Köprü Anasayfa

Küresel Kriz ve Said Nursi'nin İktisat Görüşü - I

"Bahar 2009" 106. Sayı

  • Küresel Yıkıma Küresel Çözüm

    The Global Solution for the Global Disaster

    İntizam Seyda DURGUN

    Giriş

    Şu dünya misafirhanesine gelen ve aklı başında olan insan görür ki, her şey insan için yaratılmıştır. İnsan da şu âlemi süslemek ve yeryüzünde Allah’ın isimlerinin tecellilerini alkışlamak için yaratılmıştır. Bu yüzden insan âlemin direğidir. Şu âlemin bütün sırlarını çözecek anahtar insanda bulunmaktadır. “Âlemin miftâhı insanın elindedir ve nefsine takılmıştır. Kâinat kapıları zâhiren açık görünürken, hakikaten kapalıdır. Cenâb-ı Hak, emânet cihetiyle insana ene nâmında öyle bir miftah vermiş ki, âlemin bütün kapılarını açar; ve öyle tılsımlı bir enâniyet vermiş ki, Hallâk-ı Kâinatın künûz-u mahfiyesini onun ile keşfeder.” (Sözler, Ene ve Zerre Risalesi)

    Kur’ân-ı Hakîm ve Hâkim, Zâriyat sûresinin 56. âyetinde insanın yaratılış maksadını şu ifadelerle açıklar: “Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım”. Farklı yerlerde öne çıkarılan ayetin bu hakikatine, Risale-i Nur’un birçok yerinde vurgu yapılır. Said Nursi’nin Ayetü’l-Kübra Risalesi’nde, “Kâinattan Hâlıkını soran bir seyyah”, “Bu âyet-i uzmânın sırrıyla, insanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi: Hâlık-ı kâinatı tanımak ve O’na iman edip ibadet etmektir ve o insanın vazife-i fıtratı ve fariza-i zimmeti marifetullah ve iman-ı billah’dır ve iz’an ve yakîn ile vücudunu ve vahdetini tasdik etmektir” (7. Şua, Ayetü’l-Kübra) gerçeğine ulaşır.

    Bir bütün olarak yeryüzünün ve gökyüzünün bir nimet olduğunu ifade eden Kur’an, bütün varlık âlemini, Allah’ın ilmi ve kudretiyle kuşattığını bildirir. Çünkü, “Doğu da Allah’ındır, Batı da; nereye dönerseniz Allah’ın vechi oradadır; şüphe yok ki Allah her şeyi kuşatan her şeyi bilendir.” (Bakara: 115)

    Bir Tefekkür Boyutu Olarak Kâinat

    Kur’an kâinattan bahsederken, onun “Müslüman” olduğunu, Allah’a teslim olduğunu da vurgulamaktadır. “Göklerdeki ve yerdeki herkes, ister istemez ona boyun eğmişken ve ona döndürülüp götürülecekken, onlar Allah’ın dininden başkasını mı arıyorlar?” (Âl-i İmrân: 83). Yani bütün varlık âlemi Allah’ın iradesine mutlak olarak teslim olmuştur. Bütün varlık âlemi, yaratıcının emirlerine boyun eğen, yaradılışa uygun vazifelerini aksatmadan yerine getiren unsurlar olarak görülür: “…o âlemde o derece hayret-engiz bir muvazene, bir mizan, bir tevzin hükmediyor; bilbedâhe ispat eder ki, bu hadsiz mevcudatta olan hadsiz tahavvülât ve vâridat ve masarif, herbir anda umum kâinatı görür, nazar-ı teftişinden geçirir birtek Zâtın mizanıyla ölçülür, tartılır.” (30. Lem’a, 2. Nükte)

    Kur’an’da, yeryüzünün ve semanın sonsuz bir ilimle yaratıldığı belirtilir. “Allah yedi göğü ve yerden de onlar kadarını yaratandır. Emir bunların arasında sürekli iner ki Allah’ın her şeye gücünün yettiğini ve Allah’ın bilgisiyle her şeyi kuşattığını bilesiniz.” (Talak: 12) Kur’an’ın ifadesine göre, her şey anlam kazanarak, hem O’nu gösteren bir delil olurlar, hem de O’nu anarlar. “Göklerde ne var, yerde ne varsa Allah’ı tenzih ve tesbih eder.” (Teğabun: 1) “Güneş ve ay bir hesaba göre” (En’am: 96) hareket etmektedir. “Bitkiler ve ağaçlar O’na secde etmektedir.” (Rahman: 6) “Göğü Allah yükseltmiş ve mizanı O koymuştur.” (Rahman: 55) “O ki, göğü sizin için tavan yaptı.” (Bakara: 22) denilerek içinde yaşadığımız ve anlamaya çalıştığımız bu âlemde, aynı zamanda İlahî kudreti görmenin gerekliliği üzerinde durulur: “Güneş’e, Ay’a boyun eğdirdik. Her biri, adı konulmuş bir süreye kadar akıp gitmektedirler. Her işi yoluna koyup, düzenler. Delilleri birer birer açıklar ki Rabbinize kavuşacağınıza kesin olarak inanasınız” (Rad Suresi: 2)

    Kur’an-ı Kerim’de, insanların, diğer varlıklara, yaratılmış olma yönüyle üstün olmadığı beyan edilmekte, diğer var edilenlerin de bizim gibi varlıklar olduğuna dikkat çekilmektedir ve onlarla birlikte yaşamamız gerektiğine vurgu yapılmaktadır. Bütün bunlardan anlaşıldığı gibi, içinde yaşadığımız evren Allah’ın eseri olmanın ötesinde, bize, onu korumanın ve Allah’ın bir ayeti olarak, anlamaya çalışmamız gerektiğinin dersi verilir. “Yeryüzünde yürüyen hayvanlar ve iki kanadıyla uçan kuşların hepsi ancak sizin gibi ümmetlerdir” (En’am: 38 ) ayetini dikkate aldığımızda, insanların, bu görünen âlemde yalnız olmadıklarını düşünmeleri gerekmektedir: “… Kâinattaki adalet-i tâmme, umum eşyanın muvazenelerini idare ediyor. Ve beşere de adaleti emrediyor. Sûre-i Rahmân’da, ‘Göğü yükseltip aleme nizam ve ölçü verdi. Ta ki adaletten ve dinin emirlerinden ayrılarak ölçüde sınırı aşmayın. Ölçüyü ve tartıyı adaletle yerine getirin ve tartıyı eksik tutmayın. (Rahman: 6-7) âyetindeki, dört mertebe, dört nevi mizana işaret eden, dört defa mizan zikretmesi, kâinatta mizanın derece-i azametini ve fevkalâde, pek büyük ehemmiyetini gösteriyor. Evet, hiçbir şeyde israf olmadığı gibi, hiçbir şeyde de hakikî zulüm ve mizansızlık yoktur. (Lem’alar, 30. Lem’a, 2. Nükte)”

    İnsanı Çevresiyle Bütünleştiren İnanç

    Bediüzzaman Said Nursi, yukarıdaki iktibasta ve daha pek çok yerde, bütün kâinatı kabzasında tutan kudretin, zerreleri meczup Mevlevî gibi döndürerek çok vazifelerde istihdam ettiğini ifade ederek, dünyamızın, mevsimlerin, güneş sisteminin, yeryüzündeki binlerce çeşit bitki ve hayvanların aynı kanuna tabi olarak işlediklerini nazara vermektedir. (Şualar, 605) Yaratılan bütün varlıkları sevmenin sonuç itibariyle, Allah’ı sevmek anlamına geleceğini söyleyen Said Nursi, “Hem baharı, Cenab-ı Hakk’ın nurani esmalarının en latif, güzel nakışlarının sayfası …antika sanatının en müzeyyen ve şa’şalı bir meşher-i sanatı olduğu cihetiyle …sevmek Cenab-ı Hakk’ın esmasını sevmek” (32. Söz) olduğunu dile getirir.

    Anlaşılacağı gibi Nursi, varlıkların mahiyetini, üzerlerinde Allah’ın güzel isimlerinin nakışlarının işlendiği, sanatının güzelliklerinin teşhir edildiği, bir model (Mektubat, 24. Mektup, s. 285) olarak tanımlamaktadır. Kur’an’dan aldığı dersle, bütün varlık âlemiyle insanı buluşturan ve onlar arasında bir bağ kuran, Said Nursi, “İman, bütün eşya arasında hakikî bir uhuvveti, irtibatı, ittisali ve ittihad rabıtalarını tesis eder.” (Mesnevi-i Nuriye, 11. Lem’a) gerçeğiyle bizi buluşturur.

    Kur’an-ı Kerim’in, tarihi olayları anlatmasındaki asıl maksat, elbette tarihi bilgi vermek değildir. O, Allah’ın verdiği nimetlere dikkat çekerek, aynı zamanda bize dersler de verir: “Hani bir gün ikindi vakti ona, durduğunda sakin, koştuğu zaman ise süratli, safkan koşu atları gösterilmişti. Onlarla ilgilenip ‘Ben Rabbimi hatırlattıkları için güzel şeyleri severim.’ dedi ve onlar gözden kayboluncaya dek onları seyredip durdu. Sonra: ‘Onları tekrar bana getirin!’ deyip bacaklarını ve boyunlarını sıvazlamaya başladı” (Sad: 31-33)

    Yine Hz. Süleyman’ın (a.s.) bir kıssası şu ifadelerle anlatılır: “Derken Karınca vadisine geldiklerinde, onları gören bir karınca: ‘Ey karıncalar, haydin yuvalarınıza girin. Süleyman ve orduları, sizi fark etmeyerek ezip çiğnemesinler!’ diye seslendi. Onun sesini işiten Süleyman tebessüm ederek: ‘Ya Rabbî!’ dedi, ‘Beni nefsime öyle hâkim kıl ki gerek bana, gerek ebeveynime ihsan ettiğin nimetlere şükredeyim. Seni razı edecek güzel ve makbul işler yapabileyim. Bir de lutfedip beni hayırlı kulların arasına dâhil eyle!”. (Neml: 11-19)

    Kur’an, bir başka vesile ile Allah’ın âlemlerin Rabbi olarak “dağları ve kuşları” da, Hz. Davud’un emrine verdiğini belirtmektedir. Bundaki amaçta Hz. Davud’un içten yakarışına dağların ve kuşların eşlik etmesidir: “Dağları ve kuşları Davud’un emrine verdik. Onunla beraber takdis ve ibadet ederlerdi. Biz dilediğimiz her şeyi yapma kudretine sahibiz.” (Sad: 18)

    Başka bir âyette ise Hz. Davud’a verilen bu yeteneğin “Allah tarafından bir imtiyaz” olduğu belirtilerek: “Ey dağlar! Ey kuşlar! Onunla beraber tesbih edin, şevke gelip Allah’ın yüceliğini terennüm edin.” (Sebe: 10) denilmektedir. Diğer bir ayette ise “Biz sabah akşam, kendisiyle zikir ve ibadet etmeleri için dağları, toplu haldeki kuşları onun hizmetine vermiştik. Her biri onun âhengine katılır, beraber zikrederlerdi” (Sad: 18) denilerek, insan ve yaratılmış diğer bütün varlıkların, Allah’ı anmak için var olduklarına dikkat çekilir.

    Konumuz açısından, Hz. Peygamber’in çevre ve hayvanlarla ilgili yüzlerce sözlerine baktığımızda, -ayetlerde de vurgulandığı gibi- kâinatta bir bütünlük olduğu görülecektir: Örneğin, “Allah’ın sizi cezalandırmamasının yegane sebebi; şu yaşlanmış ihtiyarlar, süt emen bebekler ve çiftliğinizde otlayan hayvanlardır.” Bu çerçevede, Hz. Peygamber’in “elinizde bir ağaç fidanı varsa, kıyamet kopmaya başlasa bile, eğer onu dikecek kadar vaktiniz varsa, mutlaka dikin”, “Haksız olarak bir serçeyi öldürenden, Cenab-ı Hakk kıyamet gününde hesap soracaktır” ihtarını de hatırlamak gerekmektedir.

    Çevreyi Tahrip Felsefesinin Arka Boyutu

    İnsan zayıf ve aciz olmasına rağmen yeryüzünde (ve belki de sema âlemindeki) en güçlü varlıklar, ona hizmet etmektedir. Bu durumda ilim, irade ve kudret, ne insanda, ne de ona “hizmetkâr” olan varlıktadır. Gerçek anlamda ilim, irade ve kudret, bu ikisinin Yaratıcısı olan Allah’a aittir. İnsanın kâinatla kurduğu iletişiminde, insanın ihtiyaçları öne çıkmaktadır. Oysa, insan, ihtiyaçları bitmeyen bir varlık olarak, “Hayali nereye gitse ihtiyaç dairesi o kadar genişler. Bir çiçeği istediği gibi, koca bir baharı da ister. Cenneti de arzu eder.” (Sözler, 23. Söz)

    İnsanın bu arzuları ile kâinatla kurduğu birliktelik/iletişim, aklın kullanımında “vasat” mertebe olan “hikmet”le mümkün olmaktadır. Bu yönüyle “akıl”, kainatla olan iletişimin önemli bir aracı olmaktadır. Nursi, aklın kullanımıyla ilgili olarak, “Eğer Mâlik-i Hakikî’sine satılsa ve onun hesabına çalıştırsan; akıl, öyle tılsımlı bir anahtar olur ki: Şu kâinatta olan nihayetsiz rahmet hazinelerini ve hikmet definelerini açar. Ve bununla sahibini, saadet-i ebediyeye müheyya eden bir mürşid-i Rabbanî derecesine çıkarır” (Sözler, 6. Söz) demektedir.

    İnsan var edilmiş duyguları ve yetenekleriyle, diğer varlıklarla aynı çevrede yaşamaktadır. Bilindiği gibi çevre; dünya üzerinde varlığını sürdüren canlılarının hayatları boyunca ilişkilerini sürdürdüğü dış ortamdır. Diğer bir deyişle “ekosistem” olarak tanımlanabilir. Hava, su ve toprak, bu çevrenin fiziksel unsurlarını; insan, hayvan, bitki ve diğer mikroorganizmalar ise biyolojik unsurlarını oluşturmaktadır. 21. yüzyıl bu organik ve inorganik birlikteliğin saflığını bozmaya başlamıştır.

    Bugün geldiğimiz noktada, gelişen teknolojinin -hayatımıza getirdiği rahatlık yanında- tabiata ve çevreye verdiği kirliliğin boyutu her geçen gün hızla artmaktadır. Yaşamı daha mükemmel hale getirmek, daha sağlıklı ve uzun bir ömür sağlayabilmek amacına dönük bu gelişmelerin, gerek kırsal, gerek kentsel alanlarda su, hava, toprak kirlenmesine yol açtığı, bitki ve hayvan varlığına zarar verdiği, son yıllarda inkâr edilemez bir gerçek olmuştur. Yeryüzünün temel fiziksel unsurları olan, hava, su ve toprak üzerinde olumsuz etkilerin oluşması ile ortaya çıkan ve canlı varlıkların hayati aktivitelerini olumsuz yönde etkileyen çevre unsurları da her geçen gün kirlenmeye devam etmektedir.

    Bu açıdan bakıldığında, “Allah’ın buyruklarını umursamayan insanların, kendi tercihleri ile yaptıkları işler yüzünden, karada ve denizde bozukluk ortaya çıktı, nizam bozuldu. Doğru yola ve isabetli tutuma dönme fırsatı vermek için, Allah, yaptıklarının bazı kötü neticelerini onlara tattırır” (Rum: 41) ayetini çevreyi tahrip felsefesine işaret olarak düşünmek mümkündür. Zira tabiattaki ilahi dengeyi bozan en büyük etkenin, başta aşırı tüketim, israf ve insanın yararlanabileceği kaynakları tahrip etme olduğu bilinmektedir. Çevre kirliliği olarak değerlendirilen bu durumu, Kur’an-ı Kerim, bir anlamda işaret ettiği bir manasıyla günümüze vurgu yaparak, “İnsanların kendi elleriyle yaptıkları yüzünden karada ve denizde bozgun çıktı. Yaptıklarının bir kısmını kendilerine tattırmaktadır…” (Rum Suresi 41) şeklinde dile getirmiştir.

    “Bu kainat ve küre-i arz, daim işler ve büyük bir fabrika ve her vakit dolar boşalır bir han, bir misafirhanedir. Halbuki böyle işlek fabrikalar, hanlar ve misafirhaneler müzahrefatla, enkazlarla, süprüntülerle çok kirleniyorlar, bulaşık oluyorlar ve ufunetli maddeler her tarafında teraküm ediyorlar. Eğer pekçok dikkatle bakılmazsa ve tanzif edilmezse ve süpürülüp temizlenmezse, içinde durulmaz; insan onda boğulur. Halbuki bu fabrika-i kainat ve misafirhane-i arz o derece pak, temiz ve naziftir ve o kadar kirsiz ve bulaşıksızdır ve ufunetsizdir ki, bir lüzumsuz şey ve bir menfaatsiz madde ve tesadüfi kir bulunmaz. Zahiri bulunsa da, çabuk bir istihale makinesine atılır, temizlenir.

    Demek bu fabrikaya bakan Zat, çok iyi bakıyor. Ve bu fabrikanın öyle tanzifçi bir Sahibi var ki, o koca fabrikayı ve o büyük sarayı küçük bir oda gibi süpürtür, temizler, tanzim ve tanzif eder. Ve o pek büyük fabrikanın büyüklüğü nisbetinde muzahrafatı ve enkazından kalma kirli maddeleri, süprüntüleri bulunmuyor. Belki büyüklüğü nispetinde temizliğine ve nezafetine dikkat ediliyor.” (30. Lem’a; s. 298)

    Bediüzzaman Said Nursi’nin yukarıdaki sözlerini dikkate aldığımızda, “beşerin bulaşık eli karışmamak” şartıyla, gerek yeryüzünde, gerekse gökyüzünde, muhteşem bir fabrikanın çalıştığı; ancak kirlenmenin olmadığı görülmektedir. Oysa, günümüz insanının karşı karşıya kaldığı problemlerin en önemlilerinden biri çevrenin tahrip edilmesidir. Söz konusu olan, sadece insanın kendi varlığını değil, gelecek kuşakların sağlıklı bir ortamda yaşama hakkını da tehdit etmektedir.

    Bilim ve teknoloji alanında baş döndürücü başarılara ve keşiflere imza atan günümüz insanı, içinde yaşadığı çevre ile dengeli bir iletişim kurmayı başaramamıştır. Önce kendine, sonra da dolaylı olarak etrafındaki çevreye yabancılaşan insan, yaşadığı çevreyi ele geçirilmesi ve sahip olunması gereken bir nesne olarak algılamıştır. İnsanlık, bir bütün olarak çevresiyle uyum içerisinde yaşaması gerektiğini daha yeni yeni anlamaya başlamıştır. Oysa bütün varlık anlamıyla kâinat, bir düzen ve plan üzere işlemektedir. İnsan, bu nizam ve intizamın sahibini görmeli ve plan sahibinin eseri karşısında O’na teslim olmalıdır.

    Çevrenin Tahrip Boyutu

    İnsanoğlu yüzyıllardır çevresine ve doğaya verdiği zararların bedelini ödemektedir. Kişisel hırslarla, daha çok kazanmak arzusuyla, daha çok tüketim anlayışına dayalı sorumsuzlukla yaşadığı çevreye zarar verenler, kendilerinin, yaşadıkları çevrenin bir parçası olduklarını ve verdikleri zararın kendilerine döneceği gerçeğini göz ardı etmişlerdir. Yüzlerce yıldır çevreye verdiği zarardan çok çeken insanlarda, bir çevre bilincinin oluşması sistematik olarak 50 yıl öncesine dayanmaktadır. 1970’li yıllardan sonra, Dünyada çevremizle ilgili hissedilir derecede bir duyarlılık oluşmuş ve bu düşünce çevrebilimi (ekoloji) adıyla, akademik ortamlarda yoğun bir şekilde ele alınmaya başlanmıştır.

    Sanayi ve endüstri çağı olarak kabul edilen geçmiş yakın zamandan sonra, bu yüzyıla “bilgi çağı” adı verilmektedir. Endüstrileşme sürecinin sonuçları olarak, çeşitli kaynaklardan çıkan katı, sıvı ve gaz halindeki kirletici maddelerin hava, su ve toprakta yüksek oranda birikmesi çevre kirliliği oluşmasına neden olmaktadır. Hızla artan dünya nüfusunun ihtiyaçlarının karşılanması için, teknolojinin gelişmesine bağlı olarak endüstrileşme ve onunla ilgili faaliyetler de artmaya başlamıştır.

    Son yıllarda teknoloji ve sanayinin hızla gelişmesi, çevre sorunlarının da artmasına sebep olmuştur. Artan nüfusla birlikte devreye giren altyapılar, faaliyete geçtikleri günde bile yetersiz kalmaktadır. Bu plansız endüstrileşme ve sağlıksız kentleşme, nükleer denemeler, bölgesel savaşlar, verimi artırmak amacıyla tarımda kimyasal maddelerin bilinçsizce kullanılmasıyla birlikte, gerekli çevresel önlemler alınmadan ve arıtma tesisleri kurulmadan yoğun üretime geçen sanayi tesisleri, çevre kirliliğini tehlikeli boyutlara çıkarmıştır. Yapılan araştırmalar dünyadaki mevcut çevre kirliliğinin % 50’sinin, son 35 yılda meydana geldiğini ortaya koymaktadır. Şu anda dünyada 1 milyar 300 milyon insan açlık sınırında bulunmaktadır, önlem alınmazsa, 2020 yılında bu sayı 3 milyarı bulacaktır. Dünyanın bir köşesinde umutsuzluk, şiddet, adaletsizlik, açlık, yoksulluk hakimken diğer tarafında bolluk içerisinde bir hayat sürülmektedir. Dünya nüfusunun % 20’si olan Batı toplumları dünya kaynaklarının % 80’ini tüketmektedir. ABD nüfusu, dünya nüfusunun % 5’i olduğu halde dünya kaynaklarının % 25’ini kullanmaktadır.

    Günümüzde 500 milyona yakın insan ya açtır ya da kötü beslenmektedir. 200 milyona yakın çocuk temel eğitimden yoksundur. 8000 yıl önce 6.000.000.000 hektar olan dünya orman varlığı % 50 azalarak günümüzde 3.000.000.000 hektara düşmüştür. Dünya ormanlarının % 75’i yüksek risk altındadır. Dünyada her yıl 16.000.000 hektar orman alanı yok edilmektedir. Akdeniz’e kıyısı olan Avrupa Birliği ülkelerinde her yıl 110.000 hektar orman yanmaktadır. Afrika’da her yıl 4,8 milyon hektar, Asya’da ise 4,7 milyon hektar orman yok edilmektedir. Denizlerdeki balıkların dörtte biri aşırı avlanma nedeniyle tükenmiştir.

    Dünyada, denizlere her yıl yaklaşık 200.000 ton petrol, 320.000 ton fosfor, 800.000 ton azot, 60.000 ton deterjan, 21.000 ton çinko, 3900 ton kurşun, 240 ton krom ve 100 ton civa bırakılmaktadır. ABD’de her yıl denize atılan çöp miktarı 7 milyon tondur. Akdeniz’e yılda 45 milyar ton sanayi atığı dökülmektedir. Bu nedenle pek çok deniz canlısı ölmekte, yaşama ve üreme alanları yok olmaktadır. Dünyanın en büyük tatlı su gölü olan Baykal, kıyılarındaki kâğıt fabrikalarının zehirli atıkları ile kirlenmektedir. Petrokimya sanayi Azerbaycan’ın Sumgayıt şehrini yaşanmaz hale getirmiştir. Hazar Denizi’ne dökülen Volga Nehri, Rusya Federasyonu’ndaki sanayi atıklarının % 40’ını taşımaktadır.

    21 Ülkenin atıkları Karadeniz’e taşınmaktadır. Havzasındaki 300 nehirle yılda 500 milyon metreküp endüstriyel ve evsel atık bu denize boşalmaktadır. Aşırı avlanma ve kirlenme nedeniyle Karadeniz’deki balık üretimi 500.000 tondan 100.000 tona düşmüştür. 23 ticari balık türü ise beşe inmiş durumdadır.

    İslam toplumlarında ekmek büyük bir nimet olarak görülmektedir. Bugün geldiğimizi noktada, Toprak Mahsulleri Ofisi (TMO) Genel Müdürlüğü tarafından yapılan “Ekmek İsrafı ve Tüketici Alışkanlıkları” adlı araştırmaya göre, 200 grama standardize edilmiş günlük ekmek üretimimiz 123 milyon adet iken, günlük tüketimimiz ise 116.9 milyon adettir. Yani Türkiye’de bir günde israf edilen ekmek adedi 6.1 milyondur. Üretilen ekmeğin yüzde 5’ine denk gelen bu israfın yıllık toplamı 450 bin ton civarında buğdaya karşılık gelmektedir. Bu sonuç ise, ekmek israfından kaynaklanan ekonomik kaybın 900 milyon TL civarında olduğunu göstermektedir. Bir yılda israf edilen ekmek bedeli ile Türkiye’de 100 yataklı 60 hastane veya 32 derslikli 180 okul yapılabilmektedir.

    Elektrik İşleri Etüt İdaresi’nin (EİE) ise verdiği bilgiye göre Türkiye, enerjiyi OECD ülkeleri ortalamasına göre 2 kat, Japonya’ya göre 4 kat daha verimsiz tüketmektedir. Oysa Türkiye, 2020 yılındaki birincil enerji talebini en az yüzde 15 azaltabilecek potansiyele sahiptir ve bu potansiyel de yılda yaklaşık 16.5 milyar TL tasarruf anlamına gelmektedir.

    Doğal kaynakları açısından oldukça zengin olan Türkiye’de ne yazık ki tarım alanında inanılmaz boyutta bir israf yaşanmaktadır. Türkiye Ziraat Odaları Birliği’nin (TZOB) geçtiğimiz Temmuz ayında hazırladığı rapora göre, tarım sektöründe yaşanan israf ve verimsizliğin bedeli yıllık 54 milyar dolardır.

    Türkiye’de israf edilen suyun mali boyutunun yaklaşık 2.7 milyar TL olduğu tahmin edilmektedir. Türkiye’deki enerji israfının nedenlerinden biri de bina yalıtımlarının yeterince iyi yapılmaması olduğunu dile getiren, Isı, Su, Ses ve Yangın Yalıtımcıları Derneği (İZODER) Başkanı Levent Ürkmez, ısı yalıtımı ile Türkiye’nin yılda 7 milyar dolar tasarruf edebileceğini ifade etmektedir. Türkiye, israf ettiği parayla 2007 yılı sonu itibarıyla 247.2 milyar dolar olan dış borç stokunu 2.5 yılda eritebilmektedir. (Akşam G; 08.09.2008)

    Türkiye’nin en verimli toprakları erozyonla deniz, göl ve çukurlara taşınmaktadır. Normal koşullarda 1 santimlik bir toprak tabakasının oluşması için gerekli süre yaklaşık 250-1000 yıl arasındadır. Görüldüğü gibi binlerce yılda oluşan toprak tabakası, erozyonla 1520 yıl gibi kısa bir süre içerisinde kaybolmaktadır. Sadece Fırat Nehrinin yılda taşıdığı toprak miktarı 108 milyon ton civarındadır.

    Türkiye’de 3215 belediyenin yalnızca 141’inde kanalizasyon sistemi vardır. Türkiye’deki atık suların yaklaşık % 78’i arıtılmadan ırmak, göl ve denizlere olduğu gibi bırakılmaktadır. Sulardaki insan sağlığına zararlı maddeler, salgın ve bulaşıcı hastalıklara neden olmaktadır. (kolera, tifo, dizanteri gibi) Zehirli atıklar oksijen dengesini bozarak göl ve nehirleri yaşanabilir olmaktan çıkarır.

    Bu noktaya nasıl geldiğimizi düşündüğümüzde, insan şaşırmaktadır. İnsanın kendisine ve etrafına verdiği zarar sürekli büyümektedir. Oysa, “… Cennet bir çiçektir. Huri taifesi bir çiçektir. Ruy-i zemin (bu-dünya) dahi bir çiçektir. Bahar da bir çiçektir. Sema da bir çiçektir; yıldızlar o çiçeğin yaldızlı nakışlarıdır. Güneş de bir çiçektir; ziyasındaki yedi rengi, o çiçeğin nakışlı boyalarıdır. Alem, güzel ve büyük bir insandır, nasıl ki insan, küçük bir alemdir. Huriler nevi, ruhaniler cemaatı, melek cinsi, cin taifesi ve insan nevi… Birer güzel şahıs hükmünde tasvir, tanzim ve icad edilmiştir. Herbiri …Sani-i Zülcelal’ın (Allah’ın) Esmasını gösterdikleri gibi, Onun cemaline, kemaline, rahmetine ve muhabbetine birer şahid-i sadıklardır.” (32. Söz, S. 288)

    Anlaşılacağı gibi, çevreye önemli vurgular yapılarak, çevrenin insanın yaşam alanı olmanın da ötesinde tefekkür boyutu dile getirilmiştir. Oysa 21. yüzyılın bu ilk çeyreğinde, insanlık bir bütün olarak, maddi ve manevi bir krizin eşiğine gelmiştir. İnsanın “benmerkezci” duygularıyla hareket etmesi sonucu, yaşadığı çevre ve kendi varlığı ciddi bir tehlike ile karşı karşıya kaldığı gözlenmiştir. Çevre krizinin merkezinde yatan temel unsur olarak görülen insan-merkezciliğin (Antropocentrizm) anlamına baktığımızda iki önemli nokta dikkatimizi çekmektedir. Bunlardan birincisi, “insanın her şeyin merkezi ve kâinatın da tek amacı” olduğuyla ilgili düşüncedir. İkincisi ise, “önemli olan sadece ve sadece insanın değerleridir.”

    Küreselleşmeden Küresel Isınmaya

    “Sana o saatin ne zaman geleceğini soruyorlar. De ki: ‘Onun bilgisi Efendimin katındadır. Onu, vakti gelince açığa çıkaracak olan O’dur. O göklere ve yere ağır gelmiştir. O size ansızın gelecektir, başka türlü değildir.’ Sanki ondan haberdar imişsin gibi sana soruyorlar. De ki ‘Onun bilgisi Allah’ın katındadır. Fakat insanların çoğu bilmezler.’ (A’raf Suresi, 187) Kur’ân-ı Kerim, dünyamızın ve evrenin son bulma sürecinin aniden geleceğini, Hz. Peygamberin bile bundan haberdar olmadığını söylemektedir. İzafiyet teorisine göre Evren’in içinde en hızlı hareket ışık hızıdır. Işık saçan cisimlerden ve ışığın yansımalarından bize gelen bilgiler, bizim Evren’deki olayları anlamamızın sınırını oluşturur. Bu yüzden eğer Evren’in sonunun (kıyametin) veya dünyamızın sonunun geldiğine dair elde edebileceğimiz bir bilgi ışık olarak ilerliyorsa, şu anda o olay gerçekleşmiş olsa bile ondan haberimiz olmayabilir.

    Küresel ısınma, insan tarafından atmosfere verilen gazların sera etkisi yaratması sonucunda, dünya atmosferi ve okyanuslarının ortalama sıcaklıklarında belirlenen artışa verilen isimdir. Bu, 50 yıldır belirlenebilir bir duruma gelmiş ve önem kazanmıştır. Dünya’nın atmosfere yakın yüzeyinin ortalama sıcaklığı 20. yüzyılda 0.6 (± 0.2) °C artmıştır. İklim değişimi üzerindeki yaygın bilimsel görüş, “Son 50 yılda sıcaklık artışının insan hayatı üzerinde fark edilebilir etkiler oluşturduğu” yönündedir. İnsanı bu noktaya taşıyan ise, bilinçsizce yaşadığı çevreyi tahrip etmesi ve sürekli tüketim odaklı yaşamasıdır.

    Nursi’ye göre, insanın israf etmesi, sürekli tüketmesi, yaşadığı çevreyi sürekli kirletmesi, kainatı kızdırmaktadır. “Ey israflı, iktisatsız, ey zulümlü, adaletsiz, ey kirli, nezafetsiz, bedbaht insan! Bütün kâinatın ve bütün mevcudatın düstur-u hareketi olan iktisat ve nezafet ve adaleti yapmadığından, umum mevcudata muhalefetinle, mânen onların nefretlerine ve hiddetlerine mazhar oluyorsun. Neye dayanıyorsun ki, umum mevcudatı zulmünle, mizansızlığınla, israfınla, nezafetsizliğinle kızdırıyorsun?” (30. Lem’a, 2. Nükte)

    Maddi havanın, manevi havadan etkilendiğine dikkat çeken Nursi, “bu açlık ve zaruret musibetine karşı, yine Nurla mukabele etmeli. Her şakirdin vazifesi, yalnız kendi imanını kurtarmak değil; belki başkasının imanlarını da muhafaza etmeye mükelleftir. O da hizmete ciddi devamla olur.” demektedir. (Kastamonu Lahikası, s. 154) Said Nursi, ekolojik yıkımı tetikleyen bir bakış açısını nazarımıza sunmaktadır. Bu, “Hissiyat-ı insaniyenin akıl ve fikre” galebe etmesidir. Böylece, insan sadece duygularını nazara almakta ve çevreyi insafsızca tahrip etmekte, varlık âleminin mahiyetini kavrayamamaktadır.

    İnanç eksenli kainata bakış, insanı, varlık âlemiyle barıştırırken, ideolojik ve dünyevi bir bakış insanı adeta firavunlaştırmaktadır: “Kur’an-ı Hakimin hikmeti, hayat-ı şahsiyeye verdiği terbiye-i ahlâkiye ve hikmet-i felsefenin verdiği dersin muvazenesi: Felsefenin halis bir tilmizi bir firavundur. Menfaati için en hasis şeye ibadet eden bir firavun-u zelildir…. Amma hikmet-i Kur’an’ın halis tilmizi ise bir abddir. Hem Cennet gibi azam menfaata olan bir şeyi gaye-i ibadet kabul etmez bir abd-i azizdir. Hem mütevazidir. Rıza-ı ilahi, fazilet için amel eder, çalışır.” (Sözler, 12. Söz)

    Sonuçları açısından bakıldığında yaşanan küreselleşme olgusu, bir yönüyle coğrafi bir alanla sınırlı olmaksızın, sefahati teşvik eden medeniyet olarak karşımıza çıkmaktadır. Nursi, günümüzde “sefahat-i mutlaka” medeniyet denildiğini ifade ederek “medeniyet-i sefahat”i tenkit eder. (Şualar, s. 995) Emirdağ Lahikası’nda yer alan bir mektupta ise, bu tüketen ve israf eden medeniyeti, “mim’siz” medeniyet olarak tabir eder.

    Nursi, Lemaat adlı eserinde, bu medeniyetin insanlığı hayvanlık derecesine indirdiğini beyan eder: “Cazibedar hizmeti hevâ, hevesi teşci, teshil; hevesâtı, arzuları tatmin. Bundan çıkar sefahat. / O hevâ, hem heves, şe’ni budur daima: İnsanı memsuh eder, sîreti değiştirir. Mânevî meshediyor; değişir insaniyet. / Şu medenîlerden çoğunun eğer içini dışına çevirirsen, görürsün: Başta maymunla tilki, yılanla ayı, hınzır; sîreti olur suret. / Gelir hayali karşına, postlarıyla tüyleri. İşte şununla görünür meydandaki âsârı.” (Sözler, s. 326)

    Bu ifadelerden anlaşılacağı gibi, bu tarz “medeniyet-i sefahat” araçları, insanlarda bulunan nefis, “kuvve-i şeheviye” gibi duyguları kullanarak insanları kapitalist bir hayat tarzına esir etmektedir. “Medeniyet-i sefahat” kullandığı araçlarla “sefahate öyle müşevvikane bir tasviri yapar ki, ağız suyu akıtır, akıl hâkim kalamaz. İştihayı kabartır, hevesi tehyiç eder, his daha söz dinlemez.” (Sözler, s. 338) İnsan bir anlamda hürriyetini kaybederek, kendini, sürekli tüketim alışkanlığı yüzünden reklamı yapılan mal veya hizmeti, ihtiyacı olmasa da almak zorunda hisseder.

    Bediüzzaman, böylesi bir medeniyete tabi olan insanın içinde bulunduğu durumu şu misalle açıklamaktadır: “O adam, şöyle bir vaziyettedir: Arkasında, her an ona hücuma müheyyâ bir aslan duruyor. Önünde, bir darağacı dikilmiş onu bekliyor. Sağ tarafında, derin bir yara açılmış. Sol cânibinde, müz’iç bir çıban, cerahat akıttırıyor. Şu vaziyetle beraber, mühim bir sefere sevk ediliyor” (Nur’un İlk Kapısı) Bir anlamda, küreselleşme ile ortaya çıkan tahrip, insanı, yukarıda anlatılan durumdan da beter etmiştir.

    Küresel Isınmanın Sonuçları

    II. Dünya Savaşı sonrasında dünya nüfusu 2 kat, buna karşılık enerji kullanımı 4 kat artmıştır. 1958 yılında atmosferdeki 315 ppm/m³ karbondioksit oranı 2004’te 379 ppm/m³ olmuştur. ABD dünya nüfusunun % 4’üne sahipken karbondioksit üretiminin % 25’ini gerçekleştirmektedir. Konuyla ilgili Fransa’nın başkenti Paris’te açıklanan Şubat 2007 tarihli BM Raporu şöyle bir tablo çizmektedir. Sıcaklıkların +2 derece artmasıyla ortaya çıkacak sonuçlar: Su sıkıntısı başlayacak. Kuzey Amerika’da kum fırtınaları tarımı yok edecek. Deniz seviyeleri yükselecek. Peru’da 10 milyon kişi su sıkıntısı çekecek. Mercan kayalıkları yok olacak. Gezegendeki canlı türlerinin yüzde 30’u yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalacak. Sıcaklıkların +5 derece artmasıyla ortaya çıkacak sonuçlar: Denizler 5 m. yükselecek. Deniz seviyesi ortalaması 70 metre olacak. Dünyanın yiyecek stokları tükenecek. + 6 derece: Göçler başlayacak. Yüz milyonlarca insan uygun iklim koşullarında yaşamak umuduyla göç yollarına düşecek.

    İnsanların çeşitli faaliyetlerinin küresel ısınmaya etkisi şöyledir: Enerji kullanımı % 49, endüstrileşme % 24, ormansızlaşma %14, tarım % 13’tür. İsveç’in başkenti Stockholm’de yapılan “Dünya Su Haftası Forumu”nda sunulan, Birleşmiş Millet (BM) tarafından hazırlanan “İklim değişiklikleri ve Su” konulu rapora göre, dünyadaki iklim değişiklikleri su kaynaklarını da etkilemektedir. Bütün bunların sonucu olarak, 2050 yılında dünyada 2 milyar insan sudan yoksun kalacak, 30 yıl sonra da 3 milyar insan kullanılabilir su kaynaklarını kaybedecektir.

    Verilere göre, gelişmiş bir ülkede doğan çocuk, gelişmekte olan bir ülkede doğan çocuğa göre yüzde 30 daha fazla su harcıyor. Genel olarak hastalıkların yüzde 88’i sağlıksız içme suyu ve yetersiz hijyenik koşullardan kaynaklanıyor. Bu da gelişmekte olan ülkelerde yılda 5 milyar iş günü kayıp anlamına geliyor. Verilere göre, ABD’de gıdaların yüzde 30’u çöpe atılıyor. Bu 40 trilyon litre su, yani 500 milyon insanın su gereksinimi anlamına geliyor. Gelişmekte olan ülkelerde endüstri atıklarının yüzde 70’i suya karışıyor. Ayrıca Asya’daki bütün nehirler, Avrupa’da ise ortalama 5 nehir sürekli kirlenme tehlikesi ile karşı karşıyadır.

    Ülkemiz açısından bakıldığında, dünyaca ünlü bilim dergisi New Scientist’in 2099 yılı için hazırladığı çevre raporunda yer alan haritaya göre, İstanbul 90 yıl sonra sular altında kalacaktır. Derginin kapak konusu yaptığı rapora göre, sıcaklıkların artmasıyla birlikte Avrupa’da birçok bölge çölleşecek ve nesli tükenen canlı sayısı artacaktır. Raporun Türkiye için en çarpıcı kısmı ise İstanbul’la ilgilidir. Dergide yer alan haritaya göre, İstanbul’un kıyıları suların yükselmesiyle birlikte, deniz seviyesinin altında kalacaktır.

    Kâinatla Negatif İletişim ve Çevre

    Varlık âlemiyle negatif iletişimin yansıması olarak, iyi davranılmayan çiçeklerin açmadığı, kendisine sevgi sözleri söylenen çiçeklerin daha gür açtığı; kendisine eziyet edilen hayvanların bu davranışlara şiddetli tepkiler verdiği, hatta bazılarının bunu içinde biriktirerek intikam aldığı bilinmektedir. Su moleküllerinin dahi, güzel sözlerden etkilenerek, insanı etkileyecek derecede, muhteşem kristallere dönüştüğü, kaba sözlerden etkilenerek biçimsiz şekiller aldığı görüntülerle ortaya çıkmıştır. Cansız olarak bildiğimiz toprak, hava, deniz, dağ, rüzgâr gibi, içlerinde sayısız canlı varlıkları barındıran ve besleyen unsurların yaradılışlarına uygun olarak görevlerini yerine getirdiği de bir gerçektir. Kâinatın en şerefli varlığı olarak görevini ihmal eden ve bulunduğu çevreyi tahribatta sınırları zorlayan insanoğluna karşı varlık âlemi tepki göstermektedir.

    Bu konuda Bediüzzaman Said Nursi; “Ehl-i dalaletin şerrinden kâinatın kızdıklarını ve anasır-ı külliyenin hiddet ettiklerini ve umum mevcudatın galeyana geldiklerini, Kur’an-ı Hakîm mu’cizane ifade ediyor. Yani kavm-i Nuh’un başına gelen tufan ile semavat ve arzın hücumunu ve kavm-i Semud ve Âd’in inkârından hava unsurunun hiddetini ve kavm-i Firavun’a karşı su unsurunun ve denizin galeyanını ve Karun’a karşı toprak unsurunun gayzını ve ehl-i küfre karşı âhirette; ‘tekadü temeyyezü mine’l-gayz’ sırrıyla Cehennem’in gayzını ve öfkesini ve sair mevcudatın ehl-i küfür ve dalalete karşı hiddetini gösterip ilân ederek gayet müthiş bir tarzda i’cazkârane ehl-i dalalet ve isyanı zecrediyor” demektedir.” (13. Lema, 11. İşaret)

    Küresel Yıkıma Karşı Küresel Çözüm: Marifet, Şükür ve İktisat

    21. yüzyılda, Nursi’nin ifadesiyle, “Küre-i arzı bir köy şekline sokan şu medeniyet-i sefihe ile gaflet perdesi pek kalınlaşmıştır. Ta’dili, büyük bir himmete muhtaçtır. Ve keza beşeriyet ruhundan dünyaya nâzır pek çok menfezler açmıştır. Bunların kapatılması ancak Allah’ın lütfuna mazhar olanlara müyesser olur.” (Mesnevi-i Nuriye, Habbe)

    Küreselleşme, hâkim bir ideolojik kavram olarak daha çok olumlu, sesleri çok fazla çıkmasa da karşıtlarınca olumsuz nitelemelerle kullanılmaktadır. Çoğunluğu oluşturan kesim, küreselleşmeyi insanlığın teknolojik, ekonomik ve sosyal birikimlerinin sonucu ve şimdiye kadar görülmemiş imkânlar sunan, insanlığın geldiği son ve mükemmel nokta olarak görürken, karşıtları da bu kavramı kapitalist sömürü düzeninin küresel çapta uygulanması olarak görmektedir.

    Küreselleşme tabiri, dünyanın fiziki şekline izafe edilerek ortaya atılan bir tabirdir. Bununla, tek bir küre olduğu için tek bir sosyo-kültürel ve siyasî sistemin olması gerektiği düşünülmektedir. Küreselleşme bir görüşe göre “malların, hizmetlerin, paranın, teknolojinin, fikirlerin, enformasyonun, kültürün ve halkların hızlı ve sürekli biçimde sınır ötesine akışı” olarak tanımlanmaktadır. Küreselleşme, başka bir anlayışa göre de, “sadece ekonomik olmayan, sosyal siyasî, çevresel, kültürel ve hukuksal boyutları da olan bir süreç” olarak görülmektedir.

    Dünya ekonomik krizine (1929) kadar dünyada liberal bir iktisadi-ticari anlayış mevcuttu. Ülkeler arasında ticaretin, iş bulmak maksadıyla başka ülkelere gidişin ve göçlerin yoğun olduğu bilinmektedir.

    Yukarıdaki tanımları dikkate aldığımızda, küreselleşmeyi; “kapitalist ekonomi modelinin dünyaya, en etkin ve en hızlı yayılma biçimi” olarak tanımlayabiliriz. Tarih şahittir ki, en büyük katliamlara zemin oluşturmak için kutsal değerler ve düşünceler hoyratça kullanılmıştır. Bu anlamda gelişecek bir küreselleşmenin, insanlığa eşi benzeri görülmemiş zulümler getireceği, hatta teknolojinin baş döndürücü yükselişinin de yardımıyla insanın, “insan olmaktan çıkabileceği” büyük bir tehlike, insanlığın önünde durmaktadır.

    Teknolojik birikimlerin güçlü ellerde insanlığı ezen ve sömüren bir mekanizmaya alet edilmesi, belli bir azınlığa ve belli milletlere dünya nüfusunun ve kaynaklarının hizmetkâr kılınmasına dair şüpheleri beraberinde getirmektedir. Bunun bir diğer anlamı ise, nimetlerin paylaşılmasında güçlülerin hak etmediği kadarını alması, külfetlerin dağıtımında yükün diğerlerine bırakılmasıdır.

    Dünyanın en zengin 200 kişisinin sahip oldukları toplam servet, yeryüzündeki en yoksul 2.5 milyar insanın toplam gelirinden daha fazladır ve bu 200 zenginin 112’si Amerikalıdır. Dünyadaki en zengin 3 Amerikalının servetlerinin toplamı, en yoksul 48 ülkenin gayri safi millî hâsılasından daha yüksektir. Dünyanın en yoksul ülkesine kıyasla, en zengin ülkesinde kişi başına düşen milli gelir 228 kat daha fazladır. Bugün 89 ülke son 10 yıl içinde 23 kat daha yoksullaşmıştır. Yine son 10 yılın verilerine göre, refah düzeyi yükselen ülkeler: ABD, Avrupa Birliği üyesi ülkeler ve Japonya olmuştur ve bunlar uluslararası üretimin yüzde 86’sını, uluslararası ticaretin yüzde 82’sini kontrolleri altında tutmaktadırlar. En yoksul 48 ülke ise, ancak yüzde birini kontrol etmektedirler.

    1997-1999 yılları arasında, tüm dünyanın ürettiği toplam gelirin yüzde 58’i Amerika’ya gitmiştir. Dünyanın en yoksul 83 ülkesinin son 7 yıl içinde ödedikleri dış borç faizi, anaparanın 5 katına ulaşmıştır. En gelişmiş 7 ülke dünya nüfusunun yüzde 11’ini oluşturmasına rağmen, dünya toplam GSMH’sinin 2/3’ünü almaktadır. Dünya mafyasının kontrol ettiği toplam sermayenin 8.4 trilyon dolar olduğu tahmin edilmekte ve bunun % 70’inin Amerikan mafyası tarafından kontrol edildiği bilinmektedir.

    Birleşmiş Milletler İnsani Gelişme Raporu’na göre dünyadaki açlığı ve temel sağlık sorunlarını asgari düzeyde çözebilmek için gerekli para sadece 13 milyar dolardır. Her yıl açlık yüzünden dünyada 38 milyon insan ölmekte, 800 milyon insan ise kronik yetersiz beslenmeye bağlı hastalıklarla savaşmaktadır. New York şehrinin elektrik tüketimi, bütün Afrika kıtasının toplam elektrik tüketiminin yarısından daha fazladır. (Dünya Bankası Küresel Ekonomik Görünüşler 2000 Raporu)

    İnsanın önce insani duygularını tüketmeye başlaması, ardından çevresini tüketmeye başlamasını sonuç vermiştir. İnsanların zevk (hedonizm) odaklı yaşamaya başlaması, zevklerini karşılayabilmek uğrunda onun bencilleşmesini sağlamıştır. Başkalarını küçümseyen, kendi çıkarı için her şeyi kullanan, eleştiri kabul etmeyen, yardımlaşmayı kendisine yardım olarak düşünen insanlar ortaya çıkmıştır. Daha çok kazanmak, daha rahat yaşamak, para, güç, şöhret sahibi olmak adeta hayat felsefesi olmuştur. Tüketim teşvik edilmiş, insanların beklenti düzeyi yükseltilmiştir. “Bu zamanda isrâfâta medar olacak para çok pahalıdır. Mukabilinde bazen haysiyet, namus rüşvet alınıyor. Bazen mukaddesât-ı diniye mukabil alınıyor, sonra menhus bir para veriliyor. Demek, mânevî yüz lira zararla maddî yüz paralık bir mal alınır.” (Lem’alar, 19. Lema)

    Said Nursi’nin ifadesinde söz konusu bu küreselleşme anlayışı, “Ta’dili, büyük bir himmete muhtaçtır. Ve keza beşeriyet ruhundan dünyaya nâzır pek çok menfezler açmıştır. Bunların kapatılması ancak Allah’ın lütfuna mazhar olanlara müyesser olur.” Yukarıda zikredilen ve “tadili büyük bir himmete muhtaç” olan anlayışa yönelik olarak, Dünya Dinleri Parlamentosu 1993 yılında Chicago’da kabul ettiği Küresel Ahlâk Deklarasyonu’nun konumuzla ilgili başlıca maddeleri şöyledir: “1- Küresel ekonomi, küresel siyaset ve küresel çevre büyük krizdedir. 2- Küresel ahlâk olmadan küresel düzen olamaz. 3- Küresel ahlâk yeni bir ideoloji veya yeni bir din değildir. 4- Küresel ahlâk bütün dinlerin ve seküler ahlâkın öğretilerinin uzlaştığı değerlere dayanır. 5- Hayata saygılı, şiddet içermeyen bir kültür benimsenmelidir. 6- Sadece insan değil, yeryüzündeki her şey saygıdeğerdir. 7- Açgözlülük insan ruhunu öldürür. Alçakgönüllülüğe değer verilmelidir. 8- İnsan bilinci gelişmeden dünya asla iyiye götürülemez.” (Aksiyon, Ekim 2001)

    Çevre, İktisat ve Şükür Sırrıyla Kurtulur

    Said Nursi, 1935 yılında kaleme aldığı 19. Lem’a olan İktisat ve Şükür Risalesi’nde, Küresel Ahlâk Deklarasyonu’ndan çok daha yıllar önce, benzer ilkelerden söz etmektedir. Zamanın anlayışı, “Biz hayatın herbir çeşit lezzetini ve keyiflerini tatmak ve tattırmak istiyoruz, bize karışma”dır. Said Nursi İktisat Risalesi’nde, iktisat ve kanaatın, “hikmet-i İlâhiyeye tevfik-i hareket” olduğunu dile getirerek şöyle demektedir: “Hâlık-ı Rahîm, nev-i beşere verdiği nimetlerin mukabilinde şükür istiyor. İsraf ise şükre zıttır, nimete karşı hasâretli bir istihfaftır. İktisat ise, nimete karşı ticaretli bir ihtiramdır.”

    Anlaşılacağı gibi şükrün bir anlamda zıttı sayılan israf, sadece var olan kaynakların bilinçsizce tüketilmesi değil, aynı zamanda tüm bu nimetlerin yaratıcısı ve sahibi olan Allah’a karşı da hürmetsizlik olarak ifade edilmektedir. “Hikmet-i ilâhiyeye tevfîk-i hareket”, Said Nursî’nin dünyasında, O’nun kâinata, hayata ve insana bakışıyla birlikte, eşyayı kullanma biçimini ifade etmektedir. İnsan, şu kâinat içinde hayatını ne için yaşıyorsa, kâinat içinde küçüğünden büyüğüne, tüm eşyayı da bu amaç için ve amacına uygun şekilde kullanacaktır.

    İnsanın varlığı algılama biçimini değiştiren, hayatını bozan, dolayısıyla da yaşadığı geniş âlemde, olumsuzluklara neden olan unsurlardan biri de, “hırs”tır. Bu anlamda konumuz açısından hırsı; sonuçları itibariyle, “aşırı tüketim/sürekli tüketim/daha çok tüketim/ihtiyaçtan çok tüketim” anlayışı olarak değerlendirebiliriz.

    İnsan, hırsı ve hayatı tüketim odaklı algılaması nedeniyle, çalışmasının karşılığıyla yetinmeyip daha fazlasını; fakat, daha fazla çalışmaksızın elde etmek istemektedir. Yaşadığımız yüzyıl, insanın hayatını sürdürmesi için gerekli olan ihtiyaçlarından çok daha fazlasını elde etmesini istemektedir. “…Bu zamanda mimsiz medeniyetin icabatından olarak hâcât-ı zaruriye dörtten yirmiye çıkmış. Tiryakilikle, görenekle ve itiyadla, hâcat-ı gayr-ı zaruriye, hâcât-ı zaruriye hükmüne geçmiş. Âhirete iman ettiği halde, ‘Zaruret var’ diye ve zaruret zannıyla dünya menfaati ve maişet derdi için dünyayı âhirete tercih ediyor. “ (Emirdağ Lahikası, s. 456)

    İnsandaki hayata bağlılık hırsı, hayatı, dünya odaklı olarak algılaması nedeniyle, imanî tavrın karşıtlığı olarak ortaya çıkmıştır. Zira, dengeyi kaybeden daha iyi yaşama hırsı “kaliteli yaşam”, şükürsüzlükten doğmaktadır. Şükürsüzlüğün altında ise, kendisine çalışması karşılığında verileni yetersiz bulma, dolayısıyla küçük görme tavrı yatmaktadır. İnsan, sınırsız olan arzularını sınırlı olan dünya hayatında karşılamaya çalıştığından, -elindekilerin değerini de kavrayamadığı ve fark edemediği için- mutlu da olamamaktadır.

    Konuyla ilgili Said Nursi, hayatı anlamlı kılma ve mutluluğu yakalama açısından, iktisatla ilgili bir hatırasını naklederek şöyle der: “Benimle beraber Burdur’a nefyedilen reislerden bir kısmı, parasızlıktan zillet ve sefalete düşmemekliğim için, zekâtlarını bana kabul ettirmeye çok çalıştılar. O zengin reislere dedim: “Gerçi param pek azdır. Fakat iktisadım var, kanaate alışmışım. Ben sizden daha zenginim.” Mükerrer ve musırrâne tekliflerini reddettim. Câ-yı dikkattir ki, iki sene sonra, bana zekâtlarını teklif edenlerin bir kısmı, iktisatsızlık yüzünden borçlandılar.” (19. Lem’a, 4. Nükte)

    Anlaşılacağı gibi, sürekli tüketim ve ihtiyacından fazla tüketim anlayışı, vahiyle gelen “iktisat ve kanaat” ilkesini bozarak, insanların ihtiyaçlarını, yaşaması için gerekli olan ihtiyaçlardan çok daha fazla yukarıya taşımış ve onları fakirleştirmiştir. Bu durum aslında gerçek fakirlik değildir. İnsanlar maddeten fakirleşmedikleri, hatta gelirleri daha da arttığı halde, verilene rıza gösterme anlayışı ortadan kalkmıştır. Genel olarak yaşama biçimi, reklamların, medyanın, tüketim ekonomisinin, insanın duygularını kamçıladığı bir ortama doğru sürüklenmiştir. İhtiyaçları artan insan ise, bunları gidermek için, bütün insani duygularını gerektiğinde feda edebilecek noktaya gelmiştir.

    “Bu medeniyet-i hâzıranın harikaları, beşere birer nimet-i Rabbaniye olmasından, hakikî bir şükür ve menfaat-i beşerde istimali iktiza ettiği halde, şimdi görüyoruz ki, ehemmiyetli bir kısım insanı tembelliğe ve sefahete ve sa’yi ve çalışmayı bırakıp istirahat içinde hevesatı dinlemek meylini verdiği için, sa’yin ‘İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.’ (Necm Sûresi, 53:39). ‘Yiyin, için, fakat israf etmeyin.’ (A’râf Sûresi, 7:31.) şevkini kırıyor. Ve kanaatsizlik ve iktisatsızlık yoluyla sefahete, israfa, zulme, harama sevk ediyor…. Vazife-i hakikiyesini bırakıyor.” (Hutbe-i Şamiye, İkinci Zeyl)

    Öz

    Şu dünya misafirhanesinin gelen ve aklı başında olan insan görür ki, her şey insan için yaratılmıştır. İnsan da şu âlemi süslemek ve yeryüzünde Allah’ın isimlerinin tecellilerini alkışlamak için yaratılmıştır. Bu yüzden insan âlemin direğidir. Kur’an’dan aldığı dersle, bütün varlık âlemiyle insanı buluşturan ve onlar arasında bir bağ kuran Said Nursi, geliştirdiği terminolojiyle, iman sayesinde insan ile bütün varlık ve eşya arasında gerçek bir uhuvvet ve bağ kurulabileceğini göstermiştir. Son yılların en büyük meselelerinden biri olarak karşımıza çıkan küresel ölçekteki ekonomik ve çevresel felaketler bu gerçeğin unutulmasının bir sonucudur. Bu çalışmada bu felaketlerin sebeplerine dikkat çekilmekte, Said Nursi’nin eserlerinden yola çıkılarak çareler üretilmektedir.

    Anahtar Kelimeler: Küresel ısınma, kainat, çevre, insan, marifet, şükür, iktisat

    Abstract

    The wise person who came to this guest house called world can see that everything had been created for human. Human was also created for gracing the universe and for appreciating the reflections of the names of Allah in the earth. For that reason, human is the pillar of universe. By his special terminology, Said Nursi had connected the existence universe and humanbeing and find a link between them with the message of Holy Koran and he also showed that it is possible to find a connection and brotherhood between human and whole existence and objects by faith. Global economic and environmental calamities which is the biggest problem of the recent days is because the fact mentioned above had been forgotten. In this article, we tried to attract notice to the reason of these calamities and find some solutions by the light of the opinions mentioned in Said Nursi’s books.

    Keywords: Global warming, universe, environment, human, craft, praise, economics