Türkiye'nin Demokrasi Süreci
"Güz 2008" 104. Sayı
To Reach the Magical Freedom With EU
Muhammet ÖRTLEK
Uluslararası İlişkiler ve Siyaset Bilimi Uzmanı
Arapça “hur” sözcüğünden gelen hürriyet kelimesi, hukuki ve sosyal anlamda köleliğin karşıtı olarak, felsefi yaklaşımda ise kaderciliğin karşıtı; yani irade serbestliği anlamında, 18. yüzyılda Fransızcaya “liberté” olarak geçen sözcüğün karşılığı olarak kullanılmıştır. Eski bir sözlük olan Hançeri Sözlüğü hürriyeti; yani “liberté”yi, “Liberté Civile (Ruhsat-ı Şeriye)” ve “Liberté Politique (Ruhsat-ı Mülkiye)” olarak ikiye ayırmaktadır. Başka bir ifadeyle sivil özgürlükler “bireye bağlı şahsi özgürlükler” ve siyasal özgürlükler (kamu özgürlükleri) şeklinde tanımlanmaktadır.1
1808 Sened-i İttifak, 1839 Tanzimat Fermanı, 1876 I. Meşrutiyet, 1908 II. Meşrutiyet, (1921 Kanun-i Esasi), 1924, 1961, 1980 anayasaları ile demokratikleşme serüvenimiz sürüp gitmekte, son yıllarda da AB “uyum yasaları” veya “uyum paketleri” çerçevesinde farklı görünümler kazanarak devam etmektedir.
Aslında demokratikleşme, bir bakıma Batı’ya öykünme şeklinde karşımıza çıkıyor. Batı’da parlamenter sistem olduğu için değil, Batılılaşma şartı olduğu için demokratikleşmeyi istemek gibi bir durumla karşı karşıyayız.
Demokratikleşme süreci ile hürriyet tarihi arasında bir paralellik söz konusudur.
Tarihin her döneminde hürriyet farklı biçimlerde algılanmıştır. Ortaçağ öncesindeki hürriyet anlayışında, bireylerin egoizmi karşısında ilahi düzenin getirdiği bir sistem vardı. Böyle bir sistemde önce tanrıların, sonra da tanrının getirdiği bir düzen ile bireylerin bencilliği arasındaki dengeler hürriyeti tanımlamıştır. Ortaçağ’da Hıristiyanlıkta, Papalıkta dini kurallar ile imparatorların mücadelesi sonucunda bazı hürriyetler ortaya çıkmıştır. İmparatorluklar hürriyeti, krallıklar hürriyeti, şövalyeler hürriyeti vb. Daha sonraki aşamada monarşi ile aristokratların arasındaki mücadeleyle hürriyet kavramı yeni değişimlere uğramıştır.
18. yüzyıl sonlarından itibaren burjuvazi ile aristokrasinin arasında gelişen mücadeleler, 19. yüzyıldan sonra ise burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki mücadeleler hürriyet tanımlamalarına yeni katkılar yapmıştır.
Bizim tarihimiz açısından değerlendirdiğimizde de bir hürriyet mücadelesi ile karşılaşırız. Tanzimat’tan önce hürriyetin rahatlıkla yaşama geçirildiği dönem olup olmadığı, bugünü anlamamız açısından çok önemlidir.
Bu bağlamda, Şerif Mardin’in şu cümlesi dikkate şayandır: Osmanlı döneminde halk ile padişah arasında temelde İslam’ın herkesçe bilinen “iyiyi, doğruyu savun, kötülüğü men et” ilkesine dayanan üstü kapalı bir toplumsal sözleşme vardı. Padişah ya da yöneticiler bu üstü kapalı toplumsal sözleşmenin aksine hareket ettiği zaman, halkın ayaklanma hakkı kendiliğinden doğardı. Osmanlı Devleti tarih boyunca bu üstü kapalı sözleşmeden doğan birçok isyan yaşamıştır. Bu isyanlar şöyle sıralanabilir: 1519’da Tokat dolaylarında Şeyh Celali’nin öncülüğündeki ayaklanmalar, 1525’te Yozgat’ta Baba Zünnun Ayaklanması, 1526’da Sivas, Amasya, Tokat, Maraş, Adana, Tarsus, İçel bölgelerine yayılan Kalenderoğlu Ayaklanması, 1559’da, Kanuni’nin sağlığında oğulları Şehzade Selim ile Şehzade Beyazıt arasında çıkan kavgada; Beyazıt yandaşlarının dağa çıkması ve medrese öğrencilerinin ayaklanması, 1566’da Kastamonu, Bolu, Samsun’da, medreseyi bitirmelerine karşın iş bulamayan öğrencilerin başlattığı ve halkın da katıldığı geniş ayaklanma, 1581’de Bolu ve Gerede yörelerindeki Köroğlu Ruşen Ayaklanması, 1587-97 arasında Karaman’da Davudoğlu önderliğindeki ayaklanmalar; Batı Anadolu’da Neslioğlu önderliğindeki ayaklanmalar; Antalya yöresinde Şahgeldi önderliğindeki ayaklanmalar, 1598’de Sivas ve Maraş yörelerinde, Karayazıcı’nın başlattığı ayaklanmalar, 1604’te Kastamonu, Çorum dolaylarında Tavil Halil, Kara Said, Marakaş, Kalenderoğlu Mehmet ve Gurguroğlu ayaklanmaları, 1622-1658’de Erzurum’da Abaza Mehmet Paşa ve Abaza Hasan Paşa ayaklanmaları, 1730’da İstanbul’da Patrona Halil Ayaklanması, 1806’da Edirne Ayaklanması, 1807’de İstanbul’da Kabakçı Mustafa ayaklanması, 1822’de Mora Başkaldırısı ve Yunanistan’ın bağımsızlığını ilan etmesi, 1831’de Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın ayaklanması vb. Şüphesi bu ayaklanmaların hepsi bir hürriyet mücadelesi şeklinde değildir. Ancak bahsi geçen toplumsal sözleşmenin çoğunlukla ihlali bu tür ayaklanmaların gizli nedenlerindendir.
Osmanlı’da ayaklanmaların başlangıcı şu süreci izliyor: İlk olarak Padişah çevresindeki kapıkullarının, bürokrasinin, halk ile Padişah arasındaki üstü kapalı sözleşmenin temel ilkesine aykırı hareket etmesi gerekiyor. İlk aşamada halk arasında dedikodu başlıyor, ikinci aşama camilerde ve vaazlarda biraz daha yüksek sesle bu durum seslendiriliyor. Üçüncü aşamada askeri güç olan Yeniçerilerle siviller arasında bu noktada belirli bir fikir birliği oluşuyor. Sonuçta Yeniçerilerin öncülüğünde bir isyan başlıyor.
Aslında olayın bir sivil bir de askeri yönü mevcuttur. Bunu formüle edersek karşımıza şöyle bir manzara çıkmaktadır. Madde 1: Siviller şikayet eder. Madde 2: Din adamları bu şikayete haklılık sağlar. Madde 3: Askerler de rejimi değiştirmek için gereken gücü sunar.
Osmanlı’daki ayaklanmalar değerlendirildiğinde, Osmanlı’da üstü kapalı sözleşmenin temelinden kaynaklanan anlaşmanın çözüldüğü göz ardı etmemek gerekir. Böylece yeni bir döneme girilmiş, ortaya eskinin iyiliğe yönelik dini ideali yerine iyiliğe yönelik, bilim aracılığıyla toplumun korunmasına dönük laik bir toplum idealini esas alan yeni bir anlaşma çıkmıştır.
Sivillerle bağlantıyı kuracak olan bu üstü kapalı sözleşmenin ortadan kalkmasıyla ortaya çıkan kopukluk, Türkiye’de çok partili hayatın gecikmesine ve tam olarak yerleşememesine neden olmuştur.
1960 sonrasına bakıldığında, her on yılda bir yapılan darbelerden sonra belirli bir asker-sivil grubun iktidarı değiştirdiği gözlenmektedir.
Türkiye’de 1850’lerden itibaren günümüze değin özgürlükler açısından, devamlı bir budama yapılagelmiş, bir başka ifadeyle “hürriyet adına hürriyetler adeta ortadan kaldırılmıştır.”
Mehmet Akif, Meşrutiyet Dönemi çalkantıları içinde Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte duyulan sevinçle birlikte hürriyetin yanlış anlaşılmasından duyduğu üzüntüyü “Süleymaniye Kürsüsünde” başlıklı şiirinde dile getirir:
Haydarabad’a yetiştim ki, bütün Hindistan,
“Verdi Kanun-i Esasi’yi nihayet Sultan!”
Diye birden bire çalkalandı. İnan kabil mi
Hiç o binlerce havâtır kemirirken içimi
…………………………………………..
Abdurreşit İbrahim Efendi’nin ağzından bunları anlatan Akif, bir İslam seyyahı olan İbrahim Efendi’nin İstanbul’a ulaştığında karşılaştığı manzarayı ümit kırıcı olarak ifade eder. Zira Meşrutiyet bekleneni verememiştir ve bu durum Mehmet Akif’i fazlasıyla üzmüştür. Bu ruh hali İbrahim Efendi’de dile gelir:
Ne devâirde hükümet, ne ahalide bir iş!
Ne sanayi, ne maarif, ne alış var, ne veriş.
Çamlıbel sanki şehir; zabıta yok, râbıta yok;
Aksa kan sel gibi, bir dindirecek vasıta yok.
“Zevk-i hürriyeti onlar daha çok anlamalı”
Diye mekteblilerin mektebi tekmil kapalı!
Meşrutiyet halk tarafından tam bir serbestlik olarak anlaşılmış ve İstanbul’da hayat birçok noktada durma noktasına gelmiştir.
Ahmet Hamdi Tanpınar, “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” adlı eserinde, “politikadaki hürriyet, bir yığın hürriyetsizliğin anahtarı veya ardına kadar açık kapısıdır” der. Tanpınar “Huzur” isimli yapıtında özellikle belli bir yaşı geride bırakmış olanların da yavaş yavaş inanmaya başladığı kötümserliği çok güzel açıklamaktadır: “Ben bu kadar kendi zıddı ile beraber gelen ve zıtların altında kaybolan nesne görmedim. Kısa ömrümde 7-8 defa memleketimize geldiğini işittim. Neyin? Hürriyetin… Bir kere bile kimse bana gittiğini söylemediği halde 7-8 defa geldi. Ve o geldi diye biz sevincimizden sokaklara fırladık. Bu hürriyeti sımsıkı yakalayamadığımıza göre, demek ki kimsenin ona ihtiyacı yok.”
1908 II. Meşrutiyet kuşağının özlemi olan hürriyete Ömer Seyfettin’in “Efruz Bey”i gibi baktık galiba. İçeriğini anlamadan bir hevesle peşinden koştuk, ama o füsunkâr hürriyeti kaybettiğimizi bile anlamadık.
3 Ekim 2005 tarihi itibariyle başlayan AB tam üyelik müzakerelerinin sonucu, günlük ulusal gazetelerde Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ifade ettiği gibi “sevincimizden sokaklara fırlamış” havasıyla manşetler ilk sayfalara yansımıştır. Aradan geçen 3 yıl gibi bir zaman zarfında müzakereler istenilen düzeye ulaşamamıştır. Umarım bundan sonrası, toplumsal belleklerimizde hala canlı olan, geçmişte yaşadığımız deneyimlerimizin bir tekrarı olmaz.
Uzun Batılılaşma serüveninden sonra artık bütün boyutlarıyla Avrupalı olduk anlayışıyla, onlara kafa tutabileceğimizi bile düşünüyoruz. Dün Batı’nın bilim ve teknolojisini alalım diyenlerin bunu kendi hayatlarında bile gerçekleştiremediklerine şahit olduk. Bugün bizim için Avrupa teknolojiden çok demokrasiyi temsil ediyor.
Avrupa düşüncesi bugün bizde sadece demokratikleşme olarak bir anlam ve işlev taşıyor. Teknolojik kabule dayalı Avrupa düşüncesinden salt siyasal değerlerin kabulüne dayalı bir noktaya geldik.
AB üyelik süreci insan hakları, özgürlükler, hukukun üstünlüğü ve demokrasi gibi Batı’nın üst-yapısal değerlerinin ülkemize yerleşmesi ve geliştirilmesi açısından önemli bir süreçtir. Aynı zamanda bu süreç “200 yıllık Batılılaşma hareketinin” son halkasıdır. AB Uyum Yasaları/Paketleri de bu sürecin birer basamağıdır. Ancak bunların “füsunkâr hürriyet”ler olup olmadığını zaman ve uygulama gösterecektir.
Dipnotlar:
1. Tevfik Çavdar, Türkiye’nin Demokrasi Tarihi 1839-1950, S.16, İmge Yayınevi, 2004
Öz
AB üyelik süreci insan hakları, özgürlükler, hukukun üstünlüğü ve demokrasi gibi Batı’nın üst-yapısal değerlerinin ülkemize yerleşmesi ve geliştirilmesi açısından önemli bir süreçtir. Bu yazıda demokratikleşme süreci ile hürriyet tarihi arasında bir paralellik kurularak bizim tarihimizdeki hürriyet hareketlerine ve anlayışına kısaca değinilmekte ve AB sürecine bu noktada vurgu yapılmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Hürriyet, demokratikleşme, AB süreci, Avrupa
Abstarct
The membership process of EU is very important for establishing and enhancing the post-structural values of the West like human rights, freedoms, rule of law and democracy. In this article, we will relate the democracy process and history of freedom and the freedom movements and approaches will be mentioned and the EU process will be underlined.
Keywords: Freedom, democracy, EU process, Europe
Editor
Yazıyı okumak için tıklayınız...Editorial
Yazıyı okumak için tıklayınız...Selim SÖNMEZ
Yazıyı okumak için tıklayınız...Osman ÖZKUL
Yazıyı okumak için tıklayınız...Furkan AYDINER
Yazıyı okumak için tıklayınız...Nuri ÇAKIR
Yazıyı okumak için tıklayınız...Nimet DEMİR
Yazıyı okumak için tıklayınız...Vedat DEMİR
Yazıyı okumak için tıklayınız...İsmail TAŞPINAR
Yazıyı okumak için tıklayınız...Ziya KAZICI
Yazıyı okumak için tıklayınız...Muhammet ÖRTLEK
Yazıyı okumak için tıklayınız...Bediüzzaman Said NURSİ
Yazıyı okumak için tıklayınız...Ali BULAÇ
Yazıyı okumak için tıklayınız...Ali Cüneyt EREN
Yazıyı okumak için tıklayınız...