Köprü Anasayfa

Türkiye'nin Demokrasi Süreci

"Güz 2008" 104. Sayı

  • Katolik Kilisesi ve Demokrasi: Fransız Devrimi Demokrasisinden Kilise-içi Demokrasiye

    Catholik Church anda Democracy: From French Revolution’s Democrasy to inter-church Democracy

    İsmail TAŞPINAR

    Yrd. Doç. Dr., M.Ü. İlahiyat Fakültesi, Dinler Tarihi Anabilim Dalı öğretim üyesi

    ‘Demokrasi, halkın iradesini Tanrı’nın Yüce iradesinin üstüne koymaktır.’
    (Papa XIII Léon, Graves de communi , 1901)

    ‘Demokrasi, insan haysiyetini güvenceye alan en etkin tarihî aletlerden biridir.’
    (Papa XVI. Benoît)

    Giriş

    Bir siyasi sistem ve kültür olarak demokrasiyi içinden çıktığı Hıristiyan kültürü dikkate alınmadan değerlendirmek, eksik bir değerlendirme olacaktır. Fransız Devrimi (1789) ile sembolleşen Avrupa’daki siyasi devrimler, hareketler ve değişimlerin felsefi olduğu kadar kültürel ve teolojik sonuçları olmuştur. Söz konusu değişim, şüphesiz aynı kültürün önemli bir parçasını teşkil eden Hıristiyan kurumlarını ve özellikle de Kilise’yi etkilemiştir. 18.yy.’da yaşanan bu devrimlerin, modern siyaset anlayışının somutlaştığı anlar olduğu söylenebilir.

    Aydınlanma, başlangıçta Avrupa’daki monarkların da desteklediği bir harekettir. Monarklar için önemli olan, Aydınlanma hareketinin kendilerini her türlü dinî kayıttan kurtarıyor olması idi. Ancak, zamanla anlaşılacağı üzere, siyasi açıdan Aydınlanma aynı zamanda ‘mutlakiyetçilik’ten kurtulmanın da bir diğer adı olacaktır. Aydınlanma düşüncesinin siyasi projesi teşekkül ettikçe, toplumsal taleplerin merkezi önem arz etmesi kaçınılmaz olarak kendini dayatmıştır. Sonuç olarak, Aydınlanma teolojik açıdan Kilise’nin sekülerleşmesi olduğu kadar, ‘mutlakiyetçi yönetimlerin’ de sonu olmuştur. Aydınlanma’nın kültürel alandaki devrimi, siyasi alanda da meyvelerini vermiştir. Bu açıdan, Fransız Devrimi bu konudaki en çarpıcı örnek olmuştur. Gerçekten, Aydınlanma ile birlikte toplumu ilgilendiren bütün alanlarda bir ‘dönem’ kapanmış bir yenisi açılmıştır denebilir.1

    Prostestan siyaset bilimcisi Jean-Paul Willaime, Encyclopédie du Protestantisme’e yazdığı ‘démocratie’ maddesinin girişinde, her ne kadar ‘demokrasi’ ‘halk tarafından yönetim’ anlamına geliyorsa da, halk tarafından yönetilen her rejimin demokrasi olmayacağını belirtir. Ona göre, demokrasilerde bir yandan vatandaşların katılımıyla gerçekleştirilen bir seçimin, diğer yandan kuvvetler ayrılığına (yasama, yürütme ve yargı) ve insan haklarına (özellikle, çoğunluk tarafından ihmal edilme riskini taşıyan azınlıkların haklarına) saygılı bir Hukuk Devleti’nin varlığı da gereklidir. 2

    Yukarıda yapılan tanım gereği, demokrasi aynı zamanda ‘çokkültürlülüğü’ de içeren bir sistemdir. Bir ülkeyi oluşturan toplumların kültürel farklılıklara sahip olmasının kaçınılmaz oluşu, demokratik kültürün bir tek kültürün belirleyiciliğinden bağımsız olmasını, ‘çokkültürlü’ bir yapıya sahip olmasını da gerektirmektedir. Dolayısıyla, demokratik sistemin ‘dinî çoğulculuğu’ önemseyen/benimseyen bir yapıda olması, sistemin çokkültürlü bir yapıya sahip oluşundan kaynaklandığı belirtilmelidir. Özellikle, günümüzdeki küresel ölçekte yaşanan göç dalgaları, iletişim imkanları ve devletlerüstü yapılanmalar, çokkültürlüğün kaçınılmaz olduğu ortamların oluşmasındaki etkileri dikkate alındığında, demokratik yönetimlerin bu özellikleri daha da önem arz etmektedir.3

    Bu çalışmada, demokrasinin Hıristiyanlık tarihi ve kültürü çerçevesinde değerlendirilmesi yapılacaktır. Birinci Kısım’da, Hıristiyanlık tarihi içerisinde özellikle Katolik Kilisesi örneğinde ‘demokratik sisteme’ yönelik tartışmaların neler olduğuna ve bunların kaynağına değinilecektir. İkinci Kısım’da, demokrasinin hıristiyan ilahiyatındaki (teolojisi) yeri ile ilgili görüşler ele alınacaktır. Üçüncü Kısım’da, modern dönemde ortaya çıkan ‘Hıristiyan Demokratlar’ olgusu üzerinde durulacak ve bir hareket olarak ‘Hıristiyan Demokratlar’ın ortaya çıkışı ve söylemleri incelenecektir. Dördüncü Kısım’da ise, Katolik Kilisesi’ndeki Kilise-içi demokrasi tartışmalarına değinilecektir.

    I. Hıristiyanlık Tarihi ve Demokrasi: Bireyi Yücelten Devrimin Lanetlenmesinden Demokrasi Kilisesine

    Hıristiyan tarihçilere göre, ‘demokratik unsurlara’ yer veren siyaset teorilerine Hırstiyan düşünürlerin eserlerinde 13.yy.’dan itibaren rastlamak mümkündür. Bunlar içerisinde özellikle Aquino’lu Thomas’ın (ö. 1274) ‘siyasi ahlak teorisinde’, Padua’lı Marsilius ile Ockham’lı William, ve 15.yy.’da yaşayan Cusa’lı Nicola’nın (ö. 1464) tabiî hukuka yönelik teorileri zikredilmelidir. 16.yy.’da Jean Calvin’in meslektaşı T. Beza’nın Die iure magistratum adlı eserinde halkın yönetimine ahlaki ve etik dayanak sağlaması önemli aşamalar olarak kabul edilmektedir. Nihayet, Ipswich’li John Wise’ın Massachusetts’de kurduğu kilisesini (Congregational Church) demokratik esasa dayalı olarak kurması ve bu sistem ile gerçek bir devletin en mükemmel işleyişi arasında yaptığı mukayesesinin, Amerika anayasasının hazırlanmasındaki ve Fransız İnsan Hakları Beynnamesi’nin hazırlanmasındaki etkileri günümüzde belgelenmiştir.4

    Hıristiyanlık tarihi bakımından 16.yy’dan itibaren Kilise’de başgösteren ve Reform ile sonuçlanıp farklı boyutlarda devam eden krizlere neden olan bazı yanlış uygulamalar (endüljanslar vb.), Kilise içinde yapılan bazı ‘reform’ların (Trento konsili) başarısızlığı ile sonuçlanmışsa; Avrupa’da meydana gelen 18.yy’daki ekonomik ve sosyal krizler de (açlığın had safhada olması, işsizlerin çok kötü koşullarda yaşaması, vb.) sonunda Fransız Devrimi’ne neden olmuştur.

    Fransa’da Devletin iflası ile birlikte kral, yerel yönetimleri Versailles’da 1789’da toplantıya çağırmak zorunda kalmıştır. İşte, -Hans Küng’ün deyimiyle Voltaire’in, Rousseau’nun ve ansiklopedistlerin bile tahmin edemeyeceği şekilde- gerçek ‘paradigma değişimi’ tam da o zaman beklenmedik bir derinlikte ve hızda gerçekleşmiştir.

    Aslında, başlangıçta Devrim’in Kilise’ye yönelik bir düşmanlığı yoktu. Bu nedenle, Devrim’in Kilise’ye karşı yapıldığını söylemek doğru olmayacaktır. Zira, çok ilginç bir şekilde Devrim’i yapanların en üst kademesinde kilise mensubu papazlar yer almakta idi. Öyle ki, o zamanlarda Fransa’da mevcut olan 130.000 kişilik kilise mensubundan sadece 10.000 kişilik ‘imtiyazlı sınıf’ devrime karşıdır. Fransa Başpiskoposu, mevcut iktidarın yanında yer almıştır. Benzer bir durum, Reform zamanında Almanya başpiskoposunda da görülmüştü. İmtiyazlılar sınıfı ile birlikte olan Başpiskoposun aksine, ‘aşağı sınıfı’ ya da ‘üçüncü sınıfı’ teşkil eden ve köken olarak da sosyal katmanların fakir sınıfından gelen kilise mensupları (papazlar) ise, toplumun %98’ini teşkil eden ve imtiyaz sahibi olmayan halk ile bütünleşmişlerdir. Nitekim, dönemin en meşhur eseri Qu’est-ce que le tiers état? (Halkın çoğunluğunun temsil edildiği meclis olan ‘tiers états nedir?) adlı eser de Emmanuel-Joseph Sieyès adlı bir rahip tarafından kaleme alınmıştır. Aynı rahip, daha sonra kurulacak olan ‘kurucu Meclis’te hem Kont Mirabeau ile birlikte hem de ihlalci Napoléon döneminde önemli görevlerde bulunacaktır.

    Gerçekte, Emmanuel-Joseph bulunduğu konumda asıl itibariyle kendisi gibi olan binlerce din adamını temsil etmekte idi. Ancak, söz konusu din adamlarının Devrim’den iki temel beklentileri vardır: Birincisi, halkın düçar olduğu ekonomik sefaletten bir an önce kurtulmasıdır. İkinci beklentileri ise, Kilise’nin Fransız toplumunda daha fazla kök salmasıdır. Diğer iki sınıfın karşı çıkmasına rağmen, ‘üçüncü sınıf’ kendini ‘millet iradesinin yegane temsilcisi’ olarak ilan eder ve mevcut yasalara aykırı olarak Millet Meclisi’ni oluşturur. Öyle ki, halkın üzerindeki etkisini ispatlamak için o yıl ‘vergilerin ödenmemesi’ kararını alır ve bu karar halk tarfından uygulanır. Krallık ile Meclis arasındaki karşılıklı güç gösterisi, 9 Temmuz’da ‘milletin egemenliği’nin doğrudan gerçekleştirilmesi ile son bulmuştur. Böylece, Meclis söz konusu tarihte kendini ‘Kurucu Millet Meclisi’ olarak ilan etmiş ve monarşi iktidarını açıkça reddetmiştir. Bu yeni durum, Devlet’in idaresi konusunda ‘aydınlanmış monark’a değil, ‘millete’ yani ‘milletin kendisine’ güvenileceği esasını getirmekte idi. Böylece, hükümranlık krala ya da bir imtiyazlı sınıfa değil, milleti temsil eden ‘Millet Meclisi’ne ait olacaktır.

    Hıristiyanlık tarihi bakımından değerlendirildiğinde, artık Ortaçağ’da papanın şahsında temsil edilen teokrasiden, protestan beyler ve konseylerden, aydınlanmış mutlakiyetçi yapıdan modern dönemin en belirgin vasıflarından biri olan ve ‘demokrasi’ denilen yeni bir rejime geçilmiştir. Böylece, hakimiyet Millet Meclisi tarafından temsil edilen halka geçmiştir. Bu nedenle, bireylerin oluşturduğu ‘millet’ modernliğin en önemli değerlerinden biri kabul edilmiştir.

    16. Louis, 14 Temmuz 1789’da Devrim’i ve Millet Meclisi’nin hükümranlığını resmen kabul eder. Bunun üzerine, Napoléon Bonaparte döneminin dışişleri bakanlığı görevini de yerine getirecek olan Piskopos Talleyrand, her türlü imtiyazın kaldırılması yönünde Meclis’e bir önerge verir ve önerge kabul edilir. Böylece, sınıflar arası her türlü imtiyaz ortadan kalkmıştır. Devrim’in ardından yayınlanan İnsan Hakları Bildirgesi ise, ‘insan ve vatandaşlık hakları’ konusunda Avrupa tarihinde çok önemli bir dönüm noktası olacaktır. Böylece, ‘Devlet’in yerine insanın (bireyin) merkeze alındığı ve haklarının ‘tabii hukuk’ çerçevesinde korunduğu ilkeler kabul edilecektir. Bu ilkeler, aynı zamanda demokrasinin de ilkeleri olacaktır. Siyasi, sosyal ve entellektüel alanda yaşanan değişimler ve Demokratik Devlet yönünde atılan adımlar, kaçınılmaz devletin ‘sekülarizasyonu’ ve ‘Hıristiyanlıktan arındırılmasını’ –o dönem dikkate alındığında daha doğru bir tabir ile, Kilise’nin etkisinden arındırılmasını- da beraberinde getirmiştir. Beklenmeyen bu durum, Hıristiyan kültürüne sahip Fransa’da önemli Kilise mensupları ile yeni düzen taraftarları arasında krizlere yol açacaktır. Zira, halkın isteklerini göz ardı eden imtiyazlı bir sınıftan kurtulmak üzere mücadele etmiş olan din adamları, bir anda halkın her türlü ‘katolik’ değerlerini (gelenek, inanç, kurallar) yok sayan ve ‘Akılcılık’ (Rationalisme) olarak tanımlanan görüşü benimseyenlerin oluşturduğu başka bir imtiyazlı sınıf ya da ideoloji ile karşı karşıya kalmışlardır. Bu durum, ‘hiyerarşi taraftarı’ katoliklerin aksine protestanlar tarafından desteklenmiştir. Willaime’e göre, Devrim asıl itibariyle Protestanlık tarafından gerekleştirilen Reform’un kaçınılmaz bir sonucudur. Zira, Kutsal Kitabın anlaşılmasında Katolik Kilisesi’nin mutlak otoritesini sarsan Protestanlık, Kilise’nin siyasetteki mutlak yetkisini de sorgular hale getirmiş ve devletin sekülerleşmesinde ve ‘dinden’ (Katoliklik’ten) arındırılmasında önemli rol oynamıştır.5

    Oysa, Fransa’da İnsan Hakları Beyannamesi’nin hazırlanmasında Katolik din adamlarının katkıları inkar edilemeyecek kadar açıktır. Her ne kadar bazıları (önemli ölçüde din adamı kökenli olanlar), İnsan Hakları Beyannamesi’nin ‘Tanrı adına’ ilan edilmesini; veya, söz konusu metinle birlikte tamamlayıcı nitelikte ‘İnsanların Ödevleri’ni de tadad eden bir metnin hazırlanmasını istemiş olsalar da, ‘âlemlere hükmeden bir yüce Hakimden’ bahsetmek çoğunluğun tasvip etmediği bir konu olduğu gibi, sadece ‘tabiat’tan söz etmek de kimileri için yeterli görülmemiştir. Nihayet, İnsan Hakları Beyannamesi’nin ‘Yüce Varlığın huzurunda ve O’nun koruması altında’ ilan edilmesinde uzlaşılmıştır.6 Ancak, ‘din’i temsil eden Katolik Kilisesi’nin Fransa’da tarih boyunca merkezî yönetimi yani ‘Devlet’i destekleyen tutumu, ‘insanı’ merkeze alan Devrim ilkeleri ile çatışmakta idi. Bu ise, Fransa’da ‘din’ denince akla gelen Katolik Kilisesi’ne (dolayısıyla ‘din’e) karşı mesafeli olmayı beraberinde getirdi. Öyle ki, Kilise’nin daima eleştiri noktalarından olacak Aydınlanma felsefesinin ‘pozitivist’ ve ‘hümanist’ anlayışının uzantıları olan bu yaklaşım, Fransız demokratik sisteminin en belirgin vasıflarından biri haline gelmiştir.7

    Devrim’le birlikte yaşanılan bu değişiklikler, dinin toplum içerisindeki yerini yeniden sorgulamıştır. Eski Yönetimi desteklemesi ile bilinen Katolik Kilisesi’nin şahsında temsil edilen din, Devlet’in her türlü mekanizmasından uzaklaştırılmasını gerektirmiştir. Oysa, Jean Legein’in de belirttiği gibi, hz. İsa daima ezilenlerin yanında olmuştur. Yine ona göre, kendisine sunulan her türlü iktidarı (siyasi, maddi, manevi) reddeden hz. İsa, toplumun efendisi olacak kişinin, toplumun ayaklarını yıkamayı da kabul edecek bir hizmetçi olması gerektiğini bizzat göstermiştir. Bu nedenle, Kilise’nin her türlü iktidar ile yakın ilişki içerisinde olması, onların yanlışlarını savunacak kadar içli-dışlı olması İncil’in çağrısına aykırıdır. İncil’in çağrısının dışında dünyevileşen bir Kilise’nin akıbeti ise en iyi Fransız devrimi ile ortaya çıkmıştır.8

    Öyle ki, Eski Yönetimi eleştirmek aynı zamanda Katolik Kilisesi’ni ve tabii ki dini de eleştirmek anlamına geliyordu. Katolik Kilisesi’nin işlediği günahların tamamı ‘dine’ yüklenmiştir. Bu nedenle, modern demokrasilerde zaman zaman gündeme getirilen ‘din-devlet’ çatışmaları, asıl itibariyle Fransız Devrimi ile birlikte yaşanan ve eski kraliyet yönetimini desteklemiş olan Katolik Kilisesi ile Devrim taraftarları arasındaki siyasi çatışmalara dayanmaktadır. Öyle ki, kralı Versailles Sarayı’ndan Paris’e gitmeye zorlayan Millet Meclisi, aynı zamanda Katolik Kilisesi’ne yönelik ciddi yaptırım kararları da almıştır: Katolik Kilisesi’nin malları millete devredilmiştir (2 Kasım 1789); Katolik Kilisesi tekke ve tarikatleri (couvents et ordres religieux) kapatılmış, ruhbanlık yeminleri iptal edilmiş ve yasaklanmıştır (13 Şubat 1790); Kilise’nin sivil teşkilatı, Devletin bölgesel coğrafyasına uygun olarak yeniden düzenlenmiştir (12 Temmuz 1790). Böylece, yerleşim birimlerindeki kiliselerde görev yapacak olan papazlar, (mensup oldukları din farklı olsa da, sadece vatandaş olmaları hasebiyle) o yerleşim birimindeki vatandaşlar tarafından seçilmesi kararı alınmıştır. Piskoposlar ise, yerel idareler tarafından tayin edilecektir. Din işlerinin idaresi; piskoposlardan, papazlardan ve papaz olmayan (laik) vatandaşlardan oluşan bir ‘danışma kurulu’ tarafından idare edilecektir. Böylece, Devlet içerisindeki ‘din’ tamamiyle millileştirilmiş olmakta ve Roma’ya olan bağlılık büyük oranda kaldırılmıştır.9

    II. Kilise Teolojisinden Demokrasi Teolojisine

    Fransa’da geçmişle olan bağların bu kadar ‘radikal’ bir şekilde koparılması, Hıristiyan ilahiyatçılar tarafından hâlâ anlaşılabilmiş değildir ve bir türlü anlam verilememektedir. Hans Küng, bu durumun kimilerinin iddia ettiği gibi ‘Fransa’da Almanya’da gerçekleşen ‘Reform’un yaşanmamış olması’na bağlanabilip bağlanamayacağını sorgular. O, her ne kadar bunun doğru olacağını kabul etse de; Fransa’daki bu kadar keskin kopuşun ‘siyasi devrimin çok şiddetli ve dehşet verici katliamların olduğu bir ortamda gerçekleşmiş olmasına’ bağlamaktadır.10

    Bu durum, Fransa’daki Katolik Kilisesi tarafından II. Vatikan Konsili’ne (1965) kadar kabullenilemeyecektir. Öyle ki, A. Vilmar gibi ilahiyatçılar, demokrasiyi kıyametten önce ortaya çıkacak olan ‘ahir zaman alametlerinden biri’ olarak tavsif edecektir. Demokrasinin üzerine bina edildiği fikirler, ‘halkın iradesinin Tanrı’nın Yüce iradesinin üstüne koymak’ anlamına geleceği için Katolik Kilisesi tarafından benimsenmesinin mümkün olamayacağı, Papa XIII. Léon’un (1810-1903) yayınladığı Graves de communi (1901) adlı Genelge ile açıkça reddedilmiştir.11 Bu yaklaşım, II. Vatikan Konsili’ne kadar devam etmiştir. Bu nedenle, bir bakıma Fransa’da Katolik Kilisesi’nin Ortaçağı ancak II. Vatikan Konsili kararları ile son bulduğunu söylemek mümkündür.12

    Devrim sonrası burjuvaların devleti yönetememesi sonucu darbe ile yönetime el koyan Napoléon Bonaparte’ın (9 Kasım 1799) kabinesinde görev alan din adamı sadece dışişleri bakanı Talleyrand değildir. Onunla birlikte, katolik din adamları olan emniyetten sorumlu bakan Fouché ile birlikte Directoire (İdare) üyesi Sieyès de yer almaktadır. Devrim’in sona erdiğini ilan eden Napoléon, kendisi dindar olmasa da, Katolik Kilisesi’ne Fransa’da özel bir statü verecek olan konkordatayı Papa ile birlikte imzalar (1801). Her ne kadar, Roma ile girdiği anlaşmazlık sebebiyle papanın Fonteinebleau’ya nakline karar verirse de, gelen baskılar üzerine Papalık devletlerini tekrar tanımak zorunda kalır (1814). Ancak, halkı merkeze alarak başlayan bu devrim, her ne kadar ‘hürriyet-eşitlik-kardeşlik’ fikirlerine dayandığını iddia etmiş olsa da, sonunda Napoléon’un da şahsında tezahür edeceği gibi, ‘milliyetçi’ (nationaliste) bir yola girmiş ve beraberinde insanlığa büyük felaketler getirecek olan ‘küresel emperyalizme’ neden olmuştur. Nitekim, I. ve II. Dünya savaşları bu ideolojinin birer ürünleri olacaktır.

    Devrimin asıl itibariyle ‘sosyal ve siyasi’ alanda gerçekleşmiş olması nedeniyle, dini ve Kilise’yi etkilememesi düşünülemezdi. Katolik Kilisesi, özellikle kendi içinde bir ‘reform’ yapmayı reddetmiş olması veya daha sonraki girişimlerle gerçekleştirememiş olmasını çok pahalıya ödemiştir. Siyaset ve toplumdaki değişimlere göz yummayı asırlardır sürdüren Kilise, ‘ortaçağ uykusundan’ ancak II. Vatikan Konsili le 20.yy.’da uyanacaktır. Devrimle gelen yeni idareye olan karşı tutumu ona sadece toplum içerisindeki gücünü değil (eğitim, hasta bakımları, fakirlerle ilgilenme, özel mülkleri) aynı zamanda önemli miktarda insanını da kaybetmiştir: 40.000’i sürgüne gitmek zorunda kalmış, 2000-5000 arasında kilise mensubunun katledilmesi ve binlercesinin görevlerinden istifa etmek zorunda kalması. Hatta, devrime karşı çıkanların bir kısmı, papaya olan bağlılıklarını kaybetmemek üzere toplumdan uzaklaşmayı ve kendi aralarında örgütlenerek ‘dağlarda yaşamayı’ (ultramontanisme) bile kabul etmişlerdir.

    Böylece, Kilise ya da ‘din’ ancak ‘yeni düzen’in kendilerine tanıdığı imkan ve çerçeve dahilinde dinlerini uygulama hakkına sahip olabilmiştir. Bir devlet dini olarak yüzyıllarca ayakta durmuş olan Kilise, 1789’da bir anda bütün imtiyazlarından mahrum kalmıştır. Mutlak monarşiyi esas alan mutlakiyetçi yönetimden halkın yönetimi olan demokrasiye geçilmesi ile birlikte Katolik Kilisesi’ne nispetle değişen sistemi şu başlıklar altında mukayeseli olarak toplamak mümkündür:

    Katolik Kilisesi

    1. Mutlakiyetçi sistemin muhafazası
    2. Kilise Devletlerinin devamı
    3. İnsan haklarının mahkum edilmesi
    4. Piskoposların seçiminde halkın ve din adamların dışlanması
    5. Otoritenin papa ve piskoposlarda olması
    6. İki sınıflı sistem: din adamı sınıfı ve laikler
    7. Yüksek otorite tarafından tayin edilme
    8. Katolikliğin Devlet dini olması (empoze edilmesi mümkün olan her yerde)

    Demokrasi

    1. Mutlakiyetçiliğin son bulması
    2. Kilise Devlettleri’nin ilgası
    3. İnsan ve vatandaşlık haklarının merkezî önemi
    4. Halkın hakimiyeti (temsili demokrasi)
    5. Kuvvetler ayrılığının benimsenmesi (yasama, yürütme ve yargı)
    6. Kanun önünde eşitlik
    7. Her seviyedeki yöneticilerin özgürce seçilmesi
    8. Yahudiler ve diğer din mensuplarına eşit muamele

    Kilise kültürünün yerini alan yeni kültür, demokratik seküler kültür olmuştur. Bu kültür, meşruiyetini halkın hakimiyeti ilkesinden alır ve millet meclisi, basın-yayın, politik kulüpler ve sivil toplum örgütleri tarafından temsil edilen insan haklarına dayanmaktadır. Asıl itibariyle, Devrim ve sonuçları eski idareye nispetle daha çok mülk sahipleri olan ‘burjuva’lara yaramıştır. Böylece, eski düzende yetkinin babadan oğula geçmesi nedeniyle asırlarca idare mekanizmasından uzak tutulan mülk sahipleri, böylece yönetime doğrudan müdahale etme şansını elde etmişlerdir. Kaçınılmaz olarak, ellerindeki mal varlıklarını her ne pahasına olursa olsun çoğaltmak arzusunda olan mülk sahipleri, bu yeni düzenin aynı zamanda en tehlikeli unsurları olmuştur denebilir.

    Aynı şekilde; yeni demokratik düzenle birlikte Hıristiyanlığın inanç esaslarının yerine, yeni bir ‘sivil milli din’ almıştır. Bu ‘yeni din’in inanç esasları, havariler amentüsü yerine ‘İnsan Hakları Beyannamesi’nin maddeleri’dir. Kilise hukukunun yerine, Devlet’in Anayasası geçmiştir. Haçlı bayrağının yerine, Fransa’da ‘üç renkli’ bayrak almıştır. Kilisenin görevli papazı tarafından takip edilen vaftiz, evlilik ve defin-tekvin işleri ile ilgili düzenlemelerin yerini, boşanmayı da kabul eden yeni Medeni hukuk yasaları almıştır. O zamana kadar okullarda görev yapan din adamlarının yerini öğretmenler almıştır. Kilise’nin yönettiği ve Pazar ayini ile temsil edilen altar ve kurban olma yerini, vatan altarı ve onun için canını kurban etmesi istenen vatandaş almıştır. Şehirlerin sokak, cadde ve meydan isimlerinde eskiden var olan dini isimlerin yerini, ‘Hürriyet’, ‘Vatan’, ‘Millet’ gibi isimler almıştır. Azizler yerine, ‘Devrim şehitleri’ne rahmet okunacaktır. Hıristiyan ve Kilise’ye ait kutsal günlerin yerini ise, milli bayramlar ve marşlar alacaktır (Fransa’da La Marseillaise). Aynı şekilde, hıristiyan ahlakının yerini ise, Aydınlanma felsefesine dayalı sivil ve sosyal düzene dayalı bir ahlak anlayışı kabul edilecektir.13

    Fransız Devrimi ile birlikte ortaya çıkan bu yeni ‘duruma’ karşı Kilise’nin bundan sonraki tavrı ne olacaktır? Katolik Kilisesi’ne göre yapılacak olan tek şey, Tanrı’yı toplumun dışına iten bu sistemden vazgeçip ‘yeniden eski Hıristiyan medeniyetine ve onun temel hiyerarşik idari yapısına geri dönmektir.’ Katolik Kilisesi’nin bu yaklaşımı, onun maksadının ‘Hıristiyanlık’ değil, dünyayı ‘Katolikleştirme’ ve hatta ‘Romalılaştırma’ olduğu şeklinde eleştirilmiştir.14

    Katolik Kilisesi’nin demokrasiye karşı bu mesafeli yaklaşımının aksine Protestanlığın Fransa’da demokratik sistemin yerleşmesinde önemli roller üstlendiğine daha önce de değinilmişti. Özellikle St. Barthélemy katliamından (1572) sonra bazı kalvinist düşünürler, kralları iktidara getirenlerin halk olduğu ve beylerin halkı idare ederken ilahi ve insani kanuna riayet etmeleri gerektiği üzerinde durmuşlardır. 1581’de ilan edilen Beyanname’de, ‘reâyânın beyler için yaratılmadığı,… beylerin reâyâ için yaratıldıkları,…. idareyi hukuk ve akla dayalı olarak gerçekleştirmeleri gerektiği’ belirtilmiştir. Protestanlık’ta ‘din adamlarının eşitliği’ ilkesinin benimsenmesinin de demokrasiye etkisi olmuştur denebilir. Bu sisteme göre, dini kurullarda din adamı olmayan kimseler de yer almakta ve kararlar ‘oy çokluğu’ ile kabul edilmektedir. Bu uygulama, Fransa’daki protestanlar tarafından 1559’dan itibaren kabul edilmiştir.

    Bu durum, Amerika’daki protestanlar arasında da yaygınlık kazanmıştır. Mesela Baptist Roger Williams’ın (1604-1684) Rhode Island’da kurduğu yönetim ile bir quaker olan William Penn’in (1644-1718) Pennsylvania’da kurdukları yönetim, kendi çağlarına nispetle oldukça ileri demokrasiyle sahip yönetim modellerine sahiptiler. Öyle ki, vatandaşların barışına ve karşılıklı hoşgörüye dayalı bir Devlet olan Pennsylvania’nın anayasası, Amerika Birleşik Devletleri’nin Anayasası’nın örnek alacağı modellerden biri olacaktır.15

    Her ne kadar Protestanlık ile demokratik kurumların oluşturulması arasında böyle yakın bir ilişkinin olduğu söylenebilirse de, protestanların tamamının her zaman aynı görüşte oldukları söylenemez. Zira, demokrasi karşıtı hatta mutlakiyetçi yönetimleri açıkça destekleyen aşırı protestan grupların varlığı da inkar edilemez. Mesela, nazi yönetimini destekleyen ‘Hıristiyan Almanlar’ ile Güney Afrika’daki kalvinist Afrikaner’lerin ‘ırk ayrımcı’ (apartheid) tutumları buna örnek gösterilebilir. Amerika’da ise, 17.yy.’da Massachusetts Eyaleti’nde ‘teokratik’ eğilime sahip püritenlerin kurduğu yönetim zikredilebilir.

    III. Modern Bir Siyasi Akım Olarak Hıristiyan Demokratlar

    Katolik Kilisesi’nin ‘resmi’ politikaları bir tarafa bırakılacak olursa, kiliseye mensup olan çeşitli ülkelerdeki katoliklerin 18. ve 19. yy.’daki sosyal ve siyasal alandaki gelişmelere karşı, tarih içerisinde yaşanan tecrübelerden de hareketle, genel olarak iki tür tepki geliştirdiği söylenebilir. Birincisi, Katolik Kilisesi’nin eski ‘içe kapanmış, tepkisel, gelişmenin her türlü açılımlarına karşı’ ‘sağcı katoliklerin’ tavrıdır. İkinci tavır ise; kendisini ‘modern, gelişmeye, yeniliğe ve eleştiriye açık’ ‘solcu katoliklerin’ tavrıdır.

    Her iki tavrın demokratik sistemde temsilcileri olmuş ve ‘Hıristiyan demokratlar’ adıyla yeni bir hareket ve örgütlenme ortaya çıkmıştır. Bu hareket, temel olarak, demokratik ‘değerler’ olarak da savunulan ve ‘insan haklarının ilkeleri olan ‘özgürlük, eşitlik ve kardeşlik’ değerlerinin asıl itibariyle Hıristiyan değerler ile çelişmediğini kabul etmektedirler. Din adamı Henri Baptiste Grégoire’ın (18.yy.) şahsında temsil edilmiş olan bu anlayış, ‘cumhuriyetçi Hıristiyanlığı; aşağı tabakadaki sınıfların eşit haklara sahip olmasını; Yahudi ve siyahilerin özgürlüklerini; ibadet dilinde yerel dillerin kullanılması’nı savunmakla dikkati çekmiştir.

    Ancak, söz konusu hareket her iki tarafın aşırı uçları tarafından eleştirilmekte idi. Bir yandan Roma Katolik Kilisesi’nin devletçi ve mutlakiyetçi anlayışı destekleyen tavrından vazgeçtikleri için katolik din adamlarını Kilise’ye ihanet etmekle suçlaması; diğer yandan Fransız Derimi’nin radikal din karşıtlarının ödün vermeyen Kilise karşıtı tavırları, bu hareketin Kilise ile demokrasi arasında kurmak istediği irtibatı daima tehdit etmiştir. Bununla beraber, Katolik Kilisesi’nin direnci II. Vatikan Konsili ile birlikte kırılmış ve devrimin gerektirdiği önemli değişiklikler kabul edilmiştir. Katolik Kilisesi’nin Demokrasiye karşı olan tavrımın değişmesinde meşhur katolik ilahiyatçı Karl Barth’ın büyük katkısı olduğu bilinmektedir. O, ‘Hıristiyan cemaati ile özgür bireylerden oluşan sivil toplum’ arasında kurduğu benzerliklerle, söz konusu katı tavrın yumuşamasında önemli değişikliklerin olmasına neden olmuştur.16 Buna göre; parlementer süreç, piskoposlar kurulunun oluşturulması, laiklerin de katılımıyla gerçekleştirilen sinodların teşkili, ibadet dili olarak yerel dillerin gerçerliliği kabul edilmiştir. Ancak, II. Vatikan Konsili’nin getirdiği bu yeniliklerin hazmedilmesi meselesi hala gündemdeki yerini korumaktadır. Özellikle ‘geleneğe bağlılığı’ ile bilinen Papa XVI. Benoît’nın, ‘Eski Katolikler’le yeniden bütünleşmek için ‘II. Vatikan Konsili’nin kararlarını kabul etme şartının olmadığını’ ilan etmesi, Katolik Kilisesi’nin ‘II. Vatikan Konsili’nin demokratik değerler ile olan bağlarının ne kadar zayıf olduğunun ifadesi’ şeklinde yorumlanmıştır.17

    IV. Katolik Kilisesi’nin Demokrasi ile İmtihanı: Kilise-içi Demokrasi

    Her ne kadar günümüzde Katolikler arasında yavaş yavaş yüksek sesle Katolik Kilisesi’nin ‘Vatikan’ adıyla debdebe içinde yüzen zengin bir devlete sahip olması eleştiriliyor ve bunun hz. İsa’nın getirdiği mesaj ile uygunluğu tartışılıyor olsa da, tarihi asırlar öncesine dayanan bu devletin ‘zengin mal varlıklarının fakirlere dağıtılmak üzere satılmasının’ yakın vadede olacağını düşünmek fazlaca iyimserlik olacaktır. Ancak, ‘monarşik’ bir yönetim biçimine sahip olan Kilise, ‘ilk devir havariler döneminde olduğu gibi kardeşliğin, özgürlüğün ve eşitliğin olduğu daha demokratik’ bir yönetim tarzını benimseyemez mi? Günümüzde Katolik düşünürlerin üzerinde en çok tartıştığı konulardan biri, ‘Katolik Kilisesi’nin demokratikleştirilmesi’ meselesidir.18

    Katolik Kilisesi’nin II. Vatikan Konsili’nde kabul etmediği tek konu, din adamlarının yerel seçimlerle belirlenmesi görüşü olmuştur. Kilise, tayin edilecek olan din adamlarının mutlaka kendisi tarafından atanmaları görüşünden vazgeçmemiştir. Ancak, çok geçmeden, ‘özgürlük, eşitlik ve kardeşlik’ kavramlarının ‘İncilin mesajına uygunluğu’ görüşleri dillendirilmeye başlanmıştır. Hatta, ilk dönem Hıristiyan cemaatinde bu değerlerin ne kadar önemli oldukları ve onlar tarafından yaşandığını göstermek üzere yazılar yazılmıştır. Bu her üç kavramın, Kilise’yi hedef alan kavramlar olmadıkları ortada iken, neden başlangıçta Katolik Kilisesi tarafından karşı çıkıldığı soruları gündeme gelmiş ve dönemin Kilise mensuplarının bu ‘değerleri’ yeterince ‘değerlendiremedikleri’ sonucuna varılmıştır. Fakat, söz konusu değerlerin katolikler tarafından benimsenmesi, akıllara yeni soruları da beraberinde getirmiştir: Neden Kilise teşkilatı demokratikleştirilemesin? Demokratik değerlerin Katolik Kilisesi tarafından benimsenmesi, Kilise-içi demokratik taleplerin yükselmesinin de önünü açmıştır.19

    Hıristiyanlığın kuruluşunda monarşik veya aristokratik bir yönetim biçimi olmadığı; inananların, ortak sorumlulukları eşit olarak paylaşan Tanrı’nın topluluğundan meydana geldiğine göre, Kilise’nin ‘demokratikleştirilmesi’ demek, mümkün olduğu kadar fazla sayıda inananın Kilise’nin organizasyonuna katılması demektir. Yoksa, ‘demokrasinin siyasi sistemi’nin olduğu gibi aktarılması değilidir. Burada önemli olan, ‘demokratik süreçlerin’ işleyişidir.20 Böylece; Kilise’de yeni bir anlayışın doğması ve ‘katılımcı bir anlayışla’ dini vazifalerin ortaklaşa yerine getirilmesi söz konusu olacaktır. Asıl itibariyle, ‘yönetim Kilisesi’nden ‘cemaat Kilisesi’ne dönüş olacağı için, hem ilk dönem Hıristiyan cemaatinde olduğu gibi ‘kardeşlik’ ruhu içerisinde dayanışma ile sorunların üstesinden gelinecek, hem de modern bilincin gerektirdiği daha fazla ‘özgür ve eşit’ hakların dikkate alındığı bir ortam oluşacaktır. Böyle düşünenlere göre Hıristiyanlık, ‘özgürlük, kardeşlik ve eşitlik’ kavramlarının öne çıktığı demokratik anlayışın esasları ile uyum arz etmektedir.

    Katolik Kilisesi ise, böyle bir demokratikleşmenin asıl itibariyle Kilise’nin tarih boyunca savunduğu ve yerleşmesi için gayret ettiği değerlerin altüst edilmesine neden olacağı için karşı çıkmaktadır. Kilise’ye göre bu durum; ‘insan’ın ilahî olanın, vahyin, yani Kitab-ı Mukaddes’in üstünde görülmesini getirecektir. Ayrıca, Kilise’nin demokratikleşmesi, değişmeyen ilahi hakikatlerin terk edilerek her zaman değişken olan halkın isteklerine’ boyun eğmeyi beraberinde getirecektir.

    Katolik Kilisesi’nin demokratikleşmesini savunanlar ise; demokrasinin üç temel değerinin İncil’in mesajı ile uygunluk arz ettiğini belirtmektedirler. Onlara göre; özgürlük, Kilise içinde bazı insanların diğerleri üzerinde otorite kurmasını engelleyecektir. Eşitlik ilkesi ile, Kilise içindeki her türlü ‘ırk, sınıf ve statü’ farklılıklarını ortadan kaldıracak, cemaatin mekanik olarak bir ‘sadaka kutusu olarak görülmesini’ engelleyecek, üyelerinin her türlü sömürüye ve adaletsizliğe karşı eşit haklarını savunacaktır. Kardeşlik ilkesi ise, Kilise’ye mensup erkek ve kadınların birbiriyle kardeş oldukları bilincini merkezi bir esas olarak alacağı için, her türlü ‘ataerkil ve cinslerarası ayrımcılığı’ dışlayacak ve kadınların ikinci sınıf ve marjinal olarak görülmelerine engel olacaktır.21

    Katolik Kilisesi’nin içerisinden yükselen bu demokratikleşme talepleri, günümüzde en yetkin Katolik ilahiyatçılar tarafından da dile getirilmektedir. Bu talepler karşısında Kilise, iki farklı yöne giden bir yol ayrımında bulunmaktadır. Ya kendi aslına dönüş yaparak Hıristiyanlığın esas ilkeleri çerçevesinde kendini yeniden sorgulayacak ve kendini yenileyerek ‘katılımcı bir demokratikleşme’ yönünde adım atacak; ya da, Roma imparatorluğu döneminden kalma eski ‘geleneksel’ yöntemlere sıkı sıkıya bağlı kalarak ‘monarşik ve ataerkil yapısını’ devam ettirecek ve kendi mensupları ile yollarını ayıracaktır.

    Dipnotlar:

    1. Hans Küng, Le Christianisme, çev.: Joseph Feisthaeur, Paris 1999, s. 962-963.

    2. Jean-Paul Willaime, ‘Démocratie’, Encyclopédie du Protestantisme, Les Éditions du Cerf: Genève 1995, s. 352.

    3. Jean Legein ‘N’est-ce pas la meilleure façon de respecter l’être humain et de l’humaniser?’,http://www.paves-reseau.be/revue.php?=id=404.

    4. Theodor Strohm, ‘Democracy’, The Encyclopedia of Christianity, Brill: Leiden-Boston-Köln 1999, c.1, s. 793.

    5. Jean-Paul Willaime, a.g.m., s. 352.

    6. Hans Küng, a.g.e., s. 967-968.

    7. Nitekim, Papa XVI. Benoît 06.06.2008 tarihinde Malezya, Brunei ve Singapur piskoposlarına yaptığı açıklamada ‘Aydılanma’nın olumlu ve olumsuz yönlerini ele alırken; Aydınlanma felsefesinin bir uzantısı olan ‘Tanrı’yı kamu alanından dışlayan aklın pozitivist diktatoryasına karşı mücadele etmeye davet etmektedir. Bununla beraber onlardan, Aydınlanma’nın olumlu kazanımlarından olan ‘insan hakları, dini özgürlük ve dini özgürce yaşama’ konularını kabul etmeye ve ‘Tanrı’nın suretinde yaratılmış olan insanın haklarının korunması konusunda gayret göstermelerini talep etmiştir. Bkz.: ‘Le pape explique les aspects positifs et négatifs des Lumières’,http://www.zenit.org/article-18150?l=french.

    8. Jean Legein, ‘Démocratie dans l’Église’,http://www.paves-reseau.be/membres.php?=1&id=4.

    9. Hans Küng, a.g.e., s. 967-968.

    10. Hans Küng, a.g.e., s. 973.

    11. Papa XIII. Léon, kimi katolik yazarlar tarafından ‘demokratik değerlere’ saygılı olarak gösterilmek istenmektedir. Bunu, özellikle Fransa’daki politik gelişmeler sonucunda yayınladığı Rerum Novarum Genelgesi’ne (1891) bağlayanlar olmuştur. Ancak, görev yaptığı dönem boyunca yayınlamış olduğu genelgelerin (Diuturnum illud, 1881; Immortale Dei, 1885; Libertas praestantissimum, 1888; Sapientiae christianae, 1890) ve resmi belgelerin tamamı göz önünde bulundurulduğunda, XIII. Léon’un bu konuda asıl itibariyle halefi olan IX. Pie’den pek farklı olmadığı görülmektedir. Geniş bilgi için bkz.: Theodor Strohm, ‘Democracy’, The Encyclopedia of Christianity, Brill: Leiden-Boston-Köln 1999, c.1, s. 793; J. Lecler, ‘Démocratie’, Catholicisme, Hier, Aujourd’hui, Demain, Paris 1954, c.3, s. 579-585; J. Morienval, ‘Démocratie Chrétienne’, Catholicisme, Hier, Aujourd’hui, Demain, Paris 1954, c.3, s. 585-593.

    12. Ancak, hemen burada ifade edilmelidir ki, daha önce yapılmış olan genel konsillerin aksine, II. Vatikan Konsili kararlarını kabul etmeyen katolikler ‘aforoz’ (anathème) edilmemektedir. Bunun ne gibi sonuçları ileride değinilecektir.

    13. Detaylı mukayeseler için ayrıca bkz.: Hans Küng, a.g.e., s. 977-978.

    14. Katolik Kilisesi tarihçisi Daniele Moenozzi’den naklen: ‘Retour à une civilisation chrétienne, à travers un ordre hiérocrate fondamental.’ Bkz.: Hans Küng, a.g.e., s. 978.

    15. J.-P. Willaime, a.g.m., s. 352; Theodor Strohm, ‘Democracy’, The Encyclopedia of Christianity, Brill: Leiden-Boston-Köln 1999, c.1, s. 793.

    16. Theodor Strohm, ‘Democracy’, The Encyclopedia of Christianity, Brill: Leiden-Boston-Köln 1999, c.1, s. 793.

    17. ‘Katolik Kilisesi sözcüsü Federico Lombardi, 25.06.2008 tarihinde yaptığı açıklamada, ‘Kilise ile bütünleşme (communion) konusunda 1988’de Kilise’den ayrılan Lefebvristler’in II. Vatikan Konsili’nde alınan kararları ve konsil-sonrası ibadetlerin icrasında yapılan değişiklikleri kabul etme zorunluluklarının olmadığını’ belirtmiştir. Bkz.:http://www.la-croix.com/article/index.jsp?docId=2341785&rubId=1098.

    18. Jean Legein, ‘Démocratie dans l’Eglise’,http://www.paves-reseau.be/membres.php?=1&id=4.

    19. Theodor Strohm, ‘Democracy’, The Encyclopedia of Christianity, Brill: Leiden-Boston-Köln 1999, c.1, s. 793.

    20. Jean Legein, demokratik işleyişe sahip olan bir Kilise, kiliseye mensup inananların gözünde daha inandırıcı olaraktır. Albert Rouet, böyle bir kilsenin beş esasın yerine getirilmesine dikkat etmesi gerektiğini belirtir: İlahi kelamın yaygınlaştırılması, hayatın ortaklaşa kutsanması, karşılıklı sevgi, çeşitli hizmetlerin yetkin kimselerce koordinesi, Kilise olan bağın sürdürülmesi. Bu esasların muhtevaları ve açıklanması ile ilgili detaylı bilgi için bkz.: Jean Legein, ‘Un Fonctionnement Démocratique d’Église’,http://www.paves-reseau.be/revue.php?=id=402.

    21. Jean Legein, a.g.m.

    Bibliyografya

    1. Jean-Paul Willaime, ‘Démocratie’, Encyclopédie du Protestantisme, Les Éditions du Cerf: Genève 1995, s. 352.

    2. J. Lecler, ‘Démocratie’, Catholicisme, Hier, Aujourd’hui, Demain, Paris 1954, c.3, s. 579-585.

    3. J. Morienval, ‘Démocratie Chrétienne’, Catholicisme, Hier, Aujourd’hui, Demain, Paris 1954, c.3, s. 585-593.

    4. John Witte, ‘Democracy’, The Encyclopedia of Protestantism, Edit.: Hans J. Hillebrand, Routledge: New York-London 2004, c.: 2, s. 574-576.

    5. Theodor Strohm, ‘Democracy’, The Encyclopedia of Christianity, Brill: Leiden-Boston-Köln 1999, c.1, s. 789-794.

    6. Jean Legein, ‘Démocratie dans l’Église’,http://www.paves-reseau.be/membres.php?=1&id=4.

    7. Jean Legein, ‘Un Fonctionnement Démocratique d’Église’,http://www.paves-reseau.be/revue.php?=id=402.

    8. Jean Legein ‘N’est-ce pas la meilleure façon de respecter l’être humain et de l’humaniser?’,http://www.paves-reseau.be/revue.php?=id=404.

    9. Hans Küng, Le Christianisme, çev.: Joseph Feisthaeur, Paris 1999.

    Öz

    Bu çalışmada, demokrasinin Hıristiyanlık tarihi ve kültürü çerçevesinde değerlendirilmesi yapılmaktadır. Birinci Kısım’da, Hıristiyanlık tarihi içerisinde özellikle Katolik Kilisesi örneğinde ‘demokratik sisteme’ yönelik tartışmaların neler olduğuna ve bunların kaynağına değinilmektedir. İkinci Kısım’da, demokrasinin Hıristiyan ilahiyatındaki (teolojisi) yeri ile ilgili görüşler ele alınmaktadır. Üçüncü Kısım’da, modern dönemde ortaya çıkan ‘Hıristiyan Demokratlar’ olgusu üzerinde durulmakta ve bir hareket olarak ‘Hıristiyan Demokratlar’ın ortaya çıkışı ve söylemleri incelenmektedir. Dördüncü Kısım’da ise, Katolik Kilisesi’ndeki Kilise-içi demokrasi tartışmalarına değinilmektedir.

    Anahtar Kelimeler: Demokrasi, Fransız Devrimi, Katolik Kilisesi, Hıristiyan Demokratlar

    Abstract

    Democracy will be evaluated in the context of history and culture of Christianity within this study. At the first part, the discussions about ‘democratic system’ within the history of Christianity and especially within the example of Catholic Church will be defined and the sources of these arguments will be considered. At the second part, the place of democracy in the Christian theology will be handled up. At the third part, the fact of ‘Christian Democrats’ which appeared in modern epoch will be analyzed and as a movement the appearance of ‘Christian Democrats’ will be dealt with. At the fourth part, within-church discussions at the Catholic Church about democracy will be mentioned.

    Key words: Democracy, French revolution, Catholic Church, Christian Democrats