allah’tır.2 Yerde ve gökte olan her şey O’nun mülkiyetindedir.3 İnsan da Allah’ın mülküdür. İnsanı yaratan ve bütün dünyayı onun hizmetine veren Allah, onun kendisine inanmasını ve ibadet etmesini istemektedir. Esasen bu durum bütün dinlerin ortaklaşa kabul ettikleri bir durumdur. Bütün dinlere göre kendi Tanrılarına inananlar mü’min, o Tanrıları reddedenler kâfirdir. Bütün mü’minler mükafatlandırılacak, bütün kâfirler de cezalandırılacaktır.

    İslam’a göre Allah kâfirlerin sözünü alçaltmış ve değersizleştirmiştir.4 Kâfirler derin gaflet içinde olup5 şiddetli azap onlar için hazırlanmıştır.6 Küfre girip Allah’ın âyetlerini inkar edenler Cehennem ateşine atılacaktır.7

    Cennet’e veya Cehennem’e gitmek bir ahiret meselesi olup, bir dünya işi değildir. Gerçek olarak kimin Cennetlik, kimin Cehennemlik olduğunu da tam olarak bilme imkanına sahip değiliz. Bu husus Allah ile kul arasında olan bir meseledir. Ancak biz bazı göstergelerle kişinin mü’min veya kâfir olduğuna hükmedebiliriz. Şimdi bu inanç, dünya barışı için tehlikeli olmaz mı? Mademki iyi ve değerli olan insanlar mü’min olanlardır; bu durum kâfir sayılanların ikinci plâna atılmalarına, ezilmelerine ve haksızlığa uğramalarına sebebiyet vermez mi?

    Bu sorunun doğru cevabı şudur: Eğer insanlara dünya işlerini verirken temel kriter olarak iman alınıyorsa, dünya açısından bu inanç tehlikeli olabilir. Fakat inanç işiyle dünya işi birbirinden ayrılabiliyorsa, bu inancın bir zararı olmaz.

    Birincil değerler sisteminde ikinci kriter takvadır.8 Takva da, inananlar arasında Allah katında kimin daha üstün olduğunu ortaya koyar. Takva da iman gibidir; kimin daha takvalı olduğunu ancak Allah bilir. Allah Cennetini takva sahipleri için hazırlamıştır.9

    İkincil değerler sisteminin merkezinde insan vardır. Bu değerler sistemine göre bütün insanlar eşittir.

    Kur’ân’ın beyanına göre Allah insanı şerefli bir varlık olarak yaratmıştır. İnsanın ahsen-i takvîm üzere yaratılması,10 Âdem’i yarattığında meleklere ona secde etmesini emretmesi,11 ona ruhundan üflemesi,12 onu halîfe-i arz yapıp13 bütün kainatı onun emrine vermesi, onu muhatap kabul edip emaneti ona yüklemesi14 insanı üstün bir varlık olarak yarattığının en önemli göstergelerindendir. “Biz Âdemoğlunu mükerrem kıldık”15 âyeti ise Allah’ın insanı değerli bir varlık olarak yarattığının en açık ifadesidir.

    Bu değerler sistemine göre insan hayatı ve insan hakları en değerli varlıktır. Yüce Allah’ın beyanına göre “Kim, bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya yönelik olmaksızın (haksız yere) bir cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim bir canı kurtarırsa, bütün insanları kurtarmış gibi olur.”16

    Bu değerler sisteminde üstünlük düşüncesi değil, eşitlik düşüncesi asıldır. Hz. Peygamber (sav) bu hususu Veda Hutbesi’nde şöyle dile getirmiştir: “Hepiniz Âdem’densiniz. Âdem de topraktandır; Arab’ın Arap olmayana, Arap olmayanın Arab’a üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir.”17 Cenâb-ı Allah da konuyla ilgili olarak “Ey insanlar!” Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır…”18

    İkincil değerler sistemi dünya işi ve muamelâtla ilgilidir. Dünya işi ve muamelât hukuku bakımından insanlar eşittir. Canın, malın, ailenin, çocukların, ibadethânelerin, ırz ve namusun koruma altına alınması bakımından Müslüman ile Müslüman olmayan arasında bir fark yoktur. Dünya işlerinin kendisine emanet edilmesi bakımından iman ve takva değil, ehliyet ve liyakat esas alınmaktadır. Müslüman bir insan elbise diktirmek istediğinde, ona, imanı tam olan birinden ziyade maharetli olana gitmesi tavsiye edilir.

    Dünya hayatını paylaşma bakımından İslâm, insanlık sevgisini öne çıkarmıştır. Bir seferinde Hz. Peygamber (sav) “Birbirinize merhametli davranmadıkça iman etmiş olamazsınız.” buyurdular. Bu sözü duyan Sahabiler: “Ey Allah’ın Rasûlü! Biz her zaman birbirimize merhametli davranmaktayız.” dediler. Onların bu beyanlarına karşılık Hz. Peygamber: “Benim demek istediğim, yalnız sizin kendi aranızda merhametli olmanız değil; demek istediğim, sizlerin Allah’ın bütün yaratıklarına karşı merhametli olmanızdır.” buyurmuşlardır.19

    Câbir b. Abdullah anlatıyor: Nebi (sav) ile birlikte otururken yanımızdan bir cenaze geçti. O sıra Rasûlüllah ayağa kalktı; biz de kalktık. Biz Rasûlüllah’a: “O bir Yahûdî cenazesidir; ( bu nasıl oluyor?)” dedik, O da bize: “(Kime ait olursa olsun, yeter ki insan olsun.) Cenazeyi gördüğünüzde ayağa kalkınız.” buyurdu.20

    Yine Hz. Peygamber (sav) “Kendi nefsin için sevdiğin şeyi tüm insanlar için de sev ki, iyi bir Müslüman olabilesin.”21 buyurmak suretiyle takva bakımından da üstün olmanın yolunun diğer insanları da sevmekten geçtiğini ifade etmişlerdir.

    Bir insan için en yüksek değer Müslüman olmak olduğu için Hz. Peygamber (sav) çok sevdiği amcası Ebû Tâlib’in bir an önce İslâm’a girmesini istiyor ve ona şöyle diyordu: “Lâ ilâhe illâllah” de ki kıyamet gününde senin lehine şehâdette bulunayım. Ebû Tâlib ise, “Kureyş kadınları beni kınarlar, korkudan bunu söyledi derler. Eğer böyle demeyecek olsalardı, Müslüman olup seni sevindirirdim” demişti. Hz. Peygamber’in çok sevdiği, önemli yardımlarını gördüğü amcasının hidayeti için böyle çırpınışı karşısında Yüce Allah şu âyeti indirdi: “(Rasûlüm!) Sen sevdiğini hidayete erdiremezsin; bilâkis Allah dilediğine hidayeti verir. Hidayete girecek olanları en iyi O bilir.”22

    Ebû Tâlib Müslüman olmamıştı, bununla birlikte Hz. Peygamber onu çok seviyordu. Çünkü o Müslüman olmamakla birlikte son demine kadar kendisini korumuş ve kollamıştı. Ebû Tâlib’in Müslümanlığı kabul etmemesi; akrabalık bağları ve bir insan olarak yaptığı iyilikler sebebiyle Hz. Peygamber’in onu sevmesine engel değildi.

    2. Yahudi ve Hıristiyanlarla Dost Olunur mu?

    Bu konuda Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Ey İman edenler! Yahûdîleri ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar (birbirinin tarafını tutarlar). İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna yol göstermez.”23 Bu âyet yüzeysel olarak yorumlandığında Müslümanların hiçbir şekilde Yahûdî ve Hıristiyanları dost edinemeyeceği anlaşılmaktadır. Ancak Bediüzzaman Said Nursî’ye göre âyetin mutlak anlamda bu şekilde anlaşılması doğru değildir.

    a. Öncelikle bir delîlin anlamının kesin olması için o delîlin sübûtunun kesin olması yeterli değildir. Kesin olan bir anlamdan bahsedebilmek için delîlin kesinliği yanında, delîlin o mânaya delâletinin de kesin olması gerekir.

    b. İkinci olarak, âyet te’vîle ihtimali olan âyetler kısmındandır. Çünkü âyetteki yasak mutlaktır. Mutlak ise takyîd olunabilir. Zaman bir büyük müfessirdir; kaydını ortaya koyduğunda hiç kimse itiraz edemez.

    c. Üçüncü olarak, Kur’an hükümlerinin birçoğu muallel olup, hükümler bir illete bağlı olarak yürürlüklerini devam ettirirler. Hükmün illeti bazen türetildiği kelime kökünden alınır. Bu durumda hükmün illetini, o kelimenin türetildiği kök kelime belirler. Buna göre âyetteki yasağın illeti Yahûdiyyet ve Nasrâniyyettir; yani Yahûdîlik ve Hıristiyanlık’tır. Dolayısıyla onlarla dost olma yasağı, Yahûdîlik ve Hıristiyanlık dinlerinin esaslarıyla sınırlıdır. Şu halde dinî bir özellik taşımayan konularda onlarla da dost olunabilir.

    d. Dördüncü olarak, bir insan zâtından dolayı değil, taşıdığı sıfat ve özellikleri ile, sahip olduğu sanat ve mahareti sebebiyle sevilir. Sevgi sıfata bağlı bir keyfiyettir.

    Bir Müslüman’ın her bir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, bir kâfirin de bütün sıfat ve sanatlarının kâfir olması lâzım olmaz. Müslümanlarda, kâfirlere yakışan kötü sıfatlar bulunabileceği gibi, kâfirlerde de Müslümanlarda bulunması gereken iyi ve güzel sıfatlar bulunabilir. Kötü bir sıfat Müslüman’da bulunduğu zaman o sıfatı iyi göremeyeceğimiz gibi, iyi bir sıfat da bir kâfirde bulunduğu zaman biz o sıfatı ve bu sıfat münasebetiyle bu özelliği taşıyan gayr-i müslimi kötüleyemeyiz.

    e. Beşinci olarak, itikad dairesi ile muamelât dairesini birbirine karıştırmamak gerekir.

    Yüce Allah bizim kâfirlerle birçok muamelede bulunmamızı serbest bırakmıştır. Eğer Yahûdî ve Hıristiyanları kökten kötü görmemiz gerekiyorsa, onlarla bazı muamelelerde bulunmamız da kötü olmalıdır. Halbuki onlarla, alış-veriş ve hizmet akdi gibi benzeri birçok muameleyi yapmamız caiz görüldüğü gibi, onlarla yaptığımız bazı muamelelerin neticesinde dinimizin emirleri gereğince onları sevmemiz gerekmektedir. Meselâ Kur’an’da Ehl-i Kitab’tan olan kadınlarla evlenmek caiz görülmüştür.24 Yahûdî veya Hıristiyan bir kadınla evlenmiş olan bir Müslüman, elbette bu eşini sevecektir!

    f. Altıncı olarak, Asr-ı Saadette din hayatın merkezindeydi; tüm âidiyetler ve ilişkiler din eksenliydi. Zihinler tamamıyla bu merkeze çevrilmişti. Tüm dostluk ve düşmanlık ilişkileri din tarafından belirleniyordu. Bu yüzden o zamanlarda gayr-ı müslimlere olan sevgi ve muhabbetten nifak kokusu geliyordu. Fakat zamanımızda büyük inkılâplar oldu; artık birçok konuda dinin yerini ekonomi ve politika aldı. İlişkiler dünyevî menfaatlar üzerine kurulmaya başlandı. Bütün zihinlerin meşgul olduğu şey maddî terakkîdir; bilim ve teknolojidir. Herkes daha yüksek maddî refah peşine düşmüş bulunuyor. Dolayısıyla insanlar arası ilişkilerde din ikinci plana atılmış olmaktadır. Günümüzde dostluklar din merkezli olmadığı için, ekonomik ve politik birtakım dostlukların kurulmasında dinî bir sakıncadan söz etmek mümkün değildir.

    g. Yedinci olarak, günümüz Yahûdî ve Hıristiyanlarının ekserisi dinlerine pek bağlı değillerdir. Dolayısıyla medeniyet ve ilerleme adına onlardan alabileceğimiz bazı şeyler varsa, onlarla ilişkide bulunmamız dinî açıdan bize herhangi bir zarar vermez.

    h. Sekizinci olarak, dünya saadetinin esası, asayişi muhafazadır. Yurtta ve dünyada asayişi muhafaza için onlarla bazı dostluklar ve birliktelikler kurmak gerekiyorsa, bu tür dostluklar katiyen Kur’an’ın yasakladığı dostluklar sınıfına girmez.25

    3. Sosyal Hayatı Güven Altına Alan ve İnsanlığı Saadete Gönderen Şey Sevgidir.

    Bediüzzaman’a göre sevgiye en lâyık şey sevgidir; düşmanlığa ve nefrete en lâyık sıfat da düşmanlık ve nefrettir. Sosyal hayatı güven altına alan ve insanlığı saadete götüren muhabbet ve sevmek sıfatı, en ziyade sevilmeye ve muhabbete lâyıktır. Sosyal hayatı yerle bir eden düşmanlık ve nefret duyguları, her şeyden ziyade düşmanlığa, nefrete ve ondan çekilmeye müstahak, çirkin ve zararlı bir sıfattır. Husumet ve düşmanlığın vakti bitmiştir. İki dünya savaşı düşmanlığın ne kadar fena, tahrip edici ve dehşetli bir zulüm olduğunu gösterdi. İçinde hiçbir fayda olmadığı ortaya çıktı. Öyleyse, düşmanlarımızın kötülükleri -tecavüz olmamak şartıyla- bizim de onlara düşmanlığımızı celb etmemeli. Onlar için Cehennem ve ilâhî azap kâfidir.

    Düşmanlığın ehemmiyetsiz sebeplerini, muhabbetin dağ gibi sebeplerine tercih etmek delilik ve divaneliktir.

    Sevgi ve muhabbet, düşmanlık ve nefrete zıttır. Bunlar, aydınlık ve karanlık gibi katiyen bir araya getirilemezler. Hangisinin sebepleri galip ise, o, hakikatiyle kalpte bulunacak; onun zıddı hakikatiyle olmayacaktır. Meselâ; muhabbet ve sevgi, hakikatiyle kalpte bulunsa, o zaman düşmanlık hissi şefkate ve acımaya dönüşür. Özellikle ehl-i imana karşı vaziyet böyle olmalıdır. Eğer düşmanlık hissi, hakikatiyle kalpte bulunsa, o zaman da sevgi ve muhabbet, karışmamak ve zahiren dost olmak şekline döner. Böyle bir tavır ise ancak tecavüzde bulunmayan ehl-i dalâlete karşı sergilenebilir.

    Sevgi ve muhabbetin sebepleri; iman, İslâmiyet, cinsiyet ve insaniyet gibi nuranî, kuvvetli zincirler ve manevî kalelerdir. Düşmanlığın sebepleri ise, ehl-i imana karşı küçük taşlar gibi bir kısım hususî sebeplerdir. Öyleyse, bir Müslüman’a gerçekten düşmanlık eden kişi, o dağ gibi sevgi ve muhabbet sebeplerini hafife almak ve küçük görmek gibi büyük bir hatâ içine düşmüş olur.

    Elhasıl: Sevgi, muhabbet ve kardeşlik İslâmiyet’in mizâcıdır, rabıtasıdır. Düşmanlık hissini öne çıkaranlar mizâcı bozulmuş çocuğa benzer; ağlamak istiyor, fakat ortada ağlamayı gerektirecek bir şey bulunmuyor. Bu yüzden kendisini ağlatacak bir bahane arıyor ki onunla ağlasın. Sinek kanadı kadar ehemmiyetsiz bir şey ağlamasına bahane olur. Yine düşmanlık hissini öne çıkaranlar, her şeyin kötü yönünü gören ümitsiz ve insafsız adamlara benzerler. Bu tip adamlar, sû-i zan mümkün oldukça hüsn-ü zan etmezler. Bir kötülük veya olumsuz bir durum görseler, bununla karşısındakilerin on iyiliğini ve müsbet davranışını örterler. İslâmiyet’in, insaflı davranma ve hüsn-ü zanda bulunma gibi yüksek değerleri, bu tür hissiyat ve davranışları kabul etmez, reddeder.26

    Ortaya çıkış sebebi din sevgisi olan cemaat ve toplulukların iki şeye dikkat etmeleri gerekir:

    Birinci olarak, dinin kabul ettiği hürriyet prensibine saygı göstermeleri ve âsâyişi muhafazaya çalışmaları lâzımdır.

    İkinci olarak da, sevgi ve muhabbetle hareket edip, kendi cemiyetlerini kıymetli ve önemli göstermek için başka cemiyetlere leke sürmemeleri gerekir. Her şeye rağmen birinde bir hata bulunsa, bu durumu, toplumun müftüsü durumunda olan alimler topluluğuna havale etmeleri lâzımdır.

    4. Dünya Barışı İçin İnsan Sevgisini Merkeze Almak Zorunluluğu

    Yukarıda izah edildiği gibi Müslümanların dünya barışının sağlanması için Müslüman olmayanlarla ilişki içine girmesine ve bazı birlikler teşkiline hiçbir engel yoktur. Aksine dünya barışını sağlamak için gayr-ı müslimlerle birliktelikler oluşturulabilir ve insana iyi muamelelerinden ötürü onları sevebiliriz. Yeter ki bu sevgi, bizde, onlara karşı her yönüyle bir hayranlık uyandırmasın; kendi dinimizi ve kültürümüzü küçük görecek ve dışlayacak bir noktaya getirmesin. Pekâlâ Müslümanlar, kendi inançlarını yücelterek ve kendi kültürlerine sahip çıkarak da gayr-ı müslimlerle dayanışma içine girebilirler ve hattâ onları sevebilirler.

    Peygamberî ölçüye göre “İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olanıdır.” Bu hadîse göre insan, hem-cinsinin hukukunu muhafaza ile görevli olduğu gibi, kendi hakkını da onlar içinde aramaya mükellef olduğu anlaşılıyor.27

    Bediüzzaman’ın ifadesiyle İslâmiyet, “insâniyet-i kübrâ”dır.28 İnsanlık adına bütün güzel şeyler İslâm’da toplanmıştır. Ancak günümüzde Müslümanlar, bu ilâhî hazinenin değerini anlamaktan bir hayli uzak görünmektedirler.

    Bediüzzaman’a göre istikbale hüküm sürecek ve her kıtasında hâkim-i mutlak olacak, yalnız İslâmiyet hakikatıdır. Ancak İslâmiyet’in hakimiyetini engelleyen en önemli mânî ve belâ; bizimle ecnebîlerin, İslâmiyet’in bazı hüküm ve kurallarının batıl hayal ve boş tevehhüme dayanarak fennin bazı konularıyla çatıştığını ve aralarında zıtlık olduğunu zannetmeleridir. Bu düşünce ancak, hakikatı araştırma meyli, muhabbet-i insaniyet (insan sevgisi) ve insaflı olmakla ortadan kaldırılabilir.29 Bizi kurtaracak olan şeylerin başında insan sevgisi gelmektedir.

    Bediüzzaman, Müslümanların birbirlerini İslâm birliğine çağırmalarından ötürü gayr-ı müslimlerin dünya barışını istemeleri konusunda endişeye düşmelerine gerek olmadığını vurgular. Ona göre birlik ve beraberliği gerektiren temel sebep sevgidir. Müslümanların düşmanlıkları; cehalet, ekonomik sıkıntılar ve ikiyüzlülüğe karşıdır. Müslümanlar birbirlerine karşı birlik çağrıları yaptıkları ve hatta birleştikleri zaman gayr-ı müslimler Müslümanların bu birlikteliklerinin cehalet, ekonomik sıkıntılar ve ikiyüzlülüğe karşı yapılmış olduğundan emin olmalıdırlar. Biz, gayr-ı müslimleri medenî olarak tanıyor ve onların insaflı olduğunu zannediyoruz. Onlarla problemlerimizi, onlara baskı yapmak veya tecavüzde bulunmak suretiyle değil, onları ikna ederek çözeceğimizi düşünüyoruz. Bizim bütün amacımız asayişi muhafaza ve İslâmiyet’i sevimli ve yüce göstermeye çalışmaktır.30

    Öz

    Geçmişte dinlerin bir çatışma sebebi olduğu tarihî bir gerçektir. Bu yüzden tarihçiler ve sosyologlar dinlerin bugün de bir çatışma sebebi olmaya devam edeceğinden endişe etmektedirler. Ancak İslâmiyet için bu durum hem geçmiş hem günümüz açısından doğru değildir.

    Esasen İslâmiyet düalist bir değerler sistemi geliştirmiştir. Birincil değerler sisteminin esasını Allah’a iman teşkil etmektedir. İkincil değerler sistemine göre Allah insanı mükerrem bir varlık olarak yaratmıştır. Dünya hayatı bakımından bütün insanlar eşittir. Hukuk alanında herkese eşit muamele edilmelidir. Bu anlamda bir Müslüman’ın canı, malı ve dini ne kadar koruma altında ise, herhangi bir İslâm ülkesinde yaşayan gayr-ı müslimin canı, malı ve dini de o kadar koruma altındadır. İkincil değerler sisteminde merkeze oturan kavram insan sevgisidir. Dünya barışının sağlanması için din farklılığı gözetilmeksizin herkes birbirini sevebilir ve sevmelidir. Dünya barışı ancak bütün insanların birbirini sevdiği bir platformda gerçekleşebilir. Bu sevgi İslâmiyet’in teşvik ettiği bir sevgidir. Bu yüzden ne zaman İslâmiyet’e daha çok önem veriliyorsa dünya barışı da o denli erken zamanda tahakkuk edebilir.

    İslâmiyet, dünya barışı için bir tehlike değil; bilâkis dünya barışının garantisidir.

    Anahtar Kelimeler: Din, İnsan Sevgisi, İslâm, Dünya Barışı

    Abstract

    It is a historical fact that the religions have been reasons for the conflicts in the past. Thus, the historians and sociologists worry that religions may also be reasons for conflicts contemporarily. But, this is not the case for Islam even in the past or today.

    Essentially, Islam develops a dual value system. The basic of the primary value system is composed of the faith to God. According to this, those who know the God and accept Islam will be Muslims and go to Paradise. Those who deny Islam will be heretic and arrive to the Hell. However, this faith is relevant to the other world and therefore the world system cannot be built upon this value system. According to the secondary value system, God created man as an excellent being. In the worldly life, every human being is equal. Thus, in the realm of law, everybody should be treated equally. At this point, the protection of the life, property and religion of Muslim and non-Muslim should be the same in every Muslim country. The central concept in the secondary value system is the human love. Everybody can love and should love each other to attain the world peace. It could only be realized in an platform in which everybody loves each other. This love is an art of love promoted by Islam. The consideration of Islam seriously will bring about the realization of world peace earlier.

    Islam is not a danger for the world peace, but a security for its continuation.

    Keywords: Religion, the Human love, Islam, the World Peace

    Dipnotlar:

    1- Zâriyât, 52/56.

    2- Bakara, 2/255; Nisâ, 4/34; Hacc, 22/62; Lokman, 31/30; Sebe’, 34/23; Gâfir, 40/12; Şûrâ, 42/4.

    3- Sadece Bakara Suresi’nde olan âyetler için bkz: 2/107, 116, 255, 284.

    4- Tevbe, 9/40.

    5- Mülk, 67/20.

    6- Şûrâ, 42/26.

    7- Bakara, 2/39.

    8- Hucurât, 49/13; Tirmizi, Tefsîr, 5; Menâkıb, 73; Ebû Dâvûd, Edeb, 11; İbn Hanbel, Müsned, II, 361, 524.

    9- Âl-i İmrân, 3/133. 10- Tin, 95/4.

    11- İsra, 17/61.

    12- Secde, 32/9; Hicr, 15/29; Sâd, 38/72.

    13- Bakara, 2/30.

    14- Ahzab, 33/72.

    15- İsrâ, 17/70.

    16- Mâide, 5/32.

    17- Tirmizî, Tefsîr, 5; Menâkıb, 73; Ebû Dâvûd, Edeb, 11; İbn Hanbel, Müsned, II, 361, 524.

    18- Hucurât, 49/13.

    19- Münzirî, et-Terğîb, III, 201.

    20- Buhârî, Cenâiz, 50.

    21- İbn Mâce, Zühd, 24.

    22- Kasas, 28/56.

    23- Mâide, 5/51.

    24- Mâide, 5/5.

    25- Bediüzzaman Said Nursî, Münâzarât, Mega Basın-Yayın, İstanbul 2004, s., 40-42.

    26- Bediüzzaman, Hutbe-i Şâmiye, s. 56-59.

    27- Bediüzzaman, Münâzarât, s., 120.

    28- Bediüzzaman, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, Almanya 1993, s. 324.

    29- Bediüzzaman, Muhâkemât, s. 24.

    30- Bediüzzaman, Divan-ı Harb-i Örfî, s. 67-68.