Köprü Anasayfa

Sevgi

"Kış 2008" 101. Sayı

  • "Harb-i Umumi"nin Sevgi ve Şefkat Kahramanları

    The Love and Clemency Heroes of the First World War

    Nazmi EROĞLU

    Osmanlı toplumunun yüzyılın ilk çeyreğinde yaşadığı felaketler aileleri derinden sarsmıştı. Önce Balkan Savaşları’yla kırılan Müslüman-Türk nüfusu kısa bir süre sonra daha büyük bir felaketle karşı karşıya kaldı. Büyük çoğunluğu köylerde yaşayan ve ziraatla meşgul olan genç ve orta yaşlı erkekler annelerinden, karıları ve çocuklarından ayrılarak cepheye koştu. Bu barışsever insanlar, kısa bir süre içinde muharip olarak şartlara uyum sağlamayı başardı. Ancak, savaşı onlar istememişti. Meydana gelen olayları, Osmanlı toplumu kucağında bulmuştu ve değer verilen ne varsa tehlike altında idi. Savaşmaya, karşı koymaya, vatan ve geleceklerini korumaya mecburdular.

    Erkekler düşmanla boğuşurken, ülkenin en büyük yükü kadınların üzerinde kalmıştı. Türk kadını artık başında örtüsü, sırtında çocuğu ile haysiyetini koruyacak; ekip biçecek, ocağını tüttürecek ve gelecek nesilleri yetiştirecekti. Bunun için ise mangal gibi yürek lazımdı. Yakın zamanlara kadar bütün Anadolu köyleri, yaylaları ve mezralarında görüp-geçirmiş böyle pîrifâni kadınlar hayatını sürdürmekte idi. Onlara hürmet ve hizmet etmek, gönüllerini hoş tutmak sonradan gelen nesillerin birinci derecede göreviydi. Onları memnun etmek, dualarını almak her evladın eşsiz mutluluk kaynağı idi. Faziletin, sadakatin, fedakârlığın, sevgi ve şefkatin yüksek derecede tecelli ettiği bu kadınlara "tam bir Osmanlı kadını" sıfatı verilmesinin arkasında muhtemelen "Harb-i Umumi"den (I. Dünya Savaşı) kalan bir hakikat bulunmaktadır. Bu konu çok gerilere de götürülebilir, ancak yakın tarihimizde cereyan eden olaylar, adeta Türk kadınını sevgi, şefkat ve sadakat kahramanı durumuna getirmiştir. Türk erkeklerinin birçoğu savaşlarda canlarını feda ederken, Türk kadını hayatını feda etmekte idi. İşin en zor kısmının da burası olduğunda şüphe yoktur.

    Savaş sürecinde dış dünya ile ülkenin münasebetinin kesildiği bir zamanda, "bu memleketi doyuran ellerin en çoğu" köyde yaşayan kadınlardı. En sıkıntılı zamanlarda harmanını toplayan, hayvanlarını besleyen, böylece hem kendi, hem de askerin erzakını temin eden Anadolu kadınlarından başka, İstanbullu hanımların savaşta gösterdiği himmet, düşmanlarla çarpışan erkeklerine büyük bir destek sağlamıştır. Yani Türk kadını adeta erkekleri gibi seferberlik halinde savaşın getirdiği sorunlarla boğuşmuştur. Şehirlerde yaşayan kadınların teşkilatlanma bilincinin henüz filizlendiği bir zamanda, olaylar karşısında süratle uyum sağlamayı ve örgütlenmeyi başarmışlardır.1

    Meşrutiyet döneminde kurulan kadın derneklerinin muhtaçlara yardımları

    Meşrutiyet döneminde kadın cemiyetleri kurulmuş, ancak adetleri sınırlı kalmıştır. Ekim 1915 tarihi itibarıyla İstanbul’da yedi Türk kadın cemiyeti bulunduğundan bahsedilmektedir.2 Şefika Kurnaz, II. Meşrutiyet Döneminde Türk Kadını adlı araştırmasında ülke içinde kurulan kadın derneklerini (cemiyetleri) şu ana başlıklar altında incelemektedir.

    1-Devlet ve Orduyu Desteklemek Amacıyla Kurulan Dernekler (9 dernek).

    2-Hayır ve Yardım Dernekleri (10 dernek).

    3-Ekonomik Amaçlı Dernekler (4 dernek).

    4-Eğitim, Kültür, Sanat ve Feminist Amaçlı Dernekler (12 dernek).

    Yoksullara yardım amacıyla kurulan derneklerin (Hayır ve Yardım Dernekleri) isimleri şunlardır:

    *Cemiyet-i Hayriye-i Nisvaniye

    *Esirgeme Derneği

    *Osmanlı Kadınları Şefkat Cemiyet-i Hayriyesi

    *Osmanlı ve Türk Hanımları Esirgeme Derneği

    *Asker Ailelerine Yardımcı Hanımlar Cemiyeti

    *Şehit Ailelerine Yardım Birliği

    *Bîkes Ailelerine Yardımcı Hanımlar Cemiyeti

    *Suriye Nisvanı Umûr-ı Hayriye Müessesesi

    *Topkapı Fukaraperver Cemiyet-i Hayriyesi3

    İstanbul’da kurulan Türk kadın cemiyetlerinin en eskisi Meşrutiyet’in ilanını müteakip olarak kurulan Teali-i Nisvân Cemiyeti’dir. Bu cemiyet öncelikle eğitim ve kültür faaliyetleriyle ilgilenmekte idi. Bununla beraber savaş zamanında yardım faaliyetleri de söz konusu olmakta idi. Ramazan bayramı yaklaştığında "cemiyetin şefkatli azaları" şehitlerin yetim kalan çocuklarını "sevindirmeyi" düşünmüşlerdir. Bayramda 350 çocuğu giydirmek, eğlendirmek için gerekli parayı "müsamere ve konserler" tertip ederek, ayrıca ianeler toplayarak temin etmişlerdir..4

    Hilal-i Ahmer Kadınlar Şubesi’nin birkaç yüzü geçmeyen üyelerinin "Darüssınaa"sında üç ay zarfında askerler için 135.000 kat çamaşır hazırlanmıştır. Ayrıca seferberliğin başlarında Müdafaa-i Milliye Cemiyeti için 60.000 avcı yeleği kısa zamanda dikilmiştir. Çanakkale muharebelerinde düşman kuvvetlerinin gazlar yayan gülleler attığını duyan Hilal-i Ahmer’e (Kızılay) mensup kadınlar bu duruma üzülmüşler, asker kardeş ve evlatları için vahim olan bu gayr-ı insani hareketi telafi etmek için çareler aramışlar ve araştırma yapmışlardır. Nihayet bu sorunu giderici bir çare keşfetmişler ve Avrupa’da bunun için kullanılan ağızlıklardan imal etmeye karar vermişlerdir. Masraflarını da kendileri karşılayarak 40.000 adet ağızlık imal etmişler, deniz ve kara askerlerine yollamışlardır. Muharrir Lebib Selim, bahsi geçen faaliyetle ilgili bilgi almak üzere kurumu ziyarete gittiğinde büyük masaların çevresinde 20–30 kadar hanımın sessiz sedasız, ciddiyetle ve süratle çalıştıklarını görmüş, hayran kalmıştır. Esasında, Darüssınaa Balkan savaşları esnasında birtakım ihtiyaçlardan doğmuş ve kadınlar tarafından tesis edilmişti. Bu sayede birçok savaş mağduru kız istihdam edilmiş ve meslek öğrenerek hayatını düzene koymuştur.5

    Muhtaç Asker Ailelerine Muavenet Cemiyeti, aile reislerini kaybeden ve yardıma muhtaç hale gelen birçok asker ailesine sıcak yemek vermek amacıyla faaliyetlerine başlamıştır. Ancak, fiziki şartların uygun olmaması sebebiyle fasulye, pirinç, yağ ve sair yiyecek yardımı dağıtılmıştır. Polis ve Emniyet-i Umumiye müdürlerinin hanımları başkanlığı altında faaliyetlerini sürdüren bu cemiyet, İstanbul’da 18.000 aileye yardım yaparak ihtiyaçlarını gidermiştir. Ayrıca, sağlık alanında da ihtiyaç sahiplerine yardım yapılmış, ilaç ve sağlık giderleri temin edilmiştir. Topladıkları ianeyi bilfiil ihtiyaç sahiplerinin evlerine giderek takdim etmişlerdir.6

    İstihlak-i Milli Kadınlar Cemiyeti, seferberliğin ilanından itibaren bütün çalışmalarını vatanın müdafaasında görev yapanlara hasretmiştir. İstanbul’da muhtelif semtlerde dikiş, nakış ve el işleriyle ilgili faaliyetler yürütülmüş, askerler için 1500 çift çorapla 1450 avcı yeleği Müdafaa-i Milliye Cemiyeti’ne teslim edilmiştir. Muhtaç ve fakir ailelerin ev kiralarına yardımda bulunulmuştur.7

    Müdafaa-i Milliye Cemiyeti’ne yardım eden diğer bir cemiyet ise Türk Kadınları Biçki Yurdu Cemiyeti’dir. İstanbul’da daha ziyade ecnebilerin ve gayrimüslimlerin elinde bulunan terzilik mesleğinin Türk kadınları arasında da yaygınlık kazanmasını amaçlayan Behire Hakkı Hanım’ın öncülüğünde Biçki Yurdu kurulmuştur. Buraya alınacak öğrenciler özellikle fakir kesimden olmasına dikkat edilmiştir. Bu teşebbüsle bahsi geçen kesimlerin fakirlikten kurtarılması, yani kendi alın teriyle hayatlarını kazanması amaçlanmıştır. İki sene süren faaliyetleri sonucunda 150 kişinin yetişmesi temin edilmiştir. Soğuk havalarda askerlerin giymesi için 55.155 adet pamuklu mintan hazırlayan bu talebelerin, mesleklerinde ne derece maharet kazandıkları anlaşılmaktadır. Bu hizmetlerinden etkilenen Müdafaa-i Milliye Cemiyeti mensupları, kurstaki öğrenci, öğretmen ve yöneticiler için 4500 kuruş harcanarak madalyalar hazırlamıştır. Ancak, harcanan meblağdan haberi olan hanımlar kendi aralarında topladıkları aynı miktarda parayı cemiyete yardım olarak vermişlerdir.

    Bu cemiyete mensup olan hanımların şefkat ve zarafetlerine bir başka örnek ise, Çanakkale muharebelerinde yaralanıp İstanbul’a tedavi için gelen askerleri hastahanelerde ziyaret edip, daha önceden iane toplayarak- aldıkları şeker, çikolata, sigara ve sair hediyeleri kendilerine takdim etmeleridir. Bunun yanında, yaralıları rahat ettirmek gayesiyle gerekli eşyalar temin edilmiştir. Ayrıca bazı sosyal faaliyetler düzenleyerek buradan kazandıkları paraları ihtiyaç sahiplerine ulaştırmak üzere Müdafaa-i Milliye Cemiyeti’ne vermişlerdir.8

    İstanbullu kadınların hastahane hizmetleri

    Çanakkale muharebelerinde İstanbul’a gelen yaralıların artması sebebiyle tedavi ve bakım yönünden büyük bir sorun yaşanacağı anlaşılmıştı. Bunun üzerine İstihlak-ı Milli Kadınlar Cemiyeti azası hanımlar bir toplantı tertip etmişler ve 100 yataklı bir hastahane açmaya karar vermişlerdir. Divan Yolu’nda kurdukları hastahane (İstihlak-ı Milli Kadınlar Cemiyeti Hastahanesi) için gerekli araç ve eşyalar cemiyet tarafından temin edilmiştir. Cemiyet Reisi Melek Hanım’ın da gayretleriyle yatak sayısı 160’a çıkarılmıştır. Kadınların idare ettiği bu hastahane temizliği ve hastaların bakımındaki titizliğiyle dikkat çekmiştir. Hastahanenin kurulması esnasındaki harcamaların yanında, ayrıca cari harcamalar da cemiyet tarafından çeşitli faaliyetler ve yardımlarla karşılanmış, kurum savaş döneminde büyük fedakârlıklarla ayakta tutulmaya çalışılmıştır. Burada görev yapan hastabakıcılar ise cemiyete üye olan hanımlardan oluşmuş ve herhangi bir ücret almadan değişmeli olarak gönüllü çalışılmıştır.

    Anadolu köylerinden kopup gelen ve harbe iştirak eden köylü çocukları, bu şehirli, müşfik ve nazik hanımların gönüllü olarak hizmet verdiği bir ortamda yaraları tedavi olurken büyük bir hürmet ve şefkat halesi meydana gelmekte, acıları hafiflemekte idi.9 Diğer taraftan, İstihlak-i Milli Kadınlar Cemiyeti Hastahanesi’nde çalıştırılan kadın hademelerin hemen hepsi, fakir olan gazilerin hanımlarından meydana gelmekte idi. Bunlara verilen ücret ise -o dönemde kadınların ücreti düşük olmasına rağmen- erkeklere verilen ücretle eşit seviyede idi.10

    Yaralı askerlere karşı İstanbullu kadınların gösterdiği şefkat ve fedakârlığın benzerini saraylı kadınlar da göstermekte, moral desteğinde bulunmakta idiler.

    3 Haziran 1915 tarihli Türk Yurdu mecmuasında çıkan bir haberde şu hususlara yer verilmektedir: Kadınefendi’nin (Sultan Reşad’ın eşi) Haydarpaşa Hastahanesi’nde yaralı Türk askerlerini ziyaret ederek "onlara en ince ana hisleriyle dolu, en tatlı bir Türk kadını diliyle hitaplarda" bulunmuştur;

    "Nasılsınız gazi evlatlarım, kardeşlerim! Arzunuz nedir? Biz hep size kul kurbanız. Yaralarınızı sarmayı bilsem, bilen hemşirelerim gibi başucunuzda pervane olurum. Sizler bize pek kıymetlisiniz, yavrularım, kıymetinizi düşmana da anlattınız. Allah sizden razı olsun! İnşallah yakında yine aşkınızın, imanınızın yüceliklerini düşmana gösterirsiniz."

    Kadınefendi’nin bu ifadeleri koğuşta bulunan subay ve askerlerin gözlerini yaşarttı. Kolu sargılı bir asker yatağından doğrularak Kadınefendi’ye şunları söyledi: "Kadınefendi Hazretleri! Bak ben nişanlı bir tane kardeşimin, şehit Hasan’ımın cesedi üzerinden atlayarak düşmana karşı koşarken bir acı bile duymadım, ağlamamıştım. İşte bu sözleriniz, bakınız gözlerimden yaş akıttı. Bizden emin olunuz. Geçen harpte nâhak yere bize sürülen lekeyi işte bu akan kanlarımızla silmeye çalışıyoruz. Millet duygusu önünde, hak yolunda canımız kurban olsun, biz buna ahd eyledik."11

    Hemşirelik Hizmetleri ve Örnek bir Hemşire: Safiye Hüseyin (Elbi)

    Türkiye’de hemşireliğin bir meslek olarak ortaya çıkışı, Trablusgarp ve Balkan savaşlarına rastlar. Aslında hemen her ev kadını kendi çapında hastabakıcılık yapmayı öğrenerek yetişmesine rağmen, Osmanlı toplumunda bunun meslek olarak ortaya çıkmasının geç bir tarihte olmasını "geleneklerin kadınların çalışmasına engel olduğu" gibi bir gerekçeye bağlanması pek doğru gelmiyor. Zira kadınlar köylerde ve kasabalarda işlerinin güçlerinin başında yer almışlardır. Osmanlı toplumu kendi şartları içinde veya zamanın getirdiği şartlara göre bir iş bölümünü gerçekleştirmiştir. Ancak iktisadi, siyasi, askeri ve sosyal yönüyle toplum daha karmaşık bir hale geldiği, sosyal olayların hızlı bir şekilde aileleri etkilediği ve savaşların erkek nüfusunu olumsuz bir yönde etkilediği bir dönemde zaruri olarak kadınların da en yetenekli oldukları bir mesleğe intisap etmesi tabii idi. Nitekim sanayi toplumunun getirdiği şartları yaşayan Batı toplumlarında bu tarz hizmetler daha eskilere dayanmakta idi.

    Kızılhaç’ın Washington’da gerçekleştirdiği bir kongreye katılan Dr. Besim Ömer Paşa ve Dr. Nihat Reşad, hemşireliğin çeşitli kolları da bulunan bir meslek olduğunu yakından gözlemlemişlerdir. Yurda döndükten sonra, Besim Ömer Paşa Hilal-i Ahmer Cemiyeti mensuplarıyla görüşerek hemşirelik mesleğine olan ihtiyaç konusunda onları ikna etmiştir. Cemiyet, bu ihtiyacı gidermek için ilk defa İstanbul’da Kadırga semtinde bulunan bir hastahanede masraflarını karşılayarak altı aylık bir gönüllü hastabakıcı kursu düzenlemiştir. (Prof. Dr.) Besim Ömer Paşa’nın şahsi gayretlerinin büyük etkisi olduğu bu faaliyetler İstanbul’un kültürlü çevrelerinde ilgi görmüş ve "Balkan Savaşı ile birlikte Türk kadını hastahanelerde çalışmaya başlamıştır."12 1913–1914 yıllarında Darülfünun’un (üniversite) bünyesinde tertiplenen kurslara çok sayıda hemşire adayı katılmıştır. Kursları bitiren Kerime Salahor, Safiye Hüseyin Elbi ve Münire İsmail; büyük fedakârlıklar göstererek savaş sürecinde gönüllü hastabakıcılık yapmışlardır.13 Kısaca, Osmanlı kadınının gelişen şartlara ayak uydurarak hizmet üretmesi ve sosyal hayatta kendini göstermesi zaruretlerden doğmuştu. Hastabakıcılığın da bir meslek olarak ortaya çıkması İmparatorluğun en zorlu yıllarına rastlamaktadır. Doktor Yakob, Osmanlı kadınının hastabakıcılık hizmetlerini şu şekilde okuyucularına anlatmaktadır:

    "Kadırga Hastabakıcı Mektebi’nin küşadı ve geçen sene birçok müessesat-ı sıhhiye tarafından Payitaht hanımlarına verilen tedrisatı müteakip Türk kadınını mükemmel bir hasta bakıcısı evsafını haiz bulunduğu ve alelhusus gayet şefkatkâr olduğu tezahür etmiştir. Ne derece hulus ve fedakârlıkla hareket ettiğine kanaat hâsıl eylemek için Türk kadınını bir defa mecruhun başı ucunda görmek kâfidir. Maderane ihtimamları ve muhabbet-i vataniye hisleri telkin etmek suretiyle mecruhların acı ağrılarını tahfif ve teskin uğrunda bütün hissiyat-ı muhabbetkarenesini, bütün ruhunu bezl ediyor. Yumuşak ve tatlı sesiyle pek ağır yaralanmış zavallı askerlerin kuvve-i maneviyesini yükseltiyor ve ağrılarına tahammül kuvveti veriyor. En vahim surette mecruh olanlar bile kendilerine bakan hanımların mesut telkinatı neticesinde âlî bir tevekkül ile bizim ameliyat-ı cerrahiyemize teslim-i nefs ediyorlar. (…) Beride bir hastabakıcı hanım, muharebede ağır yaralanmış zavallı bir askerin yanına oturmuş, kemal-i nezaketle ona yemek verdiğini, cengâver ecdadımızın hayat-ı kahramananelerine dair yavaş yavaş hikâyeler anlattığını görürsünüz. Biraz ötede diğer bir hanım başka mecruhun tuvaletini yapmakla meşguldür. Ellerini yıkıyor, tırnaklarını kesiyor, hatta vatan uğrunda istihkar-ı hayat eden sevgili asker kardeşinin ayaklarını yıkamaktan da çekinmiyor. (…)"14

    Hastabakıcılıkta daha ziyade bilgili olan ve tecrübe kazanan hanımlar doktorların ameliyatlarına yardımcı olmakta, hastayı en güzel bir şekilde hazırlamaktadırlar. Dr. Yakob’un ifadelerinde bu güzel bir şekilde tasvir edilmektedir: "Nazik ve mahir elleri pansuman ameliyatının mütenevvi inceliklerini büyük bir ustalıkla icrada ciddi mümarese kesbetmiştir (maharet kazanmıştır). Onlar olmasa idi, bizim nezaret ve idaremize tevdi edilmiş 350’den fazla mecruhun her günkü tedavisine bakılmasına hakkıyla muvaffak olabileceğimiz şüpheli idi."15

    Burada bir parantez açacak olursak; bu meçhul şefkat kahramanlarının yaptığı hizmetler doğrusu özel bir araştırmayla ortaya çıkarılması gerekir. Maalesef araştırmacı ve tarihçilerin yakın tarihle ilgili daha düne kadar ilgilendiği konuların belli bir alanla sınırlı olduğu görülür. Sürekli belli akımları ve şahısları meşrulaştırma gayesi güdülmüş, olayların ve tarihi şahsiyetlerin bu akım ve şahsiyetlerle olan yakınlıkları konu edilmiştir. Olayların doğal akışı, toplumun yaşadığı zorluklar, kazanılan ve kaybedilenlerin sosyal derinliği pek nazarı itibara alınmamıştır. Bunun tarihçiliğimizin düzeyi ile de ilgili olduğunu belirtmemiz lazım. En zorlu dönemlerde hayatını ortaya koyan birçok yetişmiş insanın unutulması veya unutturulması milli/toplumsal hafızanın zayıflaması anlamına gelir ki, bu durum gelecek nesillerin başka ulusların örnek veya sıradan şahsiyetlerine özenmesine sebebiyet verir. Hâlbuki hemen her beldede, kasaba ve köylerde kadın-erkek büyük kahramanlar bulunduğu, ancak kalem erbabı, sinema ve dizi yönetmenlerinin özentili hali nedeniyle bunlar yeterince konu edilmediği bilinmektedir.16

    Asıl konumuza gelecek olursak, Harb-i Umumi’nin zor şartlarında birçok kadın fedakârca hastabakıcılık hizmetinde bulunmuştur. Bunlardan örnek bir şahsiyet durumuna gelen Safiye Hüseyin (Elbi)’yi anmak gerekir.

    İlk kadın hastabakıcılarımızdan olan Safiye Hüseyin, üniversitede verilen hemşirelik kurslarına katılarak bu mesleğe adım atar. O sıralarda Balkan Savaşları cereyan etmekte, Türk birlikleri aldıkları ağır mağlubiyetlerle büyük kayıplar vermekte, aynı şekilde yaralıların sayısı da artmakta idi. Kursları bitiren hemşireler hastanelerde, bu yaralıların bakımında istihdam edilmekte idi. Safiye Hüseyin de arkadaşları gibi mesleğinde sadakatle hizmet vermekte ve çeşitli hastanelerde görev yapmakta idi.

    O bununla da yetinmeyerek, bilgisi, kültürü ve becerisini artırmaya gayret gösterir, İngilizce ve Almanca öğrenir. Çanakkale muharebelerinde yaralıların cephe gerisi veya civar hastahanelerde bakımı yetersiz kalınca vapurlarla İstanbul’a yaralı sevkiyatı başlar. Ancak Marmara’ya giren düşman donanmasına ait denizaltılar durumu tehlikeye sokar. Yaralıların tedavisi için Harbiye Nezareti, Reşitpaşa Vapuru’nu hastahaneye dönüştürür ve Gelibolu yarımadasına gönderir. Bu yolculuğa ve hizmete Safiye Hüseyin gönüllü olarak katılır.17 Yaralılar Gelibolu’dan vapura bindirilerek İstanbul’a doğru harekete geçildiği bir zamanda İngiliz keşif uçakları tarafından taciz edilir ve savaş gemilerine işaret fişekleriyle geminin yerini bildirirler. Geminin bulunduğu alan bombalansa da isabet almadan İstanbul’a varırlar. Bu heyecanlı ve tehlikeli saatleri askerlerle beraber Safiye Hüseyin de yaşar… O, bu vapurda gördüğü hizmetlerden başka Maydos ve Anafartalar’daki ordu karargâhlarında muharip askerlerin yakınında da görev yapmıştır. Böylece, "Vatanını savunan nice Türk yiğitleri gibi, Türk kadınlarını da temsilen Safiye Hüseyin Çanakkale’de üstüne düşen görevi eksiksiz bir şekilde, fedakârca yerine getirmiştir."18

    Safiye Hüseyin, görev yaptığı süre içinde yüzlerce insanın tedavi ve bakımında hizmet vermiştir. Bir mülakatında, birçok gencin son nefeslerine tanıklık ettiğini belirtir ve askerlerin dünyaya veda zamanıyla ilgili ilginç bir tespitte de bulunur: "Herkes son anlarında hep anne diye sayıkladı. İster İngiliz, ister Fransız, isterse Alman ve Türk olsun hepsi anne diyerek can verdiler." Yaralı olarak getirilen Bekir (Çavuş) adında bir askerin ayağı kesilmek zorunda kalınır. Ve müdahale bitince yatağına yatırılır. Bir gün Alman hemşirelerden biri, Safiye Hüseyin’in yanına gelerek telaşla, "Hani ayağını kestiğimiz ağır yaralı yok mu?" der. Safiye Hüseyin, "Bekir Çavuş mu?" diye sorar. Alman hemşire müspet cevap verince muhatabı ne olduğunu sorar. O; "Tek bacağı ile ayağa kalktı. Odanın içinde dolaşmak istiyor." Safiye Hüseyin Hanım hikâyenin devamını şu şekilde anlatmaktadır:

    “Hemen koştum. Bekir Çavuş yaralarından kanlar aka aka ayağa kalkmıştı. Yanına koştum. Bileğinden tuttum. Müthiş bir ateşi vardı: ‘Aman Bekir Çavuş!’ Dedim. ‘Ne yapıyorsun? Bu hal ile ayağa kalkılır mı?’ Bekir Çavuş ise kendini kaybetmiş bir halde idi: ‘Elbette! Dedi. Ne diyorsun? Emir geldi, emri yerine getirmek lâzım. Tabii kalkacağım…’ Ve sabaha karşı Bekir Çavuş kollarımızın arasında dünyaya gözlerini büsbütün kapadı. Bu adamcağız son dakikasına kadar kumandanın emrini kendine verilen vatan vazifesini yapmaktan başka bir şey düşünmüyordu. Son dakikasında bile ne annesini ne de sevdiğini düşünüyordu. Kansız bembeyaz dudaklarından çıkan son cümle: ‘Emri yapamadım…’ oldu. Fakat ben ona kani idim ki: Bekir Çavuş vazifesini en güzel şekilde yapmış idi"19

    Sonuç olarak, Safiye Hüseyin ve benzeri şahsiyetlere bazı duyarlı yazarlar tarafından son zamanlarda dikkat çekilmektedir. Bu toplumun hafızasının tazelenmesi açısından sevindirici bir gelişmedir.20 Zira toplumsal tarihin birçok yönüyle kaleme alındığı süreç içinde meydana gelecek olan birikimlerin başka alanlara yansıyacağı, sinema ve televizyon yapımcıları da buna ilgi duyacağı açıktır. Malzeme noktasında herhangi bir sıkıntı yaşanmadan birçok çalışma yapılabilir, yeter ki ilgi duyulsun, vakit ve kaynakların bir nebze de olsa bu alana kaydırılması mümkün olsun.

    Öz

    Osmanlı toplumunun yüzyılın ilk çeyreğinde yaşadığı felaketler aileleri derinden sarsmıştı. Önce Balkan Savaşları’yla kırılan Müslüman-Türk nüfusu kısa bir süre sonra daha büyük bir felaketle karşı karşıya kaldı. Savaş sürecinde dış dünya ile ülkenin münasebetinin kesildiği bir zamanda, "bu memleketi doyuran ellerin en çoğu" köyde yaşayan kadınlardı. Bu çalışmada Osmanlı’nın savaşlarla sarsıldığı yıllarda Osmanlı kadınlarının bir sevgi ve şefkat kahramanı olarak ortaya çıkışları ve yaptıkları fedakarlıklar ele alınmaktadır.

    Anahtar Kelimeler: Harb-i Umumi, sevgi, şefkat, Osmanlı kadınları, kadın dernekleri.

    Abstract

    The Ottoman society survived many catastrophes during the first quarter of the century which appalled families harshly. The Muslim-Turkish population faced a bigger disaster after the disaster of Balkan Wars in which many of them were died. While the communication with the outside world was broken totally during the First World War, the rural women mostly fed on the whole country. This study calls our attention both into the emergence of Ottoman women as heroes of love and clemency during the traumatic war years and into their altruisms during this period.

    Keywords: World war, love, clemency, Ottoman women, Women associations

    Dipnotlar:

    1. Lebib Selim, "Türk Kadınlığının Harb-i Umûmîdeki Faaliyetleri", Türk Yurdu, c. IV (7-8-9, yıl: 5, sayı: 94, 8 Teşrinievvel 1331), Ankara: Tutibay Yayınları, 1999, s. 250.

    2. Lebib Selim, s. 250.

    3. Şefika Kurnaz, Meşrutiyet Döneminde Türk Kadını, İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1996, s. 7.

    4. Lebib Selim, s. 250-251.

    5. Lebib Selim, c. IV (7–8–9, yıl: 5, sayı: 95, 22 Teşrinievvel 1331), s. 259.

    6. Lebib Selim, s. 259.

    7. Lebib Selim, s. 260.

    8. Lebib Selim, c. IV (7–8–9, yıl: 5, sayı: 96, 5 Teşrinisani 1331), s. 270.

    9. Lebib Selim, s. 269.

    10. Lebib Selim, s. 270.

    11. "Kadınefendi Hazretlerinin Asker Evlâtlarına Muhabbet ve Şefkati", Türk Yurdu, c. IV (7-8-9, yıl: 5, sayı: 84, 21 Mayıs 1331), Ankara: Tutibay Yayınları, 1999, s. 146.

    12. Dr. Serdar Günaydın, "Çağdaş Tıbbın Yükselen Standartları Perspektifinde Hemşirelik Mesleği", 19 Mayıs 2003, Pazartesi, www.hurriyet.com.tr; Doktor Yakob, "Türk Kadınlarının Hastabakıcılığı", Türk Yurdu, c. IV (7–8–9, yıl: 5, sayı: 88, 16 Temmuz 1331), Ankara: Tutibay Yayınları, 1999, s. 185.

    13. Dr. Serdar Günaydın,www.hurriyet.com.tr

    14. Doktor Yakob, s. 185–186.

    15. Doktor Yakob, s. 186.

    16. Beni yaralayan bir olayı bu vesile ile hatırladım. Bir dizi filimin (Çocuklar Duymasın) gündemde olduğu yakın bir zamanda, bir siyasi partinin İstanbul şubesi "yılın annesi ödülünü" bahsi geçen dizinin başrolde oynayan kadın oyuncusuna vermişti. Ancak, "örnek anne" bekârdı. Sadece dizide çalışan bir "modern anne"yi oynuyordu ve fedakârlık, şefkat ve sevgi gibi duygular da sıradan ve yapay görünüyordu. Neticede, Batı özentisi, gösteriş merakının matah bir şey gibi işlendiği bir dizinin oyuncusu idi. "Akşam saatlerinde" ekrana gelen diziye "halkın" gösterdiği ilgiden böyle bir ödülün ortaya çıkarılması bazı kesimler açısından neyin önemli olduğunu göstermiştir. Hâlbuki herhangi bir köy, bir mahalle veya İstanbul’un kenar bir semtinden kura ile bir anne seçilse idi yılın annesi ödülüne daha layık olacağı şüphesizdi.

    17. "Çanakkale’deki İlk Hemşiremiz: Safiye Hüseyin (Elbi)",www.sanatalemi.net

    18. "Safiye Hüseyin (Elbi)",www.sanatalemi.net

    19. "Safiye Hüseyin (Elbi)",www.sanatalemi.net

    20. Mehmet Nuri Yardım, "Safiye Hüseyin Elbi ismini yaşatmak", www.haberas.com