Köprü Anasayfa

Meşrutiyet'in 100. yılında Türkiye Demokrasisi

"Yaz 2008" 103. Sayı

  • Bazı Tefsirlere Göre Şûrâ ve Şûrâ’nın Demokrasi ile Mukayesesi

    The Shura According to Some Tafasir and its Comporasion with Democracy

    Atilla YARGICI

    Yrd. Doç. Dr., Harran Üniversitesi öğretim üyesi

    Giriş

    Kur’an ferdin, ailenin ve toplumun dünyevî ve uhrevî mutluluğu için prensipler vaz’etmektedir. İman esasları, ibadet, ahlak ve toplumun idaresi ile ilgili prensipler bunlar arasında zikredilebilir. Kur’an-ı Kerim’in ilk muhatabı müşrik olan, ahiret inancına sahip olmayan, ahlakî kuralların içini boşaltmış bir toplumdu. Böyle bir toplumu önce dünyevî mutluluğa eriştirme amacı güden Kur’an, işe sağlam bir temel atmakla başladı. Bu temel Allah’a, peygamberlere, kitaplara, ahiret gününe ve meleklere iman gibi iman esaslarından oluşuyordu. Ahlak, ibadet ve yönetim ile ilgili konular da ancak bu inanç unsurlarının yerleştirilmesinden sonra zikredilmiştir. İşte bu yüzden Kur’an, Mekke döneminde özellikle Allah’ın birliğine ve ahirete iman gibi toplumda ruhsal ve kalbî inkılaplar meydana getirecek hususlar üzerinde durdu ve bu inanç esaslarıyla alakalı olan bazı ahlaki kuralları da yerleştirmeye çalıştı. Medine döneminde ise hem aile hukuku hem de devlet hukuku ile alakalı hükümlere vazetme yolunu tercih etti. İşte şûrâ da bu prensiplerin içinde yer almaktadır.

    Şûrâ konusunda tefsirlerimizde geniş açıklamalar bulunmaktadır. Son bir asırda da İslam konusunda araştırma yapan uzmanların, bilim adamlarının bu konuya eğildikleri görülmektedir. Ancak bu yorumlarda birbirlerine tam zıt olan görüşler yer alabilmektedir. Bu farklılık da bize göre Kur’an’ın bu konudaki ayetlerinin mukayyed değil, mutlak olmasından kaynaklanmaktadır. Yani ayetler ve Peygamberimiz’in (s.a.v.) bu konudaki hadisleri belli bir şûrâ uygulamasını önermemişlerdir. Hülafâ-i Raşidîn dönemindeki farklı tatbikatlar da bu mutlaklığı göstermektedir. Özellikle son yüzyılda yapılan çalışmaların şura, meşrutiyet ya da demokrasi ilişkisini ele aldığı görülmektedir. İşte biz bu çalışmamızda Kur’an’da zikredilen şûrâ kavramının bazı tefsircilerimiz tarafından nasıl yorumlandığını ve bu yorumların demokrasi ile ilişkisini ele alacağız.

    A. Kavramsal Çerçeve

    Şûra ve meşveret kelimelerinin sülasi (üç harfli) fiil hali ve masdar halleri dır. Bunun anlamı da Lisanü’l-Arab’ta şeklinde verilmektedir. Bu da “oyuktan, çukurdan balı çıkardı aldı” manasına gelmektedir. Kelimenin rübai (dört harfli) ve hümasi (beş harfli) şekilleri olan fiilleri manasında kullanılmaktadır. harfinin dammesiyle veya kelimeleri de cemal ve hüsün anlamlarına gelmektedir. Bu kelime arz etmek, ortaya çıkarmak demektir. Arapların bayramlarıydı. Bu bayramda kadınlar güzel elbiselerini giyerlerdi. bir şeyin görüntüsü demektir. bir kişinin bütün vücudunun güzel olması , ise bir kişinin elbisesinin güzel olması anlamındadır. güzel kaside, süslü şey anlamındadır. kelimeleri süs anlamına gelmektedir. da süsledim demektir. Araplar yüzü güzelleşen kimseye, kişi bir iş hususunda birisiyle konuşup aydınlandığında ,develer yağ bağlayıp güzelleştiğinde derlerdi. hayvanı satılığa çıkardım ve gücünü anlamak için onu koşturdum manalarına gelmektedir. utandı, kaş göz ile ima etti anlamına gelmektedir. cümlesi, “filan kişi danışmaya uygundur bu yüzden onunla istişare ettim” demektir. Ayrıca “ondan görüş talep etti, öğüt istedi” anlamına gelmektedir. kelimesi de mastarından müştaktır, öğüt, görüş alışverişi demektir.1 Araplar demekle, “bir şeyi yaptım, ortaya çıkardım” anlamını kastetmektedirler. Teşâvür, müşâvere ve meşveret ise insanların birbirleriyle görüşerek ortaya görüş çıkarmaları anlamına gelmektedir. Şûrâ ise belli bir konuda istişâre yapılmasıdır.2 Dört harfli olan fiili ise, işaret etmek, tavsiye etmek ve danışmak” anlamına geliyor.3 Ayrıca müşavere, insanların birbirlerinin fikirlerinden istifade etmek için yaptıkları toplantı” ve “şura” da en doğrusuna ulaşmak için çeşitli fikirleri tartışmak olarak tarif edilebilir.4 Bütün bu manalara göre şûra, güzel fikirlerin ortaya çıkması için uygun bir zemin, istişâre de, başkalarında var olan ve istifadeye daha çok layık fikirleri ortaya çıkarmak için başkalarına danışmak anlamındadır.

    B. İslam Öncesi Dönemde Şûra

    Şûrâ kavramının ve pratiğinin izlerine İslam öncesi dönemde rastlanmaktadır. Bu terimin Mekke’nin lideri Kusayy ibn. Kilâb’ın evinde “cansultation”(taşavur:danışma) anlamında kullanıldığı bilinmektedir. O dönemde “Darü’n-Nedve”, Mekke’nin ileri gelenlerinin toplandıkları yerin ismi idi. Bu kavram Mekke’nin ileri gelenlerinin Mekke konsülü, divanı ya da meclisi formunda görüş alışverişinde bulundukları ve Mekkelilerin adına toplumsal konularda karar verdikleri bir uygulamayı ifade etmektedir. Darü’n-Nedve’nin fonksiyonu, yasamadan çok yürütmeyle ilgiliydi. Onların verdikleri kararlar, bir kanun olmuyordu, sadece hüküm olarak kalıyordu. Ancak bu hüküm, modern çağların kanunları kadar etkili oluyordu. Onlar teorik olarak (örf) adı verilen, atalarının geleneklerine bağlı kimselerdi. Yani onların karar verme süreçlerinde bu örf çok önemli bir rol oynuyordu. Bu kurumun bütün özgür erkek üyeleri yaşları kırkın üzerinde olan farklı kılanlardan ve onların müttefiklerinden oluşuyordu. Bu yaş sınırının daha sonra gevşetildiği Ebu Cehil’in 30 yaşında, Hakîm b. Hizam’ın da onbeş-yirmi yaşlarında bu kuruma dahil olmasından anlaşılmaktadır. Bu kurumun üyeleri, en azından teorik olarak eşit bir statüye sahipti. Görevlendirilenlerin veya izin verilenlerin dışında hiç kimse başkası üzerinde otoritesini gösteremezdi. Güç dağılımına rağmen, Haşim, Muttalip ve Abdulmuttalib oğullarının sosyal statüleri, kapasite ve yetenekleri, onlara bariz şekilde üstün bir pozisyon vermişti. Bunlar diğerlerini kendi görüşleri istikametinde yönlendirebiliyorlardı. Kusayy’dan sonra Mekke’de halkla ilgili konularda kendi kendine karar veren tek bir idareci (ruler), kral, ya da reis olmamıştır. Toplumsal işlere Mekke’nin ileri gelenlerinin oluşturdukları bir konsey tarafından karar veriliyordu. Mekke’nin ileri gelenleri Antik Yunan’daki kongre üyeleri gibiydi. Darü’n-Nedve de modern bir parlamento gibi değildi. Mekke’nin ileri gelenleri, hakkında karar verilmesi gerekecek kadar önemli bir konu olduğunda bir araya gelirdi. Bağlayıcı bir karara (a binding decision) ancak bütün üyelerin konsensüsü ile ulaşılabilirdi. Bir konuda herhangi bir anlaşmazlık baş gösterir, görüş ayrılığı meydana gelirse, üyeler oybirliğine ulaşmak için kendi aralarında müzakereler yaparlardı. Bununla Mekke’nin güvenliğini tehlikeye sokacak bir davranıştan kaçınmış olurlardı. Bu kişiler kendi görüşlerini açıklama, diğerleriyle uyuşup uyuşmama özgürlüğüne sahipti. Darü’n-Nedve, ailevi meseleleri çözmekle uğraşmazdı. Daha çok barış, savaş ve bütün olarak Mekkelilerin güvenliği gibi meselelerle ilgilenirlerdi.5

    İslam öncesi Mekke’nin bu şekilde yönetilmesinden dolayı Mekke’de o zamanlar “cumhuriyet eğilimleri” olduğu ileri sürülmektedir. Bu görüşü savunanlara göre Mekke, Medine, Taif ve çevresindeki yerleşim yerlerini taç giymiş bir kral yönetmemiştir. Mekke ve çevresindeki kabileler bile o zamanlar o kabilenin en yaşlısı olan ve adına “şeyh” denilen kimseler tarafından yönetilirdi. Fakat bu şeyhler, kabilenin ileri gelenlerinin oluşturduğu bir divanda karar vermek zorunda idi. Bu divan, ya da meclis seçilmiş olmamasına rağmen, kabilenin iradesini yansıtır ve şeyhin gücünü kontrol ederdi. Bu kabile meclisinin bir ferdi öldüğü zaman bu boşluğu doldurması muhtemel yaşından, kabileye etkisinden ya da kabileye hizmet etmesinden dolayı saygı gösterilen birisi onun yerine seçilirdi. Bu seçimin formal bir metodu yoktu.6

    İslam, İslam öncesi dönemde var olan şûrayı kabul etti, ama iştirakçilerin sosyal statüsü ve hısım akraba bağlantılarından çok dini bağlantı temellerini ve prensiplerini getirdi. İslam geldiğinde, kabile sistemini, bütün ümmetin konsensusunu yansıtacak bir şûra kurumu haline dönüştürdü. 7

    C. Bazı Tefsircilerin Şûrâ ile İlgili Görüşleri

    Şûrâ, İslam öncesi dönemde o kadar büyük bir öneme sahipti ki, Kur’anda Hz. Muhammed s.a.v.in yönetim ve devlet işleriyle alakalı konularda Müslümanlara danışması emredildi.8 Kur’an’ın ilk muhataplarının sahip oldukları bu prensibi değiştirmediği görülmektedir. Tam aksine şûrâ, insanların bir arada görüş alış-verişinde bulunduğu ve insanların mutluluklarına katkı sağlayan bir kurum olduğundan dolayı onu korumayı tercih etmiştir. Çünkü şûrada seçilen insanların ve onları seçen kişilerin görüşlerine önem verilmekte ve saygı gösterilmekte, bu da onların mutlu olmalarına, birbirlerini daha çok sevmelerine sebep olmaktadır.

    Kur’an-ı Kerim’de iki ayet-i kerimede müminlerin sosyal hayatlarında Şura’ya uymaları, meşveret etmeleri emredilmektedir. Bu şuranın nasıl ve kimlerle yapılacağına dair Kur’anda net bir açıklama yoktur. Bunun tafsilatını Hz. Muhammed (s.av.)’in ve ashabın tatbikatlarından öğreniyoruz.

    Kur’an’da Şura ile ilgili ilk ayet Al-i İmran suresinde zikrediliyor. Bu ayette Hz. Muhammed (s.a.v)’e hitap edilerek “O vakit Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için dua et; umuma ait işlerde onlarla istişare et.(onlara danış) Artık kararını verdiğin zaman da Allah’a tevekkül et. Çünkü Allah kendisine tevekkül edenleri sever.” buyrulmaktadır.9 Diğer ayet ise Şûrâ suresinde geçmekte ve “onların işleri aralarında şûrâ iledir” ifadesi kullanılmaktadır.10

    Bu ayetlerde şûrâ ile ilgili dört önemli hususa temas edilmektedir. Bunlardan birincisi şûrâda alınan karara uyulmaması durumunda bile insanlara sert değil; yumuşak davranmak, ikincisi istişâre sonucunda alınan kararlardan olumsuz bir sonuç çıksa bile yine de istişareden vazgeçmemek, üçüncüsü şûrânın sonucunda alınan karara uyma noktasında Allah’a tevekkül etmek, dördüncüsü de iş hususunda onlarla istişâre etmektir. Hz. Peygamber (s.a.v.) Uhud hadisesi için ashabıyla müşâvere etmiş, onlar Medine’den çıkma tarafına işaret etmişlerdi. Hz. Peygamber Medine’den çıkma taraftarı olmadığı halde yaptığı şûrâ sonucu onların görüşlerini benimsemişti. Uhud’daki mağlubiyetten sonra inen Al-i İmran suresindeki ayetlerde peygamberimiz (s.a.v.) mağlubiyete rağmen meşveret etmeye davet ediliyor. Her ne kadar okçular tepesindeki sahabilerin kendilerine verilen emri tutmaması gibi bir durum söz konusu olsa dahi, sonuçta şûrâya uyularak yapılan bir savaştan mağlub çıkılmıştır. Kur’an, bu mağlubiyetin şûrâyı engellememesini istiyor. Çünkü önemli olan ortak karar alınarak bir savaş yapılmasıdır. Sonucun olumsuz olması şûrâ yı ortadan kaldırıcı bir sebep değildir. Kaldı ki sonucu olumsuz kılan şey şûrâda alınan karar değil, bir grup müslümanın savaş gereği uyulması gereken emirlere uymamasıdır.

    Bu konuyla ilgili tefsirlerimizde birbirine benzer görüşler ve nakiller bulunmaktadır. Bu çalışmada yer alan tefsirlerimize bakılırken belli bir sistematik sıra takip edilmemiştir. Hem bazı ahkam tefsirlerine, hem Taberi gibi rivayet tefsirlerine, hem de Razi gibi dirayet tefsirlerine müracaat edilmiştir. Bu arada çağdaş tefsirlerden bazıları da incelenmiştir. Bunu bu şekilde yapmamızın sebebi, şûrâ konusunda yapılan çeşitli yorumları harmanlayabilmektir.

    Taberî’de nakledilen görüşlere göre, şûrâ düşmanla karşılaşıldığında, savaş hileleri hususunda olmalıdır. Şûrâ, insanların gönüllerini hoşnut etmek, Hz. Peygamber’in onları dinlediğini, onlardan yardım aldığını göstermek için Kur’an’da yer almaktadır.11 Taberî’ye göre, Hz. Peygamber vahyin yönlendirmesi altında olmasına rağmen, kendisinden sonra gelen insanlara örnek olması için şûrâ ile emredilmiştir.12 Kurtubî yöneticilerin din ve dünya konusunda bilmedikleri hususlarda din ve ilim adamlarıyla istişare etmeleri gerektiğini, istişare edenin pişman olmayacağını, kendi görüşünü beğenenin de dalalete düşeceğini dile getirmektedir.13 Kurtubî’nin bu sözlerinden, istişarenin toplumun her kesiminde yapılması gerektiği anlaşılmaktadır. Kurtubî meşveretin müminlerin gönüllerini hoş etmek, onların değerini yüceltmek, dinlerine bağlılıklarını artırmak için olduğunu bildirmektedir. Ona göre meşveretle görüşüne başvurulan kişilere “şefkatli bir yaklaşım” vardır. Meşveret, meşveret edilen kişilerin içlerinde eğer kin varsa onu ortadan kaldırmakta, gönüllerini hoşnut etmektedir. Hz. Muhammed’e (s.a.v.) verilen meşveret emri müşaverenin faziletini onlara öğretmek maksadını gütmektedir.14 Kurtubî’ye göre kendisiyle din hususunda istişare edilecek dindar bir alim, dünya işlerinde istişare edilecek kişinin de tecrübeli akıllı bir alim olması gerekir.15 Kurtubî’ye göre şûrâda farklı görüşler ortaya çıkabilir. İstişâre eden kişi bu farklı görüşlere bakar, Kur’an ve sünnete en uygun olanını alır. Sonra da Allah’a tevekkül ederek uygular.16 Burada Kurtubî bir insanın fert olarak da kendi işi için her hangi bir konuda görüşlerine güvendiği kişilerle istişare etmesinden bahsediyor.

    İbn-i Arabi ise Ahkâmu’l-Kur’an isimli tefsirinde müşaverenin bir iş hususunda bir kimseyle istişare etmek ve onda var olanı çıkarmak olduğunu beyan ettikten sonra, Asr-ı Saadette görülen meşveret örneklerinden bazılarını zikretmektedir. Hakkında kesin hüküm bulunan hususlarda istişare edilemeyeceğini bildiren İbn-i Arabi, Peygamberimizin (s.a.v.) Bedir’de ashabıyla istişare ettiği, Hubab b.Münzir’in teklifi üzerine Bedir Kuyuları’nın başında konaklamayı kabul ettiğini, diğer taraftan Bedir’deki esirler konusunda da yine ashabıyla meşveret ettiğini bildirmektedir. Ashabın da ahkam konusunda istişare etmediklerini dile getiren İbn-i Arabi’ye göre, ashabın ilk istişare ettiği husus hilafet konusu olmuş, Hz. Ebu Bekir, irtidad edenlerle ilgili istişare etmiş ve bunun sonucunda onlarla savaşmaya karar vermiştir. Dedenin miras hakkı, içki içenlere verilen had cezası gibi konular da ashabın istişare yaptığı konulardır. İbn-i Arabi meşveret konusunda şu görüşü de nakletmektedir: “İş hususunda kavmimle istişare ettiğimde, asla hata etmedim. Onların uygun gördüklerini yaptım. Eğer doğru yaptıysam, onlar da doğru yapmışlardır. Yanlış yapmışsam, onlar da yanlış yapmışlardır.”17

    İbn-i Kesîr’e göre Hz. Muhammed (s.a.v.) bir durum ortaya çıktığında kalblerini hoşnut etmek ve yaptıkları iş kendilerine güzel gelsin diye ashabıyla istişâre ederdi. Bedir Savaşı’nda onlarla istişâre ettiğinde, ashabı ona, bunun vahiy olup olmadığını sorma ihtiyacı hissetmişlerdi. Aynı şekilde Uhud Savaşı’nda da onlarla istişare etmişti. Ekseriyet düşmanı şehrin dışında karşılamayı uygun görünce Medine’nin dışına çıkılmıştı. Onun Hendek Savaşı’nda ve Hudeybiye Sulhu’nda da ashabıyla istişare ettiği görülmektedir.18

    Zemahşerî, hakkında vahiy olmayan savaş gibi durumlarda, onların görüşlerini ortaya çıkarmak, gönüllerini hoşnut etmek ve şereflerini yüceltmek için istişare emrinin verildiğini bildirmektedir. Zemahşeri’nin naklettiği bir görüşe göre, Allah Hz. Muhammed’in istişareye ihtiyacı olmadığını biliyordu, ancak kendisinden sonrakilere tutulacak bir sünnet, bir yol olması için istişâreyi emretti. Yine Zemahşeri’nin naklettiği bir başka görüşe göre ise, Arapların ileri gelenleri bir konu hakkında istişâre etmedikleri zaman onun gereğini yapmak onlara zor gelirdi. Bu yüzden Peygamberimiz (s.a.v.) emirlere uymak zor gelmesin diye onlarla istişare etmiştir.19 Burada Zemahşerî’nin şûrânın önemli bir hikmetine temas ettiği görülmektedir. Buna göre insanlar karar verme sürecine katıldıkları bir hükmü, bir kuralı daha kolay uygulayabilmektedirler. Bu da toplumun ahenkli işleyişini sağlayıcı bir husustur.

    Razi, bu ayetlerin tefsirinde meşveretin emredilmesindeki faydalar üzerinde duruyor. Ona göre müşâvere, meşveret edilen kişilere değer verildiğini gösterir, bu da sevgiye sebep olur. Hz. Peygamber (s.a.v.) ashabıyla meşveret yapmamış olsaydı, bu onları küçümseme anlamına gelirdi. Ona göre Hz. Muhammed (s.a.v.) insanların en mükemmeli ise de insanların bilgileri sonsuzdur. Bilhassa dünyevi konularda Hz. Peygamber’in aklına gelmeyen bir hususun, başka bir insanın aklına gelmesi uzak bir ihtimal değildir. Nitekim Hz. Muhammed ashabına, “siz dünya işlerini benden daha iyi bilirsiniz” buyurmuştur. Razi, ayrıca bu müşavere emrinin, diğer insanları bu yoldan gitmeye teşvik etme amacını güttüğünü bildirir. Ona göre sadece savaş hususunda değil, kendisine vahiy gelmediği hususlarda da içtihad etmek, bunu sağlamak için de istişare etmekle mükellef kılınmıştır.20

    Buraya kadar naklettiğimiz tefsircilerimizin görüşlerinde ortak noktanın, şûrânın amacının kişilere değer vermek ve insanlar arasında sevgiyi oluşturmak olduğu görülmektedir. Zaten değer vermekle sevgi oluşturmak arasında da yakın bir ilişki vardır. İnsanlar genellikle sevdiği insanlara değer verirler, değer verdikleri insanları da severler. Bir insanın önemli bir konuda görüşüne başvurulması, herkesin farklı fikirlere sahip olabileceğini, herkesin fikirlerinin değerli olduğunu kabul etmek demektir. Bu da kendisine fikri sorulan kişilerde olumlu bir duygunun oluşmasına, kişilerin şahsiyet kazanmasına katkıda bulunur. Bu yüzden şûrânın toplu halde yaşamaktan başka çaresi olmayan insanların21 fıtratlarına uygun bir yönetim şekli olduğu söylenebilir.

    Çağdaş müfessirlerden Seyyid Kutub, Cenab-ı Allah’ın Hz. Muhammed’e (s.a.v.) savaşın olumsuz neticesine rağmen Müslümanlarla meşveret etmesini emrettiğine dikkat çekiyor. Ona göre şûrâ, temel bir prensiptir ve İslam nizamı bu sistemin dışında kurulamaz. Ona göre Şûrâ’nın ayetlerde belirlenmiş bir şekli yoktur ve ümmetin durumuna, şartlarına göre geliştirilmeye müsaittir. Her şekil ve her vesile ile yapılan şûrâ, İslâm’a uygundur. Ona göre Hz. Muhammed (s.a.v.) Uhud Savaşı’nda istişâreye uyarak düşmanı şehir dışında karşıladıklarında uğrayacakları hezimeti bildiği halde, bu prensibin ümmete öğretilmesi daha önemli olduğu için istişâreye uymuştur. Nitekim Kutub’a göre, Müslümanlar Uhud Savaşı’nda yaptıkları hatayı anladılar ve Hendek Savaşı’nda şehri içerden savunmaya karar verdiler. Böylece ümmet hatalarından ders almasını öğrenmiş oldu.22

    Abduh ise, şûrânın savaşta, barışta, korku ve güven ortamında ve bunların dışında dünyevi maslahatlar hususunda ümmetin yönetim şekli olduğunu ifade ediyor. Ona göre hezimete rağmen Allahu Tealâ , Hz. Muhammed’e şuraya devam etmeyi emretmiştir. Çünkü bir tek kişinin vereceği hüküm doğru, meşveretten çıkan sonuç hatalı bile olsa, ümmetin meşveret konusundaki eğitimi daha hayırlıdır. Ona göre cumhur, çoğunlukla ferde göre hatadan daha uzaktır. Gerçek tehlike ümmetin işini tek bir kişiye havale etmesidir. Abduh’a göre bir kimsenin istişare etmesi kolay olmaz, kendisine danışılanların çok olması durumunda tartışmalar da çok olur, farklı görüşler ortaya çıkar. Bu zorluktan dolayı Allah Peygamberine bu ümmetin tuttuğu bir yol olması için meşveretin pratiğini yapmasını emretmiştir. Bu yüzden Hz. Muhammed (s.a.v.) ashabıyla lutufla istişâre eder, onların her görüşünü dinler, kendi görüşünden dönüp onların görüşlerini kabul ederdi.23 Reşid Rıza’ya göre ise Cenab-ı Hak, şûrâ’nın şeklini, prensiplerini belirlememiş, bunu ümmete bırakmıştır.24

    Abdullah el Cerani de, şûrânın görüş ve idare diktatörlüğünü kaldırdığını, kendi kendini idare etme hususunda topluma tabii hakkını tanıdığını bildirmekte, şûrânın düzen ve nizamının ise serbest bırakıldığını ifade etmektedir. Ona göre insanın durum ve ihtiyaçları değişmekte, hayat unsurları geliştikçe insan da gelişmektedir.25

    Fazlurrahman, demokrasinin değeri hususunda İslam dünyasında hala eleştiriler yapıldığını söyleyerek, bunun da temelini Batı’daki demokrasinin teşkil ettiğini bildirmektedir. Birçok Müslüman’ın iddiasına göre, Batı demokrasisi halkın iradesine dayanır. Halkın oy verme davranışını belirleyen düşünceler ise sığdır, bencil ve maddiyatçıdır. Ona göre Müslüman itirazcılar, demokrasiyi reddetmekte hatalıdırlar. Batı demokratik formlarında, Kur’an açısından zararlı ya da kötü bir şey yoktur; dahası bunlar övgüye layıktır. Müslümanların yapmaları gereken şey, ümmetin ferdi ve toplumsal hayatına ahlaki bir öz kazandırmaktır. Zira büyük dinler arasında sadece İslam bilinçli olarak evrensel İslam temeline dayanan bir toplum inşa etmiştir.

    Fazlur Rahman, İslam toplumu ve yönetim hususundaki eşitlikçi görüşüyle Kur’ân’ın, Müslümanların işlerini ve meselelerini eşit bir mevkide, karşılıklı istişâre ile halletmeleri gerektiğini vurgulayarak, bu istişarenin, siyâsî, dinî, toplumsal ve ekonomik bütün alanlar için geçerli olduğunu bildirmektedir. Ona göre Kur’ân’ın bu açık “şûra” emri, hiçbir zaman kurumsallaşmamıştır. Fazlur Rahman, Kur’ân’ın “şûrâ”sının sünnî siyaset kuramcıları tarafından tahrif edildiğini, bunu “yöneticinin bizzat kendisinin danışmaya uygun gördüğü kişilere danışması”na dönüştürdüğünü iddia etmektedir. Şiilikte de, şûrâ-demokrasi diye bir şeyin zaten olmadığına işaret etmektedir.26 Fazlur Rahman’ın bu eleştirisine ihtiyatlı yaklaşılması gerekmektedir. Çünkü Kur’an-ı Kerim şûrâ prensibini vaz’ ederken, herhangi bir usul ve tarz önermiyor. Bu yüzden bir idarecinin kendi seçtiği kişilere danışmasını Kur’ân’ın şûrâ ayetini tahrif diye yorumlamak, Kur’an’ın mutlak bıraktığı bir konuyu kendi zihnimizdeki doğrulara göre değerlendirmek demektir. Bu da Kur’an ifadesinin anlam alanının daraltılması anlamına gelmektedir.

    Süleyman Ateş, Kur’an’ın şûrâ emriyle cumhuriyet (çoğulculuk) sistemini getirmiş olabileceğini, peygamberimizin vefatından sonra sahabelerin dünyevi konularda olduğu gibi, dini konularda da istişare ederek kitap ve sünnetten hüküm çıkardıklarını bildirerek, bunun “parlamenter anlamda yasa yapmak anlamına geleceğini” dile getirmektedir.27

    D. Şûrâ ve Demokrasi ile İlgili Bazı Çağdaş Yazarların Görüşleri

    Demokrasinin doğum yeri eski Yunanistan, daha doğrusu, Yunan-Site devletlerinin kültürel bakımdan en ileri olanı Atina’dır. “Demokrasi” deyimi, eski Yunancada, “halk yönetimi” anlamına gelen Demokratia kelimesinden gelmektedir. Ancak demokrasinin bütün tarihi gelişimleri içine alan bir tarifinin yapılması mümkün değildir. Bazılarına göre bir hükümet şekli, kimilerine göre de bir sosyal hayat tarzıdır. Tarih boyunca zaman ve mekana göre demokrasinin de anlamı değişikliğe uğramıştır. Yöneten sınıfın üyelerine göre demokrasi olan bir yönetim, yönetilen fakirlere göre savunulamaz bir oligarşidir. Demokrasi hayatın her alanı ile ilgilidir. Her alan ile ilgili problemler, demokrasinin evrensel bir tarifinin yapılmasını engellemektedir. Yunan Site Devletleri küçük olduklarından, kurultaylarda toplanan halk demokratik hükümeti doğrudan doğruya yönetebilmekteydi. Parlamentolar, kabineler, ya da sürekli devlet memurları yoktu. Tartışmalara katılmanın ve kamu işlerini yürütmenin her yurttaşın hakkı ve görevi olduğuna Atinalılar inanmaktaydı. Ancak kadınlar ve köleler yurttaş sayılmazdı. Atina demokrasisinin yetiştirdiği en büyük konuşmacı olan Perikles’e göre, demokrasi, yönetimin azınlığın değil çoğunluğun elinde olmasıdır. Demokraside kanun önünde eşitlik ilkesi vardır. Herkes özgürdür. Yasalara bağlılık vardır.28 Atina’da tatbik edilen bu doğrudan demokrasi uygulaması, devletler büyüdükçe imkansız hale gelmiş ve temsîlî demokrasiye geçilmiştir. Örneğin İngiltere’nin temsîlî demokrasiye geçmesi, 17’inci yüzyılda gerçekleşmiştir. Modern demokrasinin kökleri bu ilk demokrasi uygulamalarına dayanmaktadır. Modern demokrasi anayasa, seçim, oy verme hakkı, fikir açıklama hürriyeti, kanun önünde eşitlik, çoğunluk yönetimi, azınlık hakları gibi unsurları içinde barındırmaktadır.29

    Burada şöyle bir sorunun cevabı aranmalıdır: Demokrasi ile şûrâ aynı mıdır? Aralarında ne gibi farklar vardır? Bu konu özellikle son bir asırdır tartışılan bir konudur. Çeşitli zamanlarda yazılan makaleler bu konuyu ele almışlar. Biz bu bölümde bu farklı görüşleri yansıtan yazarların görüşlerini nakledip değerlendireceğiz.

    Dr. Abdülhasi Ebu Talip, “ed-Demokratiyye ve ve’ş- Şûrâ” isimli çalışmasında, demokrasi ile şûrânın farklı ve benzer yönlerini ele almaktadır. Ona göre her ikisi de, yöneticilerin istibdadına ve yönetimin diktatörlüğüne karşıdır. Kurulu sisteme karşı ihtilal yapmayı, fitne çıkarmayı kabul etmezler. İdare edenlerle edilenler her ikisinde de idare etmenin sorumluğunu paylaşırlar. Şurada idareciler ülkeyi yönetmede ve hükümleri uygulamada raiyetle meşvereti gerekli kılmaktadır. Demokrasilerde de halk ile yöneticiler arasındaki ilişki, hürriyet esasına ve hakları korumaya dayanıyor. Bunun için de halkın bir şekilde yönetime ortak olması sağlanıyor.30 Yazar, demokrasi ve şûrânın farklılarını da şu şekilde dile getiriyor:

    Şûrâ bütün insanlık için ilahi bir düzenlemedir. Temelini vahiyden alır. Hedefini de insanı özgürleştirmek, toplumun maslahatlarını korumak, güven içinde ve mutlu bir şekilde yaşamaları için işlerini düzenlemek olarak belirlemektedir. Şura aynı zamanda İslami bir terbiyedir. Demokrasi eğimi ise laik bir eğitimdir. Diğer taraftan şurada idare eden ile edilen arasında sürekli bir ahlaki ilişki vardır. Demokrasilerde ise yönetici ile yönetilenler arasında geçici bir uygunluk ilişkisi vardır. Hatta idarecilerin, ferdin siyasi iradesini ve özgürlüğünü baskı altına alan özel yetkileri de vardır. İslam ise Müslüman’ı İslami kültürle doldurmaktadır. Yöneticilerin yönetimi Allah’ın belirlediği sınırlarla mukayyettir. Raiyyetin hukuku da bellidir. Bütün Müslümanlar böyle bir terbiyede eşittirler. Şura fert ve toplumun gizli ve açık bir şekilde uyduğu İslami değerlerle belirlenmiş dini ve dünyevi sorumlulukları belirleyen İslami tavrın bir bölümüdür. Şura da Cenab-ı Hakk’ın diğer emirleri gibi bir emirdir, şuraya uymak ibadettir. Toplumun iyi işlemesi için halkın ve idarecilerin yardımlaşmasıdır. Bu sistemde din ile dünya birbirinden ayrı değildir. Batı’da demokrasi, kilisenin baskısından kurtulmak için din ile devleti, toplumsal hayat ile bireysel ahlaki hayatı birbirinden ayırmıştır. Şurada ise bunların hepsi, toplumun ve ailenin sorumluluğu ne olursa olsun uyması gereken mükellefiyetlerdir. Çünkü her insan, dünyada Allah’ın halifesidir. Bu halifenin emanetini yerine getirebilmesi için maddi ve manevi kalkınmayı, gelişmeyi gerçekleştirmesi gerekir. Ayrıca İslam’da yönetim bir ayrıcalık değildir, bir mesuliyettir. İdareci çobandır ve idare edilenlerden farklı bir konumda değildir.

    Demokrasi ise beşeri bir sistemdir, bir medeniyet deneyimidir. Demokrasinin toplumdan topluma, çağdan çağa değişen felsefi temelleri vardır. Zamanla değişikliğe uğramaktadır. Şura ise sabittir, ilkeleri ve temelleri değişmez. Ayrıntıları toplumun değişim kanununa uymaktadır.31

    Ebu Talib’e göre, iki sistemin de halkın yönetime katılımında farklılık vardır. Liberal demokrasilerde halk görüşlerini seçtiği temsilciler vasıtasıyla dile getirmektedir. Ancak gelecek seçimlere kadar onları kontrol edemiyor. Bu sistemde bir parti başkanının diktatörlüğüne kılıf geçirilebiliyor. İslam’da da farklı partiler olabilir. Fakat Kur’an ve İslam’a bağlılık şarttır. Temel konularda ihtilaf olmamalıdır.32

    Ebu Talib’e göre demokraside bireysel hürriyeti kanun belirler. O hürriyet de başkasının hürriyetine dokunmamaktır. Yani fert, başkasının hürriyetine dokunmadığı sürece istediği gibi davranır, istediğini yapar. İslam’da ise hürriyet, ilkeler ve değerlerle sınırlıdır. İslam’ın esasları artırılıp eksiltilemez. Sapık gruplara uyamaz. İslam’ın temellerinden birisini inkar edemez. Sefahet ve ahlaksızlığa davet edemez. Toplumu sapıklar kulübü haline getiremez. İslam’da hürriyet, “dinde zorlama yoktur” hükmüyle belirlenir. Ama inanç hürriyeti irtidadı, mürafıklığı ve fasıklığı gerektirmez. Hiçbir insan bir işte çalışmaya zorlanamaz. Devlet fert için eşitlik ve adaleti garanti eder. Toplum hesabına ferde zulmedilmez. Suç sabit olmadan ceza verilmez. Sadece şüphe ile had uygulanmaz. Delil olmadan kimse kimseyi suçlayamaz.33

    İslam’da insan hürriyeti daha geniştir. Batı demokrasilerinde hürriyetin inançla bir ilgisi yoktur. İslam’da hürriyet sadece Allah’ın emir ve yasakları ile sınırlıdır.34

    Dr. Seyyid Salahuddin Ahmed, “The dynamics of İslam’s political system” başlıklı makalesinde, İslam devletinin en önemli özelliklerinden birisinin de şura olduğunu dile getirmektedir. Ona göre bunun anlamı, hükümet işleriyle bütün halkın ilgilenmesidir. Bu sistemin en büyük avantajlarından birisi, halk direkt ya da dolayı olarak bir konsensüs oluşturmuşsa, hükümetin doğru çözüme ulaşabilmesidir. Bu yüzden sistem demokratik olmaktadır. Şura emri yöneticiyi diktatör olmaktan korur. Demokratik ruhu korumak için şuranın bütün korkulardan, hırslardan muhafaza edilmesi gerekir. Tehdit ve baskı altında yapılan bir şura gerçek bir şura değildir.35

    Fathi Osman ise, “Shura and Democracy” isimli Arabia’da yayımlanan makalesinde, İslam dünyasında tartışmanın İslam’ın şura prensibi ile demokrasi arasındaki ilişkisi hakkında olduğunu dile getirmektedir. Ona göre İslamcı grubun demokrasiye mesafeli davranması, Batı’da demokrasinin sekülerizm ile bağlantılı gözükmesinden kaynaklanıyor. Bu bakış açından dolayı onlara şura ile demokrasi bir birine zıt gözüküyor. Karışıklık, şuranın İslam şeriatına, demokrasinin halkın isteklerine dayanmasından kaynaklanmaktadır. Halbuki bu ne şeriatta inanların görüşlerine yer olmadığı anlamına geliyor, ne de demokrasilerde görüşlere bir sınırlama getirilmeyeceği anlamına geliyor. Demokrasinin kendine özgü terimleri, boyutları olduğunu kimse tartışmıyor. Ancak, demokrasinin kendine özgrü boyutları olması, demokratik hükümetin ateist ya da seküler olmasını zaruri kılmıyor. Eğer bir ülkede insanların, halkın çoğu Müslüman olursa, onların demokrasiyi uygulamaları, vahyedilen ilahi hükümleri çiğnemeden içtihad ile olabilir. Ona göre burada demokratik bir hükümette Müslümanlar ile gayri Müslimlerin eşit olması bir problem olarak düşünülebilir. Fakat, bütün İslami prensipler nazara alındığında böyle bir problemin olmadığı anlaşılacaktır. Çünkü insanlar hukuk önünde eşittirler. İslam devletinde zımni askerlik yapmadığı için cizye öder. Askerlik yapan ve vatan savunmasına katılan gayr-i Müslimlerden cizye de alınmaz. İslam ordusu ile savaşa katılan gayr-i Müslimlerden cizye alınmamıştır.

    Fathi Osman’a göre hem şura hem de demokrasinin gelişmeye uygun prensipleri vardır. Batı demokrasisini, milliyetçilik ve sekülerizm gibi fikirlerle ilişkisi var diyerek bütünüyle kabul edilebilir ya da reddedilebilir olduğunu düşünmek yanlıştır. Diğer taraftan Halifelerin tarihe deneyimlerini şuranın tek uygulaması olarak kabul etmek de aynı şekilde yanlış olur.36

    Muhammad Şafiq de, Batı’nın parlamento kavramının aksine şura meclisinin bir hükmetme organı olmadığını ileri sürmektedir. Ona göre şura meclisi şeriatın ruhunu anlamak ve hükümete uygulamalarda yol göstermek için kurulur. Onun, Kur’an ve sünnetin ruhuna aykırı kanun yapma ve kanunları değiştirme yetkisi yoktur. Kanunlar, ancak açıkça ifade edilmemiş konularda şeriatın ışığı altında ictihad yoluyla yapılabilir. Ona göre şurada özgürlük vardır. Hiçbir kimse şura üyelerine kendi fikirlerini takip etmeleri hususunda baskı yapamaz. Şurada herkese, kendi fikirlerini hiçbir baskı altında kalmadan açıklama özgürlüğü tanınır. Hz.. Muhammed (s.a.v.) bu özgürlüğü istişare ettiği kimselere tanımıştır. Uhud Savaşı hakkında Hz. Muhammed’in görüşü ashabının görüşünden farklıydı. O şehri, içeriden müdafaa etmek istiyordu. Ancak ashabın çoğunluğu gençti ve düşmanla dışarıda karşılaşmak istediler. Hz. Peygamber onlara uydu. Yani ekseriyetin görüşüne tabi oldu.37 Shafiq Muhammad’e göre şura üyeleri genel bir seçimle belirlenebilir, yönetici de bunlar arasından seçilebilir. Yönetici de kendi bakanlarını oluşturabilir.38 Yazar, çok partili sistemin tek partili sisteme göre daha iyi olduğunu savunarak, ancak çok parti sisteminin de bozuk olduğunu ileri sürmektedir. Ona göre İslam’da hükümet sistemi partisiz bir sistemdir. (The islamic goverment be based on a non-party system). Ancak yazar, İslam’da parti sisteminin kesinlikle yasak olduğunu söylemenin de mümkün olmadığını ifade etmektedir.39 Yazara göre İslam’da bir iktidar, bir de muhalefet partisi yoktur. Ona göre yönetici, tek bir grubun ya da partinin temsilcisi değildir. Bütün şura organının temsilcisidir. Mevdudi’nin görüşleri istikametinde genel seçim yapılabilir, hükümet partisiz bir sisteme oturur.40

    Dr. Mustafa Kemal Vasfi de, İslam’ın uygulanması için İslami bir çevrenin var olması gerektiğini savunmaktadır. Ona göre, İslami bir çevre olmadığı zaman, İslam nizamının uygulanması mümkün değildir. Yazar, modern demokratik çevrenin İslam’a ve şuraya uygun olmadığını vurgulayarak, şuranın demokrasiye ulaşmak için bir araç olmayacağına dikkat çekmektedir. Ona göre demokratik sistemde yönetimin kaynağı halktır. Bu yüzden kanun yapmak da halkın elindedir. Modern demokrasinin hakikatte değil, görünüşte bir demokrasi olduğunu iddia eden yazar, ferdin bu sistemde gerçek anlamda yönetimde söz sahibi olmadığını dile getirmektedir. Ona göre demokratik sistemde fert, sadece bir komisyonda, bir heyette görev yapar. Karar verme aşamalarında birlikte olduğu grupla beraber hareket etmek zorunda kalmaktadır. Bunun dışında bir fert olarak, ancak oyunu vermek suretiyle fikrini açıklayabiliyor. Bu da halkın hakkının suri olduğunu gösteriyor. Ne kadar kaçınırsak kaçınalım realite budur. Heyetler, komisyonlar bağlı bulunulan şahsın ya da grubun nüfuzu altındadır. Onun dışında hareket edemez. Demokratik ülkelerde siyasal partiler halkın görüşlerinin uygulanması için tek araçtır. Ancak bu partiler de şahısların, bir elin parmakları kadar insanların kontrolü altındadır. Bunlar da partinin koymuş olduğu sınırların dışına çıkamaz. Bunun dışındaki mevzuları konuşamazlar. Bu sebeple onların reyleri de parti idaresinin tasarrufuna göredir. Aynı şekilde genel seçimlerde seçmenler taraftar oldukları bir siyasi partiye oylarını veriyorlar, onların oyları oy verdikleri grubun mülkü oluyor.41

    Şura ile demokrasi konusunda Ezher şeyhlerinden Mahmut Şeltut da şunları söylemektedir:

    K. Kerim fert ve toplum olarak bütün Müslümanlara mükellefiyetler yüklemektedir. Ancak bir toplum doğrudan doğruya kendisini yönetemez. Bu yüzden kendisine vekalet edecek kişileri seçme hakkı vardır. Ona göre bu seçim rıza ile olmalı, umumi maslahata uygun olmalı ve seçilenler de toplumun murakabesi altında olmalıdır. Çünkü seçilenler, seçenlerin vekilidir. İşte bu şekilde seçilmeye de biat ismi verilmektedir. Elbette ki bütün bunların kitap, sünnet ve müminlerin maslahatlarına uygun olmalıdır. Bu yüzden hem toplum işlerini, hem de idarecileri murakabe etmesi halkın hakkıdır. İdareci, halkın seçtiği kişilerle hakkında nas olmayan konularda istişare eder. Bunlar ehl-i icmadır. Bir konu üzerinde ittifaklı hüccettir. Maslahat devam ettiği sürece uyulması gerekir. Maslahat değişirse konu tekrar görüşülür, gerekirse değiştirilir. İşte ümmetin seçtiği kişilerin görüşlerini bilmek ve onların gösterdiği yoldan yürümek İslam devletinin temellerinden birisidir. Buna şura denmektedir. Bugün insanlar bunu “demokratik” olarak bilmektedirler. Nitekim ilk Müslümanlar şura ilkesini tatbik ettiler ve aralarında demokrasi hükümferma oldu.42

    Sonuç

    Şûrâ ile demokrasi isim olarak birbirinden farklı olsalar bile anlam olarak ortak yönleri olan iki kavramdır. Abdu’l-Hadi Ebu Talib’in ifade ettiği gibi, her iki kavram da, diktatörlüğe karşı olmakta, sisteme karşı ayaklanmayı kabul etmemekte, idare edenlerle edilenlerin yönetim sorumluğunu paylaşmada, sistem için bir anayasa belirlemede ittifak etmektedirler.43 Kur’an-ı Kerim’in şûrâyı emretmesi, fakat sistemi net bir şekilde belirlememesi, Hz. Peygamberin ve dört halifenin de değişik şûrâ tatbikatları, bunun tarzının insanlığın terakkisi ile birlikte gelişebileceğini göstermektedir. Kur’an’ın böyle bir üslup kullanması İslam’ın insan aklına verdiği değeri yansıtmaktadır. O halde yaşanılan ülkenin yönetim biçimine göre şûrâyı yorumlamak yerine, objektif kriterleri belirlemek gerekir. Kur’an’ın özünde özgürlük, inanç hürriyeti, kanun önünde eşitlik, danışma vardır. Demokrasi de bunları savunmaktadır. Demokrasinin bugün Batı’da kullanılan bir kavram olması, milliyetçilik ya da sekülerizm ile bağlantılı görünmesi ona düşman olmayı gerektirecek bir husus değildir. İslam dünyasının gelişmesi istibdattan kurtulup özgür bir ortama kavuşmasıyla mümkün olacaktır. Adı ister şûrâ, ister demokrasi olsun, önemli olan bunun danışmaya dayanması ve burada alınan kararlarda özgür olmasıdır. Devletlerin imkanlarını ellerinde bulunduranların, demokrasi İslam’a uygun değildir şeklinde yorumlar yaptırması, kendi saltanatlarını, istibdatlarını devam ettirmek gayesine matuftur. Demokrasinin de bir danışma sistemi getirdiğinden dolayı Kur’an’daki “şûrâ” prensibine aykırı olduğunu söylemek mümkün değildir.

    Öz

    Kur’an’da iki ayet şûrâyı emretmektedir. Ancak Kur’an ve Hz. Muhammed (s.a.v.)’in tatbikatları da şûrâya bir çerçeve çizmez. Kur’an’ın şûrânın sınırlarını belirlemesi, Hz. Peygamber ve dört halife dönemindeki farklı uygulamalar; şûrânın özü aynı kalmak şartıyla zamanla değişebileceğini göstermektedir. Kur’an’da şûrânın şekli insanların akıllarına bırakılmıştır. Kur’an, şûrâ prensibini emretmekle diktatörlüğü ortadan kaldırmaktadır. Kur’an’ın özünde özgürlük, eşitlik ve danışma vardır. Demokrasi de bu değerleri savunuyor. Demokrasinin Batı ülkelerinde yükselen bir değer olması ona farklı bir nazarla bakmayı gerektirmez. Demokrasideki seçim sistemi ile şûrâdaki biat sistemi arasında bir benzerlik vardır. Parlamenter sistemle şûrâ meclisinin birbirinden farklı olduğunu söylemek objektif düşünmeyle bağdaşmaz. Demokrasi de, şûrâ da yönetim için bir araçtır. İkisinin de diktatörlüğü reddetmesi önemli bir ortak paydadır. İsimlerin değişmesi, gerçeği değiştirmez. Şûrâ ile demokrasinin birbirine uymadığını iddia edenlerin görüşlerinin bilimsel dayanaktan yoksun olduğu ve bu görüşlerin diktatörlükle idare edilen ülkelerde ortaya çıktığı görülmektedir.

    Anahtar kelimeler: Şûrâ, demokrasi, eşitlik, özgürlük, parlamento, diktatörlük, seçim, oy verme hakkı, çoğunluk yönetimi, kanun, sevgi, teo-demokrasi

    Abstract

    Two verses in the Qur’an commands to obey shura but, Qur’an as well as Messenger Muhammad’s practises dont frame shura. Various shura practices of four calips indicates that shura can change by changing time on condition that it keeps essence.Form of shura has been leften minds in the Qur’an.Shura and dictotorship are opposite. Both shura and democracy accepts freedom, equality and consultation. Practices of democracy in the Western contries dosn’t requires to evaluate democrasy as a oposite to shura and İslam.Alsa there is smilarity betweer election system in democracy and acknnowledgind system in İslam. Both democracy and shura are means of administration. Also both democracy and shura rejects divctatorship. Changing names doesn’t change reality . The opinions about claiming that democracy doesn’t appropriate for shura isnt objective and hasn’t any any academic basis.

    Key words: Shura, democracy, equality, freedom, parliament, dictotorship, election, the right to vote, mojorty amninistration, law, love, theo-democracy

    Dipnotlar:

    1. İbn-i Manzur, Ebu’l-Fazl Cemalü’d-Din Muhammed b. Mukrim, Lisanü’l-Arab,Darü Beyrut, Beyrut, 1955, maddesi, IV,436-437. el Firuz Abâdî, el Kamusu’l-Muhit, Matbaatüssaâde, Mısır, 1913,maddesi, III, 65.

    2. Kurtubî, Ebu Muhammed b. Ahmed el-Ensarî, el Câmi liahkâmi’l-Kur’an, İhyaü’t-Türasi’l-Arabî, Beyrut, Tarihsiz, II, 249; El- Isfahanî, Ragıb, Mucemu Müfredati elfâzi’l-Kur’ân, Dârü’l-Fikr, Beyrut, tarihsiz, maddesi, s. 277. ; Ka Ka Khel, Muhammad Nazeer, “The coceptual and İnstitutional Development of Shura in Early İslam”, İslamic Studies, Pakistan, 1980, XIX, 272. Ayrıca meşveret kelimesi için bkz: el Hâirî, Muhamed Hüseyin el-A’lâ, Dâiretü’l-Maârif, maddesi, XIIV, 150-152.

    3. Bosworth, C.E, “Shura”, The Encyclopaedia of Islam, IX, Leıden, 1996, 504.

    4. El Hamdanî, Halid İsmail Nayef, “Şura”, ed-Dirasatü’l-İslamiyye, 2003, XXXVIII, 48-49.

    5. Mardını, Souran, “Fundamental Religio-Political Concepts in The Socurses of İslam, The Shura ın The İslamic Umma”, Hamdard İslamicus, Karachi, 1986, IX, 25;Ka Ka Khel, Muhammed Nazeer, “The Conceptual and Instıtutıonal Development of Shura ın Early Islam”, İslamic Studies, XIX, s.271-272

    6. Dacca, S.A.. Husaini, “The Shura”, Journal of the Pakistan Society, Karaçhi, 1965, III, 151-152. Her kabilenin şeyhi, ya da reisi vardı, buna Kabilenin seyyidi denirdi. Kabilenin fertleri arasında saygın bir yeri olan kişiler seyyid olabilirdi.Kabile nizamında bir özgürlük olduğu da ileri sürülmektedir. Kabilede seyyid ile birlikte “hükkam” ismi verilen, akıllı, isabetli görüşleri olan kişiler de bulunmaktaydı. Bkz.el İskenderî, Ahmed vd, el Mufassal fî Târihi’l-Edebi’l-Arabiyyi, Darü İhyai’l-Ulûm, Beyrut, 1994, s.16.

    7. Ka Ka Khel, Muhammed Nazeer, “The Conceptual and Instıtutıonal Development of Shura ın Early Islam”, İslamic Studies, XIX, s.272.

    8. Ka Ka Khel, Muhammed Nazeer, “The Conceptual and İnstitutional Development of Shura in Early İslam”, İslamic Studies, Pakistan, 1980, XXX.C., 273.

    9. Al-i İmran, 3/ 159.

    10. Şura, 42/ 38.

    11. Taberî, Ebu Cafer Muhammed b. Cerîr, Camiu’l-Beyan an-Te’vil-i Ayi’l-Kur’an, Dârü’l-Maarif, Mısır, Tarihsiz, VII, 344.

    12. Taberî, a.g.e. VII, 345.

    13. El- Kurtubî, Ebu Muhammed b. Ahmed el Ensarî, el-Câmi Liahkâmi’l-Kur’ân, Kahire, Matbaatü Daru’l-Kütübi’l-Mısriyye, Mısır, 1950, II, 250.

    14. Kurtubî, a.g.e., II, 250-251

    15. Kurtubî, a.g.e., II, 251.

    16. Kurtubî, a.g.e., II, 252.

    17. İbn-i Arabi, Ebu Bekir Muhammed b. Abdullah, Ahkâmu’l-Kur’an, Dâru’l-kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, Tarihsiz, I,390-391,IV, 91-92.

    18. İbnu Kesîr, Ebu’l-Fida’ İsmail, Tefsirü’l-Kur’âni’l-Azîm, Beyrut, 1987, I, 513-514.

    19. Ez- Zemahşeri, Ebu’l-Kasım Mahmud b. Ömer, Keşşaf, Beyrut, Dâru İhyai’t-Türasi’l-Arabî, 1997 I, 459. Ayrıca bkz. Beydavî, Nasiru’d-Din ebi Said Abdullah b. Ömer, Envârü’t-Tenzîl ve Esrârü’t-Te’vîl, Beyrut, Müessetü’ş-Sa’ban, (tsz.), Haşiyetü Şeyh Zâde kenarında, II, 84; Vehbe Zuhaylî, et-Tefsiru’l-Munîr, Dımaşk, Dâru’l-Fikr, 1998, IV, 140-141; es-Sâbûnî, Muhammed Ali, Saffetü’t-Tefâsir, Beyrut, Tsz, I,,240.

    20. Razî, Fahreddin, Tefsîrü’l-Kebîr, Akçağ Yayınları, Ankara, 1990, VII, 161. Ayrıca bu konuda bkz: Yazır, Elmalılı Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, Zehraveyn, Tarihsiz, II, 451; Zuhayli Vehbe, Et-Tefsîrü’l-Münir, IV, 140-141. Şura emrinin sevgi ile ilgili yorumu için bkz: Yargıcı, Atilla, Kur’an’ın Önerdiği İdeal İnsan Modelinin Oluşmasında Sevginin Rolü, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara, s. 133-137.

    21. Adler, Alfred, İnsanı Tanıma Sanatı, Çev: Kamuran Şipal, Say Yayınları, İstanbul, 1981, s.45.

    22. Kutub, Seyyid, Fî Zilâli’l-Kurân, Dârü’ş-Şurûk, Beyrut, 1992, I, 501-502.

    23. Rıza, M. Reşid, Tefsiru’l-Menâr, Dârü’l-Menar, Tarihsiz, Mısır, IV, 199-200.

    24. Rıza, M. Reşid, a.g.e, IV, 201.

    25. El-Ceranî, Abdullah,”İslam ve müşavere”, Diyanet Dergisi, Ankara, çev. N. Boyacılar, 1974, XIII/1, s.31-34.,

    26. Rahman, Fazlur, Allah’ın Elçisi ve Mesajı, s. 23-24.

    27. Ateş, Süleyman, Kur’an Ansiklopedisi, “şûrâ” maddesi, İstanbul, tarihsiz, C.10,s. 52.

    28. Ebenstein, William, Komünizm ve Demokrasi, Yayın Yeri Yok, Tarihsiz, s. 1-2; J. Laskı, Harold, “Democracy”, Encylopaedia OF the Social Scienses, The Macmillan Company, New York, 1957, V, 76.

    29. http://en wikipedia.org/ wiki/ democracy

    30. Ebu Talib, Abdu’l-Hadi, e’d-Demokratiyye ve’ş-Şûrâ, Amman, 1984, s. 31

    31. Ebu Talib, Abdu’l-Hadi, e’d-Demokratiyye ve’ş-Şûrâ, s.34.

    32. Ebu Talib, Abdu’l-Hadi, e’d-Demokratiyye ve’ş-Şûrâ, s.34.

    33. Ebu Talib, Abdu’l-Hadi, e’d-Demokratiyye ve’ş-Şûrâ, s. 36.

    34. Ebu Talib, Abdu’l-Hadi, e’d-Demokratiyye ve’ş-Şûrâ,. 36.

    35. Ahmed, Seyyid Salahuddin, The MWL(Muslim World Leaque) Jornal, June, 1982, Makkah,s.26.

    36.Osman, Fathi, Shura and democracy, Arabia, May, 1984, s.76-79.

    37. Safiq, Muhammad, “The role of shura inİslamic polity”, The Muslim World Leaque Journal, March, 1985, Makkah, s.20-211

    38. Safiq, Muhammad, The Muslim World Leaque Journal, s.38.

    39. Safiq, Muhammad, The Muslim World Leaque Journal, s.39.

    40. Safiq, Muhammad, The Muslim World Leaque Journal, s.39.

    41. Vasfi, Mustafa Kemal, eş-Şura fi’l-İslam, Mecelletü’l-Ezher, c.43,sayı, 8, s. 766-768.

    42. Şeltut, Mahmut, eş-Şura fii’l-İslam, Mecelletü’l-Ezher, Kahire, 1960, sayı 2, s.134-135.Şeltut, ilk Müslümanların uyguladıkları şuranın demokrasi olduğunu şu şekilde ifade etmektedir:

    43. Ebu Talib, Abdu’l-Hadi, e’d-Demokratiyye ve’ş-Şûrâ, Amman, 1984, s. 31