Köprü Anasayfa

Meşrutiyet'in 100. yılında Türkiye Demokrasisi

"Yaz 2008" 103. Sayı

  • Hareket Ordusu

    Movement Army

    Nazmi EROĞLU

    31 Mart Olayı ve Hareket Ordusu’nun Ortaya Çıkış Sebepleri

    Abdülhamid’in otuz üç sene süren iktidarının sonlarına doğru Jöntürkler’in kurduğu Osmanlı Hürriyet Cemiyeti Selânik ve çevresinde teşkilatlanmış ve bu yapının içinde birçok subay da yer almıştı. Daha sonra, Paris’te faaliyetini sürdüren ve liderliğini Ahmed Rıza’nın yürüttüğü gurupla bahsi geçen cemiyet, İttihat ve Terakki adı altında, Dr. Nazım’ın öncülüğü ve çalışmaları sonucu birleştirilmiştir (1907). Cemiyet bu tarihten sonra faaliyetlerini yoğunlaştırmış ve Abdülhamid Meşrutiyet’i yeniden ilân etmek zorunda kalmıştır. Cemiyet, böyle bir başarı sağlamasına rağmen yeterince donanımlı ve tecrübeli adamları bulunmadığından, iktidarı devralmadan ve bir noktada sorumluluk altına girmeden siyaseti denetlemek suretiyle faaliyetini sürdürmeye çalışmıştır. Bu konumlarını pekiştirmek ve Meşrutiyet’i korumak isteyen İttihatçılar, “Nigehban-ı Hürriyet” (Meşrutiyet’in/özgürlüğün bekçileri) unvanı verdikleri Avcı Taburları’nı Cemiyet adına Rumeli’den İstanbul’a getirmişler ve Taşkışla’da yerleştirmişlerdir. Bahsi geçen kuvvetler daha önce çetelere karşı çarpışarak tecrübe kazanmıştı. Ayrıca bunların İttihatçılara sadakatle bağlı ve “istibdada” da muhalif oldukları düşünülmekteydi. Ancak beklenenin aksine esas problem de bu taburlardan çıkmıştı. Nitekim 13 Nisan 1909’da tarihe “31 Mart Vakası” olarak geçen olayda (31 Mart 1325) Avcı Taburları isyan edince İstanbul’da Cemiyet’in varlığından söz etmenin mümkün olmadığı anlaşılacaktı.

    31 Mart Olayı kısaca şu şekilde gelişmiştir: Sabah erkenden Ayasofya çevresinden silah seslerinin işitilmesiyle dikkatler bu yönde yoğunlaşmış ve bunu duyan halk o tarafa doğru akın etmiştir. Daha sonra nümayişe dönüşen bu toplu hareketin içinde Avcı Taburları’na dâhil efradın önemli rolü olduğu ilk andan itibaren göze çarpmaktadır. Nitekim, Ayasofya ve Bayezid meydanları askerler tarafından işgal altında bulundurulmakta, burada sivil insanlar da yer almaktaydı. Olaya katılanlar adalet taleplerini “Şeriat isteriz” sloganıyla ifade etmekteydiler. Hamdi Çavuş ve onun rütbesinde bazı askerler tarafından idare edilen nümayişlere hoca kisveli bazı şahıslar da destek vermekte, bunların halkı tahrik ettikleri görülmekteydi. Olaylar çığırından çıkmadan evvel Mahmud Muhtar Paşa isyanı önlemek ve kalabalığı dağıtmak istemesine rağmen Harbiye Nazırı Rıza ve Sadrazam Hüseyin Hilmi paşaların emir verme yönündeki kararsızlık ve tereddütleri buna mani oldu. Bu cesaretsizlik olayları tırmandırmış ve Meclis’e gelmek isteyen ve isyancılar tarafından kendilerinden nefret edildiği anlaşılan Adliye Nazırı Nazım Paşa, Ahmed Rıza ve Lazkiye Mebusu Aslan Bey de Hüseyin Cahid’e benzetilerek öldürülmüşlerdir. Ayrıca, isyancılarda mektepli subaylara karşı oluşan soğukluk ve rekabet bazılarının hayatına mal olmuştur. Olayların bir şekilde önlenmesi ve sorumluların cezalandırılması gerekmekte idi. Fakat merkezde bulunan yetkililerle Abdülhamid’in olayları önleme yönündeki dirayetsizliği sebebiyle meydana gelen belirsizlik ve boşluğu giderecek askeri bir kuvvetin başka bir yerde, İttihat ve Terakki’nin güçlü olduğu bir bölgede teşekkül edeceği açıktı.

    İşlerin bu noktaya varmasının sebepleri konuya ilgi duyan yazarlar tarafından farklı şekilde yorumlanmaktadır. Bununla beraber olayın meydana gelmesinde başlıca sebepler şu şekilde ortaya konulabilir: Rumeli’den getirilen üç bin kişilik bu kuvvete mümtaz bir yer verilmesi kırk elli bin kişiyi bulan Hassa Ordusu’na –ki, meşrutiyete bağlı olduğu bilinir– mensup olanları gücendirmekteydi. Bunun yanında, Avcı Taburları baskı mekanizması olarak kullanılmakta ve İstanbul’daki birçok kurum bundan nasibini almaktaydı. Hukukun sınırları zorlanarak istimal edilen bu taburlardan yine hukukun sınırlarını ortadan kaldıracak bir hareketin çıkacağı tahmin edilebilirdi. Belki de “31 Mart” tarzında bir hareket beklenilmediği için bu tür bir yapılanma önemsenmiyordu.

    Ayrıca, görev dağılımında Harbiyeli subaylara öncülük tanınması olayların meydana gelmesinde önemli bir sebep teşkil etmekteydi. Nitekim alaylı subayların rolleri azaltılmış ve önemli oranda kadro dışı bırakılanlar olmuştu. Bu durum orduda kalmak isteyen erbaşların üzerinde olumsuz etki meydana getirmişti. Ancak meselenin kaynağı daha eskiye dayanıyordu. Meşrutiyet’ten önce devlet kadroları çeşitli gerekçelerle şişirildiğinden ve “haksız” yere terfiler dağıtıldığından bunların tasfiyesi ve liyakat esasına göre terfiler verilmesi ve görevlendirmeler yapılması gerekiyordu. Bunun için de “mektepliler” ön plana geçirilmeliydi. Bundan zarar görenler veya görecek olanlar, “her fesat mektepten çıkar” şeklinde askerler arasında propaganda yapıyorlardı. Böylece alaylı subayların kadro dışı edilmesi çok ciddi güven bunalımı meydana getirmiştir.

    Diğer bir husus, genellikle ayaklanan askerlerin arasına karışan bazı hoca kisveli şahısların olayları tahrik ettiğidir. Bunun yanında dinî değerlerin bu olaya alet edilmesinden bahsedilir ki, bütün bunların doğru olduğu anlaşılmaktadır. Yani, İttihatçıları etkisiz hale getirmek için bazı çevreler tarafından dinî kavramlar ve değerler kullanılmıştır. Nitekim his ve heyecanın kabardığı, baskı ve terörün hüküm ferma olduğu –gazetecilere baskı yapılması ve hatta öldürülmesi gibi– bir ortamda insan kitleleri kendini güvende hissedebilmek, yapılan işleri meşrulaştırmak için sarılacak bir değer ararlar. Olaylar tırmandıkça kitle psikolojisinin ve tarafgirliğin etkisiyle birçok gayrı hukukî ve gayrı meşru olay kendini gösterir. Ayrıca böyle bir ortamda, kültür ve eğitim düzeyi de düşük olan insanlardan mantıklı davranışlar beklemek zordur. 31 Mart olaylarında bütünüyle bu süreç yaşanmıştır.

    Bununla beraber, 31 Mart’ın bir irtica hareketi (vakıa-i irticaiye, hadise-i irticaiye) olduğuna dair düşünceler ileriye sürülmüş ve bu konuda yaygın bir inanç/anlayış husule gelmiştir. Ancak, önceleri Tanin ve Rumeli gazetelerinin yaydığı ve kabul ettirdiği, hatta resmîleştirdiği bu görüş, daha sonra adeta kesinleşmiştir. Hatta birçok belgede bahsi geçen olay hakkında irtica tabiri kullanıldığı görülmektedir (ZB, 414/66, Mayıs 1325, 12, 13. varak; MV, 128/25, 4 Haziran 1325/1909). Hâlbuki irtica hareketi, o dönemde mutlakıyet yönetimini geri getirmek amacı gütmeliydi ve “mürteciler” yalnız dört beş kişiye değil, hiç ayrım yapmadan bütün mebuslara karşı olmalıydılar. Taleplerini de Meclis’ten değil padişahtan istemeleri gerekirdi. Diğer taraftan, isyan içinde olan askerler Meclis’i talan etmiyor ve Yıldız’dan da bir beklenti içine girmiyorlardı. Ayaklanan askerlerin istediği; kabinenin düşmesi, bazı kişilerin mebusluktan istifa etmeleri ve nihayet kendilerinin affedilmeleri ve çıkarılan alaylı subayların yerlerine tayiniydi.

    Olayların gidişatından 31 Mart Vak’ası’nın bir irtica ayaklanmasından ziyade amacına ulaşamayan bir askeri darbe teşebbüsü olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim 1909 tarihli bazı belgelerde “ihtilal-i askeriye”ye iştirak edenlerden bahsedilmesi Emniyet-i Umumiye Müdüriyeti tarafından işin aslının anlaşıldığını göstermektedir (DH. EUM. THR, 92/28, Teşrinievvel-Teşrinisani 1325, 2, 4 ve 5. varak; ZB, 413/70; İrade Askeri, no. 14).1 Yani alt rütbedeki askerler, tutumlarını beğenmedikleri üst rütbedeki subayların ve onlarla ilişkisi olan hükümetin, özellikle hükümette ve parlamentoda görevli bazı vekillerin tasfiyesi için kaba bir şekilde siyasete el koymuşlar ve başkentte anarşi/terör havası estirmişlerdir. Ayrıca bu olaylara halkın önemli bir kesiminin de destek verdiği bilinmektedir. Ve bu teşebbüsleri/isyanları, yine ordunun içinden ve üst yönetimi temsil eden diğer bir gurup (İttihatçı ağırlıklı) tarafından önlenmiştir/bastırılmıştır. İttihat ve Terakki Cemiyeti ise bu vesile ile başta Abdülhamid olmak üzere muhaliflerini tasfiye etme imkânına kavuşmuştur.

    İttihatçıların hukuku zorlayarak siyaseti yönlendirmelerinin böyle bir isyanın doğmasında etkili olduğu açıktır. Nihayet, Meşrutiyet inkılâbına vücut veren “Cemiyet-i İttihadiyye”, –çoğunluk itibariyle– belli bir düzeyin üzerine çıkmış siyasetçilerin ve fikir adamlarının hizmet ettiği bir cemiyet değildi. Bu cemiyet, Bulgaristan sınırında küçük rütbeli subaylar ve müfrezeler içinde örgütlenmişti. Dolayısıyla cemiyetin ilk yöneticileri küçük rütbeli subaylardan müteşekkildi. Daha sonra gelenler, mürşitlik ve müritlik mantığıyla, rütbesi ne olursa olsun bu ekibe tâbi olmak durumunda idi. Bu tür örgütlenmeler ise askeri düzene aykırı düşmekteydi. Rütbelere bakılmaksızın subaylar birbirleriyle senli-benli olmaktaydılar. Bu durum Meşrutiyet’in ilânıyla kışlalara kadar yaygınlık kazandı. “Bu hal Mehmetlerin gözünden kaçmadı.” Ordu içinde İttihat ve Terakki’ye sadakat yeminleri ettirildiğinden kardeşlik ve eşitlik temaları işlenmekte idi. Mehmetçik, “binbaşı ne ise ben de oyum” şeklinde bunu algılamaya başladı ki, bu da askerî düzene aykırıydı. Askerlerin böyle bir ortamda isyana kalkışması, olayın süratle genişlemesine sebep oldu. “Anlamsız bir hamiyet yayıcılığı gururu ile askerî görevlerini unutan siyasî zabitlerimiz kendilerini maalesef birkaç haris serserinin ayartmasına kaptırarak o ihtilâlin sebebi oldular” ifadeleri bu meseleye ışık tutmaktadır.

    Döneme tanıklık edenler askerin Meşrutiyet öncesinde, talimsiz olduğunu belirtmektedirler. Dolayısıyla tembelliğe alışmış ve bu yöne meyilli olan askerler böyle bir ortamda daha da tembelleşiyorlardı. Ancak bu vahim durumun aşılması gerekiyordu. Zira, Osmanlı Devleti’nin siyasi sorunlarının yeni savaşları gündeme getireceği ve “barışta ter dökmeyen ordunun savaşta kan dökeceği” açıktı. Askerlik kurallarının gerektirdiği sıkı disiplin ve talimlerin hemen uygulamaya konulması gerekiyordu. Neticede sıkı disiplin altında talimlere hız verildi. Bunun sonucunda çeşitli bahanelerle talimden kaçmanın yolları aranıyordu. Buna karşılık dinî ve ananevî zaruretler sebebiyle itiraz edilemeyecek bahaneler kısa zamanda kendini gösterdi. Sabahları “hamamcı” olduklarını ileri sürerek ve bu mazeretin arkasına sığınarak yoklamalara katılmayanların sayısı artmaya başladı. Ayrıca talimlerden kaçmak için de ibadet bahane edilmekteydi. Bunu önlemek ve talimi sevdirmek için bazı akılcı tedbirler alınması yoluna gidilemedi. İnsan psikolojisi dikkate alınmadan en kolay yol tutuldu ve mazeret kabul edilmeden herkes yoklamalara ve talimlere katılmaya zorlandı. Fakat bunların içinde gerçekten mazereti olanlar için bu durum kabul edilemezdi. Zira Türk ordusunu ayakta tutan en önemli unsur, maneviyatı idi ve vatanını da bu çerçevede sevmekteydi. Nihayet ölümü ve yaralanmayı “ya şehit ya gazi” anlayışıyla iştiyakla bu sayede karşılıyordu. Dolayısıyla bu hassasiyete karşı geliştirilen tavırlar, hatta bir kısım subaylar tarafından askerlere küfürlü konuşmalar güveni sarsmıştı. Hâsılı, dinî vecibelerini yerine getirmek isteyenlerle bunu bahane ederek görevini aksatanların birbirine karıştırılması, olaylara dinî bir renk verilmesinde etkili olmuştur.

    Hareket Ordusu’nun Teşekkülü ve Faaliyetleri

    Olaylar başladıktan sonra İttihatçıların bir kısmı kendilerini güvende hissedemediklerinden Selânik’e firar etmek zorunda kalmışlardır. Bunun üzerine teşkilatın merkezinin de bulunduğu Selânik’te Üçüncü Ordu Kumandanı ve Rumeli Umum Müfettişi Ferik Mahmud Şevket Paşa’nın yönetiminde yapılan bir toplantıda oluşturulacak ve sevk edilecek bir ordu sayesinde isyanın bastırılabileceği ve böylece düzenin sağlanabileceği düşünülmüştür. Bunun yanında İstanbul’daki bir kısım askerlerin –muhtemelen isyana destek verdiği mülahazasıyla– terhis ettirilmesini talep eden ve Siroz’da bulunan Mahmut Şevket Paşa, bir telgrafla görüşlerini üst yönetime bildirmiştir (8 Nisan 1325). Bu telgraf Harbiye Nazırı ve Hassa Kumandanı ile Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisi paşalar tarafından okunarak değerlendirilmiş ve duruma uygun bir karar verilmiştir (9 Nisan). Bu kararda şu düşünceler yer almaktadır:

    İstanbul askeri kıtalarından ihtiyat efradının terhis ve sevkleri esasen kararlaştırılmış olup bu günden itibaren icraatına dahi başlanmıştır. 1321 ve 1322 seneleri efradının tefrik edilerek ve silahları alınarak terhisleri hali hazırda mümkün değildir. “İstanbul’da bulunan sunuf-ı askeriyenin ihracından sonra ikinci ve üçüncü ordular kuvve-i mertebesinin İstanbul’a idhali hakkında teklif-i atufileri bu gün için kabil-i icra görülemiyor. (…) Buradaki askeri terhis ile bir gaileye ve her bar hükümete müracaat etmekte bulunan sefaretlerle binlerce ecanibin emniyet-i can ve malını muhataraya ilka eylemek gibi gayet vahim ve neticesi ağır karşılıklara sebeb ve mahal verilmemek için taraf-ı atufilerinden dahi aynı hissiyat ve mesleğin tatbik ve takibi zımnında icab edenlere evamir ve talimat-ı katiye itası (emirler ve kesin talimatlar verilmesi)” kesinlikle gereklidir. Ayrıca düşündüğünüz tedbirin uygulanabilmesi için “dünkü gün verilen karar ve işar-ı vechile Hassa Kumandanı Nazım Paşa’nın bilmuhabere (haberleşerek) tayin olunacak bir mahalde zat-ı atufileriyle mülakat ve icra-yı müzakerat eyleyüp ve müttefikan verilecek karar dairesinde hareket olunması ve aksi halde mahzurat ve mazarrat-ı azime tevlidi melhuz olduğundan (sakıncalar ve büyük zararlar doğacağı düşünüldüğünden) bunun mesuliyeti heyetçe deruhde ve kabul olunamaması tabii idüğü meclisin karar-ı müzakeratı iktizasındandır” (MV, 127/7, 9 Nisan 1325).

    Diğer taraftan tedbir yönünde yapılan çalışmalarda İttihat ve Terakki Cemiyeti de aktif bir şekilde rol oynamış ve 14 Nisan 1909’da Selânik Hürriyet Meydanı’nda bir miting düzenleyerek halkı harekete geçirmiştir. Bölgede yaşayan hemen bütün unsurlardan (Türk, Rum, Sırp, Arnavut, Bulgar, Ulah, Makedon, Ermeni ve Yahudiler) 20–30 bin kişi bu mitinge iştirak etmiştir. Bu arada, Cemiyet vasıtasıyla Edirne’deki II. Ordu Kumandanı Salih Paşa ile irtibata geçilmiş ve onların da İstanbul’a gönderilecek orduya katılmaları temin edilmiştir. Burada tertip edilen ordunun kumandanı Mirliva Şevket Turgut Paşa, kurmay başkanı Kolağası Kazım Karabekir olarak düşünülmüştür. Selânik’ten yola çıkacak asker ve gönüllülerin kumandanlığını ise Ferik Hüseyin Paşa, kurmay başkanlığını Kolağası Mustafa Kemal yürütecektir. Nihayet İstanbul yakınlarında buluşacak bu birliklerin en üst düzeydeki kumandanlığını Mahmud Şevket Paşa ele alacaktır. Bu orduya “Hareket Ordusu” denmesi genel kabul görmüş ve çeşitli yerlerde bu ismin fikir babasının Mustafa Kemal Bey olduğu dile getirilmiştir.

    Hareket Ordusu’nu oluşturan bu düzenli orduların yanında gönüllü kuvvetler de yer almaktaydı. Bunların içinde Balkanlarda devleti meşgul eden “Sandaniski, Paniça, Çircis, Kaptan Keta, Karayko” gibi çete reisleri bulunmakta; hatta 700 kişilik bir “Musevî Taburu”ndan da bahsedilmektedir. Meşrutiyet’in ilan edilmesinde önemli katkılar sağlamış olan asker kökenli sembol kişilerin (Resneli Niyazi ve Eyüp Sabri gibi) katkılarının da hareketi güçlendirdiği söylenebilir. Diğer taraftan, gayrimüslim unsurların ve çete reislerinin böyle bir hareketin içinde İttihatçılar ve askeri erkân tarafından kabul edilmeleri güç toplama ihtiyacından ziyade politik sebeplere dayanmaktadır. Zira ordunun İstanbul’a yürümesiyle Selânik’teki askerî gücün zayıflayacağı düşünülmüş olmalıdır. Bu sebeple Balkanlar’da hassas olan dengelerin bozulmaması için böyle bir tedbire başvurulmuştur.

    Nihayet, Binbaşı Muhtar Bey’in kumandası altında yer alan ilk öncü birlikler Selânik’ten hareket edip (15 Nisan 1909) bir gün sonra Çatalca’ya ulaşmış ve bunu haber alan Babıali’nin önde gelen devlet adamları durumu endişeyle izlemeye başlamıştı. Meclis’te yapılan görüşmeler neticesinde bu birliklerin bulundukları yeri terk etmemesi için çeşitli çareler düşünülmüştür. “Tophane-i Amire Nazırı Ferik Hurşid Paşa, Erkânıharp Mirlivası Memduh Paşa, Halep Mebusu Nafi Paşa, Üsküp Mebusu Said Efendi, Rize Mebusu Ahmed Bey ve Ders Vekili Halis Efendi” gibi şahsiyetlerden oluşan bir heyet Çatalca’da heyecan içinde bekleyen askerlere nasihat etmek üzere gönderilmiştir. Meclis-i Vükela (MV), 126/55’da kayıtlı bir belgede “nesayih ve vesaya-yı mukteziyi ifası zımnında” bahsi geçen heyetten başka Meclis azalarından on kişilik diğer bir heyet dahi gönderildiği ifade edilmektedir. Diğer taraftan Tophane Nazırı Hurşit Paşa ve mebus Ahmed Bey döndükten sonra mecliste yaptıkları açıklamada, Selanik’ten gelen askerlerin asla düşmanca niyetleri olmadığına dikkat çekmişlerdir. Ayrıca, komutanlar başkent, Kanun-i Esasi ve Meşrutiyet’in tehlikede olduğuna dair bilgi aldıklarını belirtmişlerdir. Bu bakımdan, güvenliğin somut bir şekilde korunması ve temini maksadıyla gelmekte olduklarını, kendilerinin geri çevrilmelerine imkân bulunmadığını da ilave etmişlerdir. Yalnız Dersaadet de bulunan askerlerin Selanik’ten gelen meslektaşlarını iyi karşılamasıyla –bu kuvvetten istifade ile–huzur ve güven ortamının temin edilmesi gerekmektedir. Bunun için, merkezde bulunan askerlerin Hareket Ordusu mensuplarına karşı olumlu bir tavır içinde olmaları ve ulema vasıtasıyla gelen askerlerin kendilerine taarruz edilmeyeceği yönünde telkinde bulunulmasının icap edeceği Hurşid Paşa tarafından mecliste ifade edilmiştir. Ayrıca, durum gereği müzakere sonrası Selanik’ten gelen askerleri İstanbul haricinde Rami Kışlası arkalarında ve uygun görülecek mahallerde “tevakkuf edib buradan gönderilecek kıta-yı askeriye tarafından selamlanması ve gelecek taburların behemehal Hassa Ordusu kumandanının emr ve kumandasına tabi olması ve Hassa kumandanının kumandasına girdikten sonra” askerlerin iskân ve barındırılmaları hususu askeriyece yerine getirileceğinden ona göre tedbir alınması gerekecektir. (MV, 126/62, 5 Nisan 1325).

    Bu gelişmeler yaşanırken yapılan propagandalar karşılıklı düşmanlıkları körüklemekte ve derinleştirmekteydi. Bu psikoloji içinde büyük bir çatışma ve kan dökülmesi ihtimali de kaçınılmaz hale gelmekteydi. İttihatçılar ülke çapında örgütlü olduğu için değişik bölgelerden gönderdikleri telgraflarda üst yönetimin değiştirilmesini ve özellikle Tevfik Paşa’nın Sadaret’ten uzaklaştırılıp yerine Hilmi Paşa’nın getirilmesini talep etmekteydiler. Rumeli’den hareket eden ve gittikçe büyüyen ordu birlikleri 19–20 Nisan’da İstanbul’un batısındaki yakın bölgeleri denetim altına almışlar, Makriköy (Bakırköy) civarına kadar hâkim olmuşlar ve Ayastefanos (Yeşilköy)’ta karargâh kurmuşlardır. Bu zamana kadar ciddi hiçbir karşılık görülmemesi sebebiyle rahatlıkla İspartakule-Halkalı hattı ele geçirilmiş ve bu gelişmelerden cesaret alan azınlıklara mensup bazı mebus ve temsilciler orduya katılma talebinde bulunmuşlardır. Ancak bu taleplere olumlu cevap alamamışlardır.

    Diğer taraftan, bu çaptaki bir ordunun maddi finansmanı önemli bir sorundu ve bunun Makedonya’daki zenginler tarafından karşılandığı bilinmektedir. Ordunun büyüklüğü nazara alınırsa hayli masraf yapıldığı anlaşılmaktadır. Zira Hareket Ordusu’nun, askerî birliklerden oluşan 50 bin kişilik kısmının yanında, gönüllülerden oluşan 20–30 bin kişilik mevcuduyla (toplam 70–80 bin kişi) bu harekât yürütülmekteydi.

    Bu arada, İstanbul’daki olayları ve Selânik’teki gelişmeleri haber alan İttihatçıların sembol isimlerinden Enver ve Cemal Beyler yurtdışında bulundukları görevlerden ayrılarak Yeşilköy’e gelip orduya katıldılar.

    Bu olaylar yaşanırken İstanbul’da isyanın öncülüğünü yapan askerlerin ve bunlara tabi olan silahlı neferlerin Hareket Ordusu’yla bir çarpışmaya girmemesi için gerekli tedbirlerin alındığı bilinmektedir. Bu doğrultuda bazı yetkililerden (hükümetten) bu topluluk nezdinde, Hareket Ordusu’na karşı konulmaması için talepte bulunuldu. Bunun üzerine hükümet, Dâhiliye, Harbiye ve Meşihat’tan bir heyet oluşturup isyancı askerleri itaat ettirmek üzere gönderdi (19 Nisan). Bu arada Hareket Ordusu adına Ferik Hüseyin Paşa tarafından Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisi İzzet Paşa’ya ve İstanbullulara hitaben bir beyanname neşredildi. Burada, Meşrutiyet’e karşı isyan olarak düşünülen olaylara sebebiyet verenlerin şiddetle cezalandırılacağı, anayasanın hükümsüz kılınmasının önündeki engellerin kaldırılıp yeniden bu düzenin temin edileceğinin altı çizildi. Ayrıca, halka dokunulmayacağı, ordunun vatanın selametinden başka bir şey düşünmediği belirtildi.2

    Diğer taraftan Abdülhamid’in çevresinde yer alan üst düzey bürokratlar gelişmelerin nereye varacağını kestirmiş olacaklar ki, “Çavuşların İsyanı”na karşı meydana gelen fiili durumu bir hükümet darbesi olarak okumuşlardır. Bundan dolayı, Hassa Ordusu Kumandanı Birinci Ferik Nazım Paşa ve bazı kumandanlar, Selânik’ten gelen bu orduya karşı silahla karşı konulması için Abdülhamid’i ikna etmeye çalıştılarsa da o, umum Müslümanların halifesi olduğunu, bundan dolayı kardeşi kardeşe kırdıramayacağını belirtmiş ve teklifi geri çevirmiştir. Aynı tutumunu isyanın bastırılmasında da gösteren padişahın, olayların belli bir sürede durulacağına inandığı ve böylece mevcut durumdan daha yaralayıcı bir olayın çıkmasını engelleyici bir yol izlediği tahmin edilmektedir. Hatta Hareket Ordusu Ayestefanos’ta karargâh kurduğu günlerde İngiltere kralı tarafından (Akdeniz’de bulunan donanmasıyla) yapılan yardım teklifini, “Kral Hazretlerine teşekkürlerimi iblağa tavassutunuzu rica ederim. Hiç fevkalade bir şey yok. O gelenler de benim evlatlarımdır” diyerek nezaketle geri çevirmiştir. Her iki halde de şiddet kullanabilecek güce sahip olduğu yolunda kanaatler mevcut olmasına rağmen Padişahın bundan kaçındığı görülmektedir. Hareket Ordusu’nun gücünün gittikçe artması ve böylece İstanbul’un üzerinde nüfuzunu pekiştirmesinin en önemli sebebi de hükümet ve padişahın bu dengeli siyasetinden kaynaklanmıştır. Bu arada basın da mevcut gelişmelerden etkilenerek kendisini isyancıların baskısından kurtarmış ve güçlüden yana tavır değiştirmeye başlamıştır. Bununla beraber, Hareket Ordusu’yla İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin birbirleriyle irtibatlı olduğu hususunda basında yer alan haberler ordu yöneticilerini rahatsız etmiştir. Bundan dolayı, tarafsızlıklarını ortaya koymak için bir açıklama gereği duymuşlardır. Bu açıklamada, asayiş sorununu çözmekten başka bir amaçlarının olmadığının altı çizilmiş ve askeri kuralların içinde hizmet göreceklerini, siyasi işlerle ilgilenmeyeceklerini belirtmişlerdir. Nihayet İstanbul önlerinde toplanan ordunun başına/komutanlığına Mahmud Şevket Paşa geçmiş ve Enver Bey’de kurmay başkanlığına getirilmiştir (22 Nisan).

    Hareket Ordusu’nun sağladığı “güven ortamı”ndan yararlanan Mebusan ve Ayan meclisleri mensupları, ordunun karargâh merkezine yakın bir yerde bulunan Yeşilköy Yat Kulübü’nde Meclis-i Umumî-i Millî adı altında toplandı. Ancak buradaki toplantılarda bu Milli Meclis’in iradesinden ziyade Hareket Ordusu yöneticilerinin iradesi geçerli hale gelmiş, engel olarak görülen padişahın aleyhinde bir hava oluşmaya başlamıştı. Mahmud Şevket Paşa, İstanbul halkına yaptığı duyurularda daha dikkatli bir üslup kullanmayı tercih ederek padişaha bağlılığını ifade etmiş, ayrıca asayişin ve düzenin sağlanması için de gerekli kanunların Meclis tarafından çıkarılması gerektiğinin altını çizmiştir.

    Bu arada Hareket Ordusu’nun faaliyetleri İstanbul’un içine doğru yayılmaya başlamış; daha doğrusu komutanlar zamanın geldiğini düşünerek teşebbüse geçmişlerdir. Önce Davutpaşa Kışlası’na el konulmuş, daha sonra bütün birlikler ve gönüllüler hedefe doğru planlı bir şekilde ilerlemişler ve nihayet muhtelif kollardan (Sirkeci, Aksaray, Edirnekapı, Beyoğlu) şehrin içine girerek asilerin yoğunlaştığı direnç noktalarına karşı planlı bir şekilde sıcak temasa geçmişlerdir (22, 23, 24 Nisan). Bu arada bazı bölgelerde çıkan küçük çaplı çatışmalar bastırılmış, kışlalar ve Harbiye Nezareti ele geçirilmiştir. Aynı şekilde Yıldız Sarayı’na da girilmiş, ancak burada bir direnişle karşılaşılmamıştır (24 Nisan). Bu gelişmeler yaşanırken Kadıköy yakasında da (Kızıltoprak istasyonu civarı) Hareket Ordusu aleyhinde nümayişler yapılmıştır. Daha sonra bu nümayişin tertipçisi olarak Divan-ı Harb tarafından suçlu bulunan asker emeklisi Mustafa Bey sürgüne gönderilmiştir (ZB, 332/95). Böylece duruma hâkim olan komutanlar, bir gün sonra (25 Nisan) İstanbul ve çevresinde sıkıyönetim ilan etmek mecburiyetinde kalmışlardır.3 Bu faaliyetler esnasında fazla bir direnç göstermeyen veya gösteremeyen isyancılarla girişilen çatışmalarda Hareket Ordusu’ndan 49 kişi ölmüş, 82 kişi yaralanmıştır. İsyancı birliklerin ise ölü sayısı 230, yaralı sayısı 475 kişiyi bulmuştur.

    Hareket Ordusu Kumandanlığı tarafından, çatışmaların büyümemesi ve olayda dahli olmayanların tarafgirlik veya başka saiklerle zarar görmemesi, daha doğrusu keyfi uygulamaların önlenmesi için bir takım tedbirler alınmaya çalışılmıştır. Her kim olursa olsun bir şahsın gözlem altına alınması veya tutuklanması, Hareket Ordusu ile icra kuvvetinden başka bir kuvvet tarafından yapılmaması bahsi geçen komutanlık tarafından açıkça beyan edilmiştir [ZB, 628/65; 628/66; 628/69, (14 Nisan 1325)].

    Olaylar kontrol altına alındıktan sonra Avcı Taburları ile Hassa Ordusu mensupları suçlu görülmüş ve angarya olarak yol inşaatında çalıştırılmak üzere Rumeli’ye sevk edilmiştir. Bunun yanında Meclis’in bir toplantısında cereyan eden müzakerelerin sonucunda, daha ziyade İttihatçılar ve Said Paşa’nın etkisiyle (27 Nisan) Abdülhamid tahttan indirilmiş ve yerine Şehzade Mehmed Reşad Efendi tahta çıkarılmıştır. Böylece harekât amacına ulaşmış olduğundan bunun meydana getirdiği neticenin muhafazasının da tedbirleri alınmaya başlanmıştır. Bu maksatla Mahmud Şevket Paşa Birinci, İkinci ve Üçüncü orduların müfettişliğine tayin edilmiş (15 Mayıs 1909) ve Paşa’ya hükümetin ve Harbiye Nezareti’nin tasarrufu dışında sınırsız yetkiler tanınmıştır.

    Bu arada Tophane Nazırı Hurşid Paşa Divan-ı Harb-i Örfi reisi seçilmiş ve sıkıyönetim mahkemeleri kurularak olayda suçlu görülenler yargılanmaya başlanmıştır. Buna bağlı olarak kurulan üç tahkik heyeti isyana karışanları araştırıp gerekli raporları hazırlamış ve anlaşıldığına göre olaylara karışan askerlerin bu harekete ne maksatla katıldıklarını dahi bilmedikleri ortaya çıkmıştır. Neticede, Abdülhamid’e bağlı paşalar sürgüne gönderilmiştir. Bu gelişmeleri değerlendiren İttihatçıların kendilerine rakip olabilecek bütün siyasi grupları etkisiz hale getirmeyi başardıkları söylenebilir. İsyanı bastıran Hareket Ordusu mensupları; subayları ve neferleri taltif edilmiş, ölenlerin ailelerine maaş bağlanması kararlaştırılmıştır.

    Hareket Ordusu Kumandanlığı, daha önce İttihatçılara taraftar olan hükümetlerin düşünüp de gerçekleştiremediği Tasfiye-i Rüteb Kanunu’nu tanzim ettirerek uygulamaya koydurmuştur. Ayrıca, Yıldız Sarayı Evrak-ı Tedkik Komisyonu kurulmuş ve bu komisyonda Meclis-i Ayan’dan Galib, Meclis-i Mebusan’dan Halil, Trablusgarb Mebusu Ferhad, Kaymakam Sadık, Binbaşı İhsan Beyler gibi şahsiyetler görev almışlardır. Yıldız Sarayı’nda yapılan aramalar sonucu elde edilen bütün dokümanlar incelenmiş, 330 sandık jurnal Mahmud Şevket Paşa’nın emriyle Harbiye Nezareti avlusunda –az bir kısmı hariç– yakılmıştır. Ayrıca, Abdülhamid’in mallarına el konularak Selânik’e sürgün edilmiş ve Alatini Köşkü’nde ikamet ettirilmiştir.4 Nihayet Mayıs ayından itibaren Hareket Ordusu’na katılan birlikler Rumeli’ye gönderilmeye başlanmış ve en son Eylül’de sevk edilenlerle görev tamamlanmıştır. Aynı yıl içinde –yaklaşık üç ay sonra– asayiş ve emniyet konusunda endişeler ortadan kalktığı için Meşrutiyet’in yıldönümü (10 Temmuz 1325) münasebetiyle halka karşı daha yumuşak ve adil davranılması gerektiğinin altı çizilmiş, yaraların sarılması yönünde bir politika geliştirmenin toplumun huzuru için gerekli olduğu anlaşılmıştır.5

    İsyanın bastırılmasında görev alanlar hükümet tarafından takdir edilmiştir. “Muhatara-i azimeye düşen vatan-ı mukaddesemizi bir izmihlal-i muhakkaktan kurtarmaya muvaffak olan” Hareket Ordu mensuplarının –hizmetlerine “bir nişan-ı takdir ve şükran” olmak üzere– bütün efrada gümüş, zabitana “11 Nisan 1325” tarihli birer madalya verilmesi, şehid olanların ailelerine maaş tahsisi kararlaştırılmıştır. Ayrıca, III. Ordu ve Harekat Ordusu Kumandanı Mahmud Şevket Paşa için diğerlerinden farklı özel bir madalya imal ettirilmesi talep edilmiştir (MV., 127/44, 128/75, 30 Nisan-3 Temmuz 1325).

    Olaylarla İlgili Değerlendirme ve Sonuç

    31 Mart olayları esnasında hükümet dağılmış, bazı mebuslar ve askerler öldürülmüştü. Adeta “bütün silahlı kuvvetler” Hamdi Çavuş adındaki bir askerin emir ve kumandası altına girmişti. Bu arada Prens Sabahaddin olayları yatıştırıcı faaliyetler içine girmiş ve Meşrutiyet’in tehlikeye düşmemesi için, kendi anlayışına göre askerler arasında çeşitli temaslarda bulunmuştu. (Bu temaslarda, Meşrutiyet tehlikeye girecek olursa Yıldız Sarayı’nın dahi topa tutulabileceğinden bahsedilmektedir) Bunun yanında Cemiyet-i İlmiye-yi İslâmiyye de beyannameler neşretmişti. Din ulemasının bu “cüretkârane” davranışı da takdire şayan bulunmuştur.

    Nitekim 31 Mart patlak verdikten sonra birçok din bilgininin olayları yatıştırmanın çarelerini aradıkları bilinmektedir. Hatta Divan-ı Harbi Örfi’de yargılanan ve beraat eden Bediüzzaman’ın isyanı önlemek için hamal hemşerileri ve avcı taburları üzerinde yapmış olduğu telkinlerin kısmen etkili olmasına rağmen umumi olarak olayların sükunete kavuşturulması mümkün olmamıştır. Nedense olayın bu yönü belli araştırmacılar tarafından görmezden gelinmiştir. Hatta Volkan gazetesinde dahi bu minval üzere birçok yazı yayınlanmıştır. Fakat bunlar yok farz edilmiş, maksadını aşan bazı ifadeler tahrik vesilesi sayılmıştır.

    Ayrıca İttihatçılara muhalif olarak bilinen Mîzancı Murad, Serbestî gazetesi sahibi Mevlanzade Rıfat, Sabah gazetesinden Ali Kemal Beylerle Volkancı Vahdetî gibi şahsiyetler Beyoğlu’nda, Kroker otelinde toplanarak, asilere karşı hareket tarzı ve Meşrutiyet’in korunması için ne tür tedbirlerin alınması gerektiği konusunda fikir alışverişinde bulunmuşlardır. Neticede, birçok cemiyetin mümessilleri tarafından şu kararlar alınmıştır: Meşrutiyet’i savunmak, gazete yayınlarını buna göre tertip etmek, Meclis’in tehdit altına alınmasına meydan vermemek ve bunun gerçekleşmesi için bir encümen teşkil etmek.

    Daha sonra, Hareket Ordusu olaylara el koyduğunda İttihat ve Terakki Merkez-i Umumîsi bütün fırkaları lağvetmiş ve bazı muhalifler tevkif edilmiştir. Ayrıca, İttihatçılara muhalif olarak tanınan etkili şahıslar olayla ilişkili gösterilip tevkif edilmiştir. Bir kısım muhalifler kendilerine bu kargaşada bir zarar geleceğinden korktukları için yurdu terk etmek zorunda kalmıştır. Neticede, “Hilafet ve padişahlık hakları tamamen Merkez-i Umumî’de temerküz etmiştir.”

    31 Mart Vak’ası’nın bastırılmasından sonra İttihatçıların önünde büyük ölçüde engel kalmamış ve Bâb-ı Âli bürokrasisi de partinin hakimiyetine girmiştir. Artık İttihat ve Terakki mensupları kendilerini vatanı kurtaran bir partinin mümessilleri olarak görebiliyorlar ve bu partiye karşı çıkanları daha rahat bir şekilde “hain” olarak vasıflandırabiliyorlardı. Böyle bir anlayışın hakimiyeti altında 31 Mart olayları değerlendirildiğinde, meselenin gerçek yüzünü anlamak hayli zor olsa gerek. Ancak, İttihatçı liderlerin uyguladıkları siyaset, toplumda bir aksülamel meydana getirmiş ve doğal olarak ordu içinden buna karşı bir tepki oluşmuştu. Askerler arasında meydana gelen isyan teşebbüsüne halkın da temayül göstermesinin bir sebebi, Hasan Fehmi Bey’in katledilmesi ve failin bulunamamasıydı.

    Olayları bastıran gücün padişahı sorumlu tuttuğu bilinmektedir. Bu konuda, en azından olayları önlemediği yolunda suçlama yapılmaktadır. Ancak, Abdülhamid’le yakın temasta bulunan yerli ve yabancı diplomat ve siyasetçilerin onun son derece etkileyici bir kişiliğe sahip olduğunu belirtmektedirler. Güçlü bir hafızaya sahip olması, olayları uzun zaman geçse de ayrıntılı bir şekilde hatırlamasını sağlamakta idi. Ancak, şüpheci tutumu en küçük bir ihbarı bile tahkik etmeye kendini sevk etmekte idi. İnsanlara karşı müşfik olmanın yanında, belki de günlük siyasetin gereği olarak ayak oyunlarına da girebilmekte idi. Bununla beraber, şu da bir gerçektir ki, dâhilde şiddet kullanmaktan her zaman çekinmiş, bunu ülke bütünlüğü açısından mahzurlu görmüştür. 31 Mart isyanında, zecrî tedbirler alamamasının sebebi böyle bir yönetim anlayışına sahip olmasına bağlanabilir. Ancak, olaylarda dahli olmadığı bilinmesine rağmen tahttan indirilmiştir. Hâlbuki Meşrutiyet’e sadık kalacağına dair ettiği yeminden caymadığı konusunda da kuvvetli bir kanaat mevcuttur.

    31 Mart’la pekişen “tekelci” politikalar sonucunda muhalefet fiilî olarak ortadan kaldırıldı. Bundan sonra iktidarı eleştirmek 31 Martçı damgasını yemekle yüz yüze gelmek demekti. Dr. İbrahim Temo ve Dr. Abdullah Cevdet gibi İttihat ve Terakki’nin isim babaları bile bundan “nasibini” alacaklardır. Diğer taraftan Mart 1911’e kadar devam eden sıkıyönetim sayesinde Mahmud Şevket Paşa’nın etkisi yoğun bir şekilde devam etmiştir.

    Kaynakça

    Başbakanlık Osmanlı Arşivi

    Dahiliye Nezareti Emniyet-i Umumiye Tahrirat (DH. EUM. THR).

    Meclis-i Vükela (MV).

    Zabtiye (ZB).

    Yıldız Esas Evrakı (Y.EE).

    Kitap ve makaleler

    Ahmed Rıza Bey’in Anıları, İstanbul: Arba Yayınları, 1988, s. 36.

    Ahmed İzzet Paşa. Feryadım, c. I, İstanbul: Nehir Yayınları, 1992, s. 75.

    AKŞİN, Sina. 31 Mart Olayı, Ankara Üniversitesi Siyasî Bilgiler Fakültesi yayınları, 1970, s. 26.

    AKŞİN, Sina. Jön Türkler ve İttihat ve Terakki, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1987, s. 178.

    Ali Cevat Bey, İkinci Meşrutiyetin İlanı ve Otuzbir Mart Hâdisesi/Ali Cevat Bey’in Fezlekesi, Yayına Hazırlayan: Faik Reşit Unat, TTK., 1991, s. 52.

    BADILLI, Abdülkadir. “Bediüzzaman Said Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayatı,” İstanbul, 1998, s. 287-305

    BALİ, Rıfat N. “31 Mart Vakası ve Hareket Ordusu’ndaki Yahudi Taburu”, Musa’nın Evlatları Cumhuriyet’in Yurttaşları, İstanbul: İletişim Yayınları, 2005, s. 53–81.

    BAYAR, Celal. Ben De Yazdım Milî Mücadeleye Gidiş, c. I, İstanbul: Baha Matbaası, 1967, s. 143, 155, 165, 180.

    DANİŞMEND, İsmail Hakkı. 31 Mart Vak’ası, İstanbul Kitabevi, 1961.

    Şerif Paşa. Bir Muhalifin Hatıraları İttihat ve Terakkiye Muhalefet, İstanbul: Nehir Yayınları, 1990, s. 44–49.

    Derviş Vahdeti. “Halife-i İslam Abdülhamid Han Hazretlerine Açık Mektup”, Volkan, 1/14 Nisan 1325/1909, no. 104.

    EROĞLU, Nazmi. “31 Mart Vak’ası’nın oluşumunda İttihatçıların Etkisi ve Bazı Yanılgılar”, 1908’den Günümüze Milli İradenin Kuşatılması, İstanbul: Bir Harf Yayınları, 2004, s. 19–56.

    HANİOĞLU, Şükrü. “İttihat ve Terakki Cemiyeti”, Diyanet İslâm Ansiklopedisi (DİA), c. XXIII, s. 483.

    Hasan Amca. Doğmayan Hürriyet Bir Devrin İçyüzü 1908–1918, İstanbul: Arba Yayınları, 1989, s. 81–93.

    KARABEKİR, Kazım. İttihat ve Terakki Cemiyeti 1896–1909, İstanbul: Emre Yayınları, 1993, s. 444–463.

    KOCAHANOĞLU, Osman Selim. Derviş Vahdeti ve Çavuşların İsyanı 31 Mart Vak’ası ve İslâmcılık, İstanbul: Temel Yayınları, 2001.

    KOLOĞLU, Orhan. İttihatçılar ve Masonlar, İstanbul: Gür Yayınları, 1991, s. 199–202.

    KURAN, Ahmet Bedevi. İnkılap Tarihimiz ve Jön Türkler, İstanbul: Tan Matbaası, 1945, s. 276–277, 279.

    KURAN, Ahmet Bedevi. İnkılap Tarihimiz ve İttihat ve Terakki, İstanbul: Tan Matbaası, 1948, s. 253–256.

    KUTAY, Cemal. Şehit Sadrazam Talat Paşa’nın Gurbet Hatıraları, c. II, İstanbul: Kültür Matbaası, 1983, s. 521–522, 543–544.

    Mizancı Murad. II. Meşrutiyet Dönemi Anıları, Latin Harflerine Çeviren: Celile Eren Argıt, İstanbul: Marifet Yayınları, 1977, s. 183–185.

    PAKALIN, Mehmet Zeki. Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, c. I, İstanbul: Milli Eğitim, 1983, s. 740-742.

    TÜRKMEN, Zekeriya. “Hareket Ordusu”, Diyanet İslam Ansiklopedisi (DİA), c. XXVI, 1997, s. 125–127.

    UZUNÇARŞILI, İ. Hakkı. “II. Sultan Abdülhamid’in Hal’i ve Ölümüne dair Bazı Vesikalar”, Belleten, c. X, sayı: 40, TTK., 1946, s. 705-707, 716.

    YALÇIN, Hüseyin Cahit. Siyasal Anılar, İstanbul: İş Bankası Yayınları, 1976, s. 143-144.

    Yunus Nadi. İhtilal ve İnkılâb-ı Osmanî 31 Mart–14 Nisan 1325/ Hadisat, İhtisasat, Hakaik, Dersaadet, 1325.

    Öz

    Abdülhamid’in otuz üç sene süren iktidarının sonlarına doğru Jöntürkler’in kurduğu Osmanlı Hürriyet Cemiyeti Selânik ve çevresinde teşkilatlanmış ve bu yapının içinde birçok subay da yer almıştır. Daha sonra, Paris’te faaliyetini sürdüren ve liderliğini Ahmed Rıza’nın yürüttüğü gurupla bahsi geçen cemiyet, İttihat ve Terakki adı altında, Dr. Nazım’ın öncülüğü ve çalışmaları sonucu birleştirilmiş ve cemiyetin faaliyetlerini yoğunlaştırmasıyla Abdülhamid Meşrutiyet’i yeniden ilân etmek zorunda kalmıştır. Bundan sonra konumlarını pekiştirmek ve Meşrutiyet’i korumak isteyen İttihatçılar, “Nigehban-ı Hürriyet” (Meşrutiyet’in/özgürlüğün bekçileri) unvanı verdikleri Avcı Taburları’nı Cemiyet adına Rumeli’den İstanbul’a getirmişler ve Taşkışla’da yerleştirmişlerdir. Bu çalışmada bahsi geçen kuvvetlerin başlattığı 31 Mart Olayı ile bu ayaklanmayı bastıran Hareket Ordusu’nun ortaya çıkış sebepleri incelenmektedir.

    Anahtar kelimeler: 31 Mart Olayı, Hareket Ordusu, 2. Meşrutiyet, İttihat ve Terakki Cemiyeti

    Abstract

    The Ottoman Freedom Society has been established by Jeune Turcs around Thessaloniki and towards the end of the 33 years endured rule of Abdülhamid. Many officers participated within this society. This society was combined with the group leaded by Ahmed Rıza and active in Paris under the rubric of Union and Progress. This combination process was leaded by Dr. Nazım. Due to the rise in the activities of this new committee, Abdülhamid had to declare the constitutional period again. After this, the Unionists desiring to reinforce their statuses and to keep the Constitution, brought the Hunter Battalions called as Nigehban-ı Hürriyet (the guardians of freedom) from Rumeli to Istanbul and emplaced them in Taşkışla. This study investigates the affair of 31st March caused by these battalions and the reasons for the emergence of Movement Army that quelled this uprising.

    Key words: 31st March Affair, Movement army, 2nd Constitution, Committee of Union and Progress

    Dipnotlar

    1. Bununla beraber başka belgelerde “ihtilal”, “hareket-i ihtilaliye”, “harekât-ı iğtişaşiye” “vakıa-i ihtilaliye”, “hadise-i ihtilaliye” tabirleri de kullanılmaktadır (ZB, 414/66, 3, 13, 20. varak; 604/56; 496/7; 442/66, Mayıs-Temmuz 1325; DH. EUM. THR, 2/28, 3. varak). Ayrıca olayların yaşandığı esnada Meclis-i Vükela zabıt varakasında geçen “Dersaadet Hadisesi” ifadesi, olaya daha tarafsız bir yaklaşımı ortaya koymaktadır (MV, 126/62, 5 Nisan 1325).

    2. Hüseyin Hüsnü Paşa’nın beyanatının özünü teşkil edebilecek şu ifadeler dikkat çekicidir: “Hareket ordusu’nun maksat ve vazifesi hükümet-i meşrua-i meşrutamızı hiçbir kuvvetin sarsamayacağı surette tersin etmek ve sırf kuvvet-i şeriat-ı garra ile müeyyet bulunan Kanun-ı Esasi’nin fevkinde hiçbir kanun ve hiçbir kuvvet olmadığını ve olamayacağını isbat eylemek ve meşrutiyet-i meşruamızın istikrarından memnun olmayan vatan ve millet hainlerine son ve kat’i bir ders-i intibah vermektir.” (Pakalın, s. 741)

    3. “Harbiye Nezareti Dairesi’nde bulunan Üçüncü Ordu Hareket Ordusu Kumandanı atufetlü Mahmud Şevket Paşa Hazretleri tarafından İstanbul ve Bilad-ı Selase ile Çatalca ve İzmid sancaklarında ve Adalarda ve Kartal ve Gegbuze (Gebze) ve Beykoz ve Çekmece kazalarında idare-i örfiye ilan edilmesi teklif olunmuş ve bu hususa Heyet-i Vükela zaten müttefik (…) bulunmuş olmakla idare-i örfiyenin hemen ilanı lazım gelmiş (…)” (Y.EE, 3/2, Eski Tasnif Numarası: 6–82/1754, 12 Nisan 1325).

    4. “Abdülhamid’in Selanik’e sevki için harcanan bin lira ile ikameti için kiralanan Alatini köşkünün kiracısı Robilan Paşa tarafından terk edilen eşya ile iki aylık kira için talep edilen dokuz yüz liranın ve daha sonra vuku bulacak masrafların ödenmesi (29 Nisan 1325). Askeriyece ödenen iki bin liranın Hamid’in ele geçen paralarından ödenmesi ve kendisi, ailesinin her türlü masraflarına kumandanlıkça nezaret olunmak ve yirmi yaşından aşağı evladının tahsisatı için Mayıs ayının başından itibaren aylık bin liranın hazineden verilmesi” (MV., 127/49).

    5. Konuyla ilgili belgede şu hususlara yer verilmektedir: Müessif ihtilal hadisesinde hükümetin şeklini değiştirmeye teşebbüs, bazı vekilleri, memurları ve subayları katl, ayrıca yağmacılık edenler kısmen meydana çıkarılarak cezaları verilmiştir. Bununla beraber, payitahtta ahalinin bir kısmı cehalet sebebiyle isyancılara kanmış oldukları tetkikat ve muhakemeler neticesinde anlaşılmasıyla 10 Temmuz mukaddes gününde vatanın her tarafında icra-i sürûr ve şadumanî edilirken Dersaadet ahalisinden birçok aile efradının meyus bir halde kalmaları adalete uygun düşmemektedir. Hadiseye iştirak edenlerin kanun önünde gerekli işlemleri yapıldığından, artık 31 Mart Va‘kası’ndan dolayı memleketin her tarafında hiç bir kimse hakkında takibat veya sual vaki olmaması gerekmektedir (ZB, 604/56, 9 Temmuz 1325).