Köprü Anasayfa

Küresel Kriz ve Said Nursi'nin İktisat Görüşü - I

"Bahar 2009" 106. Sayı

  • Din ve İktisat

    Religion and Economics

    Musa Kâzım YILMAZ

    Prof. Dr., Harran Üniversitesi, İlahiyat Fak. Öğretim Üyesi

    Genel Çerçeve

    İktisat, “orta yolu tutmak, itidal ile hareket etmek, tutumlu olmak, gereğinden az veya çok harcamaktan kaçınmak” anlamlarına gelmektedir. İktisadın karşıtı israftır. İsraf aşırı gitmek, gereğinden fazla yemek, içmek ve harcamaktır. İktisatlı ve tutumlu olmak dinimiz tarafından önemle tavsiye edilirken israf yasaklanmış, müsriflerin de Allah’ın sevgisinden mahrum oldukları vurgulanmıştır.1

    Eski zamanlardan beri, toplumsal hayatın gerekliliğinden bahsedilirken insanın “medeni-i bi’t-tab” (tabiatı itibariyle medeni) olduğu ifade edilmiştir. Bu yüzden insanlar tek tek bireysel hayatlarını devam ettirebilmek için bir topluma, yani toplumsal organizasyona katılmak mecburiyetindedirler. Kuşkusuz bu katılım, fertleri topluma karşı sorumlu hale getirir. Başka bir deyimle, toplumun sağlıklı bir şekilde varlığını sürdürebilmesi için fertlerin, kendilerinden oluşan topluma karşı sorumlulukları vardır. Toplum varlığının sağlıklı bir şekilde sürdürülebilmesi için de, toplumsal denge ve barışın bir şekilde sağlanması ve fertler arasında duygusal gerilime yol açabilecek etkenlerin giderilmesi şarttır.

    İnsanın “medeni-i bi’t-tab” oluşu, yani yaratılışı itibariyle toplumsal hayat içinde yaşamaya muhtaç olması, ekonomik ilişkiler bakımından da büyük bir öneme sahiptir. Bediüzzaman insanın toplumsal hayattaki rolüne ve sorumluluğuna işaret ederek özetle şöyle der: “İnsanın fıtratı medenîdir. Kendi cinsinden olan insanları düşünmek zorundadır. İnsanın şahsî hayatı, ancak toplum hayatıyla devam edebilir. Yediği bir lokma ekmeğin kaç elden çıktığını, giydiği bir elbisenin kaç kişinin emeğiyle meydana geldiğini düşünmek mecburiyetindedir. İnsanın, hayvan gibi bir posta kanaat edememesi ve diğer insanlarla alakadar olması sebebiyle, onlara bir fiyat vermeye mecbur olduğundan, insan yaratılışı itibariyle sosyal bir varlıktır.”2 Bu ifadeler, insanın toplum içinde ekonomik bakımdan bazı temel kurallara tabi olması gerektiğini göstermektedir.

    Denilebilir ki, toplumlarda ekonomik hayatın düzenini bozan iki önemli unsur vardır. Bunlardan birincisi, maddi imkânların ihtiyaçlara göre kullanılmamasından doğan israfın önlenememesidir. İkincisi de, her zaman beraberinde potansiyel bir gerilim taşıyan sınıflar arasındaki ekonomik dengenin muhafaza edilememesidir. Bediüzzaman, iktisadî hayatı altüst eden bu temel unsurlara referans olarak Kur’an’ın önemle üzerinde durduğu üç esastan söz etmektedir. Bunları sırayla ele alalım.

    İsraf

    Kuşkusuz iktisat ilminin ıslah ve tedavi etmek istediği toplumsal hastalıklardan birisi de israftır. Fertlerin, maddi imkânlarını ihtiyaçlarına uygun bir şekilde kullanmamaları israfın en belirgin özelliğini ortaya koymaktadır.3 Kur’an “Müsrifun” diye nitelendirdiği israfçıların, bu işi severek yaptıklarını ifade eder.4 Esasen müsrifler, toplumun önemli bir kesimini maddî sıkıntılardan kurtaracak kadar büyük imkânları boşa harcayan kişilerdir. Üstelik büyük bir değere dönüşebilecek bu kadar kıymetli varlıkları heba eden müsriflere, israfçılık çok cazip görünür.

    Kısacası, İslâmiyet; yeme, içme, giyim, kuşam ve eşya kullanımı gibi hususlarda israftan (aşırılıktan) kaçınmayı, iktisadı ve orta yolu tutmayı emretmiştir. Savurganlığı da, savurganlığın zıddı olan cimriliği de yasaklamıştır. Bir ayet-i kerimede: “Hayat yürüyüşünde ölçülü ol ve sesini yükseltme (bağıra bağıra konuşma)”5 buyrulmuştur. Bir diğer ayette, “Sen ne ellerini boynuna bağlayıp cimrilik yap, ne de onları büsbütün açıp saçarak tutumsuz ol”6 denilmiştir.

    Bediüzzaman israfın olumsuzluğunu üç açıdan ele almaktadır:

    a) Yaratılış Açısından: Kâinatı bir saraya benzeten Bediüzzaman’a göre bu sarayda sürekli çalkalanan bir şehir, bir memleket, hatta bir âlem vardır. Hâlbuki bu sarayda, bu şehirde, bu memlekette ve bu âlemde hayret verici bir denge, bir ölçü ve bir güzellik hükmediyor. Bu durum açıkça gösteriyor ki, kâinatta egemen olan bu çalkantılar, bu girdiler ve çıktılar, bütün kâinatı gören bir zatın ölçüsüyle tartılmakta ve idare edilmektedir. Aksi takdirde denizler kokacak, hava zararlı gazlarla zehirlenecek ve yeryüzü bir mezbeleye ve bir bataklığa dönecekti.7

    O’na göre yaratılış kanunlarına dikkatle bakan herkes kâinatta iktisadın egemen olduğunu görür. Şöyle der: “Allah’ın “Hakîm” ismi, iktisat ve israfsızlık üzerine hareket ediyor; hatta iktisadı emrediyor. Sâni-i Zülcelâl’in, ism-i Hakîmin muktezasıyla, her şeyde en hafif sureti, en kısa yolu, en kolay tarzı, en faydalı şekli ehemmiyetle takip etmesi gösteriyor ki, israf, abesiyet, faydasızlık, fıtratta yoktur. İsraf, ism-i Hakîmin zıddı olduğu gibi, iktisat ism-i Hâkimin lâzımıdır ve düstur-u esasıdır.”8

    Kâinatta israf ve lüzumsuzluğun olmaması, her şeyin yaratılmasında, tedbir ve idaresinde iktisadın gözetilmiş olması, “Hakîm” ismi gereği olarak her şeye değeri nispetinde yer verilmesi ve her şeyin yerli yerinde yaratılmış olması iktisadın insan için ne kadar gerekli olduğunu, israfın da ne kadar zararlı olduğunu açıkça göstermektedir.

    b) İnsanın Benliği Açısından: İsrafın insan benliğinde kötü alışkanlıklara sebep olması açısından düşünüldüğünde, ne kadar kötü bir haslet olduğu açıkça görülür. Kur’ân-ı Kerim’de “Amaçsızca saçıp savuranlar şeytanların kardeşleridir”9 buyrularak israf ve savurganlığın, günah sektörünü doğuran en büyük amil olduğu gerçeği vurgulanmıştır. Günah sektörüne en büyük giriş kapılarından birisi sayılan israf, insanı şeytanın tuzağına düşürür. Şeytanın tuzağına düşenler sonunda zarar edecekleri için müsrifliğin sonu hüsrandır. Çünkü müsriflik kişinin sadece malını değil, onur ve haysiyetini, kısacası tüm benliğini şeytana kaptırmakta, böylece onu kişiliksiz hâle de getirmektedir. Benliği şeytan tarafından bu denli rehin alınan bir insanın çalışma azmi de kalmaz. İktisatlı olmak ve tutumlu hareket etmek ise bir onur, bir şeref ve bir haysiyettir. Zira tutumlu olanlar kimseye muhtaç olmazlar, rahat ve huzur içinde, onurlarıyla yaşarlar. “İktisat eden maişetçe fakirlik belasını çekmez”10 hadis-i şerifi, tutumluluğun toplum ve aile hayatındaki yerine ve kişinin izzet-i nefsinin korunmasına büyük önem atfediyor.

    Bediüzzaman bu konuda şöyle der: “İsraf kanaatsizliği intaç eder. Kanaatsizlik ise çalışmanın şevkini kırar, insanı tembelliğe atar; hayatından şikâyet kapısını açar. Mütemadiyen şekva ettirir. Hem ihlâsı kırar, riya kapısını açar, hem izzetini kırar, dilencilik yolunu gösterir.”11

    Diğer taraftan aşırı savurganlık ve amaçsız harcama, nimetin kadrini bilmemek anlamına da geldiği için israf bir nankörlük ve bir şükürsüzlük olarak değerlendirilmiştir. İktisat ise manevi bir şükür ve nimete karşı bir hürmet olarak kabul edilmiştir. Gerçekten de israf, nimeti hafife almak anlamına gelirken, iktisat, nimete karşı bir saygıdır. Bediüzzaman bu konuda şöyle der:

    “Hâlık-ı Rahîm, nev-i beşere verdiği nimetlerin mukabilinde şükür istiyor. İsraf ise şükre zıttır, nimete karşı hasâretli bir istihfaftır. İktisat ise, nimete karşı ticaretli bir ihtiramdır. Evet, iktisat hem bir şükr-ü manevî, hem nimetlerdeki rahmet-i İlâhiyeye karşı bir hürmet, hem katî bir surette sebeb-i bereket, hem bedene perhiz gibi bir medar-ı sıhhat, hem manevî dilencilik zilletinden kurtaracak bir sebeb-i izzet, hem nimet içindeki lezzeti hissetmesine ve zahiren lezzetsiz görünen nimetlerdeki lezzeti tatmasına kuvvetli bir sebeptir. İsraf ise, mezkûr hikmetlere muhalif olduğundan, vahim neticeleri vardır.”12

    Görüldüğü gibi Bediüzzaman israfın, insan kişiliğini etkileyici bu olumsuz sonuçlarını önlemek için insanın, onurunu zedelemeden, çalışma azmini yitirmeden ve tembelliğe sapmadan, kanaat ve rıza ile hareket etmesi gerektiğini ifade etmektedir. Bediüzzaman israfı önlemede en güçlü müeyyidenin yine iman olduğuna işaret etmekle beraber her şeyin kader ile takdir edildiğini, rahat etmek isteyen insanın kısmetine razı olması gerektiğini” dile getirmiştir.

    c) Günümüz İktisat Teorileri Açısından: İsrafın olumsuz sonuçları, günümüz iktisadî hayatında daha çok etkili olmaktadır. Eski zamanların tarıma dayalı ekonomilerinde, refah da sefalet de bugünkü kadar belirgin değildi. Günümüz bilgi toplumuna geçiş yapan sanayi toplumunda ise, refah seviyesi çok yüksek olan kesimlerin yanında sefalet içinde hayatlarını sürdüren kesimler de bulunmaktadır. Sömürgecilerin, ham madde temini konusunda sınır tanımaz hırsları, aşırı sanayileşme ve silahlanma yarışı dünya üzerinde hayatî öneme sahip tarım alanlarının zarar görmesine yol açmıştır. Bunun sonucunda aşırı tüketim ve israf üzerine kurulu bulunan bugünkü Batı dünyasının ekonomileri büyük sıkıntılarla karşı karşıya kalmışlardır. Küreselleşen dünyadaki bu sıkıntılar bütün dünya ekonomilerini de etkilemektedir. Batılı toplumlar, ekonomik refah seviyelerini bugüne kadar sürdürmüşlerse de, artık yeryüzünde insanlara sunulan nimetlerin sınırlı olduğunu, refahın temininde hayatî öneme sahip olan su ve gıda gibi kaynakların bu güne kadar hep amaçsızca israf edildiğini, bundan sonra insanlığın israf gibi bir lükse sahip olamayacağını onlar da kabul ediyorlar.

    Kur’an-ı Kerim’de yer alan “Yiyiniz, içiniz, ancak israf etmeyiniz”13 ve “İnsan başkasının değil, sadece kendi çabasının karşılığını görecektir”14 ayetleri, insanın dünya hayatındaki mutluluğunun, harcama yaparken iktisatlı davranmaya ve disiplinli bir çalışma hayatına bağlı olduğunu açıkça ifade etmektedir.15

    Bediüzzaman, bir uygarlığın asıl amacının insanların istirahatı ve dünya hayatının mutluluğu olduğunu, semavi kanunlara muhalif hareket eden Batı uygarlığının ise bu iki önemli sonucu gerçekleştiremediğini, dolayısıyla çirkinliklerinin güzelliklerine galip geldiğini ifade etmektedir. Ona göre Batı uygarlığı, iktisat ve kanaat yerine israf ve sefahati, çalışmak ve hizmet etmek yerine de tembellik ve istirahat meylini insanlığa aşılamakla, insanların ekserisini hem fakir hem de tembel yapmıştır.

    Zekât

    Zekâtın kelime anlamı, “artma, çoğalma, arıtma ve berekettir.”16 “Doğru söylemek ve sözünü tutmak” anlamına gelen “sıdk” kökünden alınan ve Kur’an ve Sünnet’te zekât anlamına da gelen“sadaka” kelimesi, daha sonraki devirlerde gönüllü mali ödemeler için kullanılmaya başlanmıştır.17 Fıkıh terminolojisinde ise zekât, Allah’ın belirli yerlerde sarf edilmek üzere dince zengin sayılan kişilerin, mallarından belli bir payın alınması işlemini ifade eder.

    Kuşkusuz bir toplumda “zengin” olarak bilinen varlıklı insanların bulunması doğal olduğu gibi, bir türlü ihtiyaçlarını gideremeyen yoksul insanların bulunması da doğaldır. Doğal olmayan şey ise, bu iki grubun birbirilerinin haklarını gözetmemesi ve bu durumun toplumda gerilim ve gerginlik sebebi olmasıdır. O halde zengin ve yoksul arasındaki farkın uçuruma dönüşmemesi için tedbir alınmalıdır. Başka bir deyimle, zengini daha zengin ve fakiri daha fakir hale getirmemek ve gerçekleşmesi muhtemel duygusal gerginlikleri ortadan kaldırmak için ciddi önlemler alınmalıdır.

    Kur’an-ı Kerim, sınıflar arasındaki gerilimin potansiyel varlığına işaret ederek bunun engellemesi için ilk etapta yollar göstermiş, daha sonra Medine döneminde zekâtı farz kılarak bu huzursuzluğu kökten çözmeyi amaçlamıştır. Zariyat Suresinde Cennet ehli olan muttakiler tanıtılırken, onların dünyada güzel işler yapan kimseler olduklarından söz ettikten sonra: “…Ve mallarında muhtaç ve mahrumların hakkı vardır”18 buyrulmaktadır. Aynı anlamda olmak üzere Kur’an’da birçok ayet vardır. Bu teşhisin gerek Mekkî gerek Medenî surelerde yer alması, problemin sadece İslam toplumu için değil, bütün toplumlar için geçerli olduğunu gösterir. Bu gerçekleri göz önünde bulunduran Bediüzzaman zekâtın iki açıdan iktisadî hayata katkı sağladığını ifade eder:

    a) Zekâtın bir Yardım Vasıtası Olması Açısından: Kur’an-ı Kerim’de zekât kelimesi terimsel anlamda otuz ayette kullanılmıştır. Bunların yirmi yedisinde ise zekât namazla birlikte zikredilmiştir. Hz. Peygamber’in (s.a.v) sünnetinde de zekât çoğunlukla namazla birlikte zikredilmiştir. Bu husus, namazla zekât arasındaki kuvvetli bağlılığa, kişinin Müslümanlığının ancak bu iki görevi yapmakla olgunluk derecesine ulaşacağına bir delildir. Namaz bedenî, zekât ise malî bir ibadettir. Ancak bu iki ibadet türüne hâkim olan bir ruh, Allah’a yaklaşmak ve onun rızasını kazanmak şerefine erişebilir.

    Bediüzzaman zekâtın ilahi malî bir ibadet olduğunu, aynı zamanda ibadet duygusuyla yerine getirilmesi gereken sosyal bir yardım müessesesi olduğunu vurgulamaktadır. Ona göre, biri bedenî, diğeri malî olan namaz ve zekât arasında çok ciddi bir münasebet bulunmaktadır.

    Nitekim “O hidayete erenler ki, idraki aşan hakikatlere bütünüyle iman ederler, namazı istikamet üzere kılarlar ve kendilerine sürekli lutfettiğimiz şeylerden ihtiyaç sahiplerine harcarlar”19 ayetini tefsir ederken namaz ve zekâtın birbirileriyle olan sıkı irtibatını şöyle ifade eder:

    kısmının ile nazmını icap ettiren münasebet ise; namaz yani dinin direği ve kıvamı olduğu gibi, zekât da İslam’ın kantarası, yani köprüsüdür. Demek, birisi dini, diğeri asayişi muhafaza eden İlahi iki esastırlar. Bunun için birbiriyle bağlanmışlardır.”20 Bediüzzaman’a göre bir malî ibadet olan zekât bütün muavenet ve yardım nevilerini içine almaktadır. Özetle şöyle der:

    “Sahih olarak Resul-i Ekrem’den (s.a.v) ‘Zekât İslam’ın köprüsüdür’21 hadis-i şerifi rivayet edilmiştir. Yani, Müslümanların birbirine yardımları, ancak zekât köprüsü vasıtasıyla olur. Zira İslam’da yardım vasıtası zekâttır. Başka bir deyimle, insanların sosyal hayatında intizam ve asayişi temin eden köprü, zekâttır. Diğer taraftan, insanlık âleminin sosyal bünyesindeki hayatın temeli yine yardımlardır. Keza, gelişmeye engel olan isyanlardan, ihtilallerden, ihtilaflardan meydana gelen felaketlerin tiryakı ve ilacı yine yardımlardır.”

    Ancak yardımların “zekât” adı altında verilmemesi halinde meydana gelebilecek olumsuzluklara da işaret eden Bediüzzaman şunları kaydeder:

    “Ey ehl-i kerem ve vicdan! Ve ey ehl-i sahavet ve ihsan! İhsanlar zekât namına olmazsa, üç zararı var. Bazen da faydasız gider. Çünkü Allah namına vermediğin için, manen minnet ediyorsun, biçare fakiri minnet esareti altında bırakıyorsun. Hem makbul olan duasından mahrum kalıyorsun. Hem hakikaten Cenâb-ı Hakk’ın malını ibâdına vermek için bir tevziat memuru olduğun hâlde, kendini sahib-i mal zannedip bir küfran-ı nimet ediyorsun. Eğer zekât namına versen, Cenâb-ı Hak namına verdiğin için bir sevap kazanıyorsun, bir şükran-ı nimet gösteriyorsun. O muhtaç adam dahi sana tabasbus etmeye mecbur olmadığı için, izzet-i nefsi kırılmaz ve duası senin hakkında makbul olur. Evet, zekât kadar, belki daha ziyade nafile ve ihsan yahut sair suretlerde verip riya ve şöhret gibi, minnet ve tezlil gibi zararları kazanmak nerede? Zekât namına o iyilikleri yapıp, hem farzı eda etmek, hem sevabı, hem ihlâsı, hem makbul bir duayı kazanmak nerede? “22

    b) Sınıflar Arasındaki Husumeti Yok Etmesi Açısından: Bediüzzaman, servetin belirli ellerde birikmesinin ve zengin ile fakir arasındaki sermaye dağılımında oluşan aşırı farklılığın insanlığın huzurunu ortadan kaldırdığını dile getirerek özetle şöyle der:

    “Bugünkü zalim Batı uygarlığının, israfçılık, su-i istimal ve zaruri olmayan ihtiyaçları zaruri ihtiyaç haline getirmek suretiyle insanlığı haram yemeye ve zulüm işlemeye, çaresiz işçileri ve halk tabakalarını zengin tabakaya karşı düşmanca tavırlar sergilemeye sevk etmiştir. Batı uygarlığı, fakirlerin zenginlere karşı saygılı olmalarını ve zenginlerin de fakirlere karşı şefkatli olmalarını temin eden Kur’an’ın zekât emrini ve faiz yasağını kabul etmediği için burjuvaları zulme ve fakirleri isyan etmeye mecbur etmiş, insanlığın istirahatını alt üst etmiştir.”23

    Görüldüğü gibi Bediüzzaman, zekâtı önemli bir yardım müessesesi olarak kabul etmekte, yardımın daha etkili olabilmesi için zekâtın kurumsallaştırması ve rast gele dağıtılmaması gerektiğine inanmaktadır. Zekâtın fakir tabakalarla zengin tabakaları birbirine kavuşturan bir köprü vazifesini gördüğünü ve Müslüman’ın bu köprü vasıtasıyla yardımlarını Müslüman kardeşine ulaştırdığını dile getirmektedir. Ona göre zekât köprüsü, yardımlaşma yolu, sosyal hayattaki nizam ve intizamın sıratü’l-müstakimi, insanlar arasındaki hayatın akışına bir rabıta ve insanlığın gelişmelerindeki zehirlerin bir ilacı hükmündedir.”24

    Ancak Kur’an-ı Kerim, toplumdaki ekonomik dengesizliğin yol açabileceği muhtemel olumsuz sonuçların azaltılabilmesi için zekâtı önemli bir araç olarak sunmakla kalmıyor, aynı zamanda bunun işleyişinde son derece önemli insanî meziyetlere, psikolojik faktörlere de işaret ediyor. Ayetlerden anlaşıldığına göre, zengin adam malını verirken, gönülsüz davranmayacak ve başa kakmayacak, aynı şekilde fakir de alırken ezilmeyecek, mahcubiyet duyması gerekmeyecek. Çünkü biri borcunu ödüyor, diğeri hakkını alıyor, alacağını tahsil ediyor. Dolayısıyla başa kakma veya mahcubiyet için bir neden kalmıyor. Kur’an’ın bu düzenlemesi bir bakıma toplumsal gerilim sigortası görevini de görüyor.

    Bediüzzaman’a göre Kur’an’ın, veya ya da gibi kısa ifadeleri terk edip onların yerine gibi uzun sayılan bir ifadeyi tercih etmesinin sebebi, zekat ya da sadaka vermek mecburiyetinde olan bir Müslüman’ın bu görevini yerine getirirken, bazı şartlara riayet etmesi gerektiğini insanlığa ders vermek içindir. Bu şartları şu şekilde sıralamaktadır:

    1) Yapılan yardımlar zekât veya sadaka namına yapılmalıdır.
    2) Yardım edilen kişi, minnet altında bırakılmamalıdır.
    3) Yardım Allah namına verilmeli, başka herhangi bir niyet karışmamalıdır.
    4) Yardımı muhtaç olana vermeye dikkat etmelidir.
    5) Zekât ve sadaka gibi yardımlarda israf edilmemelidir.
    6) Yardımı, başkasından alıp bir başkasına vermek değil, bizzat şahsi malından vermek gerekir.
    7) Fakirleşmek korkusuyla yardım terk edilmemelidir.
    8) Yardım sadece mal ve paradan olmayıp ilim, fikir, kuvvet ve çalışma gibi şeylerle de muhtaç olanlara yardım yapılabilir.
    9) Yardım alan kimse, bu yardımı sefahatte sarf etmemeli, zaruri ihtiyaçlarına sarf etmelidir.25

    Bediüzzaman zekâtın, derd-i maişet belasına şifa verici bir ilaç olduğunu şu şekilde dile getirir: “Acaba hakikat-i İslâmiyenin binler mesailinden yalnız zekât meselesi düstur-u medeniyet ve muavenet olursa, bu belâya ve yılanın yuvası olan maişetteki müthiş müsavatsızlığa deva-i şafi olmayacak mıdır? Evet, en mükemmel ve bozulmaz bir deva olacaktır.”26

    Faiz Yasağı

    a) Emek ve Meşru Kazanç: İslamiyet fıtrî bir din olduğu için insanların çalışıp kazanmalarını, ihtiyaçları doğrultusunda harcama yapmalarını tabii karşılamakla birlikte bu konularda bazı temel ölçü ve ilkeler getirmek suretiyle haksızlık ve su-i istimalleri engellemek istemiştir. Hatta İslam’da kazanma, mülk edime tıpkı ilim gibi farz telakki edilmiş, kişinin meşru yoldan çalışıp kazanması ibadet ve cihad ölçüsünde kutsal ve değerli bir davranış olarak kabul edilmiştir. Ancak İslam’da aslî ve tabii kazanç yolu emektir. Miras, vasiyet, zekât, nafaka ve hibe gibi istisnaî yollarla kazanılan mallar da başlangıcı itibariyle emeğe dayalı kazançlar kabul edilmiştir.27 Hz. Peygamber (s.a.v) bir hadisinde “Hiç kimse elinin emeğinden daha hayırlı bir şey kazanmamıştır”28 buyurarak emeğin kutsallığına ve helal kazanca işaret etmektedir. İslamiyet, herhangi bir zarara veya mağduriyete yol açmayan insan ilişkilerine, düzgün bir çizgide seyreden hukuki ve ticari hayata kural olarak müdahale etmemiş, sadece yanlış ve haksız uygulamalar konusunda insanları uyarmış, bu yönde bazı sınırlama ve kısıtlamalar getirmiştir. İslam’ın temel ilkelerinden birisi olan faiz yasağı da bu kapsamdadır.

    Faizin karşılığı Arapçada “riba”dır. Riba lügatte, “herhangi bir şeydeki artışı ve fazlalığı” ifade eder. Terim olarak ise riba, “borç verilen bir parayı belli bir süre sonunda belirli bir fazlalıkla geri almanın ve bu şekilde alınan fazlalığın” genel adıdır. Faiz ise taşan ve kabaran anlamlarına gelmektedir. Türkçede faiz kelimesi riba ile eş anlamlı olarak kullanılır.

    b) Faiz Yasağının Hikmeti: İslamiyet servetin atıl bırakılmamasını, üretim ve yatırım dışında tutulmamasını istemiş ve faiz ortamının doğuşunu engelleyici bazı tedbirler almıştır. Temel üretim faktörü olarak emeği esas aldığı için, sermayenin risk ve zarara katlanmadan tek başına kazanç aracı olması önlenmiştir. Zira bu risksizlik ortamı para ve sermayenin giderek belli zümrelerin elinde toplanmasına, sonuçta insanların sınıflaşmasına ve büyük bir kesimin de mağduriyetine yol açacaktır. İslamiyet, yardımlaşma ve sosyal dayanışma ilkesi, emek ve sermayenin birlikte üretime ve yatırıma yönelmesi gibi prensiplerle topluma ahlakî bir anlayışı egemen kılarak, nimetleri ve külfetleri dengeli bir şekilde yaymayı hedeflemiştir.

    Kur’an-ı Kerim faizle zekâtı ve Allah yolunda infakı karşılaştırarak, zekât ve infakın değerli ve kalıcı, faizin ise değersiz ve bereketsiz olduğunu bildirmektedir. Faizin yer aldığı ilk sure olan Rum suresinde Allah şöyle buyuruyor:


    “Başka insanların mal varlığı sayesinde artsın diye faiz karşılığı verdikleriniz asla Allah katında size artış sağlamaz. Bir de Allah’ın rızasını dileyerek verdiğiniz arındırıcı malî yükümlülük vardır. İşte böyle yapanlar ödüllerini kat kat arttıranların ta kendileridir.”29 Bu ayet, sonu kesin bir yasakla biten bir sürecin ilk halkasını teşkil etmektedir. Burada açık bir yasak yer almamakta fakat faiz açıkça yerilmektedir. Bununla birlikte bu ayette faizle zekâtın bir arada zikredilmiş olması tesadüfî değildir. Zira faiz karşılıksız almak, zekât ise karşılıksız vermektir. Birincisi haram, ikincisi de farz kılınacaktır. Nitekim daha sonra Medine’de nazil olan Nisa (4/160–161), Âl-i İmran (3/130) ve en son Bakara surelerinde faiz kategorik olarak yasaklanmıştır.30 Faiz yasağının kesin olarak bildirildiği Bakara ayetlerinden ikisi şöyledir: “Onlar, alışveriş de faiz gibidir, derler. Oysaki Allah alışverişi helal, faizi de haram kılmıştır.”31 “Allah faizin bereketini alır ve emanete sadakat için yapılan hayrı, kattığı bereketle arttırır.”

    Gerçekten de zekât ve infak sosyal adaleti ve refahı arttırıcı olduğundan değerli ve bereketli; faiz ise gelir akışını belli ellerde toplayıp sosyal refahı önlediğinden, hatta bazen sosyal patlamalara sebep olduğundan bereketsiz bir yoldur. Maddeci Batı toplumlarında ise, sermayenin belli ellerde toplanması istenmekte, bu amaçla sermayenin daha organizeli şekilde üretim ve yatırıma aktarılması, böylece geniş bir çalışan zümre oluşturulması hedeflenmektedir. Buna göre faiz, Batı toplumlarındaki iktisadî hayatın vazgeçilmez unsurlarından birini oluşturmaktadır.

    Bununla birlikte, eskiden beri toplumbilimle ilgilenen çevrelerde, varlıklı insanlarla yoksul insanlar arasındaki aşırı servet farklılığının ortadan kaldırılmasını ön gören sosyal düşünceler ortaya atılmıştır. Kuşkusuz ki bütün bu düşünceler, İslam’ın faiz yasağından mülhemdir. Zira İslamiyet faizi, emek karşılığı olmayan haksız kazançlardan kabul ettiği insanlığın baş belası olarak nitelendirmiştir. Bediüzzaman’a göre “başkasını düşünmemek” ve “başkasının sırtından geçinmek” şeklinde ifade edilebilecek insanlığın iki derin yarası vardır. İnsanlık tarihinde meydana gelen bütün karışıklıklar ve ahlaksızlıklar bu iki temel düşünceden kaynaklanmaktadır. Varlıklı insanlarla yoksul insanları birbirine düşman hâle getiren ve insanları mutsuz eden de bu düşüncelerdir. İslam’ın faiz yasağı ve zekât emri, zengin ve fakir tabakalarını birbirine yaklaştıran ve sermayenin belirli ellerde birikmesinden dolayı ortaya çıkan farklılıkları yok eden birer emirdir. Bu konuda şu ifadelere yer verir:

    “Bütün ihtilâlât-ı beşeriyenin madeni bir kelime olduğu gibi, bütün ahlâk-ı seyyienin menbaı dahi bir kelimedir. Birinci Kelime: “Ben tok olayım, başkası açlıktan ölse, bana ne.” İkinci Kelime: “Sen çalış, ben yiyeyim.” Evet, hayat-ı içtimaîye-i beşeriyede havâs ve avam, yani zenginler ve fakirler, muvâzeneleriyle rahatla yaşarlar. O muvazenenin esası ise, havâs tabakasında merhamet ve şefkat; aşağısında, hürmet ve itaattir. Şimdi, birinci kelime havâs tabakasını zulme, ahlâksızlığa, merhametsizliğe sevk etmiştir; ikinci kelime avamı kine, hasede, mübarezeye sevk edip, rahat-ı beşeriyeyi birkaç asırdır selb ettiği gibi; şu asırda, sa’y, sermaye ile mübareze neticesi, herkesçe malûm olan Avrupa hâdisat-ı azîmesi meydana geldi. İşte, medeniyet, bütün cemiyât-ı hayriye ile ve ahlâkî mektepleriyle ve şedid inzibat ve nizamatıyla, beşerin o iki tabakasını musâlâha edemediği gibi, hayat-ı beşerin iki müthiş yarasını tedavi edememiştir. Kur’ân, birinci kelimeyi esasından vücûb-u zekât ile kal’ eder, tedavi eder; ikinci kelimenin esasını hurmet-i ribâ ile kal’ edip, tedavi eder. Evet, ayet-i Kur’âniye, âlem kapısında durup, ribâya “Yasaktır!” der. “Kavga kapısını kapamak için, ribâ kapısını kapayınız!” diyerek, insanlara ferman eder. Şakirtlerine, “Girmeyiniz!” emreder. 32

    Sonuç

    Anlaşılıyor ki, sosyal hayatta dengeyi korumanın ve mutluluğu idame ettirmenin tek şartı, sosyal sınıflar arasında aşırı derecede boşluk bırakmamaktır. Zengin ile yoksullar birbirilerinden uzaklaşmamalıdırlar ki, düşmanlığa ve husumete meydan verilmesin. Batı uygarlığı zekât emrine ve faiz yasağına uymadığı için Batı’daki sınıflar arasında sıla-i rahim kalmamış, gerginlik gittikçe artmış ve günümüzde toplumların istikrarı alt üst olmuştur. Bunun sonucunda zengin insanlardaki meziyetler merhamete ve yardımlaşmaya sebep teşkil edeceğine kibir ve gurura yol açmış, yoksul insanlar ise sefalete terkedilmişlerdir. 33

    Bediüzzaman’a göre İslamiyet faizi yasaklamak ve zekâtı emretmekle insanlık âlemindeki bütün halkları ve fakirleri himaye ettiği gibi, “Hiç düşünmüyorlar mı, hiç akletmiyorlar mı, hiç tedebbür etmiyorlar mı?” gibi ifadelerle aklı öne çıkararak ilim ehlini de himaye etmiştir. Bu itibarla İslamiyet tarih boyunca fakirlerin ve ilim adamlarının kalesi ve sığınağı olmuştur.34 Ona göre faiz çalışma şevkini kırıp işsizliği doğuran bir afettir. Üstelik faizin kapıları olan bankalar, mağdur ve işsiz insanlara değil gayri Müslimlerin en kötü kısmı olan zalimlere ve zalimlerin de en kötü kısmı olan sefihlere fayda sağlamıştır. Faizin İslam dünyasına zararı açıktır. Faydası ise hiç yoktur.35

    Öz

    Bir toplumun sağlıklı bir şekilde varlığını sürdürebilmesi için, fertlerin topluma karşı sorumlulukları vardır. Toplum varlığının sağlıklı bir şekilde sürdürülebilmesi için de, toplumsal denge ve barışın bir şekilde sağlanması ve fertler arasında duygusal gerilime yol açabilecek etkenlerin giderilmesi şarttır. Toplumlarda ekonomik hayatın düzenini bozan iki önemli unsur vardır. Bunlardan birincisi, maddi imkânların ihtiyaçlara göre kullanılmamasından doğan israfın önlenememesidir. İkincisi de, her zaman beraberinde potansiyel bir gerilim taşıyan sınıflar arasındaki ekonomik dengenin muhafaza edilememesidir. Bediüzzaman, iktisadî hayatı altüst eden bu temel unsurlara referans olarak Kur’an’ın önemle üzerinde durduğu üç esastan söz etmektedir. Bunlar; israf, zekat ve faiz yasağıdır. Bu çalışmada bu esaslar sırayla konu edilmekte, İslam’ın bu hususlardaki yaklaşımı Bediüzzaman’ın da görüşleri ışığında ele alınmaktadır.

    Anahtar Kelimeler: Din, iktisat, israf, zekat, faiz, faiz yasağı

    Abstract

    There are responsibilities of individuals to the society which are very essential for the existence of the society. And for the existence of the society, the social peace and balance is needed and the hypertension between individuals must be controlled. There are two important reasons causing the economic crisis in societies. First of them, the unpredictable dissipation because of misusing of wealth. The second one is the lack of economic balance between classes which have always a potential tension. Bediuzzaman mentions about three principles which are offered in Holy Koran as reference to the basic reasons which turn upside downs the economic balance. These are: Dissipation, zakat (offering) and prohibition of interest. In this article, we will analyze these principles and explain the approach of Islam with the light of opinions of Bediuzzaman.

    Keywords: Religion, economics, dissipation, zakat (offering), interest, prohibiton of interest

    Dipnotlar:

    1- Enam, 6/131.

    2- Said Nursi, Hutbe-i Şamiye, s. 52.

    3- Safa Mürsel, Bediüzzaman ve Devlet Felsefesi, s. 537.

    4- Yunus, 10/13.

    5- Lokman, 31/19.

    6- İsra, 17/29.

    7- Lem’alar, s. 288.

    8- Lem’alar, s. 291.

    9- İsra, 17/27.

    10- Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 447.

    11- Lem’alar, s. 135.

    12- Mesnevi-i Nuriye, s. 110.

    13- Araf, 7/31.

    14- Necm, 53/39.

    15- Hutbe-i Şamiye, s. 156.

    16- Lisanü’l-Arab, zekat maddesi.

    17- İlmihal, TDV yayınları, I, 423, Ankara, 2005.

    18- Zariyat, 51/19.

    19- Bakara, 2/3.

    20- İşaratü’l-‘İcaz, s. 47.

    21- Et-Teğrib ve’t-Terhib, I, 517.

    22- Mektubat (22. Mektub), s. 265.

    23- Emirdağ Lahikası, s. 334.

    24- İşaratü’l-İ’caz, s. 49.

    25- İşaratü’l-İcaz, s. 47.

    26- Muhakemat, s. 38.

    27- İlmihal, TDV yayını, II, 409, Ankara, 2005.

    28- Buhari, Buyu, 15; Enbiye, 37; İbnu Maceh, Ticarat, 1.

    29- Rum, 30/39.

    30- Mustafa İslamoğlu, Hayat Kitabı Kur’an, s. 802; İst., 2008.

    31- Bakara, 2/275.

    32- Sözler, s. 373.

    33- İşaratü’l-İ’caz, 480 vd.

    34- Mektubat, s. 313.

    35- Sözler, Lemeat