Köprü Anasayfa

Demokrat Anayasa Arayışları

"Kış 2009" 105. Sayı

  • Anayasal Vatandaşlık

    Constitutional Citizenship

    Vahap COŞKUN

    Dr., Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi

    Siyasal alanda bir yeni kavramın vücut bulması ve yaygınlık kazanması, hâlihazırda var olan kavramların sorun çözme yeteneklerinin aşınmasıyla doğrudan bağlantılıdır. Eğer acilen çözülmesi gereken bir sorun orta yerde duruyorsa ve mevcut kavram ve enstrümanlar söz konusu sorunu çözmeye muktedir değilse, arayışlara girilir, eskisinden farklı araçlarla olaylara yaklaşılır ve sorunu çözmeye aday yeni kavramlar oluşturulur. “Anayasal vatandaşlık” kavramı da bu bağlamda değerlendirmek mümkündür. Zira Avrupa’da gerek ulusal gerek ulus-üstü bazda yaşanan entegrasyon problemleri alışıldık cumhuriyetçi argümanlarla aşılamayınca bir çözüm perspektifi olarak “anayasal vatandaşlık” kavramı üretildi.

    Kavram Almancadır, aslı “verfassungpartiotismuss”tur ve “anayasal vatanseverlik” ya da “anayasal yurtseverlik” olarak Türkçe’ye tercüme edilebilir. Bu kavram, ilk kez Alman siyaset bilimci Dolf Sternberger tarafından 1970’li yılların ilk yarısında Almanya bağlamında kullanıldı. Sternberger’e göre, “millet” kavramının, Almanya’da ulusal bütünlüğü ve bağlılığı sağlama imkânı yoktu; çünkü bu kavram hem Nazi geçmişine dair çağrışımlar yaratıyordu, hem de etnik bir içeriğe sahipti. Yurttaşların devlete sadakatini ve böylelikle Almanya’nın birliğinin idamesini, ancak ve ancak anayasada belirlenecek olan temel değerlerin adeta “sivil bir din” gibi halk tarafından benimsenmesi ve bu değerlere itaat edilmesi temin edebilirdi. Anayasal vatandaşlık düşüncesinin kendinden bekleneni yerine getirebilmesini Sternberger, birbiriyle bağlantılı iki koşula bağlıyordu: Biri devlet yönetimine demokratik mekanizmaların hâkim olmasıydı, diğeri ise demokratik mekanizmalarla işleyen bir devlete karşı halkın dostane bir yaklaşım sergilemesi zorunluluğuydu.

    Sternberger’den yaklaşık çeyrek asır sonra -yine bir Alman filozof- Jürgen Habermas, anayasal yurttaşlığı geniş kesimlerin nezdinde tanınır hale getirdi. Habermas bu kavrama AB çatısı altında bütünleşmeye doğru mühim adımların atıldığı bir zamanda –yani 1990’ların başlarında- yeni bir Avrupa vatandaşlığının ölçütlerini belirlemek için başvurdu. Habermas; birleşme sürecine kültürel ve cemaatçi eğilimlerin hâkim olması halinde AB’nin milliyetçi bir noktaya doğru ilerleyeceğini ve meydana gelecek olan milliyetçi yapılanmanın Avrupa toplumlarına büyük zararlar vereceğini düşünüyordu. Milliyetçi temaların baskın çıkmasına mani olmanın yolu da ise AB’yi “yurttaşların Avrupası” olacak ve farklılıklara saygı duyulacak bir şekilde kurgulamaktan geçiyordu.

    Anayasal vatandaşlık önerisi, işte bu farklılıkları tanıyan ve onların kendilerini geliştirme haklarını güvence altına alan AB kurgusunun temelinde yatan kavramdı. Buna göre; AB bünyesindeki her ülke bağımsızlığını devam ettirmekle birlikte, bu ülkelerin vatandaşları Birlik çapında geçerli olacak bir “anayasal vatandaşlık” hakkına sahip olacaklardı. Mesela bir Almanın ya da Fransızın kendi milletine mensubiyeti devam edecekti ama bunlar aynı anda AB’nin anayasal vatandaşı da olacaklardı. Anayasal vatandaşlık, bireylerin kültürel ve milli kimliklerine bir halel getirmeyecek ve onların kendi devletlerinin vatandaşlığından kaynaklanan haklarını herhangi bir şekilde sakatlamayacaktı; bu statüyle sadece siyasal nitelikle sınırlandırılmış bir üst kimlik oluşacaktı.

    Habermas düşüncesinde siyasal değerlerin, kültürel değerlere nazaran daha makbul addedilmesinin ve öncelenmesinin altında yatan varsayım ise şuydu: “Farklı geleneklerden, dinlerden, kültürlerden ve ulus-devletlerden gelen insanlar ve halklar -AB bünyesinde- ortak çıkarlar için geleneksel kimliklerini göz ardı ederek siyasal ve rasyonel ittifaklar kurabilirler.” Hatta Fransız filozofu Derrida ile birlikte kaleme aldıkları metinde Habermas bu düşüncesini bir adım daha ileriye taşıdı ve AB ortak kimliğinin en temel öğesi olarak, aynılık ve benzerlik üzerine kurulu ulusal kimlikler yerine, “öteki”nin “ötekiliği”ni kabul eden etik anlayışın kurumsallaşmasının mümkün olduğunu dile getirdi.

    Anayasal vatandaşlık tartışmaları Türkiye bağlamında ele alındığında, hem Almanya hem de AB için geçerli olan kaygılar belli ölçüde Türkiye için de geçerliydi. Almanya için temel sorun, geçmişine yüz çevirmek zorunda kalan bir ulusun sayıları hızla artan göçmenlerle birlikte geleceğe yönelik siyasal bir ittifak yapması ve anayasal değerler etrafında vatansever bir yurttaşlar topluluğu (Staatsbürgernation) inşa etmesiydi.

    AB açısından da bakıldığında durum çok farklı değildi: Geçmişte ulusal, kültürel ve dinsel farklılıklar üzerinden birbirlerine karşı düşmanlık besleyen ulusların, oluşturulmaya çalışılan bir anayasaya ve inşa edilmeye çalışılan geleceğe doğru sadakati aranmaktaydı. Her iki örnekte de asıl belirleyici olan nokta, geçmişin farklı çıkarları, savaşları ve çatışmaları üzerine siyasal birliğin kurulamayacağının altının çizilmesi ve bu nedenle gelecekteki ortak bir siyasal hedef etrafında yurttaşların birliğinin sağlanmaya çalışılmasıydı.

    Türkiye’ye gelince; Kemalist proje 80 yıllık uygulamanın sonucunda bazı alanlarda büyük başarılar elde etmişti, fakat hayal ettiği toplumsal panoramayı, yani milliyetçi ve laikçi umdeler etrafında birleşmiş yekpare bir toplumu meydana getiremedi. Dünyada farkındalığın artması ve minör farklılıkların bile haddinden fazla bir önem taşımaya başlaması, kaçınılmaz olarak Türkiye’yi de etkiledi. Başta Kürtler, Aleviler, Ermeniler ve başörtüsü sorunu nedeniyle mağdur olan İslami kesimler olmak üzere çeşitli gruplar, Cumhuriyet’in hâkim kodları Müslümanlık, laiklik ve Türklük olan vatandaşlık anlayışına sert bir şekilde itiraz etmeye başladılar ve kültürel haklar konusundaki taleplerini yoğunlaştırdılar. Soğuk Savaş sürecinin bitimine değin Türkiye için geçerli olan Kemalizm ve laiklik gibi ideolojiler, bu talepleri karşılamada yetersiz kalınca 1990’lı yıllardan işlevlerini yitirmeye başladılar. Bu ideolojiler, uzun yıllar boyunca farklı etnik grupları sırasıyla emperyalizm, komünizm, radikal İslam gibi ortak düşmanlar karşısında bir arada tutmayı başarabilmişti. Ancak gelinen noktada, geçmişe ait tarihsel söylemler üreterek etnik, dinsel ve kültürel grupların bir arada tutulması ihtimali yoktu. Geçmişin kullanılmasıyla ulusal bütünlüğün sağlanması mümkün değildi, dolaysıyla Türkiye’yi birlik içinde geleceğe taşımak için yeni bir kavrama ihtiyaç vardı. İşte anayasal yurttaşlık tezi tam bu noktada bir öneri olarak dile getirildi.

    Türkiye’nin anayasal vatandaşlık kavramı ile tanışmasını sağlayan ise Prof. Dr. Nur Vergin oldu. Vergin, “Yeni Siyaset ve Siyasi Partiler” başlıklı makalesinde (Türk Yurdu, No:70, Haziran 1993), siyasi partilerin bugünkü yapı ve programlarıyla giderek işlevlerini kaybettikleri tespitinden hareketle, bu siyasi örgütlerin ancak kendilerine yeni bir rota tayin etmeleri halinde varlıklarını sürdürebileceklerini ifade etti. Vergin’e göre, bu rotanın belirlenmesinde en önemli yeri, Türkiye’nin kimliğini yeniden tanımlamak tutuyordu. İşte bu kimlik tanımıyla bağlantılı olarak anayasal vatandaşlık kavramını gündeme getiren Vergin, Türkiye’nin belli başlı sorunlarının çözümlenmesinde bu anlayışın bir alternatif olarak benimsenebileceğini belirtti. (Bu konuda daha ayrıntılı bir okuma için: Türkiye’de Çoğunluk ve Azınlık Politikaları-AB Sürecinde Yurttaşlık Tartışmaları, Turgut Tarhanlı-Ayhan Kaya, TESEV Yayınları, 2005, İstanbul.)

    Anayasal vatandaşlığın esas itibariyle iki özelliğinden söz edilebilir: İlki, yurttaşlık tanımının her türlü etnik, dinsel ve kültürel imalardan masun kılınmasıdır. Anayasal vatandaşlıkta, vatandaşlık herhangi bir etnik, dini veya kültürel kimliğe atıfla tanımlanmaz ve bunun doğal sonucu olarak da toplumun çoğulcu yapısında bulunan farklılıklar arasında birini/birilerini diğerine/diğerlerine karşı ayrıcalıklı kılan bir tercihte bulunulmaz. Bu yaklaşımda anayasa çoğulcu değerleri ihtiva eder ve toplumu oluşturan gruplara eşit mesafede durur; böylelikle her türlü farklılık anayasanın koruması altına alınır ve bunların kendi varlıklarını devam ettirip geliştirebilmelerinin önü açılmış olur.

    Anayasal vatandaşlığın ikinci özelliği; kamu makamlarını farklılıkları törpülemeye ve onları asimile etmeye dönük gizli ya da açık- politikaları izlemekten men etmesidir. Bu yaklaşımda vatandaşlığa toplumu homojenleştiren bir enstrüman nazarıyla bakılmaz, aksine vatandaşlık farklılıklara hukuki güvence sağlayan bir koruma kalkanı niteliğine bürünür. Bu niteliğiyle de demokratik siyasete de zemin hazırlar. Zira bireylerin sivil ve siyasal haklarının anayasanın muhafazası altına alınması, kimliklerinden müteşekkil haklarının tanınması onların kendi aralarındaki problemleri –şiddete bulaşmadan- demokratik bir zeminde müzakere etmelerine imkân sağlar.

    Türkiye’de cumhuriyet dönemi anayasalarında vatandaşlık, hep bir etnik (Türk) kimliğe referansla betimlendi. Bir başka ifadeyle, Cumhuriyet’in “Türk” kimliğini toplumdaki diğer etnisitelere dayatarak onlara karşı üstün bir konuma getirme amacı güden politikası, en belirgin ifadelerini anayasalardaki vatandaşlık tanımlarında buldu. 1924 Anayasası’nın (m. 88) vatandaşlığa ilişkin hükmü şöyleydi: “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle (Türk) ıtlak olunur.” 1961 (m. 54) ve 1982 (m. 66) Anayasalarında ise vatandaşlık için aynı tanım benimsenmişti: “Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür.” 1924’ün 1961 ve 1982’ye nazaran daha yumuşak ve olumlu bir vatandaşlık düzenlemesine sahip olduğunu söylemek mümkündür. Ancak temelde her üç anayasanın da, (1) vatandaşlığın tanımında “Türk” ve “Türklük”e özel bir vurgu yaptığı ve (2) böylelikle diğer etnisitelere mensubiyeti bulunanları Türklere nispetle ikincil bir pozisyona düşürdüğü açıktır.

    Çoğulcu toplumların ihtiyaçlarıyla bağdaşmayan bir milliyetçilik anlayışıyla kaleme alınan –özellikle- 61 ve 82 anayasalarındaki vatandaşlık düzenlemeleri birçok açıdan sorunludur. İlkin, bu anayasalarda ifadesini bulan “devlet”, “Türk devleti” değildir, “Türkiye Cumhuriyeti Devleti”dir. İkincisi ve daha önemlisi, “Türk” bir etnik kimliğin adıdır. Anayasada bu adın bir mutlaklığı belirtir tarzda kullanılması yani “herkes Türk’tür” denilmesi, bu ülkedeki çeşitliliğin tektipleştirilmesi amacına hizmet etmiş ve bu amaca hizmet ettiği oranda da farklı etnisitelerin kendilerini siyasi olarak duyurma imkânını ortadan kaldırmıştır. Bugün toplumun çeşitli kesimlerini dışarıda bırakan ve “kapsayıcı” olmaktan ziyade “dışlayıcı” olma özelliğiyle öne çıkan bu vatandaşlık anlayışı, toplumsal istikrarının temin edilmesinin önündeki en büyük engellerden biridir. Dolayısıyla toplumu oluşturan fertlerin barış içinde biraradalığını hedefleyen bir anayasal metin -her şeyden önce- bu vatandaşlık anlayışında bir değişikliğe gitmek durumundadır.

    Nitekim yeni bir anayasa taslağı hazırlayan Bilim Kurulu da bu görüşlerden hareketle vatandaşlık tanımının değiştirilmesi gerektiğini düşündü ve vatandaşlığın tanımına dair üç alternatif hazırladı: Taslağın 35. maddesinde bulunan alternatifler şunlardır:

    Alternatif 1: “Devlete vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır.”

    Alternatif 2: “Türkiye Cumhuriyetine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkese, din ve ırk farkı gözetilmeksizin Türk denir.”

    Alternatif 3: “Vatandaşlık temel bir haktır. Kanunun öngördüğü esaslara uygun olarak bu statüyü kazanan herkes Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır.”

    Söz konusu bu üç alternatif içinde Komisyonun gönlünün 2. alternatiften yana olduğu söylenebilir. Zira Komisyon, 35. maddenin gerekçesinde 3. alternatife dair bir değerlendirmede bulunmaz, 1. alternatifin bir “totoloji” olduğunu belirtir, 2. alternatif hakkında ise olumlu bir kanaati beyan eder. Siyasal iktidar da bu konuda Komisyon ile paralel düşünmektedir.

    24 düzenlemesinin, 61 ve 82’ye oranla daha kapsayıcı bir vatandaşlık anlayışı üzerine oturduğu doğrudur. Fakat “yeni ve sivil bir anayasa“ gibi oldukça iddialı bir vaatte bulunan siyasi iktidarın gelip demirleyeceği yer bu olmamalıydı. Çünkü 24 düzenlemesinin gerekçede belirtildiği gibi “anayasal vatandaşlık temelinde farklı etnik, dilsel ve dinsel özelliklere sahip kişilerin kendilerini devletin eşit vatandaşları olarak görmesini” sağlayacak bir vatandaşlık anlayışı geliştirebileceği iki nedenden ötürü son derece kuşkuludur.

    I – Birincisi, her ne kadar anayasalardaki “Türk” ifadesinin bir etnik kimliğe işaret etmediği, aksine bu ifadenin toplumdaki tüm kültürel ve etnik aidiyetlerden azade hukuki nitelikte bir üst kimliğin adı olduğu ve dolayısıyla diğer etnik kimlikleri taşıyanların “Türk”lükten yüksünmelerinin haklı bir gerekçesinin bulunmadığı söylense de, bu söylenenler gerçeği yansıtmaz. Cumhuriyet tarihi boyunca “Türk” sözcüğü, hiç bir şüpheye yer bırakmayacak şekilde, etnik bir içerik ile kullanılmıştır.

    Vatandaşlığın “Türk/Türklük”e referansla tanımlanmasının sonucu, etnik kimliklerden birinin (Türklüğün) diğerlerine (örneğin Kürtlere, gayri-müslimlere) zorla kabul ettirilmesi olmuştur. Türklüğün başkalarını tanıyan ve onların kendilerini geliştirmesine imkân tanıyan bir üst-kimlik olmadığı; a) kurucu elitin söylemlerinden, b) devlet uygulamalarından, c) yasal mevzuattan ve d) mahkeme kararlarından verilecek örneklerle rahatlıkla kanıtlanabilir.

    a) Cumhuriyet’in modernleşme projesi, temelde bir ulus-devlet yaratmayı gaye edinmişti. Zira Cumhuriyetin banisi olan bürokratik elit, “çokluk” ve “farklılık”ı bir zayıflık nedeni olarak görüyordu, bir ülkenin huzurlu ve güçlü olmasının teminatı “teklik” ve “birlik”teydi. Bu nedenle Cumhuriyet’in kurucuları, kurdukları devletin bir daha parçalanma tehlikesini yaşamaması için farklı tüm etnisiteleri izale ederek “Türk” kimlikli “yeni bir ulus” yaratma politikası yürüttüler.

    Bu politika en açık ifadelerinden birini 1930’ların hükümet başkanı İsmet İnönü’nün sözlerinde buluyordu: “Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırksal haklar talep etme hakkına sahipti(r). Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktu(r).” (Milliyet, 31.08.1930) Dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt da 1930 yılındaki Ağrı ayaklanması sırasında Ödemiş’te seçmenlere yaptığı konuşmada, ülkenin tek ve gerçek efendisinin kim olduğunu tereddüde mahal bırakmayacak şekilde açıklıyordu: “Biz Türkiye denen dünyanın en hür ülkesinde yaşıyoruz. Mebusunuz inançlarından samimiyetle bahsetmek için buradan daha müsait bir ortam bulamazdı. Onun için hislerimi saklamayacağım. Türk bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler.” (Cumhuriyet, 19.09.1930)

    İktidar mevkiindekiler bir yandan Türklüğü yüceltirken, diğer yandan da başka etnik kökenlerden gelenlerin de Türk olduğunu ispatlamaya çalışıyorlardı. Örneğin 27 Mayıs cuntasının şefi darbesinin Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel, Kürtlerin gerçekte Türk olduğu kanaatindeydi: “Dünya üzerinde ‘Kürt’ diye adlandırılabilecek müstakil hüviyetli bir ırk yoktur. (Bunlar) aslı astarı olmayan propagandalara kanmış, aldanmış, neticede yollarını şaşırmış Doğu Türkleridir.” Kısacası yönetim erkini ellerinde bulunduranların indinde, bu ülkede sadece Türk etnik kimliği hâkim ve geçerliydi; diğer hiçbir kimliğin Türk kimliği karşısında bir kıymet-i harbiyesi yoktu.

    b) Cumhuriyet yönetiminin vatandaşlık pratiğine bakıldığında iki eğilim öne çıkar. Birincisi, Türklük haricindeki kimliklerin kamudaki görünürlüklerini elden geldiğince azaltmak ve hatta mümkünse ortadan kaldırmaktır. “Vatandaş Türkçe konuş” kampanyaları düzenleyip çarşı-pazarda Türkçe konuşmayanları -örneğin Kürtçe konuşanları- para cezası ile cezalandırmak; 1934 Trakya Olayları, 1942 Varlık Vergisi ve 5–6 Eylül Olayları ile gayri-müslim azınlıkların ticari ağırlıklarına son verip onları ülkeyi terk etmeye zorlamak; “yasayla yasaklanmış dil” gibi hukuk ucubeleri yaratarak milyonlarca insanı anadilinden mahrum etmek; tek bir kelime Türkçe bilmeyen Kürt annelerini cezaevlerindeki çocuklarıyla işaret diliyle konuşmaya zorlamak veya onları ebedi bir suskunluğa mahkum etmek (ki 1980 darbesinden sonra tüm acımasızlığıyla Kürtlerin üzerine çöken bu uygulama Harold Pinter’e ünlü “Dağ Dili” eserini yazdırmıştır), vb. uygulamaların tamamı hep bu amaca matuftur.

    İkincisi ise, sadece Türk etnik kimliğine dair çalışmalar yapan resmi kurumlar ihdas edip bunları kamu kaynaklarıyla finanse etmektir. Türk Dili Kurumu ile Türk Tarih Kurumu gibi kuruluşların tek görevi, Türk kimliğinin özelliklerine kutsiyet atfeden çalışmalar yapmak ve resmi ideolojinin uygulamalarını meşrulaştırmak ve savunmaktır. Nitekim Güneş Dil Teorisi ve Türk Tarih Tezi gibi bilimsel tezler (!) ile Ermeni tehciri karşısında takılan tutum (ki bu bazen şantaja varan bir dildir; örnek olması açısından TTK’nın eski Başkanı Halaçoğlu’nun “Elimde Müslümanlığı kabul etmiş Ermenilerin listesi var” açıklamasını anımsatmakta fayda var) bu görev anlayışının yansımalarıdır.

    c) “Türk/Türklük” ifadelerinin, bu ülkede yaşayan her etnik yapıyı kuşatan kapsayıcı bir ifade olmadığı, aksine Türk/Türklüğün diğer etnik kimliklere karşı üstünlüğüne vurgu yapan bir ifade olduğunu hukuki metinlerde de tespit etmek mümkündür. Bir gazete yazısında, koyu bir milliyetçilikle harmanlanmış hukuki mevzuatın tamamını gözler önüne sermek imkansız olsa da, tadımlık kabilinden birkaç örnek vermek gerekir. Yükseköğretim Kanunu’nun 4. maddesine göre; yüksek öğretimin amacı, öğrencilerini “Türk milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini taşıyan, Türk olmanın şeref ve mutluluğunu duyan, bireyler olarak yetiştirmektir.” Milli Eğitim Temel Kanunu’nun 2. maddesi, Türk milli eğitiminin genel amacını, Türk milletinin bütün fertlerini “…Türk Milletinin millî, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren… yurttaşlar olarak yetiştirmek” olarak açıklar. MEB’in Teşkilat ve Görevleri Hakkındaki Kanun’un 2. maddesinde, MEB’in görevinin “Türk milletinin millî, ahlakî, manevî, tarihî ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren… vatandaşlar yetiştirmek” olduğu belirtilir. İskan Kanunu’nda halk “Türk ırkından olanlar ve olmayanlar” şeklinde bir ayrıma tabi tutulur; Soyadı Kanunu’nda vatandaşlara Türkçe soyadı alma mecburiyeti getirilir; Nüfus Kanunu’yla yurttaşların çocuklarına ancak Türkçe isim verebileceği kayıt altına alınır(dı), İller Kanunu’yla bütün coğrafi birimlerin adları Türkçeleştirilir.

    d) Mahkeme kararlarında iki konuya değinmek yeterli olacaktır: Biri, özellikle gayri-müslim vatandaşlara yönelik dışlayıcı tavrın mahkemelerce de benimsenmesidir. Gayri-müslim yurttaşları “yabancı” olarak tanımlayan 1974 tarihli Yargıtay kararı bunun çarpıcı bir örneğidir. Diğeri ise, mahkemelerin kendilerini yalnızca Türk kimliğini korumakla yükümlü görmesidir. Mesela bu ülkede Kürtlere ve Ermenilere çeşitli şekillerde (kuyruklu Kürt, Ermeni dölü) -hem de devletin en tepesinde yer alanlar tarafından- hakaret edilirken sessiz kalan yargı organları, iş Türk kimliğine gelince aşırı bir hassasiyet içinde hareket ederler ve hatta olmadık yerden hakaret çıkarma becerisi gösterirler. (Bkz. Hrant Dink davası.)

    Tüm bunlardan çıkan sonuç şudur: “Türk milleti/ulusu”, Türkiye toplumunun etnik, dini ve kültürel farklılıklarını tanıyan bütünleştirici ve kuşatıcı bir ifade değildir. Tersine bu terim, tamamen Türk etnik kimliğini referans alır, onun diğerleri karşısında yüceltilmesi işlevini görür ve sadece onu korur.

    II – Vatandaşlık 24’teki gibi tanımlandığında, etnik bir kimliği referans alan “Türk” ifadesinin anayasanın çeşitli maddelerine girmesi kaçınılmaz olur. Nitekim Komisyon’un hazırladığı taslağın dibacesinde “…biz Türk Milleti”, egemenliği düzenleyen 5. maddesinde “Egemenlik kayıtsız ve şartsız Milletindir. Türk Milleti, egemenliğini…”, yasama yetkisini düzenleyen 6. maddesinde “Yasama yetkisi, Türk Milleti adına…” yargı yetkisini düzenleyen 8. maddesinde “Yargı yetkisi ve görevi, Türk Milleti adına…” gibi ifadelere rastlamak mümkündür.

    Özetle, bu minvalde yapılacak bir vatandaşlık tanımı, kuşatıcı bir vatandaşlığın gelişmesine imkân verecek bir tanım değildir. Türkiye gerçekten demokratik ve sivil bir anayasaya sahip olacaksa bu anayasanın vatandaşlık bağlamında yapması gereken, homojenleştirici vatandaşlık tasavvuru yerine farklılıklara hukuki güvence sağlayan yeni bir vatandaşlık anlayışını geliştirmesi olacaktır.

    “Peki, bu nasıl olabilir? derseniz, benim iki önerim var: Birincisi, anayasada bir vatandaşlık ve vatandaş tanımına yer vermemektir. Bunun yerine vatandaşlığın anayasal bir hak olduğunu, kazanılması ve kaybedilmesinin kanunla düzenleneceğini, kimsenin keyfi olarak vatandaşlığından yoksun bırakılamayacağını, vatandaşların yurt dışı edilemeyeceğini ve ülkeye girmekten alıkonamayacağını belirtmek daha yerinde olacaktır. Bu meyanda anayasada vatandaşlık ile ilgili madde şu şekilde düzenlenebilir: “Vatandaşlık temel bir haktır. Bu hakka sahip olmada, bu hakkın kullanılmasında ve kaybedilmesinde dinsel, dilsel, ırksal, etnik ve benzeri hiçbir ayrım gözetilmez. Vatandaşlık hakkının kazanılmasına ve ilişkin esaslar kanunla düzenlenir.”

    İkincisi ise sadece vatandaşlık konusunda değil, anayasayla düzenlenen hiçbir konuda etnik imaları veya çağrışımları olan bir ibareye yer verilmemesidir. Bunun pratik anlamı, anayasanın birçok maddesinde bulunan “Türk milleti” ifadesinin yerine “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları” ifadesinin kullanılmasıdır. Bu, anayasacılık ruhuna daha uygundur; çünkü anayasa denilen metin nihayetinde vatandaşlar arasındaki bir mutabakatı yansıtır. Bu şekilde bir düzenleme yapıldığında; toplumdaki doğal çoğulculuğu tanıyan, onların kendi varlıklarını korumalarının ve geliştirmelerinin önündeki engelleri kaldıran bir vatandaşlık anlayışına bir adım daha yaklaşmış oluruz.

    Öz

    Siyasal alanda bir yeni kavramın vücut bulması ve yaygınlık kazanması, hâlihazırda var olan kavramların sorun çözme yeteneklerinin aşınmasıyla doğrudan bağlantılıdır. Eğer acilen çözülmesi gereken bir sorun orta yerde duruyorsa ve mevcut kavram ve enstrümanlar söz konusu sorunu çözmeye muktedir değilse, arayışlara girilir, eskisinden farklı araçlarla olaylara yaklaşılır ve sorunu çözmeye aday yeni kavramlar oluşturulur. “Anayasal vatandaşlık” kavramı da bu bağlamda değerlendirmek mümkündür. Bu yazıda etnik, kültürel ve dinsel alanlarda ideolojik anlamları içinde barındıran tanımları ihtiva eden mevcut anayasanın bu noktadaki yetersizliğinden hareketle, Türkiye’yi birlik içinde geleceğe taşımak için önerilen "anayasal vatandaşlık" tezi tartışılmaktadır.

    Anahtar Kelimeler: Anayasa, vatandaşlık, anayasal vatandaşlık, Türklük, üst kimlik

    Abstract

    Establishment of a new concept and becoming prevalent in politics is directly related with the erosion of the solution abilities of existing concepts. If there is a problem which has to be solved urgently and existing concepts and instruments are not capable of solving this problem, some searches are being made, the problems start to be handled with different tools and new concepts are being established for solving the existing problem. "Constitutional citizenship" can be also considered in this context. In this article, the "constitutional citizenship’ thesis which offered for carrying Turkey into the future with the sense of solidarity, is being discussed considering the deficiency of the existing constitution which include the definitions including ideological senses in cultural and religous extents.

    Keywords: Constitution, citizenship, constitutional citizenship, Turkishness, upper identity