Köprü Anasayfa

Meşrutiyet'in 100. yılında Türkiye Demokrasisi

"Yaz 2008" 103. Sayı

  • Meşrutiyet’ten Demokrasiye Bediüzzaman

    Bediüzzaman from Consttutional Monarchy to Democracy

    Risale-i Nur Enstitüsü

    Bediüzzaman Said Nursi, özgürlüğün önemini “Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam” diyerek ifade eder. Bediüzzaman’a göre hürriyet "insanı insan yapar ve hayvanlıktan kurtarır". O’nun hayatına baktığımız zaman kendi hürriyetinden ve özgürlük düşüncesinden asla taviz vermemiş olduğunu görürüz. O, “şahsi menfaatini, aklını, hayatını” feda etmiş, padişahlara, en zalim reislere, yıkıcı komitelere, dış güçlere asla boyun eğmemiştir. Hakkı her şeyin üstünde tutmuş, her zemin ve zamanda Kur’an’dan ders aldığı yüce hakikatleri ifade etmiştir. Bu cesaretiyle de tahkiki iman davasının en büyük özelliği olan hürriyet meşalesini asla elinden bırakmamıştır.

    Bediüzzaman, dünyanın geçirdiği büyük değişimlere sahne olan 20. yüzyılın başlarında İstanbul’dadır. Bu dönemde, özgürlük düşüncesi dünyanın her yerinde etkili olmaya başlamıştır. Hürriyetin baş döndürücü etkisi en otoriter yönetimleri değişikliğe zorlamaktadır. En güçlü mutlak monarşiler tarihe karışmaya başlamıştır.

    Yüzyıldır yenileşme çabası içinde olan Osmanlı Devleti, 23 Temmuz 1908’de 2. kez Meşrutiyet’i ilan ederek demokratikleşme yolunda en büyük adımı atmış oldu. Aydınlar, ulema, askeri ve sivil bürokrasi ve halkın ileri gelenlerinin tam desteğini alan Jön Türkler, Bediüzzaman’ın ifadesiyle bir "inkılab-ı azim" gerçekleştirdiler. Artık ülkemiz, mutlak monarşi yerine, yetki ve sorumlulukları anayasa ile belirlenen parlamenter bir rejime kavuşmuştu. Siyasi partilerin katıldığı seçimlerin sonucunda meclisi, anayasal sınırları içinde padişahı ve kabinesiyle yeni yönetim çalışmaya başlamıştı.

    Ancak böylesine büyük bir inkılâbın sorunsuz gerçekleşmesi mümkün değildi ve siyasal çatışma devam etmekteydi. Mutlakıyet dönemindeki konumlarını ve çıkarlarını korumak isteyen çevreler anayasal parlamenter rejime karşı propagandaya başladılar. Demokratikleşmeye bir şekilde karşı olanlar halkın hassasiyetlerini, özellikle dini duygularını kullanmaktan da çekinmiyorlardı. Meşrutiyet aleyhinde faaliyet gösteren ve din adına demokratikleşmeye karşı çıkanlara Bediüzzaman "ruh-u meşrutiyet, Şeriattandır; hayatı da ondandır” diyerek cevap verdi. Şeriatın bu âleme gelmesinin en büyük sebeplerinden birinin “dünyadan baskıyı ve zorbalığı kaldırmak, hürriyeti yerleştirmek” olduğunu söyledi. O bu iddialarını Kur’an ve Hadis’e dayandırarak, kesin delillerle ispatlamıştı.

    Said Nursi, “İşlerinde onlarla istişare et, onların işleri aralarında danışmayla olur” âyetlerinin ışığında, demokratik sistemin dinin esasıyla çelişmediğini belirtmişti. Dört halifenin, Sahabelerin seçimiyle iş başına geçtiğini belirten Bediüzzaman, "Kavmin efendisi, ona hizmetkâr olandır” hadisinin işaretiyle, millet hakimiyetinin gerekliliğine dikkat çekmişti. Bu hakimiyetin bir ifadesi olan meclis, meşvereti emreden ayetlerin tecellisi idi.

    Meşrutiyetin ilanının üçüncü gününde Sultan Ahmet mitinginde ve daha sonra Selanik Meydanı’nda tekrarladığı “Hürriyete Hitap” nutkunda, bütün bir milletin hürriyete olan özlemine tercümanlık etmiş ve bu metin o zaman birçok gazetede yayımlanmıştı. Bediüzzaman birçok gazetede yayımlanan Meşrutiyet’i destekleyen yazılarıyla sistemin düzgün işlemesinin önünde büyük bir engel oluşturan medyayı da uyarmıştı. Onları asıl vazifelerini yapmaya çağırmış, halkın “doğru haber alma hakkına” saygı duymalarını ve kamuoyunu rencide etmemelerini istemişti.

    O, demokratikleşmenin, Osmanlı coğrafyasında yaşayan toplulukların ve İslam dünyasının kalkınmasında tetikleyici unsur olacağından emindi. Bu yüzden Doğu illerinde en etkili altmış aşiret reisine başbakanlık yoluyla telgraflar çekerek, onları rejim karşıtı provokasyonlara karşı uyardı. Onlardan Meşrutiyet’i desteklemelerini istedi ve bu isteğine bütün aşiretlerden olumlu cevaplar geldi.

    Bu sancılı değişim sürecinde provokasyonların etkisiyle yaşanan ayaklanmalarda, Bediüzzaman hep yatıştırıcı rol oynadı, Meşrutiyet’ten asla taviz verilmemesini her fırsatta savundu. 31 Mart Hadisesi’nde Meşrutiyet’in gerektirdiği teknik alandaki gelişmelere karşı isyan bayrağını açan sekiz tabur askeri bir tek nutukla ikna etmeyi başardı.

    1910 yılında İstanbul’dan Doğu illerine yaptığı seyahatte, Kürt aşiretlerine, Meşrutiyet’in esaslarını İslam dininden aldığını anlattı. Demokratik sistemin aleyhinde zihinlerde oluşan bütün sorulara, aydınlatıcı cevaplar verdi.

    Demokrasinin bir gereği olan azınlık haklarının korunması konusunda adaleti ön planda tuttu. Özellikle yeni rejimin sağladığı azınlık haklarına İslam dini açısından yapılan itirazlara, “Acaba bir şeriat, karıncaya bilerek ayak basmayınız dese, tâzibinden men etse, nasıl benî Âdem’in hukukunu ihmâl eder?” diyerek, kanun karşısında herkesin eşit olduğunu savundu. Hukukta “şah ve geda birdir”, “müsavatsız adalet adalet değildir” hakikatleri ışığında, dini, ırkı, makamı ne olursa olsun, herkesin kanun önünde eşit hakları taşıdığını ifade etti.

    Ayrıca, azınlıkların, mecliste söz sahibi olup milletvekilliği, valilik ve kaymakamlık yapabileceğini, zira demokratik bir devlette makamların bir ayrıcalık ve üstünlük vasıtası değil, hizmetkârlık ve mesuliyet gerektiren vazifeler olduğunu söylemişti. Milletin saadet ve selametinin Ermeniler ve diğer komşularla kurulacak dostluklarla sağlanacağını, düşmanlık ve tahammülsüzlüğün her cihette ülkemize zararlı olacağını vurgulamıştı.

    1911 yılında zamanın büyük âlimlerinin ısrarlı davetleri neticesinde; Şam’da Emeviye Camii’nde bir hutbe vermişti. On bin kişinin büyük ilgiyle dinlediği ve daha sonra kitap halinde yayınlanan bu hutbede Bediüzzaman, Avrupa’nın hızla ilerlemesi ve medeniyet yarışında ön safta yer almasına rağmen, İslam aleminin neden geride kaldığı sorularına cevaplar veriyordu. Müslümanları geride bırakan en önemli sebep olarak, İslam alemindeki mutlakiyet idarelerini gösteriyor, istibdat yönetiminin sonucu olan problemleri teşhis ederek, Kur’an’dan aldığı çözümleri sunuyor ve şöyle diyordu: “En büyük kıta olan Asya’nın geri kalmasının bir sebebi, şura-i hakikiyi yapmamasıdır”.

    Osmanlı topraklarının Avrupalı devletler tarafından işgaline karşı başlayan Bağımsızlık Mücadelesi’nde de, Bediüzzaman’ı hep ön saflarda görüyoruz. O, hayatı boyunca olduğu gibi, Millî Mücadele sırasında da hep birlik ve beraberlikten yana olmuş, bu alanda atılan her adımı desteklemişti. Birinci Dünya savaşında gönüllü alay komutanı olarak Bitlis ve Muş’un savunmasında savaştığı gibi Kurtuluş Savaşı’nda da hem kendisi, hem talebeleri canlarını ortaya koyarak büyük fedakârlıklar göstermişti. İstanbul’un işgal eden İngilizlerin etkisi altına giren Şeyhülislam ve bazı âlimlerin Kurtuluş Savaşı aleyhine yayınladıkları fetvaya karşı bir fetva ile cevap vermişti. İstiklal Mücadelesi’ni cihad, savaşanları da mücahit olarak ilan ederek, ülkenin Bağımsızlık Mücadelesi’ni sonuna kadar desteklemişti. İngiliz yanlısı propagandalara karşı “Hutuvat-ı Sitte” eserini neşrederek, ücretsiz dağıtmış, bu eser halka büyük moral ve heyecan vermiş, İngiltere hükümetini büyük bir çaresizliğe uğratmıştı. Kamuoyunda İngilizlere karşı büyük bir etki yapan bu eser yüzünden işgal komutanı Bediüzzaman için vur emri çıkartmıştı.

    Said Nursi, bu sıralarda birlik ve beraberliği bozma çabalarının bir uzantısı olan bölücülüğe karşı oldu. Bağımsız bir Kürt devleti kurma çabası içinde olan Kürt Teali Cemiyeti liderlerinden Şerif Paşa gibi zatlara gazeteler vasıtasıyla bir protesto yayınlanmasında Kürt aydınlarına öncülük etti. Kürtlerin onları tanımadığını ve temsil yetkilerinin de olmadığını belirterek, bu oyuna alet olanların Kürtlerin ve vatanın düşmanı olduğunu söyledi. Ülkenin maddi-manevi birlik ve bütünlüğünü sonuna kadar muhafaza etme gayretinde oldu. Bu çalışmalar kısa bir sürede netice verdi ve bu cemiyet ve mensupları tarih sayfasından çok kısa bir sürede yok olup gitti. Bediüzzaman hem içte, hem de dışta ülkenin bütünlüğünü bozucu her türlü faaliyetin karşısında yer alarak, her zaman ve zeminde demokratik toplum esaslarının sağlam zeminlere yerleştirilmesi için çalıştı.

    Bediüzzaman’ın İstanbul’daki çalışmalarını ve mücadelesini yakından takip eden Mustafa Kemal ve arkadaşları, müteaddit defalar çektikleri telgraflarla Bediüzzaman’ı ısrarla Ankara’ya davet etmişlerdi. Bu davete icabet ederek, 1922 yılının Kasım ayı ortalarında Ankara’ya gitmiş, BMM’nde düzenlenen resmi hoşgeldin merasimiyle karşılanmıştı. Kürsüde alkışlarla okunan beyannamesinde Bediüzzaman, yeni kurulacak düzenin hangi esaslar çerçevesinde oturtulması gerektiğine dair hükümete tavsiyelerde bulundu. “Şu inkilab-ı azimin temel taşları sağlam gerek” uyarısını yaparak, Meclisin kamuoyunun hassasiyetlerini daima göz önünde bulundurarak hareket etmesini istedi.

    Bediüzzaman’ın fikirleri ve çabalarının ülke için lüzumuna inanan Ankara hükümeti kendisine milletvekilliği, Şark Umumi Vaizliği gibi makamları teklif ederek birlikte çalışma arzusunu gösterdi. Ancak Bediüzzaman yeni oluşan iktidarın görüşleriyle uzlaşamayacağının farkına vararak bu teklifleri geri çevirdi.

    Bediüzzaman, demokrasinin temel ilkelerinden biri olan Kanun Üstünlüğü’nü "kuvvet kanunda olmalı yoksa istibdat tevzi edilmiş olur" diyerek dile getirdi. İstibdadın sadece şahıslarda değil, kurumlarda da söz konusu olabileceğini, komitecilikle daha da şiddetlenip çok zulümlere sebebiyet verebileceğini belirtti. Bu uyarılarda da zaman onu haklı çıkardı, toplum Cumhuriyet döneminde yirmi yedi yıl süren tek parti diktatörlüğünü yaşadı.

    Bediüzzaman, tek parti iktidarı boyunca uygulanan keyfi muamelelere karşı muhalefetini, hep meşru zeminde sürdürdü, “müsbet hareket”i tercih etti. Hiçbir zaman şiddet eylemlerine yönelmedi ve hem talebelerini hem de halkı bu konuda ikaz etti. Muhalefetini fikri alanda yürüterek, eserler neşretti ve “düşüncelerini özgürce ifade” hakkından hiçbir zaman vazgeçmedi.

    Bediüzzaman, eserlerinde hiç kimseyi ayırıma tabi tutmadan, herkese önce insan olarak değer verdi. O “ferdi devlete feda eden” yaklaşımın aksine, “Hak haktır, küçüğüne, büyüğüne bakılmaz”, “bir masumun hakkı umumun hatırı için de olsa feda edilemez” diyerek, birey hak ve hürriyetlerini öne çıkardı. Hürriyetin ve demokrasinin en geniş şeklini göstererek, insan merkezli bir yönetim ve adalet anlayışını savundu.

    Çok partili hayata geçildiğinde demokrasiyi ve temel özgürlükleri savunduğu için Demokrat Parti’yi destekleyen Bediüzzaman, talebelerinin ve çevresinin de demokrat görüşün güçlenmesine katkıda bulunmalarını sağladı. Bununla birlikte parti yöneticilerini de ikaz ederek, demokrat bir partinin taşıması gereken özellikleri onlara her vesileyle hatırlattı. Bu coğrafyada yaşayan insanların mutluluğu için Demokrat Parti’nin gösterdiği her çabayı tebrik ederek, desteğini belirtmekten geri kalmadı. Asya’nın ve İslam âleminin istikbalde kalkınmasının birinci kapısının demokrasi ve hürriyet esasları olacağını vurguladı.

    23 Mart 1960’da vefat eden Bediüzzaman’ın bıraktığı bu hürriyetçi mirasa sahip çıkan talebeleri gerek ülkemiz gerekse bütün insanlık için onun demokrasi, barış ve hoşgörü anlayışını devam ettirdiler. Günümüzde de, yayınlarıyla, sosyal ve kültürel faaliyetleri ile Türkiye’nin devam etmekte olan demokratikleşme sürecine önemli katkılarda bulunmaktadırlar.

    Öz

    Bediüzzaman Said Nursi, özgürlüğün önemini “Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam” diyerek ifade eder. O’nun hayatına baktığımız zaman kendi hürriyetinden ve özgürlük düşüncesinden asla taviz vermemiş olduğunu görürüz. Bediüzzaman, dünyanın geçirdiği büyük değişimlere sahne olan 20. yüzyılın başlarında İstanbul’dadır. Bu dönemde, özgürlük düşüncesi dünyanın her yerinde etkili olmaya başlamıştır. Bediüzzaman’ı bundan sonra tahkiki iman davasıyla birlikte bu davanın en büyük özelliği olan hürriyet mücadelesi içinde görürüz. Bu kısa çalışmada bu mücadelenin kısa bir özetini ve Bediüzzaman’ın bu hususlardaki görüşlerini bulacaksınız.

    Anahtar Kelimeler: Meşrutiyet, hürriyet, demokrasi, demokratikleşme, kanun hakimiyeti

    Abstract

    To express the importance of liberty Bediüzzaman Said Nursi said ‘I can live without bread but not without liberty.’ If we look at his life, we notice that he never makes concession about his freedom and his idea of liberity. Bediüzzaman had been in Istanbul at the beginnig of the 20th century in which big changes took place in the world. At that time, the idea of liberty began to be effective all around the world. We see Bediüzzaman in the effort of real faith and ,as an important character of this effort, the struggle of liberty. In this short study, you will find a short summary of that struggle and Bediüzzaman’s ideas about these issues.

    Key words: Constitutional monarchy, liberty, democracy, democratization, rule of law