Köprü Anasayfa

Sevgi

"Kış 2008" 101. Sayı

  • Uhuvvet Risalesi Şerhi

    The Commentary on Brotherhood Treatise

    Hakkı YILMAZ - Nuri ÇAKIR

    Bediüzzaman Said Nursî, Mektubât’ındaki 22. Mektup’ta, sosyal hayata dair ve birbiri ile ilgili üç konuyu ele almaktadır: Birinci Mebhas’ta ehl-i imanı uhuvvet ve muhabbete davet etmekte, İkinci Mebhas’ta Müslümanları hırstan men etmekte ve hatimede de gıybeti tarif etmektedir.

    Bu çalışmada bizler, sevginin insani bir boyutu olan uhuvvet (kardeşlik) konusunun ele alındığı Birinci Mebhas’ı şerh etmeyi deneyeceğiz.

    Ön hatırlatma olarak şunu belirtelim ki Bediüzzaman, mektubun bir yerinde mektuba muhatap olanlara; yani bizlere yönelik olarak “Senin, mânevî bir nedamet, gizli bir tevbe ve zımnî bir istiğfar hükmünde olan kusurunu bilmen ve o haslette (adavet-düşmanlık hasletinde) haksız olduğunu anlaman, onun şerrinden seni kurtarır. Zaten bu Mektub’un bu Mebhasını yazdık, tâ bu mânevî istiğfarı temin etsin; haksızlığı hak bilmesin, haklı hasmını haksızlıkla teşhir etmesin” demektedir. O halde bu bahsin yazılma sebeplerinden biri; bu mektubu okuyan kişilerin kendi iç alemlerinde kardeşlik ve sevgi prensiplerine muhalif bir duyguya sahip olabileceklerini varsayıp, bu duyguyu teşhis ve tedavi etmelerini sağlamaktır.

    Uhuvvet, “ahi”, “ihvan” gibi kelimelerle aynı kökten gelmektedir ve en bilinen anlamı ile “kardeşlik” demektir. Uhuvvetin Arapça dil kuralları açısından bir özelliği, bu kelimedeki “kardeşlik”i yani “kardeş olma durumu”nu “kardeş olma kurumu” biçiminde anlamamıza da yardımcı olacak bir genişlik içermesidir. Diğer deyişle uhuvvet, “durumsal değil kurumsal bir kardeşlik” ya da “bir hadise olarak değil vakıa olarak kardeşlik” şeklinde anlaşılmaya daha uygundur.

    Kardeşlik birkaç anlama gelir:

    Birincisi, aynı asıldan; yani aynı babadan olan ve aynı anadan ve aynı karından doğan (karındaş olan) kişiler, kardeştir. Bu kardeşlik, vücutlarımızın dünyaya geliş biçimi ile ilgilidir, dünya hayatına aittir ve geçicidir. Ahirete inanan insan için bu kardeşliğin ahirette de devamı iman şartına bağlıdır.

    İkincisi, aynı nesilden (soydan) gelen kişiler birbiriyle kardeştir. Bu kardeşlik bir ırk kardeşliği anlamına da gelir. Bu kardeşlik de dünyaya aittir ve geçicidir. Aynı ırka ya da millete mensup olan kişilerin kardeşliğinin ahirette de devamı da yine bunların imanına bağlıdır.

    Üçüncüsü, nesillerin kökünün Âdemoğluna dayanması nedeniyle bütün insanlar kökünde aynı ana ve babadandır. “İnsan kardeşliği” ya da “insanî kardeşlik” de denilebilecek olan bu kardeşlik de ancak imanla ebedi kardeşliğe döner.

    Dördüncüsü ise ilk üç kardeşliğe gerçek hayatı ve ebediyen devam etme kabiliyetini kazandıran kardeşliktir: İman kardeşliği denen bu kardeşlik, bedenlerimizin değil, ruhlarımızın kardeşliğidir. Bu kardeşlik kalıcıdır ve verimlidir.

    Bu kardeşlik “din kardeşi” olmak biçiminde de ifade edilir. Ancak iman kardeşliği esasen “din kardeşliği”nden daha geniş bir kavramdır. Zira “din kardeşliği”, din farklılıklarını nazara alır ve aynı zaman diliminde yaşayan ve aynı dine mensup olan kişilerin kardeşliğidir. Oysa “iman kardeşliği” bütün dinlerde aynı olan iman esaslarına inanan ve bu güne kadar dünyadan gelip geçmiş olan bütün “mümin”lerle kardeş olmayı ifade eder.

    Bediüzzaman, eserlerinde “İslam”dan çok “iman”a vurgu yapar. Zıt kavram olarak da aynı şekilde isyanı ve günahı değil küfrü ve inkarı öne çıkarır. Bu yaklaşımın sonucu olarak Bediüzzaman kardeşlik konusunda da “din kardeşi” kavramını değil, “iman kardeşi” kavramını esas tutar. Yine bu nedenle Bediüzzaman bu mektubuna “ehl-i iman” ve “mümin” kavramını kullanarak ve bunları muhatap alarak başlamaktadır.1

    Bu nedenle, kanaatimizce, aşağıdaki mebhas, imanın füruatı konusunda bazı farklılıkları ve Allah’ın sıfatları ve isimleri konusunda bazı yanılgıları dahi olsa, bunları nazara almaksızın bütün müminleri kapsayacak niteliktedir.

    Bu yaklaşım ehl-i kitapla ve Hıristiyanlarla ittifakın lüzumunu anlatan bir müellifin iman anlayışına ve genel yaklaşımına da uygun olsa gerektir. Nitekim Bediüzzaman Hutbe-i Şamiye’de (s. 58) [Meselâ, muhabbet hakikatiyle bulunsa, o vakit adâvet şefkate, acımaya inkılâp eder. Ehl-i imana karşı vaziyet budur. Yahut adâvet hakikatiyle kalbde bulunsa, o vakit muhabbet, mümaşat ve karışmamak, zahiren dost olmak suretine döner. Bu ise tecavüz etmeyen ehl-i dalâlete karşı olabilir.] diyerek “ehl-i iman” ve “ehl-i dalalet” kavramını tercih etmektedir.

    Aynı şekilde Münazarat isimli eserinde de ehli-i kitaba muhabbet duymanın İslam’a uygun olup olmadığını değerlendirirken benzer bir yaklaşımı ortaya koymaktadır:

    [Sual: Yahudi ve Nasara ile muhabbetten Kur’ân’da nehiy vardır.Bununla beraber nasıl dost olunuz dersiniz?

    Cevap: Evvelâ: Delil kat’iyyü’l-metîn olduğu gibi, kat’iyyü’d-delâlet olmak gerektir. Halbuki tevil ve ihtimalin mecâli vardır. Zira, nehy-i Kur’ânî âmm değildir, mutlaktır. Mutlak ise, takyid olunabilir. Zaman bir büyük müfessirdir; kaydını izhar etse, itiraz olunmaz. Hem de hüküm müştak üzerine olsa, me’haz-ı iştikakı, illet-i hüküm gösterir. Demek bu nehiy, Yahudi ve Nasara ile Yahudiyet ve Nasraniyet olan aynaları hasebiyledir.

    Hem de bir adam zâtı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat veya sanatı içindir. Öyleyse herbir Müslümanın her bir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, her bir kâfirin dahi bütün sıfat ve sanatları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir sanatı, istihsan etmekle iktibas etmek neden câiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin!

    Saniyen: Zaman-ı Saadette bir inkılâb-ı azîm-i dinî vücuda geldi. Bütün ezhânı nokta-i dine çevirdiğinden, bütün muhabbet ve adaveti o noktada toplayıp muhabbet ve adavet ederlerdi. Onun için, gayr-ı müslimlere olan muhabbetten nifak kokusu geliyordu. Lâkin, şimdi âlemdeki bir inkılâb-ı acîb-i medenî ve dünyevîdir. Bütün ezhânı zapt ve bütün ukulü meşgul eden nokta-i medeniyet, terakki ve dünyadır. Zaten onların ekserisi, dinlerine o kadar mukayyed değildirler. Binaenaleyh, onlarla dost olmamız, medeniyet ve terakkilerini istihsan ile iktibas etmektir. Ve her saadet-i dünyeviyenin esası olan âsâyişi muhafazadır. İşte bu dostluk, kat’iyen nehy-i Kur’ânîde dahil değildir.]

    YİRMİ İKİNCİ MEKTUP

    2

    Şu Mektup iki mebhastır. Birinci Mebhas, ehl-i imanı uhuvvete ve muhabbete davet eder.

    BİRİNCİ MEBHAS

    3

    4

    5-6

    Mü’minlerde nifak7 ve şikak, kin ve adâvete sebebiyet veren tarafgirlik ve inat ve haset, hakikatçe ve hikmetçe ve insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyetçe ve hayat-ı şahsiyece ve hayat-ı içtimaiyece ve hayat-ı mâneviyece çirkin ve merduttur, muzır ve zulümdür ve hayat-ı beşeriye8 için zehirdir.

    Şu hakikatin gayet çok vücuhundan altı vechini9 beyan ederiz.

    Birinci Vecih

    Hakikat nazarında zulümdür.

    Ey mü’mine kin ve adâvet besleyen insafsız adam! Nasıl ki, sen bir gemide veya bir hanede bulunsan, seninle beraber10 dokuz mâsum ile bir câni var. O gemiyi gark ve o haneyi ihrak etmeye çalışan bir adamın ne derece zulmettiğini bilirsin. Ve zalimliğini, semâvâta işittirecek derecede bağıracaksın. Hattâ birtek mâsum, dokuz câni olsa, yine o gemi hiçbir11 kanun-u adaletle12 batırılmaz.13

    Aynen öyle de, sen, bir hane-i Rabbâniye ve bir sefine-i İlâhiye olan bir mü’minin14 vücudunda, iman ve İslâmiyet ve komşuluk gibi, dokuz değil, belki yirmi15 sıfat-ı mâsume varken, sana muzır olan ve hoşuna gitmeyen bir câni sıfatı16 yüzünden ona kin ve adâvet bağlamakla o hane-i mâneviye-i vücudun mânen gark ve ihrakına, tahrip ve batmasına teşebbüs veya arzu17 etmen, onun gibi şenî ve gaddar bir zulümdür18.

    İkinci Vecih

    Hem hikmet nazarında dahi zulümdür.

    Zira malûmdur ki, adâvet ve muhabbet, nur ve zulmet gibi zıttırlar. İkisi, mânâ-yı hakikîsinde olarak beraber cem olamazlar19-20.

    Eğer muhabbet, kendi esbabının rüçhaniyetine21 göre bir kalbde hakikî bulunsa, o vakit adâvet mecazî olur, acımak suretine inkılâp eder22. Evet, mü’min, kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle değil, belki lütufla ıslahına çalışır23. Onun için, nass-ı hadisle, “Üç günden fazla mü’min mü’mine24 küsüp25 kat-ı mükâleme etmeyecek.26

    Eğer esbab-ı adâvet galebe çalıp, adâvet, hakikatiyle bir kalbde bulunsa, o vakit muhabbet mecazî olur, tasannu ve temellük suretine girer27.

    Ey insafsız adam! Şimdi bak ki, mü’min kardeşine kin ve adâvet ne kadar zulümdür. Çünkü, nasıl ki sen âdi, küçük taşları Kâbe’den daha ehemmiyetli ve Cebel-i Uhud’dan daha büyük desen, çirkin bir akılsızlık edersin. Aynen öyle de, Kâbe hürmetinde olan iman ve Cebel-i Uhud azametinde olan İslâmiyet gibi çok evsâf-ı İslâmiye muhabbeti ve ittifakı istediği hâlde, mü’mine karşı adâvete sebebiyet veren ve âdi taşlar hükmünde olan bazı kusurâtı28 iman ve İslâmiyet’e tercih etmek, o derece insafsızlık ve akılsızlık ve pek büyük bir zulüm olduğunu, aklın varsa anlarsın29.

    Evet, tevhid-i imanî, elbette tevhid-i kulûbu ister. Ve vahdet-i itikad dahi, vahdet-i içtimaiyeyi30 iktiza eder.

    Evet, inkâr edemezsin ki, sen bir adamla beraber bir taburda bulunmakla, o adama karşı dostâne bir rabıta anlarsın; ve bir kumandanın emri altında beraber bulunduğunuzdan, arkadaşâne bir alâka telâkki edersin. Ve bir memlekette beraber bulunmakla, uhuvvetkârâne bir münasebet hissedersin. Halbuki, imanın verdiği nur ve şuurla ve sana gösterdiği ve bildirdiği esmâ-i İlâhiye adedince vahdet alâkaları31 ve ittifak rabıtaları ve uhuvvet münasebetleri var.

    Meselâ, her ikinizin Hâlıkınız bir, Mâlikiniz bir, Mâbudunuz bir, Râzıkınız bir, bir, bir, bine kadar bir, bir32.

    Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir, bir, bir, yüze kadar bir, bir33.

    Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir-ona kadar bir, bir34.

    Bu kadar bir birler vahdet ve tevhidi, vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti iktiza ettiği ve kâinatı ve küreleri birbirine bağlayacak mânevî zincirler35 bulundukları hâlde, şikak ve nifâka, kin ve adâvete sebebiyet veren örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve sebatsız şeyleri tercih edip mü’mine karşı hakikî adâvet etmek ve kin bağlamak, ne kadar o rabıta-i vahdete bir hürmetsizlik ve o esbab-ı muhabbete karşı bir istihfaf ve o münasebât-ı uhuvvete karşı ne derece bir zulüm ve i’tisaf olduğunu, kalbin ölmemişse, aklın sönmemişse anlarsın.

    Üçüncü Vecih

    Adalet-i mahzâyı ifade eden 36 sırrına göre, bir mü’minde bulunan câni bir sıfat yüzünden, sair mâsum sıfatlarını mahkûm etmek hükmünde olan adâvet ve kin bağlamak, ne derece hadsiz bir zulüm olduğunu; ve bahusus bir mü’minin fena bir sıfatından darılıp, küsüp, o mü’minin akrabasına adâvetini teşmil etmek37, 38 sîga-i mübalâğa ile gayet azîm bir zulüm ettiğini, hakikat ve şeriat ve hikmet-i İslâmiye sana ihtar ettiği hâlde, nasıl kendini haklı bulursun, “Benim hakkım var” dersin?39

    Hakikat nazarında sebeb-i adâvet ve şer olan fenalıklar, şer ve toprak gibi kesiftir; başkasına sirayet ve in’ikâs etmemek gerektir. Başkası ondan ders alıp şer işlese, o başka meseledir40. Muhabbetin esbabı olan iyilikler, muhabbet gibi nurdur41; sirayet ve in’ikâs etmek, şe’nidir. Ve ondandır ki, “Dostun dostu dosttur” sözü durub-u emsal sırasına geçmiştir42. Hem onun içindir ki, “Bir göz hatırı için çok gözler sevilir” sözü umumun lisanında gezer.

    İşte ey insafsız adam! Hakikat böyle gördüğü hâlde, sevmediğin bir adamın sevimli, mâsum bir kardeşine ve taallûkatına adâvet etmek ne kadar hilâf-ı hakikat olduğunu, hakikatbîn isen anlarsın43.

    Dördüncü Vecih

    Hayat-ı şahsiye nazarında dahi zulümdür. Şu Dördüncü Veçhin esası olarak birkaç düsturu dinle:

    Birincisi: Sen mesleğini ve efkârını hak bildiğin vakit, “Mesleğim haktır veya daha güzeldir” demeye hakkın var44. Fakat “Yalnız hak benim mesleğimdir” demeye hakkın yoktur. 45 sırrınca, insafsız nazarın ve düşkün fikrin46 hakem olamaz, başkasının mesleğini butlan47 ile mahkûm48 edemez49.

    İkinci düstur: Senin üzerine haktır ki, her söylediğin hak olsun. Fakat her hakkı söylemeye senin hakkın yoktur. Her dediğin doğru olmalı; fakat her doğruyu demek doğru değildir50. Zira senin gibi niyeti hâlis51 olmayan bir adam52, nasihati bazen damara dokundurur53, aksülâmel yapar.

    Üçüncü Düstur:54 Adâvet etmek istersen, kalbindeki adâvete adâvet et, onun ref’ine çalış. Hem en ziyade sana zarar veren nefs-i emmârene ve hevâ-i nefsine adâvet et, ıslahına çalış. O muzır nefsin hatırı için mü’minlere adâvet etme. Eğer düşmanlık etmek istersen, kâfirler, zındıklar çoktur; onlara adâvet et55. Evet, nasıl ki muhabbet sıfatı muhabbete lâyıktır. Öyle de, adâvet hasleti, her şeyden evvel kendisi adâvete lâyıktır56.

    Eğer hasmını mağlûp etmek istersen, fenalığına karşı iyilikle mukabele et57. Çünkü, eğer fenalıkla mukabele edersen, husumet tezayüd eder. Zâhiren mağlûp bile olsa, kalben kin bağlar, adâveti idame eder. Eğer iyilikle mukabele etsen, nedâmet eder, sana dost olur.58 hükmünce, mü’minin şe’ni, kerîm olmaktır. Senin ikramınla sana musahhar olur. Zâhiren leîm bile olsa, iman cihetinde kerîmdir59. Evet, fena bir adama “İyisin, iyisin” desen iyileşmesi ve iyi adama “Fenasın, fenasın” desen fenalaşması çok vuku bulur60.

    Öyleyse,61 gibi desâtir-i kudsiye-i Kur’âniyeye kulak ver. Saadet ve selâmet ondadır.

    Dördüncü Düstur: Ehl-i kin ve adâvet, hem nefsine, hem mü’min kardeşine, hem rahmet-i İlâhiyeye zulmeder, tecavüz eder. Çünkü, kin ve adâvetle nefsini bir azâb-ı elîmde bırakır. Hasmına gelen nimetlerden azâbı ve korkusundan gelen elemi nefsine çektirir, nefsine zulmeder.

    Eğer adâvet hasetten gelse, o bütün bütün azaptır. Çünkü, haset evvelâ hâsidi ezer, mahveder, yandırır. Mahsud hakkında zararı ya azdır veya yoktur.

    Hasedin çaresi: Hâsid adam, haset ettiği şeylerin âkıbetini düşünsün. Tâ anlasın ki, rakibinde olan dünyevî hüsün ve kuvvet ve mertebe ve servet, fânidir, muvakkattir. Faydası az, zahmeti çoktur. Eğer uhrevî meziyetler ise, zaten onlarda haset olamaz. Eğer onlarda dahi haset yapsa, ya kendisi riyakârdır; âhiret malını dünyada mahvetmek ister. Veyahut mahsûdu riyakâr zanneder, haksızlık eder, zulmeder62.

    Hem ona gelen musibetlerden memnun ve nimetlerden mahzun olup, kader ve rahmet-i İlâhiyeye, onun hakkında ettiği iyiliklerden küsüyor. Âdetâ kaderi tenkit ve rahmete itiraz ediyor. Kaderi tenkit eden, başını örse63 vurur, kırar. Rahmete itiraz eden, rahmetten mahrum kalır.

    Acaba bir gün adâvete değmeyen bir şeye bir sene kin ve adâvetle mukabele etmeyi hangi insaf kabul eder, bozulmamış hangi vicdana sığar?

    Halbuki, mü’min kardeşinden sana gelen bir fenalığı bütün bütün ona verip onu mahkûm edemezsin64. Çünkü, evvelâ kaderin onda bir hissesi var65. Onu çıkarıp, o kader ve kazâ hissesine karşı rıza ile mukabele etmek gerektir.

    Saniyen, nefis ve şeytanın hissesini de ayırıp, o adama adâvet değil, belki nefsine mağlûp olduğundan, acımak ve nedamet edeceğini beklemek66.

    Salisen, sen kendi nefsinde görmediğin veya görmek istemediğin kusurunu gör, bir hisse de ona ver.

    Sonra bâki kalan küçük bir hisseye karşı, en selâmetli ve en çabuk hasmını mağlûp edecek af ve safh ile ve ulüvv-ü cenaplıkla mukabele etsen, zulümden ve zarardan kurtulursun. Yoksa, sarhoş ve divane olan ve şişeleri ve buz parçalarını elmas fiyatıyla alan cevherci bir Yahudi gibi, beş paraya değmeyen fâni, zâil, muvakkat, ehemmiyetsiz umur-u dünyeviyeye67, güya ebedî dünyada durup ebedî beraber kalacak gibi şedit bir hırsla68 ve daimî bir kinle, mütemadiyen bir adâvetle mukabele etmek, sîga-i mübalağa ile, bir zalûmiyettir veya bir sarhoşluktur, bir nevi divaneliktir.

    İşte, hayat-ı şahsiyece bu derece muzır olan adâvete ve fikr-i intikama69, eğer şahsını seversen70 yol verme ki kalbine girsin. Eğer kalbine girmişse, onun sözünü dinleme. Bak, hakikatbîn olan Hafız-ı Şirazî’yi dinle:

    Yani, “Dünya öyle bir metâ değil ki nizâa değsin.71 “ Çünkü, fâni ve geçici olduğundan kıymetsizdir. Koca dünya böyle ise, dünyanın cüz’î işleri ne kadar ehemmiyetsiz olduğunu anlarsın.

    Hem demiş:

    Yani, “İki cihanın rahat ve selâmetini iki harf tefsir eder, kazandırır: dostlarına karşı mürüvvetkârâne muaşeret ve düşmanlarına sulhkârâne muamele etmektir.”72

    Eğer dersen: “İhtiyar benim elimde değil; fıtratımda adâvet var73. Hem damarıma dokundurmuşlar, vazgeçemiyorum74.”

    Elcevap: Sû-i hulk ve fena haslet eseri gösterilmezse ve gıybet75 gibi şeylerle ve muktezasıyla76 amel edilmezse, kusurunu da anlasa, zarar vermez. Madem ihtiyar senin elinde değil, vazgeçemiyorsun. Senin, mânevî bir nedamet, gizli bir tevbe ve zımnî bir istiğfar hükmünde olan kusurunu bilmen ve o haslette haksız olduğunu anlaman, onun şerrinden seni kurtarır. Zaten bu Mektubun bu Mebhasını yazdık, tâ bu mânevî istiğfarı temin etsin; haksızlığı hak bilmesin, haklı hasmını haksızlıkla teşhir etmesin.

    Cây-ı dikkat bir hadise77: Bir zaman, bu garazkârâne tarafgirlik neticesi olarak gördüm ki, mütedeyyin bir ehl-i ilim, fikr-i siyasîsine muhâlif bir âlim-i salihi, tekfir derecesinde tezyif etti. Ve kendi fikrinde olan bir münafığı, hürmetkârâne medhetti. İşte, siyasetin bu fena neticelerinden ürktüm78,79 dedim, o zamandan beri hayat-ı siyasiyeden çekildim80.

    Beşinci Vecih

    Hayat-ı içtimaiyece, inat ve tarafgirlik gayet muzır olduğunu beyan eder81.

    Eğer denilse: “Hadiste,82 denilmiş. İhtilâf ise tarafgirliği iktiza ediyor.

    “Hem tarafgirlik marazı, mazlum avâmı, zalim havassın şerrinden kurtarıyor. Çünkü bir kasabanın ve bir köyün havassı ittifak etseler, mazlum avâmı ezerler. Tarafgirlik olsa, mazlum bir tarafa iltica eder, kendisini kurtarır83.

    “Hem tesadüm-ü efkârdan ve tehâlüf-ü ukulden hakikat tamamıyla tezahür eder.”

    Elcevap:

    Birinci suale deriz ki: Hadisteki ihtilâf ise, müsbet ihtilâftır.84 Yani, herbiri kendi mesleğinin tamir ve revâcına sa’y eder. Başkasının tahrip ve iptaline değil, belki tekmil ve ıslahına çalışır85. Amma menfi ihtilâf ise -ki garazkârâne, adâvetkârâne birbirinin tahribine çalışmaktır- hadisin nazarında merduttur. Çünkü birbiriyle boğuşanlar müsbet hareket edemezler86.

    İkinci suale deriz ki: Tarafgirlik eğer hak namına olsa, haklılara melce olabilir. Fakat şimdiki gibi garazkârâne, nefis hesabına87 olan tarafgirlik, haksızlara melcedir ki, onlara nokta-i istinad teşkil eder. Çünkü, garazkârâne tarafgirlik eden bir adama şeytan gelse, onun fikrine yardım edip taraftarlık gösterse, o adam o şeytana rahmet okuyacak. Eğer mukabil tarafa melek gibi bir adam gelse, ona -hâşâ- lânet okuyacak derecede bir haksızlık gösterecek.88

    Üçüncü suale deriz ki: Hak namına, hakikat hesabına olan tesadüm-ü efkâr ise, maksatta ve esasta ittifakla beraber, vesâilde ihtilâf eder.89 Hakikatin her köşesini izhar edip hakka ve hakikate hizmet eder. Fakat tarafgirâne ve garazkârâne, firavunlaşmış nefs-i emmâre hesabına hodfuruşluk, şöhretperverâne bir tarzdaki tesadüm-ü efkârdan90 bârika-i hakikat değil, belki fitne ateşleri çıkıyor. Çünkü, maksatta ittifak lâzım gelirken, öylelerin efkârının küre-i arzda dahi nokta-i telâkîsi bulunmaz. Hak namına olmadığı için, nihayetsiz müfritâne gider, kabil-i iltiyam olmayan inşikaklara sebebiyet verir. Hal-i âlem buna şahittir.91

    Elhasıl:92 olan desâtir-i âliye düstur-u harekât olmazsa, nifak ve şikak meydan alır.

    Evet,93demezse, o düsturları nazara almazsa, adalet94 etmek isterken zulmeder.

    Câ-yı ibret bir hadise95: Bir vakit, İmam-ı Ali Radıyallahü Anh bir kâfiri yere atmış. Kılıcını çekip keseceği zaman o kâfir ona tükürmüş. O, kâfiri bırakmış, kesmemiş. O kâfir ona demiş ki: “Neden beni kesmedin?”

    Dedi: “Seni Allah için kesecektim. Fakat bana tükürdün; hiddete geldim. Nefsimin hissesi karıştığı için96 ihlâsım zedelendi97. Onun için seni kesmedim.”

    O kâfir ona dedi: “Beni çabuk kesmen için seni hiddete getirmekti. Madem dininiz bu derece sâfi ve hâlistir; o din haktır” dedi.

    Hem medar-ı dikkat bir vakıa: Bir zaman bir hâkim bir hırsızın elini kestiği vakit eser-i hiddet gösterdiği için, ona dikkat eden âdil âmiri onu o vazifeden azletmiş. Çünkü şeriat namına, kanun-u İlâhî hesabına kesseydi, nefsi ona acıyacaktı. Ve kalbi hiddet etmeyip, fakat merhamet de etmeyecek bir tarzda kesecekti98 . Demek, nefsine o hükümden bir hisse çıkardığı için, adaletle iş görmemiştir.

    Câ-yı teessüf bir hâlet-i içtimaiye ve kalb-i İslâmı ağlatacak müthiş bir maraz-ı hayat-ı içtimaî: “Haricî düşmanların zuhur ve tehacümünde dahilî adâvetleri unutmak ve bırakmak” olan bir maslahat-ı içtimaiyeyi en bedevî kavimler dahi takdir edip yaptıkları hâlde, şu cemaat-i İslâmiyeye hizmet dâvâ edenlere99 ne olmuş ki, birbiri arkasında tehacüm vaziyetini alan hadsiz düşmanlar varken, cüz’î adâvetleri unutmayıp düşmanların hücumuna zemin hazır ediyorlar? Şu hâl bir sukuttur, bir vahşettir, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye bir hıyanettir.

    Medar-i ibret bir hikâye: Bedevî aşiretlerinden Hasenan aşiretinin birbirine düşman iki kabilesi varmış. Birbirinden, belki elli adamdan fazla öldürdükleri hâlde, Sipkan veya Hayderan aşireti gibi bir kabile karşılarına çıktığı vakit, o iki düşman taife, eski adâveti unutup, omuz omuza verip, o haricî aşireti def edinceye kadar dahilî adâveti hatırlarına getirmezlerdi.

    İşte, ey mü’minler! Ehl-i iman aşiretine100 karşı tecavüz vaziyetini almış ne kadar aşiret hükmünde düşmanlar olduğunu bilir misiniz? Birbiri içindeki daireler gibi yüz daireden fazla vardır. Her birisine karşı tesanüd ederek, el ele verip müdafaa vaziyeti almaya mecburken, onların hücumunu teshil etmek, onların harîm-i İslâma girmeleri için kapıları açmak hükmünde olan garazkârâne tarafgirlik ve adâvetkârâne inat, hiçbir cihetle ehl-i imana yakışır mı? O düşman daireler, ehl-i dalâlet ve ilhaddan tut, tâ ehl-i küfrün âlemine, tâ dünyanın ehvâl ve mesâibine kadar, birbiri içinde size karşı zararlı bir vaziyet alan, birbiri arkasında size hiddet ve hırsla bakan, belki yetmiş nevi düşmanlar var. Bütün bunlara karşı kuvvetli silâhın ve siperin ve kalen, uhuvvet-i İslâmiyedir. Bu kale-i İslâmiyeyi küçük adâvetlerle ve bahanelerle sarsmak, ne kadar hilâf-ı vicdan ve ne kadar hilâf-ı maslahat-ı İslâmiye olduğunu bil, ayıl.

    Ehâdis-i şerifede gelmiş ki: “Âhirzamanın Süfyan ve Deccal gibi nifak ve zındıka başına geçecek eşhâs-ı müdhişe-i muzırraları, İslâm’ın ve beşerin hırs ve şikakından101 istifade ederek, az bir kuvvetle nev-i beşeri hercümerc eder ve koca âlem-i İslâm’ı esaret altına alır.102

    Ey ehl-i iman! Zillet içinde esaret altına girmemek isterseniz, aklınızı başınıza alınız. İhtilâfınızdan istifade eden zalimlere karşı103 kale-i kudsiyesi içine giriniz, tahassun ediniz. Yoksa, ne hayatınızı muhafaza ve ne de hukukunuzu müdafaa edebilirsiniz104.

    Malûmdur ki, iki kahraman birbiriyle boğuşurken, bir çocuk ikisini de dövebilir105. Bir mizanda iki dağ birbirine karşı muvazenede bulunsa, bir küçük taş, muvazenelerini bozup onlarla oynayabilir; birini yukarı, birini aşağı indirir. İşte, ey ehl-i iman! İhtiraslarınızdan ve husumetkârâne tarafgirliklerinizden, kuvvetiniz hiçe iner106; az bir kuvvetle ezilebilirsiniz. Hayat-ı içtimaiyenizle alâkanız varsa,107 düstur-u âliyeyi düstur-u hayat108 yapınız, sefalet-i dünyevîden ve şekavet-i uhreviyeden kurtulunuz.

    Altıncı Vecih

    Hayat-ı mâneviye ve sıhhat-i ubudiyet, adâvet ve inatla sarsılır109. Çünkü, vasıta-i hâlâs ve vesile-i necat olan ihlâs zayi olur110. Zira, tarafgir bir muannid, kendi a’mâl-i hayriyesinde hasmına tefevvuk ister. Hâlisen liveçhillâh amele pek de muvaffak olamaz. Hem hüküm ve muamelâtında tarafgirini tercih eder, adalet edemez. İşte, ef’âl ve a’mâl-i hayriyenin esasları olan ihlâs ve adalet, husumet ve adâvetle kaybolur. Şu Altıncı Vecih uzundur. Fakat kabiliyet-i makam kısa olduğundan, kısa kesiyoruz.

    Abstract

    Bediüzzaman Said Nursî discusses three interrelated subjects about the social life in the 22nd letter of his book Letters (Mektubât): In the first chapter, he invited the people of faith to the brotherhood and love, the second one forbids greed to believers and describes in its end backbiting. We will try here to make a commentary upon the first part in which the issue of brotherhood, a humane dimension of love, is discussed by Said Nursi.

    Keywords: The treatise of brotherhood, commentary, believer, brotherhood, enmity, oppression

    Dipnotlar:

    1- Metnin bazı yerlerinde İslam da zikredilmekle birlikte (mesela ikinci vecihte "Kâbe hürmetinde olan iman ve Cebel-i Uhud azametinde olan İslâmiyet gibi çok evsâf-ı İslâmiye muhabbeti ve ittifakı istediği hâlde" denilmiştir) genel yaklaşım iman kavramı üzerinedir.

    2- Onun adıyla. Hiçbir şey yoktur ki Onu hamd ile tesbih etmesin.

    3- “Mü’minler ancak kardeştirler; siz de kardeşlerinizin arasını düzeltin.” Hucurat Sûresi, 49:10.

    4- “Kötülüğe iyiliğin en güzeliyle karşılık ver. Bir de bakarsın, aranızda düşmanlık bulunan kimse candan bir dost oluvermiştir.” Fussılet Sûresi, 41:34.

    5- “Öfkelerini yutanlar ve insanların kusurlarını affedenler-Allah ise iyilik yapanları sever.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:134.

    6- Bu mektup esasen bu üç ayetin tefsiri niteliğindedir. Birinci ayetin; “Ancak (ve sadece) müminler kardeştirler” ya da “Mü’minler kardeştirler” biçiminde değil de “Mü’minler, (birbirleriyle) ancak kardeştirler” anlamında olması özellikle önemlidir.

    7- Daha başlangıçta “mü’minler arasında” denmeyip “mü’minlerde” denmiş olması, konunun “mü’minin iç dünyası ve çevresine karşı davranışları bağlamında ele alındığını gösteren önemli bir ipucudur. (Mektubat’ın sonundaki fihristte ise bu mektup özetlenirken, kin ve adavet için “ehl-i iman ortasında” kaydı düşülmüştür).

    8- Bu ifadeden de anlaşılacağı üzere uhuvvet eksikliği sadece düşmanlık edenler arasında değil tüm insanlık için zehirdir. Bu zararların neler olabileceği, üzerinde düşünülmesi gereken bir husustur. Mesela mü’minlerin kendi aralarında kardeşlik prensiplerini uygulamamaları, gayrimüslimlerin İslam’a yaklaşmasına da mani olan bir engeldir.

    Aynı şekilde, mü’minlerin birbirleri ile olan tesanütlerini muhafaza etmemeleri umumi bela ve musibetlerin gelmesine de sebep olabilir.

    Nitekim 14. Söz’de ehl-i imanın üzerinde çok düşünmesi gereken şöyle bir cümle vardır. “Küre-i arzın benî âdemden, bahusus ehl-i imandan beğenmediği bir kısım etvâr-ı gafletin sıklet-i maneviyesinden omuz silkmeye benzeyen zelzele.” Bu cümlede, zelzelenin çok önemli bir manevî sebebinin ehl-i imanın içinde bulunduğu “etvâr-ı gaflet” olduğu açıklanmıştır. Etvâr-ı gafletin bir misali mü’minlerin birbirleri ile tesanüdlerini muhafaza etmemeleridir.

    Aynı şekilde mü’minler arasındaki ve özellikle Nur Talebeleri arasındaki tesanüdün muhafaza edilmesi uhuvvetle doğrudan ilgilidir.

    9- Bu altı vechin neler olduğu sırasıyla bir üstteki paragrafta tek tek sayılmıştır. Her bir vecihte; mü’minlerde bulunabilecek bir olumsuz sıfat olarak nifak ve şikakın (münafıklığın-bölücülüğün), mü’minler arasında ve genel olarak cemiyette kin ve düşmanlığa yol açan taraf tutmanın ve inatçılığın ve hasedin; çirkin ve reddi gereken bir durum olduğu, zararlı ve zalimce olduğu ve insanlık için zehir olduğu, altı ayrı yönden anlatılmaktadır.

    10- Bu örnekte okuyucunun da gemidekilerin arasına konulmuş olması, okuyucunun mecburen kıyas-ı binnefs (empati) yapmasına yol açmakta ve başkasını kolaylıkla feda edebilecek olsa dahi sıra kendisini feda etmeye geldiğinde daha dikkatle düşünecek olmasına işaret edebilir.

    11- Adaletin her türü ve biçimi bu masumu korumayı gerektirir. Buradaki “hiçbir” ifadesi, adalet-i izafiyenin gerçekte bir adalet anlayışı olup olmadığını da sorgulamayı gerektirmektedir. Bu konuda Köprü’nün “Adalet” sayısına bakılabilir.

    12- Masumun hakkının korunması, ilahi adaletin ya da toplumsal düzenin sağlanması adına suçlunun cezalandırılmasından önce gelir. Bu nedenle, ceza hukukunda, delillerde şüphe bulunması halinde sanığın beraatine hükmedilir. Bu prensibin Mecelledeki “def-i mefasid, celb-i menafiden evladır” ya da “def-i şer celb-i nefa racihtir” (kötülüğün engellenmesi iyiliğin elde edilmesinden önce gelir) prensibi ile de ilgisi vardır.

    13- Bediüzzaman bu örneği, adalet-i mahza ve adalet-i izafiye ayrımında, İslam’ın adalet anlayışının adalet-i mahza türünden; yani ferdin hakkını toplum ve devlet yararına feda etmeyen türden bir adalet olduğunu anlatmak üzere de vermektedir. Aynı misalin mü’mine dost olmaya da delil oluşturması, uhuvvetin aynı zamanda adalet anlayışının da önemli bir sonucu olduğunu göstermektedir. Bu sonuç esasen, adavetin zulüm olmasından da anlaşılır. Düşmanlığa yol açan tutumlar zulümse aksi de adalet demektir. Diğer deyişle adaletin zıddı zulümdür, adavetin ise kendisi zulümdür.

    14- Mü’mini mü’min olarak sevmemizin ve dost olmamızın sebebi mü’minin vücudu ya da bizzat kendisi değildir. Aksine, varlığının onu yaratanın yaratma amacına uygun olması yani bu amaca uygun olarak içini dolduran imanıdır. Mü’minin kalbi Allah’ın evidir. Bu bakış açısı da mana-yı harfi ve mana-yı ismi ayrımını hatırlatır.

    Ayrıca yine bu örneğe göre her insan “iman”ı taşımak üzere tasarlanmış ve yaratılmış bir gemidir ve kafir-münkir insan bu şerefli yükü üzerinden atmakla, isyankar bir gemi kaptanı gibi amacını inkar etmiş olmakta ve böylece uhuvvete olan istihkakını da reddetmiş bulunmaktadır. Bu durum münkir insanın kendi iradesi ve kesbi ile kainatla ve diğer insanlarla dostluğunu da kesmesi anlamına gelir.

    15- Bu vecihte mü’minin imanı ve Müslümanlığı sayı olarak “yirmi” sayılmakta ve büyütülmekte, zararlı sıfatları ise “bir” olumsuzluk şeklinde görülerek küçültülmektedir. Bir alttaki vecihte ise mü’minin imanının ve Müslümanlığının sayısal değeri değil, kalite olarak kıymeti üzerinden kıyas yapılmakta ve yine aynı sonuca ulaşılmaktadır.

    16- İnsan zatı için değil sıfatı için sevilir. O halde önemli olan hangi kıymetli sıfatlara sahip olduğudur. Bir tane de olsa kıymetli ve olumlu sıfatı varsa; -ki mü’min olması tek başına kıymetli bir sıfattır- diğer sıfatları nedeniyle zatına düşman olmak ve kin bağlamak, yanıp yıkılmasını istemek o sıfata haksızlıktır. Bir de, mü’minin cani sıfatları için dahi ona düşmanlık etmek doğru olmadığına göre aslında cani olmayan (suç niteliği taşımayan) ve fakat birilerince ya da genel olarak toplumca beğenilmeyen sıfatları nedeniyle ona düşmanlık etmek gerçekten zulümdür.

    Mü’minin mü’min kardeşinde gördüğü kötü bir sıfat sebebiyle ona düşmanlık yapması mümkün olmadığı gibi o kötü sıfattan kardeşinin kurtulması için lütufla ona yardımcı olmak gibi bir vazifesi de vardır. Esasen bir mü’minin böyle bir konuda kardeşine yardımcı olmaya çalısması, içinde manevi cennet lezzeti taşıyan bir salih ameldir. Demek oluyor ki bir kardeşinin kötü bir sıfattan kurtulması için çaba gösteren bir mü’min, aslında aynı zamanda kendi kalbinin gıdasıyla da ilgili bir iş yapmış olmaktadır.

    17- Zulme teşebbüs etmek gibi zulmü arzu etmek de bir zulüm olabilir. Bununla birlikte “aklından geçirmek” ile “arzu etmek” farklı durumlardır. Arzu etmek düşünce basamaklarında düşünmekten bir adım yukarıdadır. Nitekim aşağıdaki Dördüncü Vecih’teki Dördüncü Düstur’da da ifade edildiği gibi, bir kişinin başka mü’minlere kin beslemeye yönelik düşüncesinin yanlış olduğunu anlaması tövbe ve nedamet etmenin başlangıcıdır. Aynı şekilde 21. Söz’ün 2. Makam’ının 1. Vechindeki 1. yaranın teşhis ve tedavisi ile ilgili kısımda da belirtildiği üzere tahayyül-ü şetm şetm olmadığı gibi sadece adaveti hayal etmek de bir adavet değildir. Bu konuda İsmail Benek’in Köprü Dergisi’nin Bilim ve Din sayısındaki (Kış 2005, 89. sayı) “Zihin, Kalp ve Davranış İlişkisi” başlıklı makalesine bakılabilir.

    18- Bu hususta 13. Lem’a’nın 13. Nokta’sının Üçüncü İşaretindeki şu cümleler de açıklayıcı olabilir: [İnsanın hayat-ı içtimaiyesini ifsad eden bir desise-i şeytaniye şudur ki: Bir mü’minin birtek seyyiesiyle bütün hasenâtını örter. Şeytanın bu desisesini dinleyen insafsızlar, o mü’mine adâvet ederler. ]

    Halbuki, Cenâb-ı Hak, haşirde adalet-i mutlaka ile mizan-ı ekberinde a’mâl-i mükellefîni tarttığı zaman, hasenâtı seyyiâta galibiyeti-mağlûbiyeti noktasında hükmeyler. Hem seyyiâtın esbabı çok ve vücutları kolay olduğundan, bazan birtek hasene ile çok seyyiâtını örter. Demek, bu dünyada o adalet-i İlâhiye noktasında muamele gerektir. Eğer bir adamın iyilikleri fenalıklarına kemiyeten veya keyfiyeten ziyade gelse, o adam muhabbete ve hürmete müstehaktır. Belki, kıymettar birtek hasene ile, çok seyyiâtına nazar-ı afla bakmak lâzımdır.

    Halbuki, insan, fıtratındaki zulüm damarıyla, şeytanın telkiniyle, bir zâtın yüz hasenâtını birtek seyyie yüzünden unutur, mü’min kardeşine adâvet eder, günahlara girer. Nasıl bir sinek kanadı göz üstüne bırakılsa bir dağı setreder, göstermez. Öyle de, insan, garaz damarıyla, sinek kanadı kadar bir seyyie ile dağ gibi hasenâtı örter, unutur, mü’min kardeşine adâvet eder, insanların hayat-ı içtimaiyesinde bir fesat âleti olur.]

    19- Modern psikoloji de bir kişinin başka bir kişiyi aynı anda hem sevmesi ve hem de nefret (düşmanlık) etmesini çift kişiliklilik olarak algılamakta ve psikolojik bir hastalığa işaret edebileceğini kabul etmektedir. Bu nedenle bu ikisinin gerçek anlamda bir arada olması mümkün değildir.

    20- Bediüzzaman İslam dünyasının ve Müslümanların içinde bulunduğu hastalıklar ve tedavi çarelerini incelediği Hutbe-i Şamiye’nin (Şam-1909) sonradan 1954’te gözden geçirilmiş nüshasında bu konuyu şu şekilde ele almaktadır:

    [Bazan insanın gururu ve nefisperestliği, şuursuz olarak, ehl-i imana karşı haksız olarak adâvet eder; kendini haklı zanneder. Halbuki, bu husumet ve adâvetle, ehl-i imâna karşı muhabbete vesile olan iman, İslâmiyet ve cinsiyet gibi kuvvetli esbabı istihfaf etmektir, kıymetlerini tenzil etmektir. Adâvetin ehemmiyetsiz esbablarını, muhabbetin dağ gibi sebeplerine tercih etmek gibi bir divâneliktir.

    Madem muhabbet adâvete zıttır; ziya ve zulmet gibi hakikî içtima edemezler. Hangisinin esbabı galip ise, o hakikatiyle kalbde bulunacak; onun zıddı hakikatıyla olmayacak. Meselâ, muhabbet hakikatiyle bulunsa, o vakit adâvet şefkate, acımaya inkılâp eder. Ehl-i imana karşı vaziyet budur. Yahut adâvet hakikatiyle kalbde bulunsa, o vakit muhabbet, mümaşât ve karışmamak, zahiren dost olmak suretine döner. Bu ise tecavüz etmeyen ehl-i dalâlete karşı olabilir.

    Evet, muhabbetin sebepleri, iman, İslâmiyet, cinsiyet ve insaniyet gibi nuranî, kuvvetli zincirler ve mânevî kalelerdir. Adâvetin sebepleri, ehl-i imana karşı küçük taşlar gibi bir kısım hususî sebeplerdir. Öyleyse, bir Müslümana hakikî adâvet eden, o dağ gibi muhabbet esbablarını istihfaf etmek hükmünde büyük bir hatâdır.]

    21- Sevginin üstün gelmesinin en önemli sebebi, hemen aşağıda açıklandığı üzere sevilenin Allah’ı tanıması ve sevmesi; yani iman ile dolu olan bir kalbin Allah’ın evi olmasıdır.

    22- Hutbe-i Şamiye’de bu cümle şu şekildedir: [Meselâ, muhabbet hakikatiyle bulunsa, o vakit adâvet şefkate, acımaya inkılâp eder. Ehl-i imana karşı vaziyet budur.]

    23- Bu ifade, gerçek bireyleri ve dolayısıyla toplumu ıslah etmenin doğru yolunun tahakküm ve cebir değil; ancak “lütuf” olabileceğini de gösterir. (Lütuf’un ne anlama geldiği ve özellikle “lâtif” olmakla ilgisi ayrıca müzakereye muhtaçtır. Ayrıca aşağıda dördüncü vecihteki üçüncü düstura dair açıklamalara bakılabilir.)

    Islahın biçimine ilişkin bu yaklaşım otoritenin – tahakkümün ve devlet cebrinin ıslah açısından “etkili” olmadığını da göstermektedir. (Gerekli olup olmaması ayrı bir konudur.) Nitekim Bediüzzaman 13. Mektubun sonunda, ıslah için kullanılabilecek iki araç olan nur ve topuzun (nasihatın ve devlet cebrinin) aynı elde bulunmaması gerektiğini açıklamaktadır. Aynı şekilde 15. Mektubun başında, Sahabe dönemindeki fitnelerin önünün alınamamasının sebeplerini açıklarken de fetihler sonucu devletleri yıkılan ve kitleler halinde Müslüman olan toplumlardaki bireylerin yeterince ve lütufla ıslah edilememiş olmasını, o kargaşaların sebebi ve bir toplumsal risk işareti olarak anlatmaktadır.

    O halde, “Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir” deyişindeki gibi, şiddetli ikaz ve ceza, nasihatten sonra gelecek aşamalardır.

    24- Bu hadis-i şerif ile sadece kişiler arasındaki ilişkiler için değil İslam toplulukları ve İslam ülkelerinin devletleri arasındaki ilişkiler için de geçerli bir kural konulmaktadır, denilebilir. Mezkur hadisin gereklerine uygun yaşama konusunda cemiyetteki fertlerde hassasiyet geliştikçe, bu hususun devleti idare edenlere ve oradan da devletler arası ilişkilere yansıyacağı tabiidir.

    25- Küsmek yani dargın durmak ile uzak durmak, soğuk durmak ya da serin durmak farklı davranışlardır. Bunlar daha çok insan ilişkilerinde “zarardan uzak kalmak için tedbir almak” ve “ıslah edebilmek için tavır koymak” ile ilgilidir. Oysa dargın durmak, ilişkiyi keser ve insi ve cinni şeytanların fitnesine kapı açar.

    26- Buharî, Edeb: 57, 62; İsti’zân: 9; Müslim, Birr: 23, 25, 26; Ebû Dâvud, Edeb: 47; Tirmizî, Birr: 21, 24; İbni Mâce, Mukaddime: 7; Müsned, 1:176, 183; 3:110, 165, 199, 209, 225; 4:20, 327, 328; 5:416, 421, 422.

    27- Hutbe-i Şamiye’de bu cümle şu şekildedir: [Yahut adâvet hakikatiyle kalbde bulunsa, o vakit muhabbet, mümaşât ve karışmamak, zahiren dost olmak suretine döner. Bu ise tecavüz etmeyen ehl-i dalâlete karşı olabilir.] Buradan da anlaşılmaktadır ki “mecazi muhabbet” tamamen yasaklanmakta değildir. Ancak mü’min, ehl-i dalalete karşı münasebetlerinde de aldatmaz, aldatan olmaz, uygun gördüğü ve görmediği sıfatları ve davranışları, Allah’ın hikmet kanunlarına uygun olarak ifade eder ve gösterir.

    28- Buradaki “bazı kusurâtı” ibaresini “kusurlardan bazıları” olarak değil, mü’min bir kimsede bulunabilecek tüm kusurlar şeklinde anlamak daha doğru olur.

    29- Böylece, terazinin bir kefesine muhabbet sebebi olan iman konulduktan sonra terazinin diğer kefesine ne konulursa konulsun, artık terazinin iman kefesinin mutlaka ağır geleceği ve dolayısıyla da bir mü’mine ne sebeple olursa olsun adavete imkan olmadığı açıklanmış olmaktadır.

    30- Mü’minler birbirlerini sosyal hayatta da desteklemelidirler. Şüphesiz bu destek diğer insanların haklarını inkar etmek ya da gasbetmek sonucunu doğurmamalıdır. Sadece, ahirette birbirlerine destek olacak olan mü’minler ahiretin mezrası olan dünyada da birbirlerini desteklemiş olmakta ve vahdete bu dünyada ulaşmaktadırlar.

    31- Buradaki “vahdet alakaları” alttaki “bir, bir”lerden de anlaşılacağı üzere, bir anlamda, ortak kimlik oluşturan unsurlardır. Dünyevi ve fani alt kimlik unsurları, -üstelik iradi olmamasına rağmen- insanları bir arada tutabiliyorsa, uhrevi ve ebedi birlik unsurları öncelikle böyle olmalıdır. Üstelik bu uhrevi birlik unsurları Allah’ın isimlerinin sayısı kadar çoktur ve bu isimlerin tecellileri kadar büyük yani sonsuzdur. Bunların insana sağladığı ortak kimlik ise ebedidir.

    32- Bu birlik sebepleri iman ile ilgilidir ve tüm ehl-i imanı kapsamaktadır.

    33- Bu birlik sebepleri ise İslamiyet ile ilgilidir.

    34- Bu basamaktaki birlik sebeplerinin üstteki basamaklardaki birlik sebeplerini bir ön şart olarak gerektirmediği düşünülebilir. Zira burada sayılanlar iman ile ilgili değildir. Ancak bu birlik sebepleri daha üst basamaktaki sebepleri takviye eden sebepler olabilir. Ayrıca bu konuda 12. Söz’ün 3. Esası’ndaki açıklamalara da bakılabilir.

    Küfrün mahiyetinde dostluk kardeşlik, muhabbet yoktur. Ancak Allah’ı inkar eden kişi de istisnaen uhuvvet ve muhabbet sahibi olabilir. Hümanizm denilen felsefi akım da insanlara bir tür din gibi etki edebilir. Henüz kalbi mühürlenmeyen, kalb ve vicdanı tamamen bozulmamış olan kafirin uhuvvetle ilgili güzel vasıfları ve davranışları olabilir ve bu vasıflar uygun zeminde inkişaf etmeye namzettir.

    35- Bu bağların, en sağlam bağ türü olan “zincir” ile ifade edilmesi ilginçtir.

    36- “Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez.” En’âm Sûresi, 6:164. Bu Ayet, Risalelerde içtimai hayata ait bahisler içinde en çok zikredilen âyettir.

    37- Bu ifade kan davası ve benzeri sosyal hastalıkların da sevgi ve uhuvvetle tedavi edilebileceğini göstermektedir.

    38- “Muhakkak ki insan çok zalimdir.” İbrahim Sûresi, 14:34.

    39- Bu ikaz, düşmanlığın hiçbir şekilde bir “hak” olamayacağını açıklamak suretiyle, uhuvvetle adaletin ve adavetle adaletsizliğin aynı anlama geldiğini de açıklamaktadır.

    40- Bir mü’minin fena sıfatı başka bir mü’mine kendiliğinden yansımaz. O halde ikinci mü’minin, birincinin bu fena sıfatının kendisine zarar verebileceğinden endişe etmesine gerek yoktur. (Fena sıfatın mütecaviz bir sıfat olması ve tedbir almayı gerektirmesi ayrı bir husustur).

    41- Bu hususta 11. Mektub’un Birinci Mebhas’ındaki güneş misalinden de yararlanılabilir.

    42- Her bir gerçek dostluk yeni dostluklara vesile olur ve dostların sayısını artırır.

    43- Bilhassa Müslüman milletlerin bazı fertlerinin eskiden yaptığı hatalar yüzünden o milletin şimdiki mensuplarını düşman görmek de özellikle ırkçılık hastalığı nedeniyle çok sık karşılaşılan bir durumdur ve bu kapsamdadır.

    44- Bediüzzaman 20. Lem’a’da bu prensibi benzer biçimde ve şu şekilde ifade etmektedir: [Ve haklı her meslek sahibinin, başkasının mesleğine ilişmemek cihetinde hakkı ise, “Mesleğim haktır,” yahut “daha güzeldir” diyebilir. Yoksa, başkasının mesleğinin haksızlığını veya çirkinliğini ima eden “Hak yalnız benim mesleğimdir” veyahut “Güzel benim meşrebimdir” diyemez olan insaf düsturunu rehber etmek].

    Buna karşılık Sözler’in sonundaki Lemaat’ta (s. 345) bu prensibi [Her Müslim kendi meslek, mezhebine demeli: “İşte bu haktır, başkasına ilişmem. Başkaları güzelse, benim en güzeldir.”] şeklinde ifade etmektedir. Bu son ifade biçimi, başkalarının yolunun ya da tarzının kötü olduğunu düşünüp söylemenin yanlış olduğu bilgisi yanında, kendi mesleğinin “en güzel” olduğu iddiasının meşru bir yaklaşım olduğunu da göstermektedir.

    45- “Rıza gözü, ayıplara karşı kördür. Kem göz ise kusurları araştırır.” Ali Mâverdî, Edebü’d-Dünyâ ve’d-Dîn, s.10; Dîvânü’ş-Şâfiî, s. 91.

    46- Buradaki insafsızlık ve düşkünlük tüm muhataplara yönelik bir sıfat değildir. Cümle şu şekilde anlaşılmaya uygundur: “Nazarın ve fikrin hakem olmaya kalkarsa ve başkasının mesleğini butlan ile mahkûm ederse insafsız bir nazardır ve düşkün bir fikirdir.”

    47- Türkiye’nin yakın siyasi tarihinde aynı zamanda bir dinî cemaat olarak da önemli yer tutmuş olan bir siyasi akımın, “Hak geldi batıl zail oldu” mealindeki ayeti kendisinin hak olduğuna delil olarak göstermekle yetinmeyip, diğer hizmet ekollerini ve özellikle kendisine oy vermeyenleri “batıl” olmakla itham etmekte kullanması burada zikredilen “butlan ile mahkum etme”nin tipik bir örneğiydi.

    48- “Butlan ile mahkum” etmek, yapısı gereği hak ve batıl olmak üzere ikili bir ölçek kullanmayı gerektirir. Bunu yapmamak ve cemaatlerin ve yöntemlerin tümünü hak kabul etmek kaydıyla bazılarını diğerlerine nazaran daha hak (ya da ehak) olarak kabul etmekte bir mahzur yoktur. Esasen bu tür bir yaklaşım, bir cemaat tercih edip dahil olmanın da ön şartıdır.

    Öte yandan bir cemaatin bir konudaki fikrini ya da uygulamasını insaflı biçimde ve iyi niyetle eleştirmek ile o cemaati batıl bir cemaat olarak görmek ya da göstermek birbirinden farklı durumlardır. İkincisi tümüyle yasaklanmıştır. Birincisi ise ancak belli şartlarla ve belli hallerde caiz olabilir. Eleştiri, ancak maslahat varsa, cemaat ismini dahi zikretmeden ve hatta hangi cemaatin kastedildiğini ima bile etmeden doğru ve yanlış hareket tarzlarını ortaya koymak ve yanlış bulunan hareket tarzlarını, uygun bir şekilde işlemek ve anlatmak şeklinde olmalıdır.

    Bu hususta aşağıda Beşinci Vecihteki “birinci suale cevap” ile ilgili açıklamalara da bakılabilir.

    49- Mektubun sonundaki Hatimede de açıklandığı üzere, bu davranış aynı zamanda bir tür gıybettir. “Bir kişi” hakkında gıybet günah olduğu gibi, “bir cemaat” hakkında gıybet de günahtır. Buna karşılık bir kişinin bir fiili veya bir sıfatı hakkında ilgilisine bilgi vermek gıybet olmadığı gibi, bir cemaatin bir “hata”sı ya da “yanlış”ı hakkında “ilgilisi”ne bilgi vermek de gıybet değildir.

    Aynı şekilde, bir kişinin boynundaki (kendisinin göremeyeceği ya da göremediği) akrebi göstermek tenkit olmadığı gibi, bir cemaatin boynundaki akrep hakkında o cemaatin ilgilisini lütuf ve ihlasla ikaz etmek de yıkıcı bir tenkit değildir. Ama bunların ön şartı “kendi mesleğinin muhabbeti ile dolu” olmak ve bununla birlikte başkasının mesleğine adavete kalbinde yer vermemektir. Bir de muhatap doğru olmalıdır.

    50- Bu düstur, aynı zamanda, birinci düsturda varsayılan yapıcı eleştiri hakkının ölçüsünü ve sınırlarını ifade etmektedir.

    51- Lütufla muamelenin ve nasihatin yöntemi konusunda, üslup da önemli olmakla birlikte, anlaşılmaktadır ki asıl mesele niyetin halis olmasıdır.

    52- “Niyeti halis olmamak” bu cümle kapsamındaki herkesi için geçerli bir durum değildir. Cümle şu iki biçimde anlaşılmaya uygundur: “Bir adamın niyeti hâlis değilse, nasihati bazen damara dokundurur, aksülâmel yapar” ya da “bir adamın nasihati damara dokunur ve aksülâmel yaparsa demek ki onun niyeti hâlis değildir.”

    53- Damarı yok sayarak ıslaha çalışmak, damarın uyarılmasına yani manevi tedavide tepkiye ve dirence (aksülamele) sebep olabileceğinden, doğru bir yöntem değildir. Damarı var sayarak ıslahtan vazgeçmek de damarı kalınlaştırır ve damarın damar sahibine zarar vermesine sebep olur. Damarı tamamen kaldırmak ve yok etmek de mümkün olamayabilir.

    54- Bu paragrafta adavet etmek iyidir denmemekte ve fakat, “şayet, illa” adavet etmek istersen denilerek iki basamaklı (terditli) bir biçimde adüvv (düşman) tarif edilmektedir. Birincisi nefis ve ikincisi de zındıklardır.

    Zındıklar, kafirlerin, küfrün gereğini açıktan işleyen ve küfrünü açıktan ilan eden mütemerrit bir türüdür. Bu nedenle de zındıklar esasen sadece mü’minlerin değil tüm kainatın “manevi” tahkirine layıktır. Mesela Bediüzzaman 29. Mektub’un İkinci Kısmı olan Ramazan Risalesi’nde [Ramazan-ı Şerifte ehl-i sıyâma muhâlefet edenler de o derece umum âlem-i İslâmın mânevî nefretine ve tahkirine hedeftir.] diyerek zındıkların bu fiil ve sıfatlarına manen adavet edilebileceğini ifade etmektedir.

    Kafir ve zındıkların kalbinde muhabbetin ve uhuvvetin bulunmadığı ve aksine mü’minlere ve Allah’a adavetle dolu oldukları, dolayısıyla muhabbete de layık olmadıkları hususu, 2. Söz’de ve Mesnevi-i Nuriye’deki Hubab bölümünde ayrıntılı olarak açıklanmıştır.

    55- Bediüzzaman Hutbe-i Şamiye’de ise bu hususta şunları ifade etmektedir: [Husumet ve adâvetin vakti bitti. İki harb-i umumî adâvetin ne kadar fena ve tahrip edici ve dehşetli zulüm olduğunu gösterdi. İçinde hiçbir fayda olmadığı tezahür etti. Öyleyse, düşmanlarımızın seyyiatı -tecavüz olmamak şartıyla- adâvetinizi celb etmesin. Cehennem ve azab-ı İlâhî kâfidir onlara…] İlk bakışta bu iki yaklaşım arasında bir fark ve hatta çelişki var görünmektedir. Ancak girişe aynen aldığımız Münazarat’taki metinden de anlaşılabileceği üzere yukarıda aslında kafirin “mütecaviz olmayan kafir sıfatları”na yönelik olan ve tecavüz de içermeyen adavetten söz edilmektedir.

    56- Yine Hutbe-i Şamiye’de bu hususta şu ifade yer almaktadır: [Elhasıl: Muhabbet, uhuvvet, sevmek, İslâmiyet’in mizacıdır, rabıtasıdır. Ehl-i adâvet, mizacı bozulmuş bir çocuğa benziyor ki, ağlamak ister; bir şey arıyor ki onunla ağlasın. Sinek kanadı kadar ehemmiyetsiz bir şey ağlamasına bahane olur. Hem insafsız, bedbîn bir adama benzer ki, su-i zan mümkün oldukça hüsn-ü zan etmez. Bir seyyie ile on haseneyi örter. Bu ise, seciye-i İslâmiye olan insaf ve hüsn-ü zan bunu reddeder.]

    57- Bu davranış, “bir yanağına tokat atana diğer yanağını uzat” anlayışından farklıdır. Elindeki hakkı bu hakka tecavüz etmeye yeltenene terk edip yedirmeyi değil haksızlığa haksızlıkla mukabele etmemeyi ve bir adım ileri gidersek elinden zaten çıkmış olan bir haktan feragat edebilmeyi ifade eder.

    58- İyi ve izzetli birine iyilik edersen, onu elde edersin. Kötü birine iyilik edersen, o daha da azar. (Bu beyit Mütenebbi’ye aittir. Bkz. el-Örfü’t-Tayyib fî Şerhi Dîvâni’t-Tayyib, s.387.)

    59- Buradaki muhatap, Arapça ibareden de anlaşılacağı üzere, iyilik edince daha da azacak olan türden “kötü” biri değildir. Bu konuda Bediüzzaman’ın bilhassa Birinci Mecliste ve Tek Parti döneminde karşı karşıya olduğu tahribatçı ehl-i bid’a ve reisleri ile olan sert ve net ilişki tarzı önemli bir ipucu olabilir.

    60- Bu davranış da halk arasında “yağcılık” ya da “gaza getirme” olarak tabir edilen anlayıştan farklıdır. Menfaat elde etmeye yönelik değildir. Aksine lütuf ve iltifata yani ıslah etmeye yöneliktir. Zira iltifat, bir ölçüde, özellikle iyiniyetli ve samimi olmak kaydıyla, iyi ve olumlu bir davranış biçimidir.

    61- “Boş sözlerle, çirkin davranışlarla karşılaştıkları zaman, izzet ve şereflerini muhafaza ederek oradan geçip giderler.” Furkan Sûresi, 25:72. “Eğer onları affeder, kusurlarına bakmaz ve bağışlarsanız, şüphesiz ki Allah da çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir.” Teğabün Sûresi, 64:14.

    62- Bu konuda Bediüzzaman 20. Lem’a’da (s. 160) benzer biçimde şunları söylemektedir: [Umûr-u diniye ve uhreviyede rekabet, gıpta, haset ve kıskançlık olmamalı. Ve hakikat nokta-i nazarında olamaz. Çünkü kıskançlık ve hasedin sebebi: Bir tek şeye çok eller uzanmasından ve bir tek makama çok gözler dikilmesinden ve bir tek ekmeği çok mideler istemesinden, müzâhame münakaşa, müsabaka sebebiyle gıptaya, sonra kıskançlığa düşerler. Dünyada bir şey-i vâhide çoklar talip olduğundan ve dünya dar ve muvakkat olması sebebiyle insanın hadsiz arzularını tatmin edemediği için, rekabete düşüyorlar. Fakat, âhirette tek bir adama beş yüz sene mesafelik bir Cennet ihsan edilmesi ve yetmiş bin kasır ve huriler verilmesi ve ehl-i Cennetten herkes kendi hissesinden kemâl-i rıza ile memnun olması işaretiyle gösteriliyor ki, âhirette medar-ı rekabet bir şey yoktur ve rekabet de olamaz. Öyleyse, âhirete ait olan a’mâl-i salihada dahi rekabet olamaz; kıskançlık yeri değildir. Kıskançlık eden ya riyâkârdır; a’mâl-i saliha suretiyle dünyevî neticeleri arıyor. Veyahut sadık cahildir ki, a’mâl-i saliha nereye baktığını bilmiyor ve a’mâl-i salihanın ruhu, esası, ihlâs olduğunu derk etmiyor. Rekabet suretiyle evliyaullaha karşı bir nevi adâvet taşımakla, vüs’at-i rahmet-i İlâhiyeyi itham ediyor.] Son cümledeki evliyaullah’tan kasıt, herhalde, iman hizmeti ile meşgul olan herkestir.

    63- İnsan iradesi karşısında kaderin, en dayanıklı metal olan örse benzetilmiş olması ilginçtir.

    64- Bu konunun, “insan kendi fiilinin hâlıkı mıdır?” sorusu ile de ilgisi vardır.

    65- Kaderin hissesi, adavete sebep olan olayın tarafları dışındaki kişilerin olaya katkısı şeklinde anlaşılabileceği gibi, olayla ilgili kişilerin cüz’i iradeleri dışında hükmeden Allah’ın külli iradesini de ifade edebilir.

    Ayrıca kaderin hissesi, mü’minin kendisine yapılan fenalıkla da ilgili olabilir. Fenalığın nasihat edici etkisi olabilir. Bir fenalıkla karşılaşan, bundan ders alabilir ve aynı fenalığı başkalarına da yapmaktan daha dikkatle çekinebilir ve hatta çevresini bu konuda ikaz ve irşat ederek fenalığın yayılmasını engelleyebilir. Böylece kader, hamiyetli bir kişiye isabet ettirdiği bir fenalıkla başka bir çok fenalığı engellemeye kapı açabilir.

    66- Bu hisse, fenalığı yani hatayı yapan “kişi” ile onun “nefsi”ni birbirinden ayırmayı sağlamaktadır. Böylece o kişinin “nefsi” “nefs-i emare” olarak karşıya alınmakta kendisi ise (imanı ile birlikte) aynı safta kabul edilmektedir.

    67- Bir mü’minin diğer bir mü’mine yapabileceği en büyük fenalık dahi ancak ve sadece dünya işlerine aittir.

    68- Bu Mektub’un İkinci Mebhas’ı hırsın zararları ile ilgilidir.

    69- Allah’ın isimlerinden biri El-Müntakim olduğuna göre intikam aynı zamanda İlahi ve dolayısıyla insani bir sıfattır denilebilir. Adalet için önemli olan, intikam duygusunun adaletle teskin edilmesidir. Oysa Bediüzzaman intikamdan vazgeçmeyi ve af ve merhameti tavsiye etmekle mü’mine dünyevi adaletten daha ileri bir seviyeyi tavsiye etmektedir.

    70- Böylece insanın kendi şahsını sevmesinin aslında dünya hesabına ve dünyaya ait şahsiyet olarak kendisini sevmesi biçiminde değil, uhrevi şahsiyetini düşünmek biçiminde olması gerektiği de anlaşılmaktadır.

    71- Bediüzzaman’a göre dünyanın üç yüzü vardır. Esma-i İlahiyeye bakan birinci yüzü ve ahiretin tarlası olan ikinci yüzü; dünyanın, üzerinde niza edilemeyecek kadar nurani ve rekabetsiz biçimde herkesi tatmin edebilen yüzleridir. İnsanın hevasatına bakan üçüncü yüzü ise fani olduğundan rekabete ve kıskançlığa sebep olur.

    72- Bediüzzaman, Risalelerinde, dünyayı maddi cihat anlayışına göre ikiye bölen bir kavramlaştırma olan dar-ul harp ve dar-ul İslam tasnifine özel bir anlam yüklememektedir. Buna karşılık birçok yerde, bu ikisinin dışında bir alan olarak, dar-us sulh de denilebilecek bir ortamın temel niteliğini ifade etmek üzere “sulh-u umumi”den söz etmektedir. Buradaki sulhkârâne muamele de bir yönüyle bu amaca hizmet etmektedir.

    Ayrıca, özellikle mü’min düşmana karşı sulhkârâne muamele özellikle önemlidir.

    73- Bu cümle her insanın fıtratında (tabiatında) bir duygu olarak adavete ve muhabbete kaynaklık eden manevi cihazlar bulunduğunu kabul etmemizi gerektirmektedir. Önemli olan, bu cihazı ve diğer cihazları Allah namına kullanmak ve nefis adına kullanmaktan sakınmaktır.

    74- Bu ikinci cümle ise adavetin kuvveden fiile çıkmasında (potansiyelden çıkıp iradi bir düşünüşe dönüşmesinde) damara dokundurmanın önemine işaret ediyor olabilir.

    75- Bu risalenin sonundaki hatimede gıybet [Gıybet odur ki, gıybet edilen adam hazır olsaydı ve işitseydi, kerahet edip darılacaktı. Eğer doğru dese, zaten gıybettir. Eğer yalan dese, hem gıybet, hem iftiradır; iki katlı çirkin bir günahtır.] şeklinde izah edilmiştir.

    76- “Gıybet gibi şeyler” denildikten sonra ayrıca bir de “muktezasıyla” denilmesinin sebebi şu olabilir: Gıybete maruz kalan da mukabil gıybete yönelebilir. Ya da intikam almaya kalkabilir. Bu durum, gıybet edenin, kendisini savunma adına yanlışta ısrar etmesine sebep olabilir. Nitekim paragrafın sonundaki “haklı hasmını haksızlıkla teşhir etmek” bu tür bir tepkisel davranış olabilir. Bu ise, aslında “iyi” olan hasmı şeytan gibi görmek ve göstermekle sonuçlanabilir.

    77- Bu konunun aşağıda Beşinci Vecih’te yer alan “ikinci sual”e cevap kısmındaki açıklama ile de ilgisi vardır. Ancak Bediüzzaman konuyu esasen orada değil bu vecihte ve siyasetin de hedefi olan dünyanın Allah’ın rızası karşısında hiçbir şeye değmeyeceğini anlattıktan sonra açıklamaktadır. Zira haksızlığı hak bilmenin ve haklı hasmını haksızlıkla teşhir etmenin en önemli ortamı siyaset “arena”sıdır.

    78- Bu fena neticeleri sadece dindarlıklarını öne çıkarmış olan siyasi parti ileri gelenleri ya da liderleri üzerinden düşünmek ciddi bir yanılgı olur. Aynı risk Risalelerden beslenen ve siyasetle şu ya da bu şekilde ilgilenen kişilerin de karşı karşıya olabileceği bir risktir. Üstelik bu kişilerin din adına siyaset yapmaya karşı çıkmaları ve Bediüzzaman’ın izin verdiği ve kerhen de olsa desteklenmesi konusunda işaret ettiği türden bir siyaseti yürüten parti içinde siyaset yapıyor olmalarının da bir önemi yoktur.

    79- Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım.

    80- Bu konu Bediüzzaman’ın Birinci Said dönemi eserlerinden Hutbe-i Şamiye’de (s. 52) şu şekilde aktarılmaktadır:

    [Eski Said o çeşit siyaset tarafgirliğinden gördü ki: Bir sâlih âlim, kendi fikr-i siyasisine muvafık bir münâfıkı hararetle senâ etti ve siyasetine muhalif bir salih hocayı tenkit ve tefsik etti. Eski Said ona dedi: “Bir şeytan senin fikrine yardım etse rahmet okutacaksın. Senin fikr-i siyasiyene muhalif bir melek olsa lânet edeceksin.” Bunun için, Eski Said dedi. Ve otuz beş seneden beri siyaseti terk etti.]

    Buradan da anlaşıldığı üzere siyaseti terk etmek, Bediüzzaman’ın Yeni Said dönemine (1920-1925 ve sonrasına) ait bir tavrı değildir. Yine buradan anlaşıldığı üzere Bediüzzaman’ın terk ettiği siyasetten kasıt, dini siyasete; yani kamu düzenine ve devletin devam ve bekasına alet eden siyasi yaklaşımlardır. Yoksa devlet idaresi anlamındaki siyasete yön vermeyle ilgili olumsuz bir tutum anlamında değildir. Nitekim Hutbe-i Şamiye’de yukarıdaki bahsin hemen üstünde [Fakat o zamandan yirmi sene sonra gördü ki: O gizli münafık zındıkların garplılaşmak bahanesiyle siyaseti dinsizliğe âlet yapmalarına mukabil, bir kısım dindar ehl-i siyaset, dini siyaset-i İslâmiyeye âlet etmeye çalışmışlardı. İslâmiyet güneşi yerdeki ışıklara âlet ve tabi olamaz. Ve âlet yapmak, İslâmiyet’in kıymetini tenzil etmektir, büyük bir cinayettir. Hattâ, Eski Said o çeşit siyaset tarafgirliğinden gördü ki…] demek suretiyle siyaset-i İslamiye yani “İslami siyaset” ya da “İslami devlet” için dahi dinin alet edilemeyeceğini kabul etmektedir.

    Gerçekten devleti kurtarmak için dini alet etmek de toplumda dinin birleştirici yönünün bir sonucu olan uhuvvetin bozulmasına sebep olabilecek türden tehlikeli bir siyasi yaklaşımdır. Bediüzzaman’a göre siyaset ve devlet ancak ve sadece bir araçtır ve dinin hürriyet içinde yaşanmasına alet edilebilir. Din ise zaman zaman ifade edildiğinin aksine, Allah’ın rızasını kazanmak hariç hiçbir şey ve özellikle de “insanın mutluluğu” için araç değildir.

    81- Devamındaki üç cümle üç ayrı farazi soru şeklinde olup devamında üçü için ayrı ayrı cevap verilmiştir. Başta inat ve tarafgirliğin zararlı olduğu varsayıldıktan sonra ardından taraf tutmanın faydalı olabileceği hallerin de bulunabileceği ve hadis’in de buna işaret ettiği açıklanmıştır. İnat ve tarafgirliğin sosyal hayatta bazı şartlarla faydalı ve gerekli de olabileceği kabul edilmiş ve bunun prensipleri ele alınmıştır.

    82- “Ümmetimin ihtilâfı rahmettir.” el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 1:64; el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 1:210-212.

    83- Bu soru kuvvet sahiplerinin birleşmesiyle ortaya çıkan kuvvetin denetimsiz ve kontrolsüz bir güce dönüşebileceğini göstermektedir. Kuvvetin bölünmesi bir denetim ve dolayısıyla denge ve adalet getirebilir. Buradan, modern demokrasilerdeki “kuvvetler ayrılığı prensibi”ne de işaret bulunabilir.

    84- Bediüzzaman başka birçok kavram gibi ihtilaf kavramını da toptancı bir bakışla kabul ya da red etmemekte, müspet ve menfi olarak tasnif etmektedir. “Üç büyük düşmanımız var: Cehalet, zaruret, ihtilaf” diyen ve bunlardan ihtilaf düşmanına karşı ittifak silahıyla cihad etmek gerektiğini bildiren Bediüzzaman, ittihad-ı İslamı da hayatının en önemli gayelerinden biri olarak ifade etmektedir.

    85- Bir cemaat mensubu, başka cemaatlerle ilgili olarak yapacağı değerlendirme ve yorumlarla ancak o cemaatin tekmil ve ıslahına çalışabilir. Aksi halde cemaat hakkında gıybet etmek denilen durum söz konusu olmuş olur. Bu faaliyet dördüncü vecihteki birinci düstur ile birlikte düşünülmelidir.

    86- Risalelerdeki en temel kavramlardan biri olan müspet hareketin bir anlamı bu cümle ile ortaya çıkmaktadır. Müspet hareket etmek, bir açıdan, birbiriyle ve başkalarıyla boğuşmamak demektir. Bu hususta özellikle Emirdağ Lahikası’ndaki son mektuba bakılmalıdır.

    87- Nefis hesabına olan tarafgirliğin “bencil”ce ya da “bizcil”ce olmasına karşılık hak namına olan tarafgirlik fedâkârcadır.

    88- Bu tür tarafgirliğin tipik örnekleri siyasi partiler, sendikalar ve hatta çeşitli dernekler üzerinde görülebilir.

    89- Dinsiz felsefelerle dinler arasındaki anlaşmazlık burada da işaret edilen maksat farkından kaynaklanır. Zira dinsiz felsefe insanın sadece bu dünyadaki mutluluğunu ya da toplumun düzenini hedefler. Oysa dinler sadece dünya düzenini hedeflemez, ahireti de hesaba katar ve nihai olarak Allah’ın rızasını hedefler.

    90- “Benim dediğim mutlaka doğrudur” yargısıyla bir fikir tartışmasına (müzakere, mübahase ya da münazaraya) başlayan taraf bu tartışmadan hiçbir şey kazanamaz. Aksine sadece bildiklerini ve inandıklarını tekrar eder.

    91- Dünyanın geçirmekte olduğu manevi buhranın en önemi sebebi, hedef ve itikat birliğine sahip olmayan ve hiç bir biçimde başkalarını düşünemeyecek kadar bencil hale gelen insanların, hazcı hayat anlayışı ile hareket ederek başkalarının ve bilhassa Allah’ın hakkını ihlal etmeleridir.

    Bu durum, İslam dünyasında da benzeri biçimde görülmektedir. Müstebid yöneticiler kendi iktidarlarını devam ettirebilmek uğruna rakiplerinin ve kendi ülkelerindeki halkın haklarını ve hatta komşu ülkelerin halklarının haklarını ihlal etmekte ve bu da var olan ihtilafı sürdürmektedir.

    92- Muhabbet Allah için, buğz Allah için, hüküm de Allah’a aittir.

    93- Allah için buğz etmek, Allah için hüküm vermek.

    94- Adaletin bir gereği hükmetmektir. Diğer bir niteliği ise haksızlık edene buğz etmektir. Ancak Adl isminin tecellisi olan gerçek adalet, hükmü Allah için (Onun namına) vermeyi gerektirdiği gibi buğz etmeyi de Allah için (Onun namına) yapmayı gerektirir.

    95- Bediüzaman’ın, Uhuvvet risalesinde, herhangi bir konuyu cihad meydanından örnek vererek açıklaması, özellikle cihad kavramına yüklediği mana hakkında ipucu vermekte ve bakış açısındaki farkı göstermektedir.

    96- Bu ifadelerdeki "hiddete gelmek" ile bu hiddetle yapılacak işe "nefsin de hissesinin karışması" arasındaki bağ önemlidir. Bütün ilişkilerde ve bilhassa aile ilişkilerinde geçerlidir.

    97- Böylece anlaşılmaktadır ki "öfkeyle kalkan zararla oturur" özdeyişindeki zararın en büyüğü ihlası kaybetmek yani Allah için olmaktan mahrum kalmaktır.

    98- Devletin, adaleti tatbik ederken, şefkat ve merhametle ya da hiddetle değil, tarafsız ve sadece adaletle hareket etmesi gerekir. (Hükmetmek ve hükmü infaz etmek ve ayrıca buğz etmek ise yukarıda da açıklandığı üzere adaletin bir gereğidir.) Bu davranış suçluyu da vicdanında mahkum eder ve ıslah eder. Hutbe-i Şamiye’de yer alan ve cezanın caydırıcı etkisini gösterebilmesi için akıl, kalp ve vicdanın harekete geçirebilmesi gerektiğini açıklayan şu ifadeler de burada açıklayıcı olabilir:

    ["Bizde bir hırsız elini başkasının malına uzattığı dakikada hadd-i şer’înin icrasını tahattur eder. Arş-ı İlâhîden nâzil olan emir hatırına gelir. İmânın hassasıyla, kalbin kulağıyla, kelâm-ı ezelîden gelen ve hırsız elinin idamına hükmeden ("Hırsız erkeğin ve hırsız kadının da elini kesin." Mâide Sûresi, 5:38.) âyetini hissedip işitir gibi iman ve itikadı heyecana ve hissiyat-ı ulviyesi harekete gelir. Ruhun etrafından, vicdanın derin yerlerinden, o sirkat meyelânına hücum gibi bir hâlet-i ruhiye hâsıl olur. Nefis ve hevesten gelen meyelân parçalanır, çekilir. Git gide, o meyelân bütün bütün kesilir. Çünkü, yalnız vehim ve fikir değil, belki mânevî kuvveleri (akıl, kalb ve vicdan) birden o hisse, o hevese, hücum eder.]

    99- İslâm’a hizmet iddiasında olan cemaatlerin ve grupların birbirleri ile ilişkileri konusunda ayrıntılı bilgi için 20. Lem’a’ya bakılmalıdır.

    100- Ehl-i imanın çok sayıda kabilelerden oluşan bir aşirete benzetilmesinden de anlaşılmaktadır ki mü’minler arasındaki kardeşlik bağı aslında fıtridir.

    101- Burada da şikak ile birlikte hırstan söz edilmesi, hırsın adavet ve ihtilafla ilişkisine dikkat çekmektedir.

    102- Bu hadis-i şerifte, hem Müslümanlar ve hem de genel olarak insanlık için ihtilafın zararına işaret edilmiş ve bunun kıyameti koparacak bir çöküşü başlatacağı açıklanmıştır.

    103- “Mü’minler ancak kardeştirler.” Hucurat Sûresi, 49:10.

    104- Uhuvvet prensiplerine uymamak, yukarıda Birinci ve İkinci Vecihte anlatıldığı üzere hem bizzat adaletsizlik ve zulümdür ve hem de zalimlerin zulümlerine kapı açtığı için zulümdür.

    105- Bu sonuç bu kahramanların gerçek bir kahraman olmadığını gösteriyor da olabilir.

    106- Hırsın diğer neticeleri için İkinci Mebhas’a bakılabilir.

    107- “Mü’minin mü’mine bağlılığı, parçaları birbirini tutan binâ gibidir.” Buharî, Salât: 88; Edeb: 36; Mezâlim: 5; Müslim, Birr: 65; Tirmizî, Birr: 18; Nesâî, Zekât: 67; Müsned, 4:405, 409.

    108- Bir binanın birbirini ayakta tutan tuğlaları olduğumuzu varsayarak kardeşçe yaşayabilmek, esasen “ben”den “biz”e geçebilmekle ilgilidir.

    109- İbadetlerin sıhhati ve makbuliyeti de Allah’a yönelen kalbin uhuvvetle dolu olmasına bağlıdır. Nitekim Yunus Emre de şiirinde “Bir kez gönül yıktın ise / Bu kıldığın namaz değil / Yetmiş iki millet dahi / Elin yüzün yumaz değil” derken bu şarta işaret etmiştir.

    110- İhlas ile uhuvvet arsındaki mühim bağ nedeniyle Uhuvvet Risalesi bir yönden İhlas Risaleleri olan 20. ve 21. Lem’aların devamı gibidir.