Köprü Anasayfa

Sevgi

"Kış 2008" 101. Sayı

  • İsm-i Vedûd: “Kâinat kalbindeki ciddi aşk, bir Maşuk-u Lâyezalî’yi gösterir”

    The Name of VEDÛD (All Loving God): “The serious love in the heart of cosmos denotes a Non-Ending Beloved”

    M. Said İŞERİ

    Arapça’da sevgi, meveddet ve muhabbet ya da vüdd ve hubb kelimeleriyle ifade edilir. Vedûd, “sevgi” anlamına gelen “mevedde” ve “vüdd” mastarından gelir. Fa’ûl kalıbı, hem ism-i fail hem de ism-i mef’ul manasına geldiği için, bu kalıpta gelen Vedûd da hem çok sevilen hem de çok seven diye manalandırılmıştır.1 İbn Kayyim’e göre “vüdd”, yine sevgi anlamına gelen “hubb”dan daha üstün ve daha derin anlam taşımaktadır.2 Allah peygamberlerini, meleklerini ve mü’min kullarını sever, onlar tarafından da sevilir. Onlara Allah’tan daha sevgili hiçbir şey yoktur. Allah dostlarındaki Allah sevgisi, ne aslında, ne keyfiyetinde ve ne de taalluk ettiği şeylerde başka hiçbir sevgiye denk olamaz. Kulun kalbindeki Allah sevgisinin bütün sevgileri geçmesi, bütün sevgilere galip gelmesi ve diğer sevgilerin hepsinin de O’nun sevgisine bağlı olması gerekir.3

    Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın “Vedûd” ismi iki yerde geçmektedir.4 Hud Suresi’nde Hz. Şuayp’in (a.s.) kavmine “istiğfar” ve “tevbe” etmeyi tavsiye etmesinden sonra “şüphesiz benim Rabbim Rahim ve Vedûd’dur” demesinden bahsedilmiştir. Bürûc Suresi’nde ise Cenab-ı Hak kendisini “Gafur ve Vedûd” olarak isimlendirmiştir. Vedûd isminin, bir surede Rahim ismiyle, diğer bir surede ise Gafur ismiyle beraber zikredilmesinin önemli bir manası ve hikmeti olduğu düşünülebilir. Vedûd isminin, her ne kadar Rahim ve Gafur isimlerine yakın bir mana ifade ettiği kabul görse de bu iki isimle arasında fark vardır. Mesela, kişi kendisine kötülük eden kimseyi bağışlayabilir, fakat onu sevmeyebilir. Yine sevmediği kimseye de merhamet etmeyebilir. Allah ise, kendisine tevbe eden kulunu bağışlar, ona merhamet eder ve her şeye rağmen onu sever. Çünkü O, tevbe eden kimseleri sever. Yine kulu kendisine tevbe ettiği zaman onu sever.5

    İmam-ı Gazali de Vedûd isminin Rahim ismine yakın bir mana taşıdığını düşünmüştür. Fakat aralarında ince bir farkın bulunduğunu da belirtmiştir. Gazali’ye göre Rahim ismi kendisine rahmet edileni gerektirir. Kendisine merhamet edilense muhtaç ve muztardır. Rahim’in (merhamet eden=esirgeyen) işleri, kendisine merhamet edilecek her bakımdan zayıf olan bir varlığı icab ettirir. Vedûd’un ef’ali ise bunu gerektirmez, esirgeme bir sevgi neticesinden ileri gelir.6

    Vedûd ile Rahim isimleri arasındaki farka dair dikkat çekici yaklaşımlardan biri de Bediüzzaman’a aittir. Mektubat isimli eserinde, herkesin enfüsi tefekkürüyle tasdik edebileceği bu ince farkı şu veciz sözleriyle dile getirmiştir: “İsm-i Rahimin vüsulüne vesile olan hissiyat-ı Yakubiye, yüksek bir derece-i şefkattir. İsm-i Vedûd’a vesile-i vüsul olan aşk ise, Züleyha’nın Yusuf Aleyhisselama karşı olan muhabbet meselesindendir.”7 Bu bakış açısına göre “şefkat yolu” Rahim ismine ulaştırırken, Vedûd ismine götüren yol ise şiddetli muhabbet olan “aşk yolu”dur. Yine Bediüzzaman’ın bu meseledeki yaklaşımından hareketle, Kur’an’da Hz. Yakup’un (a.s.) şefkat hissi Züleyha’nın aşkından ne derece yüksek gösterilmişse, Esma-i Hüsna arasında Rahim isminin Vedûd isminden aynı derecede daha azam bir nura sahip olduğunu söyleyebiliriz.

    Bediüzzaman Said Nursi -Kur’an’dan aldığı derse ittibaen- şefkati aşktan üstün tuttuğundan, meslek ve meşrebinde de aşk yerine şefkati esas kabul etmiştir. Şefkatin aşktan daha “keskin” ve “geniş” bir hakikat yolu olduğunu belirtmiştir.8 Sekizinci Şua’da bu düşüncesini farklı bir ifade ile tekrarlamıştır: “Sair meşreplerdeki aşk yerinde, Risale-i Nur’un meşrebinde müştakane şefkattir ve re’fetkarane muhabbettir.”9 Dördüncü Mektup’ta ise kendisinde ve eserlerinde Hakîm ismiyle birlikte Rahim ismine mazhariyetin söz konusu olduğunu dile getirmiştir.10

    Bediüzzaman’ın aşk yolu yerine şefkat yolunu tercih etme sebepleri, bu hakikat yolunun “daha kısa”, “daha eslem ve müşkülatsız”, “daha geniş ve umumi”, “daha latif ve nezih” ve “daha hâlis ve sâfi” olmasıdır. Ayrıca o şefkati Allah’ın rahmetinin en latif, en güzel, en hoş ve en şirin cilvesi olarak görmüş ve şefkate “iksir-i nurani” nazarıyla bakmıştır.11

    Vedûd isminin tecellisi olan aşkı, “şiddetli bir muhabbet”12 olarak tarif eden Bediüzzaman, eserlerinin farklı yerlerinde aşkı “muzaaf ihtiyaç”13, “muzaaf muhabbet”14 ve “muzaaf iştiyak”15 olarak da nitelendirmiştir. Nur Külliyatı’nın dört farklı bölümünde ihtiyaç, iştiyak, muhabbet ve aşk arasındaki ilişkiye dair silsile şeklinde geçen bir kısım ifadeleri birleştirdiğimizde ise şu şekilde ilginç bir tespitle karşılaşırız: “Muzaaf meyil arzu, muzaaf arzu ihtiyaç, muzaaf ihtiyaç iştiyak, muzaaf iştiyak muhabbet, muzaaf muhabbet aşk, muzaaf aşk ise incizaptır.16 Bu ifadelerden anlaşıldığı üzere ihtiyaç şiddetlendikçe iştiyak, iştiyak şiddetlendikçe muhabbet ve muhabbet şiddetlendikçe aşk olmaktadır. Aşkın en şiddetli hâli ise inzicabı netice vermektedir.

    İnsanın fıtratında cemale karşı muhabbet, kemale karşı perestiş ve ihsana karşı sevmek olduğuna dikkat çeken Bediüzzaman, cemal, kemal ve ihsanın derecesine göre muhabbetin şiddetinin arttığını dile getirmiştir. Aşkın en son mertebelerine kadar ulaşabilecek sınırsız bir muhabbet duygusunu insanın taşıdığından bahsetmiştir. Onun veciz ifadesiyle “bu küçük insanın küçücük kalbinde kâinat kadar bir aşk yerleşir.”17

    Cenab-ı Hak insana ebedi hayatı kazanabilmesi ve ona yatırım yapabilmesi için sermaye hükmünde binlerce şiddetli duygular vermiştir. Bunlardan biri de aşktır. Bütün bu duyguların iki mertebesi vardır: Biri mecazî, biri hakikidir. İnsandan beklenen “mecazî” olan “hafif” mertebesini dünya işlerinde, “hakiki” olan “şiddetli” mertebesini ise ahiret işlerinde kullanmasıdır. Bunu yaptığında insan her iki dünya saadetine (saadet-i dareyn) ve övülmüş bir ahlaka (ahlak-ı hamide) sahip olmakla birlikte, yaradılış gayesine (hikmet ve hakikat) uygun bir şekilde yaşamış olacaktır.18 Aksi halde ne hayatını ideal anlamda geçirmiş olacak ve ne de huzur ile saadeti yakalayacaktır. Mecazî aşklarda yüzde doksan dokuzu maşukundan şikâyetçidir. Çünkü kalbin batını Cenab-ı Hakk’ın muhabbeti için yaratılmıştır. Allah adına ve mana-i harfiyle olmayan dünyevi sevgiler ve mecazî aşklar ise bu kutsi makamı putlarla doldurmak gibidir. Fıtrat fıtri olmayan bir şeyi reddettiğinden mecazî aşklarda ya tanınmama, ya tahkir, ya refakatsizlik ya da müfarakat söz konusudur.19

    Vedûd ismi, hem Kur’an’da, hem Cevşen-i Kebir’de, hem de Ebu Hureyre’den Tirmizi ve İbn Mâce tarafından rivayet edilen her iki 99 Esma listesinde de bulunmasına rağmen, Risale-i Nur Külliyatında -yalnızca Cevşen-i Kebir’de yer alan- Mahbub ismine ondan daha sık rastlanır.20 Çünkü Nur Risalelerinde sevgiden bahsedilirken vüdd yerine hubba, yani aşk yerine muhabbet hakikatine çok daha fazla yer verilmiştir. Ayrıca Risale-i Nur’un mesleğinin tarikat değil, hakikat olması nedeniyle aşkın sekri yerine muhabbetin sahvı makbuliyet kazanmış gibidir. Vedûd ismi, “Vedûd”21 ve “Baki-i Vedûd”22 terkibiyle Nur sayfalarında kendine yer bulurken, Mahbub ismi ise “Mahbub”23, “Mahbub-u Hakiki”24, “Mahbub-u Lâyezalî”25, “Mahbub-u Ezelî”26, “Mahbub-u Bakî”27, “Mahbub-u Sermedî”28 ve “Mahbub-u Zülkemal”29 gibi farklı terkipler halinde kullanılmıştır.

    Bediüzzaman Said Nursi’ye göre Vedûd ismi Cemil isminin içinde münderiçtir. Çünkü cemal ve hüsün bizzat, sebepsiz sevilirler. Ve cemal sahibi öncelikle kendi kendini sever.30 Zatı, sıfatı ve Esma-i Hüsna’sıyla sonsuz bir cemali ve hüsnü olan Cenab-ı Hak ise sonsuz aşka ve muhabbete en layık olandır. Kendi sonsuz cemaline -sınırlı kabiliyetleriyle- ayna olan mahlûkatını Cemil-i Mutlak olan Cenab-ı Hak Vedûd ismiyle sevdiği gibi, zatının cemalini de kendi kudsiyetine layık bir şekilde sevmektedir.

    Risale-i Nur’da sıkça kullanılan ifadelerden biri de Cenab-ı Hakk’ın kendisini “tanıttırmak ve sevdirmek”31 istemesi tabiridir. Bu ilahi “şe’n”lerden32 “tanıttırmak/taarrüf” Maruf isminin; “sevdirmek/teveddüd”33 ise Vedûd isminin tecellilerine sebeptirler.34 Risale-i Nur’un temel kavramlarından biridir “şe’n” ve “şuunat” kelimeleri. Risale-i Nur’un hususi meselelerinden olan şuunat hakikatinin misallerle anlatıldığı iki Risale’de Vedûd isminden de bahsedilmesi tesadüfî olmasa gerektir. Hem 32. Söz’de hem de 24. Mektup’ta şuunat hakikati ile Vedûd isminin aynı metin içinde yer alması her ikisi arasında güçlü bir manevi bağın olduğunu düşündürmektedir. Çünkü Bediüzzaman Esma-i Hüsna’yı eserlerine çok bilinçli bir şekilde nakşeden bir müelliftir. Bediüzzaman “izn-i şer’î olmadığından”35 şuunatın yâd edilmesinde zorluk çekildiğini belirtmiş olsa da, kâinatı ve yaradılışı anlamada, yaradılıştaki hayret uyandıran faaliyetin sırrını çözmede, marifetullah ve muhabbetullah mertebelerinde terakki etmede ve Cenab-ı Hakk’ı hakkıyla tanıma ve sevmede çok önemli anahtar bir hakikat olması nedeniyle, bu meselede derin tahlillerde bulunmaktan vazgeçmemiştir. Onun yaklaşımlarından, Vedûd isminin Cenab-ı Hakk’ın kutsiyetine layık bir şekilde “aşk şe’ni”ne dayandığını söylemek mümkündür. Nur Külliyatında bu ilahi şe’n “aşk-ı mukaddes”36, “aşk-ı lahutî”37 ve “aşk-ı mukaddes-i İlahi”38 şeklinde farklı terkiplerle ifade edilmiştir.

    Zerrelerden galaksilere kadar kâinattaki tüm çeşitlilik Cenab-ı Hakk’ın Esma-i Hüsna’sından ve onların tecellilerinin çeşitliliğinden kaynaklanır. Meleklerin farklı ibadet etmelerinden peygamberlerin farklı şeriatlarına ve evliyaların farklı tarikatlarına kadar tanık olunan maddi-manevi tüm bu çeşitliliğin ardında yine aynı sır, aynı hakikat vardır. Canlılar üzerine ve özellikle insanlar üzerinde Cenab-ı Hakk’ın ekser Esması tecelli ettiği halde bir isim daha fazla hükmünü icra etmektedir. Mesela, Hz. İsa’da (a.s.) Kadir ve Hz. Musa’da (a.s.) Mütekellim ismi daha fazla hâkimdir.39 “Yerde iken Arş-ı Âzamı ve İsrafil’in azamet-i heykelini temâşâ” eden Abdülkadir-i Geylani’de (r.a.) Hayy ismi hâkim olduğu gibi,40 tüm diriliş ve hayat vermekle ilgili ilahi icraatlara nezaret eden Hz. İsrafil’de (a.s.) de Hayy isminin azamî derecede hükmünü icra ettiği söylenebilir.41 Aşk yoluyla hakikate gitmeye çalışanlarda ise Vedûd ismi hükmünü icra etmektedir.42

    Vedûd ismine mazhar bir kısım evliya Cenneti de istememişler ve Allah’ın muhabbetinin küçük bir pırıltısını her şeye tercih etmişlerdir. Çünkü onlar, dünyanın bin sene saadetli hayatı bir saatine değmeyen Cennet hayatını ve Cennet hayatının dahi bin senesi bir saat Cenab-ı Hakkın rü’yetine değmemesi hakikatini yakînen bilmektedirler.43 Âşk-ı hakikiye ulaşan velilerin “felah”ları rü’yet-i İlahiyeye mazhar olmaktır.44

    Vedûd isminin kâinatın en geniş dairelerinden en gizli köşeleri olan insanın kalbine kadar her tarafta tecellisi söz konusudur. Küçük ve dağınık birçok su sızıntısının varlığı büyük bir su kaynağını göstermesi misali, insanlardaki aşk ve özellikle insanlığın yüksek tabakalarında bulunan “aşk-ı lahuti” de külli bir cazibedar hakikatin varlığını âşikarane göstermektedir. Kâinatı ağaca ve insanı meyveye benzeten Bediüzzaman, ağacın mahiyetinde bulunmayan bir şeyin meyvesinin esasında da yer alamayacağı kıyasıyla, insanın mahiyetindeki aşkın –farklı şekillerde- kâinatın tamamında da olması gerektiği sonucuna ulaşmıştır. Ona göre tanık olunan “incizaplar, cezbeler ve cazibeler”in tüm çeşitleri kâinat kalbindeki külli aşkın yansımalarından başka bir şey değildir. Ve kâinat kalbindeki ciddi aşk ise Maşuk-u Layezalî olan bir Vedûd’un varlığını –basiret sahiplerine- göstermektedir.45

    Vedûd ismine mazhar olan muhakkikin-i evliya, “Bütün kâinatın mayesi muhabbettir. Bütün mevcudatın harekâtı muhabbetledir. Bütün mevcudattaki incizab ve cezbe ve cazibe kanunları muhabbettendir.”46 demişlerdir. Bilim adamları ise atomiçi çekim gücünden, “aşk-ı kimyevî”47 diye tabir edilen atomlar arası bağlardan gökcisimleri arasındaki gravitasyon kuvvetine kadar cereyan eden külli bir hakikati keşfetmişlerdir. Dikkatle bakıldığında, tahkik ehli veliler ile bilim adamlarının keşiflerinin ufkunda Vedûd isminin tecellisi bir güneş gibi doğmaktadır.

    Yirmi Dördüncü Mektup’un başında Rahim ve Hakîm isimleriyle birlikte Vedûd ismi de “Eâzım-ı Esma-i İlahiye”den sayılmıştır.48 Ve bu uzun mektupta rahimiyet ve hakîmiyet ile birlikte vedûdiyet hakikatinin de kâinat fabrikasını faaliyete geçiren en önemli manevi unsurlardan biri olduğundan bahsedilmiştir. Kâinatın ve içindeki mevcudatın yaradılışına ve hareketlerine dair felsefenin öne sürdüğü hikmetleri çok ehemmiyetsiz bulan Bediüzzaman daha farklı hikmetler aramıştır. İlk olarak Hakîm isminin tecellilerini görmüş ve sanat eseri olan varlıkların, meleklerden insanlara kadar tüm şuur sahipleri için “mektub-u Rabbani” olduklarını fark etmiştir. Sanatlı varlıklar üzerinde insanların ve meleklerin de bilemedikleri harikaların varlığını düşündüğünde ise, bu hikmet ona yeterli gelmemiş ve daha büyük bir hikmet arayışına girmiştir. Bu arayışın sonunda aslında kâinatın ve mevcudatın en ehemmiyetli hikmetinin Cenab-ı Hakk’a, yani “nazar-ı dekaikâşina” denilen O’nun eşsiz nazarına ayna olduklarını keşfetmiştir. Belirli bir süre sonra her şeyin sürekli değiştiğini, bozulup yenilendiği dikkatini çektiğinde ise bu hikmeti de yeterli bulmamış ve çok daha büyük bir gaye arayışına girmiştir. Sonuçta onun bulduğu büyük gaye; Cenab-ı Hakk’ın Zatının istiğnasına ve kutsiyetine layık bir surette “şefkat-i mukaddese”, “muhabbet-i münezzehe”, “şevk-i mukaddes”, “aşk-ı mukaddes”, “sürur-u mukaddes”, “lezzet-i mukaddese”, “memnuniyet-i mukaddese” ve “iftihar-ı mukaddes” gibi şuunatın kâinatta sınırsız bir faaliyeti ve hareketi gerektirmesi hakikatidir.49 “Şefkat-i mukaddese” şe’ni Rahim isminin tecellileri şeklinde kâinattaki faaliyetlere yol açtığı gibi, “aşk-ı mukaddes” ve “şevk-i mukaddes” şe’nleri de Vedûd isminin tecellilerinin kaynağı olmaktadır.

    İnsanda öyle bir meyil ve arzu vardır ki, bu arzu şiddetlendikçe şiddetlenmiş ve aşk derecesine ulaşmıştır. Aşk derecesine ulaşan bu fıtrî arzu “beka arzusu”dur. Vedûd isminin bir tecellisi insanın fıtratında bekaya karşı şiddetli bir aşk suretinde ortaya çıkmaktadır. Hatta insanoğlu her sevdiği şeyde Vedûd isminin bu cazibedar aksini görmek istemekte ve ondan sonra gerçek manada sevebilmektedir.50 Risale-i Nur Külliyatı’nda Vedûd isminin “Baki-i Vedûd” şeklinde geçmesinin bir hakikati de bu sırra dayanıyor olsa gerektir.

    Bediüzzaman insandaki beka aşkının aslında kendi bekası için değil, Baki-i Hakiki olan Cenab-ı Hakk’ın bekası için verildiğini, fakat gaflet yüzünden insanın gölgelere ve aynalara âşık olup yolunu şaşırdığına dikkat çekmiştir. İnsan, enaniyetin perde olmasıyla Baki isminin zayıf bir gölgesi olan kendi bekasının aşkıyla yanar olmuştur. Bediüzzaman’a göre bundan kurtulmanın çaresi ise “şuur-u imanî”dir. Yani kişi, imanî şuuru arttıkça iman bağıyla şahsi vücudundan başka sayısız baki vücudlarla münasebet ve alaka kesb eder. Allah’ın Esma-i Hüsna’sı sayısınca güçlü bağlarla bağlandığı mevcudatın vücudunu kendi vücudu gibi hisseder. Bediüzzaman’a göre “varlığa karşı fıtrî aşkın teskini”nin yegâne çaresi budur.51

    Bediüzzaman’a göre Vedûd isminin bir tecellisi de ilhamlardır. Cenab-ı Hakk kendini fiilleri ve eserleriyle sevdirdiği gibi, ilhamlar vasıtasıyla, özel sohbeti ve huzuruyla da sevgisini izhar etmektedir. İlhamın ise melek, insan ve hayvan türleri sayısınca birçok çeşitleri ve mertebeleri söz konusudur. 52

    Risale-i Nur’da Vedûd isminin tecellisine azamî mazhariyet noktasında “âşık” manasında iki isim dikkat çekmektedir: Bunlardan biri Mevlâna Câmi ve diğeri ise Şems-i Tebrizî’dir. Bediüzzaman Mevlâna Câmi’yi “fıtratı aşkla yoğrulmuş gibi sermest-i câm-ı aşk” olarak nitelendirmiştir. Onun, insanın nazarını kesretten vahdete çeviren “Yalnız biri iste, biri çağır, biri talep et, biri gör, biri bil, biri söyle” veciz sözüne de eserinde yer vermiştir.53 Bediüzzaman, Şems-i Tebrizî gibi bir kısım âşıkların, kâinattaki bütün incizab, cezbe ve cazibeleri Cenab-ı Hakk’ın ezeli ve ebedi cazibesinin işaretleri olarak gördüklerinden bahsetmiştir.54 Şems-i Tebrizî Vedûd isminin azamî mertebesinden kâinatı seyrettiği için gök cisimlerinin hareketlerini, Cenab-ı Hakk’ın kutsi cemali karşısında âşıkane bir raks ve sema olarak görmüştür. Sema denilince akla ilk Mevlana ve Mevlevilik gelir. Oysa Mevlana Şems-i Tebrizî’yle tanışmadan önce hiç sema yapmamış ve ölünceye kadar hiç bırakmadan sürdüreceği semaya, Şemsin; “Ey Celaleddin!” Güneş döner, dünya döner, ay döner, dost döner” sözüyle başlamıştır.

    Bediüzzaman’a göre bütün mecazî âşıkların divanları, yani aşknameleri olan manzum kitapların özünde-ruhunda, ayrılığın elemi ve feryadı vardır.55 Hatta başta Mevlana Celaleddin-i Rumî olarak bütün âşıklar ney sesinden ayrılığın elem verici şikâyet sesini duymuşlardır. Barla’da Çam dağında ağaçların ney sesine benzeyen sesini işiten Bediüzzaman ise işittiği bu seslere çok daha farklı bir mana yüklemiştir. O ağaçları, her bir dalında binler neyler takmış, geçit resmine çıkmış ve müekkel meleğine cesed hükmüne geçmiş bir vaziyette hayal etmiştir. Onun işittiği ses “elemkarane teşekkiyat-ı firak” değil “teşekkürat-ı Rahmaniye” ve “tahmidat-ı Rabbaniye”dir.56

    Aşk mesleğinde en ileri hudutlara gidenlerden biri de Muhyiddin-i Arabî’dir. Bediüzzaman, Muhyiddin-i Arabî’nin en yüksek mertebe olarak düşündüğü Vahdetü’l Vücud meşrebini tahlil ederken, onun meşrebine dünya aşkının sebep olduğunu dile getirmiştir. Mecazî olan dünya aşkının hakiki aşka dönüştüğünde, bu aşkın Vahdetü’l Vücud’a inkilap ettiğinden bahsetmiştir. Bediüzzaman, Vahdetü’l Vücud meşrebini, dünyayı ve kâinatı mahbub kabul eden bir âşıkın, o çok büyük mahbubunu zeval ve firak kamçılarından kurtarmak çabası olarak görmüştür.57

    Diğer taraftan “hüsn-ü zînet, âşıkların celbi içindir”58 ve “hüsün elbette bir âşık ister”59 diyen Bediüzzaman -iki yüzüyle- dünyanın aşka layık olduğunu da dile getirmiştir. O’na göre dünyanın üç farklı yüzü vardır. Birinci yüzü Cenab-ı Hakk’ın esmasına, ikincisi ahirete ve üçüncü yüzü ise insanın heveslerine bakan yüzlerdir. İlk iki yüzde bozulmayan hakiki cemal ve güzellik olduğundan muhabbete ve aşka layıktırlar. Üçüncü yüz ise fani, geçici, aldatıcı ve elem verici olduğundan çirkindir ya da çirkinleşmeye mahkûmdur.60 Bediüzzaman’a göre “ayine-i esma-i İlahiye” ve “mezra-i ahiret” olan dünyanın iki yüzü sevildiğinde “mecazî aşk” “aşk-ı hakiki”ye dönüşmektedir. Fakat bu değişimin önemli bir şartı vardır, o da insanın kendini unutup geçici, kararsız hususi dünyasını harici dünya ile karıştırmamasıdır. Hususi dünyasını, ahiretin ve Cennetin geçici bir fidanlığı kabul edip, kendisine verilen hırs, muhabbet, aşk gibi şiddetli duygularını uhrevi işlere yöneltmesidir.61

    “Maşukun hüsnü, âşığın nazarını istilzam eder” dedikten sonra “gül ve çiçeklerin yüzlerini güzelleştiren Zat, nasıl o güzel yüzlere arılardan, bülbüllerden istihsan âşıkları icad etmesin?” diye sorar Bediüzzaman ve ekler: “Güzellerin güzel yüzlerinde güzelliği yaratan, elbette o güzelliğe müştakları da yaratır.”62

    Gü(ze)le âşık bülbülü yaratmak Cenab-ı Hakk’ın Vedûd isminin bir tecellisi ise birçok varlık türünün bülbülü mesabesinde vazifedarların varlığını da aynı ismin tecellilerinin penceresinden görmek mümkündür. Özellikle sinek ve böceklerin bülbüllerinin hem çok hem de çeşit çeşit olduğuna dikkat çeken Bediüzzaman, yıldızların bile zikirbaşı (serzâkir) hükmünde bir bülbülü olduğundan bahsetmiştir. Tüm bunlarla birlikte bir de, yerde ve göklerdeki bütün mevcudatın aşklarını, iştiyaklarını ve muhabbetlerini Cenab-ı Hakk’a sunmakla vazifedar eşsiz bir bülbül-ü azam vardır. O bülbül-ü azam ise –“levlake levlak” hakikati sırrınca onun yüzü suyu hürmetine kainatın yaratıldığı Peygamber Efendimiz’den (a.s.m.) başkası değildir. Bediüzzaman’ın beliğ sözlerinde bu kıymettar hakikat şöyle ifade edilmiştir: “Bütün bülbüllerin en efdali, en eşrefi ve en münevveri ve en bâhiri ve en azîmi ve en kerîmi ve sesçe en yüksek ve vasıfça en parlak ve zikirce en etemm ve şükürce en eâmm ve mahiyetçe en ekmel ve suretçe en ecmel, kâinat bostanında arz ve semavâtın bütün mevcudâtını latîf secaâtıyla, leziz nağamâtıyla, ulvî tesbihâtıyla vecde ve cezbeye getiren, nev-i beşerin andelîb-i zîşânı ve benîâdem’in bülbül-ü zü’l-Kur’ân’ı, Muhammed-i Arabîdir (a.s.m.).”63

    Esma-i Hüsna’dan her birinin Peygamber Efendimiz’in (a.s.m.) peygamberliğine parlak bir delil olduğunu ifade eden Bediüzzaman Vedûd isminin delil oluşunu ise şöyle izah etmiştir: “İsm-i Vedûdun cilvesi olan tahabbüb-ü İlahi ve taarrüf-ü Rabbani, o Habib-i Rabbü’l Âlemin ile netice verir, mukabele görür.“64 Cenab-ı Hak Vedûd ismiyle hem cemalini, hem cemalinin şuaları olan esmasını, hem esmasının cemalini gösteren sanatını, hem cemalinin aynası olan masnuatını, hem de masnuatın mehasinini (yâda mehasin-i ahlakını) sevmektedir. Vedûd isminin bu beş külli tecellilerinde en yüksek mertebede Peygamber Efendimiz (a.s.m.) olduğu için “Habibullah” ünvanı ona verilmiş ve “makam-ı mahbubiyet”e o mazhar olmuştur. Cenab-ı Hakk’ın Peygamber Efendimiz’e (a.s.m.) olan kutsi sevgisini, Süleyman Efendi mevlidinde “Ben sana âşık olmuşum” şeklinde ifade etmiştir. Bediüzzaman ise bu tabiri doğru bulmamıştır. Çünkü bu cümle Cenab-ı Hakk’ın rububiyetinin şe’nine yakışmayan manaları hatıra getirmektedir. Bediüzzaman bu sözün yerine “Ben senden razı olmuşum” ifadesinin daha doğru bir tabir olacağını belirtmiştir.65

    Cenab-ı Hak kendi cemalini ve esmasını sevdiği gibi, cemali ve esmasının en parlak aynası olan Peygamber Efendimiz’i (a.s.m.) de sever ve ona benzeyenleri de derecelerine göre sever. Yine mahlûkatının güzel ahlakını sevdiği gibi, güzel ahlakın en yüksek mertebesinde olan Peygamber Efendimiz’i (a.s.m.) de sever ve ona benzeyenleri de derecelerine göre sever. Cenab-ı Hakk’ın sevgisinin Peygamber Efendimiz’e (a.s.m.) benzemekten ve Sünnet-i Seniyyesine ittiba etmekten geçmekte olduğu hakikati Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmuştur: “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin.”66

    Kur’an’da Cenab-ı Hakkın neleri sevip neleri sevmediği birçok ayette tekrarla zikredilmiştir. Kur’an’da Cenab-ı Hakk’ın iyilik edenleri67, günahlardan sakınan müttakileri68, âdil davrananları69, tertemiz olanları70, tevbe edenleri71, sabredenleri72, tevekkül edenleri73 ve Allah yolunda duvarları birbirine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları74 sevdiğini bildirmiştir. Diğer taraftan haddi aşıp aşırı gidenleri75, bozguncuları76, zalimleri77, inkâr edenleri78, hainleri79, nankörleri80, israf edenleri81, kendini beğenip övünenleri82, büyüklük taslayanları83, büyüklük taslayıp böbürlenenleri84, böbürlenip şımaranları85 ve çirkin sözün açıklanmasını86 Cenab-ı Hakk’ın sevmediği âşikar bir şekilde bildirilmiştir.

    Vedûd isminin hakikatine dair son sözü Bediüzzaman’a bırakalım ve buraya kadar bahsedilen tüm hakikatlerin hülasası mahiyetindeki onun veciz sözlerini aktaralım.

    “Madem cemal, kemal, rahmet bâkidirler ve sermedîdirler; elbette o cemil-i bâkînin ayine-i müştakı ve o kemal-i sermedînin dellâl-ı âşıkı ve o rahmet-i ebediyenin muhtac-ı müteşekkiri olan insan, bâki kalmak için bir dâr-ı bekaya girecek ve o bâkilere refakat için ebede gidecek ve o ebedî cemal ve o sermedî kemal ve daimî rahmete, ebedü’l-âbâdda refakat etmek gerektir, lâzımdır. Çünkü ebedî bir cemal, fâni bir müştaka ve zâil bir dosta razı olmaz. Çünkü cemal, kendini sevdiği için, sevmesine mukabil muhabbet ister. Zeval ve fenâ ise, o muhabbeti adâvete kalb eder, çevirir. Eğer insan ebede gidip bâki kalmazsa, fıtratındaki cemâl-i sermediyeye karşı olan esaslı muhabbet yerine adâvet bulunacaktır.”87

    “Ebedî ve sermedî olan bir cemâlin seyirci müştâkı ve âyinedar âşıkı, elbette bâkî kalıp, ebede gidecektir. İşte Kur’ân şâkirdlerinin âkıbetleri böyledir. Cenâb-ı Hak, bizleri onlardan eylesin, âmin.”88

    Öz

    Vedûd isminin kâinatın en geniş dairelerinden en gizli köşeleri olan insanın kalbine kadar her tarafta tecellisi söz konusudur. Küçük ve dağınık birçok su sızıntısının varlığı büyük bir su kaynağını göstermesi gibi insanlardaki aşk; ve özellikle insanlığın yüksek tabakalarında bulunan “aşk-ı lahuti” de külli bir cazibedar hakikatin varlığını açıkça göstermektedir. Bu çalışmada Vedud isminin hakikati üzerinde durulmakta İslam düşünce sisteminde ve Bediüzzaman’da bu isme yüklenen anlamlar gözler önüne serilmektedir.

    Anahtar Kelimeler: Vedud, aşk, Rahim, Gafur, Hakîm, şefkat, kainat, insan

    Abstract

    The reflection of the name of Vedûd (All Loving God) can be seen from the widest circles of cosmos to the man’s heart as the most secret place of the world. As the small and scattered water dribbles designate a big water source, the love among humans, especially the love of the people in the highest strata of the society as "divine love" shows clearly the existence of an all charming being. This study discusses the essence of the name Vedûd and tries to unfold the meanings loaded to it in the Islamic thought system and by Bediüzzaman.

    Keywords: Vedûd (All Loving God), love, Mercy, All-Forgiving, Wise, clemency, cosmos, human being

    Dipnotlar:

    1. Doç. Dr. Abdülaziz Hatip, Kur’an ve kâinat penceresinden Esma-i Hüsna, Gençlik Yayınları, İstanbul 2004, s. 226.

    2. İbn Kayyim, Ravdatu’l-mühibbin, s. 46., Çevrimiçi: “http://www.darulkitap.com

    3. Said el Kahtanî, Trc: Dr. Ahmet İyibildiren, Kur’an ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitapevi, Konya 1997, s. 112.

    4. Hud, 11:90; Bürûc, 85:14.

    5. İbn Kayyim El Cevziyye, İmam el Kurtubî, Allame es Sadî, İbn Kesir, Beyhakî, Der: Hamid Ahmed Tahir el Besyunî, Çev: Mehmet Ali Kara, Esma-ül Hüsna, Karınca Yayınları, İstanbul 2004, s. 600.

    6. İmam-ı Gazali, Trc: M. Ferşat, Esma-i Hüsna Şerhi, Ferşat Yayınevi, İstanbul 1972, s. 160.

    7. Mektubat, 8. Mektup, s. 34.

    8. Sözler, 26. Söz’ün Zeyli, s. 438.

    9. Şualar, 8. Şua, s. 633.

    10. Mektubat, 4. Mektub, s. 24.

    11. Sözler, 26. Söz’ün Zeyli, s. 440; Mektubat, 17. Mektub, s. 80.

    12. Mektubat, 9. Mektup, s. 37.

    13. Sünuhat, s. 35.

    14. Sözler, 32. Söz, s. 586.

    15. Mesnevi-i Nuriye, s. 215.

    16. Sözler, s. 487, 586; Mesnevi-i Nuriye, s. 215; Sünuhat, s. 35

    17. Lem’alar, 11. Lem’a, s. 109.

    18. Mektubat, 9. Mektub, s. 37.

    19. Sözler, 24. Söz, 5. Dal, 1. Meyve, s. 322.

    20. Cevşen-i Kebir, Habib (45:3, 51:1, 94:10, 95:2); Mahbub (94:10); Vedud (56:3)

    21. Sözler, s. 201, 570, 622; Mektubat, s. 284, 285, 288; Lem’alar, s. 228; Şualar, s. 77; Mesnevi-i Nuriye, s. 113.

    22. Sözler, s. 437, 568.

    23. Sözler, s. 603.

    24. Sözler, s. 49, 197, 441; Mektubat, s. 434, 444; Lem’alar, s. 348, 364; Şualar, s. 77.

    25. Sözler, s. 49, 197, 198, 620; Mektubat, s. 221, 223.

    26. Sözler, s. 323, 620; Mesnevi-i Nuriye, s. 191.

    27. Sözler, s. 49, 327; Mektubat, s. 12, 221; Lem’alar, s. 21; Şualar, s. 77.

    28. Sözler, s. 197, 244.

    29. Sözler, s. 571.

    30. Sözler, 32. Söz, 3. Mevkıf, s. 575.

    31. Sözler, s. 66, 112, 115, 272, 521, 530, 574, 621, 622; Mektubat, s. 209, 214, 288; Lem’alar, s. 191, 304, 306; Şualar, s. 25, 39, 52, 74, 114, 121, 214, 215, 236, 523; Mesnevi-i Nuriye, s. 156.

    32. Her biri birer ilahi sanat eseri olan mevcudattan Cenab-ı Hakk’ın zatına doğru olan marifetullah yolculuğunun istikametini belirleyen ve Risale-i Nur’un birçok bölümünde çokça dile getirilen bir silsile vardır. Bu silsile eser, fiil, isim, sıfat, şe’n, zat silsilesidir. Yani bir eser varsa bu bir fiili, fiil ismi, isim sıfatı, sıfat şe’ni ve şe’n ise zatı göstermektedir. Mesela, güzel, sanatlı ve mükemmel bir eser görüldüğünde öncelikle mükemmel ve güzel bir işin ya da fiilin varlığına hükmedilir. Fiil ve işin mükemmelliği ise güzel ve mükemmel bir ünvanı ve ismi gösterir. İsmin güzelliği ve mükemmelliği sıfatların güzelliğine ve mükemmelliğine, o da istidadın ve zatın güzelliği ve mükemmelliğine delil olur. Bu sır Cenab-ı Hakk’ın zatı ile sanat eserleri olan mevcudat arasında da söz konusudur.

    33. 33. Söz’ün 27. Penceresinde “Sevdirmek ve tanıttırmak sıfatları ise, bilbedâhe, Vedûd, Mâruf bir Sâni-i Kadîrin vücûb-u vücuduna ve vahdetine şehâdet eder. (s. 622)” ifadesi yer alır. Bediüzzaman bu cümlede “sevdirmek ve tanıttırmak”ı sıfat olarak ifade etmiştir. 32. Söz’ün 3. Mevkıf’ında (s. 575) ise “teveddüd, taarrüf şe’nleri” ibaresi vardır. Bu iki cümle dikkate alındığında “sevdirmek” ile “teveddüd”ün aynı şeyler olmadığı, birinin “sıfat” diğerinin “şe’n” olduğu da söylenebilir.

    34. Sözler, 32. Söz, s. 575.

    35. Sözler, 32. Söz, s. 569.

    36. Sözler, 32. Söz, s. 569.

    37. Lem’alar, 30. Lem’a, 6. Nükte, s. 528.

    38. Lem’alar, 30. Lem’a, 6. Nükte, s. 529

    39. Sözler, s. 519.

    40. Mektubat, s. 215; Şualar, s. 122; Tarihçe-i Hayat, s. 315; Asa-yı Musa, s. 110.

    41. Şualar, 11. Şua, s. 236.

    42. Sözler, 24. Söz, 1. Dal, s. 302; Mektubat, 4. Mektup, s. 24; Mektubat, 8. Mektub, s. 35.

    43. Sözler, s. 571.

    44. 25. Söz, 1. Şule, 2. Şua, 1. Lem’a, s. 358.

    45. Sözler, 33. Söz, 26. Pencere, s. 620.

    46. Sözler, 32. Söz, 2. Mevkıf, 3. Maksad, 4. Remiz, s. 570.

    47. Sözler, 32. Söz, 1. Mevkıf, s. 544.

    48. Mektubat, 24. Mektup, s. 275.

    49. Mektubat, 24. Mektup, s. 277-278.

    50. Lem’alar, 3. Lem’a, s. 21.

    51. Şualar, 4. Şua, 1. Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye, s. 59-61.

    52. Şualar, 7. Şua, s. 116.

    53. Sözler, 17. Söz, 198.

    54. Şualar, 4. Şua, s. 74.

    55. Sözler, 17. Söz, 2. Makam, s. 196.

    56. Sözler, 17. Söz, 2. Makam, s. 206.

    57. Lem’alar, 9. Lem’a, s. 92.

    58. Mesnevi-i Nuriye, 10. Risale, s. 173.

    59. Sözler, 15. Söz, s. 162.

    60. Sözler, 32. Söz, s. 571.

    61. Mektubat, 1. Mektub, s. 16-17.

    62. Mesnevi-i Nuriye, Zerre, s. 159.

    63. Sözler, 24. Söz, 4. Dal, s. 320.

    64. Lem’alar, 30. Lem’a, 5. Nokta, s. 499.

    65. Mektubat, 24. Mektub, 2. Zeyl, 2. Nükte, s. 294-295.

    66. Âl-i İmran, 3:31.

    67. Bakara, 2:195; Âl-i İmran, 3:134, 148; Maide, 5:13, 93.

    68. Âl-i İmran, 3:76; Tevbe, 9:4, 7.

    69. Maide, 5:42; Hucurat, 49:9; Mümtehine, 60:8.

    70. Bakara, 2:222; Tevbe, 9:108.

    71. Bakara, 2:222.

    72. Âl-i İmran, 3:146.

    73. Âl-i İmran, 3:159.

    74. Saff, 61:4.

    75. Bakara, 2.190; Maide, 5:87; A’raf, 7:55.

    76. Bakara, 2.205; Maide, 5:64; Kasas, 28:77.

    77. Âl-i İmran, 3:57,140; Şura, 42:40.

    78. Âl-i İmran, 3:32; Rum, 30:45.

    79. Nisa, 4:107; Enfal, 8:58; Hac, 22:38.

    80. Bakara, 2.276; Hac, 22:38.

    81. En’am, 6:141; A’raf, 7:31.

    82. Nisa, 4:36; Hadid, 57:23.

    83. Nahl, 16:23.

    84. Lokman, 31:18.

    85. Kasas, 28:76.

    86. Nisa, 4:148.

    87. Lem’alar, 30. Lem’a, 6. Nükte, 5. Şua, s. 535.

    88. Sözler, 11. Söz, s. 116.