Köprü Anasayfa

Türkiye'nin Demokrasi Süreci

"Güz 2008" 104. Sayı

  • Risale-i Nur’da Ölüm Hakikati

    The Death Fact in Risale-i Nur

    Ali Cüneyt EREN

    Yrd. Doç. Dr., D.E.Ü., İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi

    I. Ölüm ve gerçekleşmesi

    Ölmek Arapça (ve-fe-ye) kökünden "el-vefâtu" ve "el-mevtu" masdarıyla gelen bir kelime olup kısaca ruhun bedenden ayrılması anlamına gelir. Ölmüş kimseye de "el-müteveffâ" veya "el-meyyit" denir.

    Ölüm biyolojik bir olaydır. Bilimsel olarak kalbin durması nedeniyle kan dolaşımının kesilmesi ve yaşamın sürdürülmesinde temel gereksinim olan hücrelerin oksijen ihtiyacı karşılanmaz hale gelmesi şeklinde açıklanabilir.

    Aslında ölüm hücrelerin seviyelerine göre derece derece gerçekleşen bir işlemdir. Dokular da oksijenin kesilmesine dayanma güçlerine göre farklılık gösterirler. Deri, tırnak ve kemik dokuları 22 ila 24 saat arasında değişen bir süre dondurulmaksızın kalabilmelerine karşılık, beynin hücreleri kan dolaşımının kesilmesinden sadece dört dakika sonra ölmektedir. Ayrıca hücrelerin ve dokuların dondurulması ve uzun bir süre canlı tutulması mümkün olabilmektedir. Meselâ sperm hücreleri dondurularak onlarca sene canlı saklanabiliyor. Zigot ve lifli üreme hücreleri (fibroblasts) de böyledir. Ancak ölüm sadece hücrelerin ölümü veya belli şartlarda canlı tutulması değil, bir bütün olarak insanın ölümüdür. Üstelik vücudunun hücrelerini canlı olarak koruma gücü yoktur. İşte bu dönüşü olmayan noktadır. Doktorlar kurtarma, ilk yardım çabalarını, bedeni tahlil ve incelemelerini ne kadar sergileseler de bu böyledir 1.

    Ölümün alametleri "nefesin kesilmesi, ayakların gevşemesi ve dik durmaması avuçların açılması, burnun yana eğilmesi, yüz derisinin sarkması, şakakların çökmesi, derisinin sarkmasına karşılık testislerin yukarı çekilmesi ve bedenin soğuması şeklinde izah edilmiştir"2.

    II. İslam inancına göre ölüm

    İslam inancına göre ölüm kısaca, ruhun bedenden ayrılıp kendisi için hazırlanan nimetlere veya azaba göçmesi, bedenin ruha boyun eğmekten çıkmasıdır. Ruh, Allah Teâlâ’nın yarattığı yaratılmış yetiştirilmiş konumdadır, sonra ebedîdir; ölümünden maksat ise bu ruhun cesetten ayrılmasıdır3. Âl-i İmrân suresi’nde -Her nefs (canlı) ölümü tadıcıdır. (Her an tatmaktadır)’ (Âl-i İmrân, 185.) buyrularak her canlının ölüme mahkûm olduğu takrir edilmiştir. Hatta ölüm hayattan daha gerçektir. Zira hayat yaşam anlamının vuku bulmasından önce yoktu, olmayabilirdi de. Ama hayat varsa ölüm kesin olacaktır. Bu yönüyle ayette geçen -Ölümü ve hayatı yaratan O’dur, (Mülk, 2.) ibaresinde ölüm kelimesi hayattan önce takdim edilmiştir.

    Hadislerde -Ölene kadar insanların uyku halinde olduğu zikredilmektedir4. Ayrıca "İnsanlar gaflet uykusundadırlar, öldüklerinde uyanacaklardır", gibi benzer ifadeler Hz. Ali (r.a)’dan da nakledilmiştir5.

    İslam inancına göre ölüm sadece bir hâl değişikliğidir. Özetle ölümün anlamı, ruhun cesetten ayrılmasından sonra bedenin ruhun tasarrufundan kesilmesi ve bir âleti olmaktan çıkmasıdır. Ruh cesetten ayrıldıktan sonra, nimet ya da azap içinde kalır6.

    III. Risale-i Nur Ölüme Nasıl Yaklaşmaktadır?

    Risale-i Nur ölüm hakikatine, deyim yerinde ise, tamamen optimist bir o kadar da gerçekçi bir yaklaşım sergiler. Risale-i Nur, aslolanın hayat olmayıp ölümle başlayan yeni hayat olduğu hakikatini vurgular. Ölümün; kendisinden ürkülecek, korkulacak ve kabus haline getirilecek bir şey olmaktan ziyade özetle yeni bir yolculuk, eski dost ve ahbablarına kavuşma vesîlesi, dünya sıkıntılarından azâd olma, geçici dünya hayatından kalıcı aslî vatana dönüş ve imtihan karşılığı alacağı ücret mahalli gibi cihetlerini ön plana çıkartarak onu muhatabına adeta sevdirmeye çalışır. Hatta diyebilirim ki Risale-i Nurlarda ölüm hakkında söylenenler okunduğunda insan neredeyse ölmeyi arzu eder. Tabir caiz görülürse ölüm ile hayatın arasındaki zıt gibi algılanan makası kapatmaya çalışır. Bunun ancak sağlam bir imanla olacağı da hepimizin malumudur. Daha da ötesinde asıl olanın ölüme hazırlık olduğu ve onun için çalışılması gerektiği mesajını işler.

    Dikkatli nazarla bakılacak olursa yeryüzünde meydana gelen ölümler yeni hayatların husûle gelmesine vesile olmaktadır. Örneğin kışın gelmesiyle yapraklarını döken, boynunu büken ağaçlar, baharın gelmesiyle daha taze yapraklarıyla yeni hayatlara doğar. Toprağa atılan bir tohumun şeklen çürümesi aslında yeni sünbüllere başlangıç olması için elzemdir. Meyve ve nebatatın tüketilmesi ile meydana gelen ölümleri yeni vücutlara sebep teşkil eder. Bediüzzaman bu mevzuyla alakalı olarak der ki: "Ölüm, sureten göründüğü gibi dehşetli değil. Çok risalelerde gayet kat’î, şeksiz, şübhesiz bir surette, Kur’an-ı Hakîm’in verdiği nur ile isbat etmişiz ki: Ehl-i iman için ölüm, vazife-i hayat külfetinden bir terhistir; hem dünya meydanındaki imtihanda, talim ve talimat olan ubudiyetten bir paydostur; hem öteki âleme gitmiş yüzde doksan dokuz ahbab ve akrabasına kavuşmak için bir vesiledir; hem hakikî vatanına ve ebedî makam-ı saadetine girmeye bir vasıtadır; hem zindan-ı dünyadan bostan-ı cinana bir davettir; hem Hâlık-ı Rahîminin fazlından, kendi hizmetine mukabil ahz-ı ücret etmeye bir nöbettir. Madem ölümün mahiyeti hakikat noktasında budur; ona dehşetli bakmak değil, bilakis rahmet ve saadetin bir mukaddemesi nazarıyla bakmak gerektir. Hem ehlullahın bir kısmının ölümden korkmaları, ölümün dehşetinden değildir. Belki daha fazla hayır kazanacağım diye, vazife-i hayatın idamesinden kazanacakları hayrat içindir. Evet ehl-i iman için ölüm, rahmet kapısıdır. Ehl-i dalalet için, zulümat-ı ebediye kuyusudur.

    "En basit tabaka-i hayat olan hayat-ı nebâtiyenin mevti, hayattan daha muntazam bir eser-i san’at olduğunu gösteriyor. Zira, meyvelerin, çekirdeklerin, tohumların mevti tefessühle, çürümek ve dağılmakla göründüğü halde, gayet muntazam bir muamele-i kimyeviye ve mizanlı bir imtizâcât-ı unsuriye ve hikmetli bir teşekkülât-ı zerreviyeden ibaret olan bir yoğurmaktır ki, bu görünmeyen intizamlı ve hikmetli ölümü, sümbülün hayatıyla tezahür ediyor. Demek çekirdeğin mevti, sümbülün mebde-i hayatıdır; belki ayn-ı hayatı hükmünde olduğu için, şu ölüm dahi hayat kadar mahlûk ve muntazamdır.

    Hem zîhayat meyvelerin yahut hayvanların mide-i insaniyede ölümleri, hayat-ı insaniyeye çıkmalarına menşe olduğundan, o mevt onların hayatından daha muntazam ve mahlûk denilir. İşte, en ednâ tabaka-i hayat olan hayat-ı nebâtiyenin mevti böyle mahlûk, hikmetli ve intizamlı olsa, tabaka-i hayatın en ulvîsi olan hayat-ı insaniyenin başına gelen mevt, elbette, yeraltına girmiş bir çekirdeğin hava âleminde bir ağaç olması gibi, yeraltına giren bir insan da âlem-i berzahta elbette bir hayat-ı bâkiye sünbülü verecektir."7

    Risale-i Nurlar, imani mevzuları ele alan ve bu konuda tahşidat yapan eserler olarak bu yönüyle, ölüm hadisesini vahdaniyete delil olarak da işler. Bu mevzuda "Mevt, hayat kadar bir burhan-ı rububiyettir. Gayet kuvvetli bir hüccet-i vahdâniyettir" denir; ve delil olarak da başka yerde bir ırmağın üzerindeki şeffaf su kabarcıklarını örnek verir. Şeffaf kabarcıklar, gökyüzündeki güneşin varlığına delildir. Bu kabarcıkların belirli bir süre devam edip sönmeleri de güneşin devamını ve birliğini gösterir. Zira, güneşin varlığı devam etmemiş olsaydı arkadan gelen kabarcıklara ışık veremiyecekti. Bunun yanısıra o kabarcıklarda görünen ışığın aynı olması ve aynı kanunla sönüyor olmaları da güneşin bir olduğunu gösterir.

    Mevzuyla alakalı Bediüzzaman’ın sözleri şunlardır: Tecellî-i Cemâliyeyi gösteren hayat, nasıl bir bürhan-ı Ehadiyettir, belki bir çeşit tecellî-i vahdettir; tecellî-i Celâli izhâr eden memat dahi bir bürhan-ı Vâhidiyettir. Evet, meselâ, nasıl ki güneşe karşı parlayan ve akan büyük bir ırmağın kabarcıkları ve zemin yüzünün mütelemmî şeffâfâtı, güneşin aksini ve ışığını göstermek sûretiyle, güneşe şehâdet ettikleri gibi; o katarâtın ve şeffâfâtın gurûbuyla gitmeleriyle beraber, arkalarından yeni gelen katarât tâifelerine ve şeffâfât kabîleleri üstünde yine güneşin cilveleri haşmetle devamı ve ışığının tecellîsi ve noksansız istimrârı, katiyen şehâdet eder ki, sönüp yanan, değişip tazelenen, gelip parlayan misâlî güneşçikler ve ışıklar ve nurlar bir bâkî, dâimî, âlî, tecellîsi zevâlsiz bir tek güneşin cilveleridir. Demek o parlayan katarâtlar, zuhuruyla ve gelmeleriyle güneşin vücudunu gösterdikleri gibi, gurûblarıyla, zevâlleriyle, güneşin bekâsını ve devamını ve birliğini gösteriyorlar.”8

    III. Ölüm Son mudur?

    Ölmek bir duraktan başka bir durağa intikal etmek, bir hâlden bir başka hâle geçmek demektir. Fâni âlemden bâki âlemin kapısının tokmağını vurmak demek olan berzah âlemine geçiş, huzura girmeden bekleme salonundaki bekleyiştir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle "vazife-i hayattan bir terhistir, bir paydostur, bir tebdil-i mekândır, bir tahvil-i vücuddur, hayat-ı bâkiyeye bir davettir, bir mebde’dir, bir hayat-ı bâkiyenin mukaddimesidir.’9 Dolayısıyla ölüm bir başlangıçtır. Hatta buradan hareketle gerçek hayatın ölümle başladığını söyleyebiliriz.

    IV. Ölümün Nimet Olması Ne Anlama Gelir?

    Risale-i Nur ölüme dört cihetle nimet nazarıyla bakar. Ölüm haddi zatında bir nimettir. Farz-ı muhal ölümü öldürmek mümkün olsaydı yeryüzü yaratıldıkları andan kıyametin vukû bulacağı ana kadar yaşlılığın esaretine mahkûm yarı canlı mahlûklarla dolup taşıyor olacaktı. Ölümün nimet oluşunun hikmetleri hakkında Bediüzzaman Hazretleri der ki: “Amma mevt nimet olduğunun ciheti ise, çok vücuhundan dört veçhine işaret ederiz.

    Birincisi: Ağırlaşmış olan vazife-i hayattan ve tekâlif-i hayatiyeden âzâd edip, yüzde doksan dokuz ahbabına kavuşmak için âlem-i berzahta bir visal kapısı olduğundan, en büyük bir nimettir.

    İkincisi: Dar, sıkıntılı, dağdağalı, zelzeleli dünya zindanından çıkarıp, vüs’atli, sürurlu, ıztırapsız, bâki bir hayata mazhariyetle, Mahbûb-u Bâkînin daire-i rahmetine girmektir.

    Üçüncüsü: İhtiyarlık gibi, şerâit-i hayatiyeyi ağırlaştıran birçok esbab vardır ki, mevti, hayatın pek fevkinde nimet olarak gösterir. Meselâ, sana ıztırap veren pek ihtiyar olmuş peder ve validenle beraber, ceddin cedleri, sefalet-i halleriyle senin önünde şimdi bulunsaydı, hayat ne kadar nikmet, mevt ne kadar nimet olduğunu bilecektin. Hem meselâ, güzel çiçeklerin âşıkları olan güzel sineklerin, kışın şedâidi içinde hayatları ne kadar zahmet ve ölümleri ne kadar rahmet olduğu anlaşılır.

    Dördüncüsü: Nevm, nasıl ki bir rahat, bir rahmet, bir istirahattir—hususan musibetzedeler, yaralılar, hastalar için. Öyle de, nevmin büyük kardeşi olan mevt dahi, musibetzedelere ve intihara sevk eden belâlarla müptelâ olanlar için ayn-ı nimet ve rahmettir. Amma ehl-i dalâlet için, müteaddit Sözlerde kat’î ispat edildiği gibi, mevt dahi hayat gibi nikmet içinde nikmet, azap içinde azaptır; o bahisten hariçtir.”10

    VI. Hayat Tabakaları Var mıdır?

    Risale-i Nur hayatın tabaka ve mertebelerini beş kısımda değerlendirir. Bunlar, başta yaşadığımız bu dünya hayatına ait olan bizim tabakamız, ardından Hazreti Hızır ve İlyas (a.s)’ın hayatlarını idame ettirdiği başka bir hayat tabakası, Hazret-i İdris ve İsa (a.s)’a ait olan hayat tabakası, şehidlerin yaşadıkları hayat tabakası ve son olarak da kabir ehlinin hayat tabakalarıdır. Bunların açılımları hakkında da Bediüzzaman’ın ifadeleri şunlardır:

    Birinci Hayat Mertebesi: Bizim hayatımızdır ki; çok bağlar ile bağlıdır. Yani ne tamamen ruhani olup melekler gibi letafet kazanarak her tarafa girebilir, ne de sadece maddedir. Belki hem madde hem ruhun birleşmesinden teşekkül etmiştir.

    İkinci Hayat Tabakası: "Hazreti Hızır ve İlyas (a.s)’ın hayatlarıdır ki, bir derece serbesttir. Yani bir vakitte pek çok yerde bulunabilirler. Bizim gibi beşeriyet levazımatıyla mukayyed değillerdir. Bazan istedikleri vakit bizim gibi yerler, içerler; fakat bizim gibi mecbur değillerdir. Tevatür derecesinde ehl-i şuhud ve keşif olan evliyanın, Hazret-i Hızır ile maceraları, bu tabaka-i hayatı tenvir ve isbat eder. Hattâ makamat-ı velayette bir makam vardır ki, "Makam-ı Hızır" tabir edilir. O makama gelen bir veli, Hızır’dan ders alır ve Hızır ile görüşür. Fakat bazan o makam sahibi yanlış olarak, ayn-ı Hızır telakki olunur."

    Üçüncü Hayat Tabakası: "Hazret-i İdris ve İsa Aleyhimesselâm’ın tabaka-i hayatlarıdır ki, beşeriyet levazımatından tecerrüd ile, melek hayatı gibi bir hayata girerek nuranî bir letafet kesbeder. Âdeta beden-i misalî letafetinde ve cesed-i necmî nuraniyetinde olan cism-i dünyevileriyle semavatta bulunurlar.

    Dördüncü Hayat Tabakası: ‘Şüheda (şehidlerin) hayatıdır. Nass-ı Kur’anla şühedanın, ehl-i kuburun fevkinde bir tabaka-i hayatları vardır. Evet şüheda, hayat-ı dünyevîlerini tarîk-ı hakta feda ettikleri için, Cenab-ı Hak kemal-i kereminden onlara hayat-ı dünyeviyeye benzer, fakat kedersiz, zahmetsiz bir hayatı âlem-i berzahta onlara ihsan eder. Onlar kendilerini ölmüş bilmiyorlar. Yalnız kendilerinin daha iyi bir âleme gittiklerini biliyorlar. Kemal-i saadetle mütelezziz oluyorlar. Ölümdeki firak acılığını hissetmiyorlar.

    Beşinci Hayat Tabakası: Ehl-i kuburun hayat-ı ruhanîleridir. Evet mevt; tebdil-i mekândır, ıtlak-ı ruhtur, vazifeden terhistir. İ’dam ve adem ve fena değildir. Hadsiz vakıatla ervah-ı evliyanın temessülleri ve ehl-i keşfe tezahürleri ve sair ehl-i kuburun yakazaten ve menamen bizlerle münasebetleri ve vakıa mutabık olarak bizlere ihbaratları gibi çok delail, o tabaka-i hayatı tenvir ve isbat eder.”11

    Netice olarak Risale-i Nurların ölüm hususundaki iyimser yaklaşımı, geleneksel korkutma metodlarında sıyrılmakta, yeni bir bakış açısı sunmaktadır. Risale-i Nurların iman kavramına tahşidat yaparak ölümü güzel gösterme çabası ve yine ölümü ebedi ve mutlu bir hayatın başlangıcı olarak tanımlaması vurgulanmaya değer hususlardır. Böylece Bediüzzaman, iman hakikatleri çerçevesinde ve gerçekçi bir yaklaşımla hayat, ölüm ve ahiret arasında bir denge kurmakta, ölüm gerçeğinden hareketle aslolan ebedi hayatı vurgulamakta ve dünya hayatının asıl anlamı üzerinde bizleri düşündürmektedir.

    Dipnotlar:

    1- Pallis, ABC of Brain Stem Death, Bmj 1983, Reappraising Death, 1-4; Geniş bilgi için bkn. Ali el-Bâr Muhammed, Ma’l-fark beyne’l-mevti’l-İklînîki ve’l-Mevti’ş-Şer’î, terc. Temiz Bilal, (Klinik ölüm ile dinî ölüm arasında ne fark var?) İzmir, 2004, s. 41.

    2- Ali el-Bâr Muhammed, a.g.e., s. 34.

    3- Ali el-Bâr Muhammed, a.g.e., s. 3.

    4- Bkz. el-Kâri Ali b. Sultân (ö. 1014), el-Masnû’ fî Ma’rifeti’l-Hadîsi’l-Mevdû’, Riyadh, 1404, s. I/199.

    5- Manastırlı Rıfât Bey, Cevherler, Hikmet Hazineleri, İlave, Analiz ve Dipnotlarla Sadeleştirenler: Cüneyt Eren, Halit Erboğa, s. 58.

    6- Ruh mevzuunda Kur’ân-ı Kerîm: "Sana ruhtan soruyorlar. De ki, ruh Rabbimin emrindendir.(İsra, 85)" buyurarak mahiyetinin akılla bilinemeyeceğini kayıtlamıştır. Ruh bizim mâhiyetini idrâk edemediğimiz, gayba âit bir şeydir. Mahiyeti hakkında söylenen ortak vasıf hemen hemen onun nuranî bir cevher-i lâtîf olduğu şeklindedir. Ruhun bekâ veya fâniliği konusunda ise İslam ulemasının farklı iki görüşü bulunmaktadır. İhtilaf ruhun nefsten farklı olup olmadığı noktasında düğümlenmektedir. Racih olan görüş de ruh ve nefsin ayrı şeyler olduğu. nefsin insanın derinliklerinde fena huy ve fena sıfatların merkezi, ruhun ise ahlâk-ı hamîde ve insanî değerlerin kaynağı mesabesinde olduğu ve nefislerin ölümü tadacağı, ruhun ise Cenab-ı Hakk’ın emri ve izni ile bekâ bulacağı şeklindedir. Özetle bu anlayışa göre ruh ebediyet için yaratılmıştır. Ölüm sadece maddi beden için geçerli olacaktır. İbn Kayyım el-Cevzî de ruhların ölmeyeceğini, bedenden ayrıldıktan sonra şuurlu bir halde azab ve nimetleri hissedeceğini söyler. Diğer bir ifadeyle ölümle birlikte ruh, kendi ameline göre azap veya nimetlerden kendisi için hazırlanan yere gitmek üzere bu dünyada cesetten ayrılacak, bu dünyadan ve kayıtlı kanunlarından kendine ait daha farklı kanunlarıyla kayıtlı bir diğerine geçecek ve asla mutlak yokluk olmayacaktır. Dolayısıyla rûh bâkîdir, ancak o cesette tasarrufta bulunamadığı kabul edilir.

    7- Nursi, Said, Mektûbat, Yeni Asya Neş., İst. 1994, s. 13.

    8- Nursi, Said, Sözler, Yeni Asya Neş., İst. 1994, s. 274.

    9- Nursi, Said, Mektûbat, Yeni Asya Neş., İst. 1994, s. 13.

    10- Nursi, Said, Mektûbat, Yeni Asya Neş., İst. 1994, s. 14.

    11- Nursi, Said, Mektûbat, Yeni Asya Neş., İst. 1994, s. 12.

    Öz

    İslam inancına göre ölüm kısaca, ruhun bedenden ayrılıp kendisi için hazırlanan nimetlere veya azaba göçmesi, bedenin ruha boyun eğmekten çıkmasıdır. Risale-i Nur ölümü farklı bakış açılarıyla ele alır. Risale-i Nurla ölüme deyim yerinde ise tamamen optimist bir o kadar da gerçekçi bir yaklaşım sergiler. Bu çalışmada Risale-i Nurların ölüm hakikatine yaklaşımları ele alınmaktadır.

    Anahtar Kelimeler: Ölüm, hayat, nimet, tabaka-i hayat

    Abstract

    According to Islamic faith, the death is simply the travel of the soul from the body to the benefactions or hell and the release of the spirit from the dominance of the body. Risale-i Nur handles the death with a different view. Risale-i Nur analyzes the death with a really optimistic and also realist approach. In this study, we will handle the approaches of Risale-i Nur about the death fact.

    Keywords: Death, life, benefaction, life class