Köprü Anasayfa

İttihad-ı İslam

"Güz 2009" 108. Sayı

  • Beyanülhak Mecmuası’nda İslamî Dayanışma Düşüncesi

    The Idea of Islamic Solidarity in the Magazine "Beyanülhak"

    Nazmi EROĞLU

    Araştırmacı-Yazar

    İslam Birliği (İttihad-ı İslam veya diğer kullanımıyla Panislamizm) düşüncesi, daha ziyade 19. ve 20. yüzyıllarda emperyalist devletlerin siyasi, askeri ve kültürel yönden yayılmacı ve hatta işgalci politikaları karşısında Müslüman toplumlar arasında neşvünema bulan, ortaya çıkan bir düşünce ve eylem tarzı olarak bilinse de kökü daha eskilere dayanmaktadır. Bununla beraber, birçok din, düşünce ve ideolojinin temelinde, inananları ve taraftarları açısından böyle bir dayanışmayı talep eden saik bulunmaktadır. Bu, bir inancın ve anlayışın varoluş sebeplerinden birini de teşkil etmektedir. Aynı şekilde, İslam Birliği’nin temelinde de bu çıkış noktası tespit edilebilir (İnananlar kardeştir). Dolayısıyla İttihad-ı İslam fikri sonradan ortaya atılmış yapay bir anlayış değildir. Ancak, 19. ve 20. yüzyıllarda Müslüman dünyanın –siyasî, sosyokültürel ve askerî açıdan– adeta bütünüyle savunma durumunda olması, bu anlayışa farklı bir anlam daha yüklemiştir.

    Diğer taraftan, Müslüman toplumların –geçmişte ve günümüzde– coğrafi, siyasi ve kültürel farklılıkları, hatta menfaat çatışmaları sebebiyle İslamî dayanışma fikri, realite ile uyum içinde olmasa da, bir takım hassasiyetleri olan Müslümanların nazarında canlılığını koruduğuna her zaman şahit olunmaktadır.

    Bu çalışmamızda Meşrutiyet’in ilanından sonra yayın hayatına giren Beyanülhak Mecmuası’nda çıkan bazı metinlerden hareketle, İslamî dayanışma, Osmanlılık ve İslam birliği düşüncesi üzerinde durmaya çalışacağız.

    Beyanülhak muharriri Abdülehad Davud, “Panislamizm Cemiyeti” başlığı altında Hind Müslümanlarından Dr. Abdullah Almemun Sühreverdi’nin riyasetinde daha önce Londra’da teşekkül eden (1903) cemiyet ve faaliyetleri ile ilgili bir değerlendirme yazısına yer vermektedir. Bu vesile ile bahsi geçen mecmuanın, “Müslümanların dayanışması” konusundaki görüşleri ve yayın politikası ana hatlarıyla ortaya çıkmaktadır.

    Yazar, Batı’nın taarruzu ve tahakkümü ile İslam dünyasının düştüğü durumdan ve buna karşılık bir uyanıştan bahsetmektedir. Bu uyanışa sebep olan ve katkı sağlayan birinci derecede Müslüman aydınlar/âlimler ve onların arkasında duran bir kısım Müslüman unsurlar olduğu anlaşılmaktadır. Bununla beraber, aynı dönemde “zincir-i istibdat ile her tarafı bağlanmış olan Türk Müslümanlarının” âlimleri ve faziletlileri dini himaye etmek, hakikati kucaklamak gibi dini teşebbüslere mesai ayıramadıkları bir zamanda bu cemiyetin “kahraman müntesipleri” her yerde Kur‘an’ın hükümlerini ve İslam’ın hakikatlerini çeşitli dillerde neşretmişlerdir.1

    Abdülehad Davud’un Osmanlı yönetimi bağlamındaki bu ilginç tespiti, ilk bakışta sorunlu görülse de bir yönüyle gerçekleri yansıttığı açıktır. Başta Halife unvanına sahip dindar bir padişah olması, hatta İttihad-ı İslam siyaseti gütmesi ve kendine yakın bulduğu şahıslarla bu politikaların takipçisi olması yazarın bahsettiği cemiyetin faaliyetlerine benzer bir “hizmetin” deruhte edilebilmesi için yeterli değildir. Zira ulema ve münevverlerin kendilerini serbest hissedemedikleri bir ortamda düşüncelerini aktif hale getiremeyecekleri, İslam dünyası ve sair ülkelerdeki Müslüman unsurlarla uluslararası bir dayanışma ve faaliyete giremeyecekleri tahmin edilebilir. Bununla beraber, Osmanlı münevverlerinin İslamî bir idare altında yaşamalarının –”istibdada” rağmen– verdiği bir rahatlık/kolaycılık da bu tür teşebbüslere ket vurabileceğini akla getirmektedir.

    “Panislamizm Cemiyeti”nin, beş altı sene içinde faaliyetlerini geliştirdiğinden ve bundan dolayı İngilizlerin telaşlandığından bahseden yazar, “Hindistan Valisi Lord Gurzonlar, Mısır’da Lord Kremerler, Londra’da Sir Edvard Greyler vehme kapılmışlardır” şeklinde bir ifadeye yer vermektedir.2 Ayrıca, Avrupa’nın birçok merkezinde bu cemiyetin yürüttüğü faaliyetlere ve bu sayede Hıristiyan münevverlerden birçok mühim şahsiyetin İslamiyet’e ilgi duyduğuna dikkat çekmektedir. “Umumi İslam Cemiyeti”nin amacını da üç maddede özetlemektedir:

    Birincisi: İslam dünyasının maddi ve manevi menfaatlerine hizmet etmek. Bu da, eğitim ve öğretimin yaygınlaştırılması, ticaretin geliştirilmesi, din ilimlerinin neşri, Müslümanların hukukunu, şereflerini, refah ve saadetlerini koruma yolunda gayret etmekten ibarettir. Ayrıca, Şiiler ile Sünniler arasındaki esasında siyasi olan anlaşmazlıkların ortadan kaldırılmasına hizmet etmek.

    İkincisi: Cemiyet, medeni ülkelerde Kur‘an hakikatlerini yaymak, entelektüellerin dikkatlerini vicdanî hakikatlere doğru davet etmek gayesi gütmektedir.

    Bu noktada Müslümanların başarılı olacaklarına inanan yazar, Avrupa toplumlarının sosyal bir çöküş içinde bulunduğuna temas etmekte ve Kur‘an hakikatlerinin bu toplumlar için de kurtuluşa vesile olacağını belirtmektedir.3

    Üçüncüsü: İngiltere ile hoş geçinmek. Hatta İngiltere ile Osmanlı Devleti arasında bir ittifak kurulmasını teşvik etmek.

    Bununla beraber, İngiltere’nin, bir Müslüman devleti ile gerçek anlamda dostane bir ilişkiyi yürütebilecek vizyonu bulunmadığı ima edilmektedir. Nitekim Cemiyet’in ileri gelenleri, İngilizlerin politikalarına karşı itirazlarda bulunmaktadırlar. İngiliz hükümetinin, bir taraftan Türkiye’ye karşı soğuk davranıp baskı yapması, diğer taraftan seksen milyon Müslüman tebaası olduğu halde hiçbir Müslüman vatandaşını önemli bir memuriyete tayin etmemesi eleştirilmektedir. Buna karşı örnek olarak gösterilen Osmanlı ve İran hükümetleri, İngiliz hükümetinden daha medeni davrandığı ve Hıristiyan kökenli vatandaşlarından rahatlıkla önemli mevkilere, hatta elçiliklere en üst düzeyde memurlar tayin edebildikleri ifade edilmektedir.4

    Yazar, Cemiyetin amaçları ve faaliyetlerinden bahsederken İslamî manada bu hizmet metodunu beğendiği ve benimsediği anlaşılmaktadır. Cemiyetin siyasi anlamda bir İttihad-ı İslam politikası gütmemesi (siyasî propaganda yapmaması), daha ziyade kültürel faaliyetler ve tebliğ noktasında meselelere yaklaşması, Beyanülhak Mecmuası’nın metoduyla da örtüşmektedir. Nitekim mecmuada Ermenaklı Safvet imzası ile (daha ileri bir tarihte) yayınlanan bir yazıda bu düşünce açıkça ortaya çıkmakta ve bu bağlamda politik bir söylem anlamsız bulunmaktadır:

    Meşrutiyetin başından beri ara ara yazılan ve takip edilmek istenilen İttihad-ı İslam siyaseti memleketimiz için zararlı olduğu gibi, öyle bir siyasetin takibine İslam arasında gerek olmadığı anlaşılmaktadır. Zaten “İslamî vahdet bize emrolunmuş iken” ara yerde bir takım politikacıların, İttihad-ı İslam diye yaygara koparmasında hiçbir mana yoktur. Yalnız biz İslam dünyasını kendimizden soğutmamaya, İslamî kurallara hakkıyla riayetle onlara, İslam âlemine kendimizi sevdirmeye çalışalım.5

    Diğer taraftan, Meşrutiyet döneminde meydana gelen önemli ve toplumu sarsıcı siyasi gelişmelerden birisi, İtalya’nın Trablusgarb’a saldırması ve büyük devletler tarafından Osmanlı Devleti’nin yalnız bırakılmasıdır. Bu girişim, Müslümanları son derece rencide etmesi ve dayanışma duygusunu ortaya çıkarması bakımından da dikkat çekici bir olaydır. İşte, Ahmed Şîrânî, “Hilafet-i İslamiye ve Alem-i İslam” başlığı altında işlediği konuda bu olayın Müslümanlar arasında meydana getirdiği dayanışmayı dile getirmektedir:

    İslam Hilafeti bir felakete maruz kalınca İslam âleminin kaldırdığı hazin sedalar, Hilafet makamına kalben ve ruhen ne derecelerde bağlı bulunduklarını kalplere ihsas ettirmektedir. Dolayısıyla, “şu sıra” dünyanın en uzak yerlerinden yükselen feryatlar “maruzatımın” örnekleridir.

    Yazar, makalenin devamında Müslümanlar arasındaki rabıtanın gücüne vurgu yapmaktadır:

    Trablusgarb olayı bütün Müslümanların kalplerini titretti ve gözlerini yaşarttı. Hilafet makamının birer hususi uzvu olan Bosna-Hersek ve Bulgaristan Müslümanları cismen Hilafet makamından ayrıldılar, fakat ruhen ve kalben ayrılmadılar. Acılarımızdan üzüntü duyuyorlar ve sevincimizi paylaşıyorlar. Hind Müslümanları bir heyecan, Mısır Müslümanları bir galeyan ve Rusya Müslümanları hiddet içinde gelişmeleri izlemektedir.

    Hâsılı farklı ülkelerde yaşayan Müslümanlar, büyük bir üzüntü ve keder (matem) içinde Trablusgarb olayının sonucunu beklemektedirler. İslamiyet’in etkisinden kaynaklanan yüce duygulara bağlı olarak, daha önceden meydana gelmiş olan her türlü kin ve garez unutulmuş ve “Hilafet’e uzatılan elleri kesmek” için harekete geçilmiştir.

    “İşte imam Yahya, işte Seyid İdris, işte Arnavut kavm-i necibi daha dün denecek bir süre önce her biri Osmanlı hükümeti ile çarpışmakta iken bugün hükümetin imdadına yetişiyor.” İtalya’nın saldırganlığına karşı düşmanlığını ilan ediyorlar. Çünkü biliyorlar ki Hilafet makamının sarsılması, İslam âleminin sarsılmasına sebep olacaktır. Hilafet güneşinin batması İslam âlemini karanlıkta bırakacaktır. İslamiyet hissi ise buna müsaade etmez, hassas bir Müslüman buna rıza göstermez.

    İslam âleminin bu haklı üzüntülerini –ihtimal ki– Nasraniyet (Hıristiyanlık) âlemi yine taassuba hamleder. Hâlbuki İslam âlemi hiçbir zaman Nasraniyet âlemi kadar taassup göstermemiştir ve göstermiyor.6 Müslümanların bu tarafgirliği, bir savunma ve hak arama mücadelesi, kardeşine yardıma koşma, onu esaretten kurtarma ve kıyıma uğramasını önleme gayreti olduğu, daha doğrusu son derece insanî bir duygudan kaynaklandığı yazar tarafından ihsas ettiriliyor.

    (Ahmed Şîrânî, bu noktada Hıristiyanlarla Müslümanların “taassup anlayışlarını” sorgulamakta ve Müslümanların sanıldığının aksine sair unsurlara karşı yaklaşımlarının daha sağlıklı olduğunun altını çizmektedir. Ona göre, her iki unsur arasında hakem olabilecek bir mevki olmamakla birlikte, hükümetlerin kendilerine tabi olan ve farklı dine mensup olan vatandaşlarına karşı tutumları incelendiğinde, Müslüman hükümetlerin daha adil oldukları anlaşılmaktadır. Bu durumun son dönemlerdeki zaaflardan kaynaklanmadığı açıktır. Zira Müslüman hükümdarlar en güçlü oldukları dönemlerde gayrimüslimlere verdikleri haklar herkes tarafından bilinmektedir. Nihayet, Bulgaristan ve Yunanistan hükümetlerinin Müslümanlara karşı tutumu ile Osmanlı Hükümeti’nin gayrimüslimlere yaklaşımı aradaki farkı delil olarak göstermektedir.)7

    M. Safvet’in kaleme aldığı makalede ise (Osmanlılık ve İslamiyet), Osmanlılığın (Türklüğün?) İslamiyet’le olan rabıtası incelenmekte ve Osmanlının en önemli dayanağının İslam olduğu vurgulanmaktadır.

    Ona göre, Abbasi halifelerinden sonra İslamiyet’i himaye eden büyük devletlerden en önemlisi Osmanlı hükümeti olmuştur. Ancak, Müslümanların hasletleri sayesinde Osmanlı bayrağı pek çok yükselmiş ve böylece Osmanlılık hem İslam’ın hilafet merkezi, hem de İslam âleminin hamisi kabul edilmiştir. “Mamafih İslamiyet kuvvetini Osmanlılıktan değil, belki Osmanlılık kuvvetini İslamiyet’ten iktisab ediyordu (elde ediyordu, kazanıyordu).”

    Dolayısıyla, İslam kurallarına bağlılığın gücü nispetinde Osmanlılık kuvvetlenmiş, zaafı nispetinde de zayıflamıştır. Osmanlı sultanları ise, bu kurallardan ayrılmayarak mümkün mertebe icraatlarında adil davranmışlar ve o nispette ülkeyi geliştirmişlerdir. Bununla beraber, kanunlarla verilen imtiyazlar sonucunda başlayan idareimaslahat politikası ve liyakate göre görevlerin tevdi edilememesi işlerin bozulmasına sebep olmuş, Osmanlılığı çöküşe doğru sürüklemiştir. Buna rağmen –son dönemlerde– olumsuz ve yıkıcı olaylar yaşanırken, Osmanlıların mevcudiyetini devam ettirebilmesi İslamiyet’in Osmanlılığa bahşettiği kuvvet sayesindedir.

    Yazar bu bağlamda, İtalyanların Trablusgarb’ı işgallerinin ilk devresinde gösterdikleri başarının daha sonra İslamî dayanışma sayesinde nasıl geriletildiğini örnek olarak dikkate vermektedir:

    İtalya Hükümeti muharebe ilan ettiği zaman, Trablus’taki Osmanlı askerlerinin azlığını, kale ve istihkâmların boşluğunu, Müslüman ahalinin Osmanlılardan bir istifade elde edemediğini görmüştü. Fakat Osmanlılık ile İslamiyet arasındaki güçlü bağı düşünememişti. Diğer taraftan, siyasi tablonun İslamiyet aleyhinde olması sebebiyle içerde de İtalyanların kolayca amaçlarına ulaşacakları yönünde bir tahmin yürütülmüştü.

    Nitekim, bir tarafta Fas Hükümeti bütün bütün Fransa’nın işgali ve istilası ile karşı karşıya kalıyor. İran Hükümeti ise kuzeyden Rusya, güneyden İngiltere’nin tazyikiyle siyasi varlığını kaybediyor… Osmanlılar ise, üç yıldan fazla bir zamandan beri bir türlü yoluna konulamayan iç sorunlarla meşgul bulunduğu bir sırada İtalya’nın savaş açması, Avrupa’da İslamiyet aleyhinde dönen “parmak izlerini” birden bire meydana çıkarıyordu. Bununla beraber, Abdülhamid dönemi ve Meşrutiyet’ten sonra Almanya ile temin edilen bağlarla bu ülkeden bir insanî karşılık beklenmekteydi. Almanya, müttefiki Avusturya, Bosna-Hersek’i yutarken ses çıkarmadığı gibi, diğer müttefiki olan İtalya da bir bahane ile canavarcasına Trablus’u abluka ederek asker çıkardığı zaman tarafsızlığını ilan etmiştir. Osmanlılar, Avrupalı dostlarından küçük bir yardım dahi görmediler, ancak İtalya muharebesinde Afrika’daki Müslümanların “gayret-i diniyelerinin” uyanmasından başka hiçbir çarenin kalmadığını hükümet anlamakta pek geç kaldı.8

    Neticede, Beyanülhak, Osmanlı toplumunu bir arada tutan en önemli bağın İslamiyet olduğu anlayışındadır ve bu bağın güçlendirilmesine önem veren bir mecmuadır. Hüseyin Hâzım’ın bu hususu dile getiren düşünceleriyle yazıya son veriyorum:

    Tarihî delillerle açık bir hakikattir ki, şarkta hükümran olan hissiyat ve sosyal kuvvetlerin en kuvvetlisi, en galibi diyanettir. Bilhassa ilahî fıtri din olan İslamiyet ise, şarkta hüküm icra eden bütün ulvi hissiyatın en yüksek tabakasını teşkil eder. Pek muhterem ve ulvi olmakla beraber vatanla ilgilenme ikinci derecede kalır. Kavmiyet ve lisan ise üçüncü, dördüncü dereceleri teşkil eder.

    Bugün cihanın çeşitli kıtalarında yaşayan üç yüz elli milyon insanı –milletleri, ırkları, lisanları ayrı olmakla beraber– bir noktada toplayan, bir kutsal merkeze bağlayan yegâne etki, “cihet-i camia-i Muhammediye’dir” ki en son bir ilahî fıtrî din olmak üzere “Şari‘-i Teâlâ” tarafından vahyedilmiştir.9

    Öz

    İslam Birliği düşüncesi, daha ziyade 19. ve 20. yüzyıllarda emperyalist devletlerin siyasi, askeri ve kültürel yönden yayılmacı ve hatta işgalci politikaları karşısında Müslüman toplumlar arasında ortaya çıkan bir düşünce ve eylem tarzı olarak bilinse de kökü daha eskilere dayanmaktadır. İnananlar kardeştir düşüncesi, İslam Birliği’nin temelinde yatan bir çıkış noktası olarak bu fikrin sonradan ortaya atılmış yapay bir anlayış olmadığını ortaya koyar. Bu çalışmada, Meşrutiyet’in ilanından sonra yayın hayatına giren Beyanülhak Mecmuası’nda çıkan bazı metinlerden hareketle, İslamî dayanışma, Osmanlılık ve İslam birliği düşüncesi üzerinde durulmaktadır.

    Anahtar Kelimeler: İslam birliği, İslami dayanışma, Osmanlılık, din hissi, İslam alemi

    Abstract

    The origin of the idea of the Islamic Union is based on older times, even if it is known as a thought and action method that arose among Muslim societies in the presence of the expansionist and even military, political and cultural occupying policies of imperialist states in 19th and 20nd centuries. The idea of " Believers are brothers." declares that this idea is not an artificial intelligence which is suggested afterwards as the starting point that lies at the root of the Islamic Union. This study emphasizes Islamic solidarity, Ottomanness and the idea of the Union of Islam with being influenced by some texts in the magazine "Beyanülhak" which started to be broadcast after the declaration of constitutional monarchy.

    Key Words: The Islamic Union, Ottomanness, Islamic solidarity, sense of religion, crescent (Islam).

    Dipnotlar

    1- Abdülehad Davud, “Panislamizm”, Beyanülhak, 15 Kânunuevvel 1324, s. 284.

    2- Abdülehad, s. 284.

    3- Abdülehad, s. 285.

    4- Abdülehad, s. 286.

    5- M. Safvet (Ermenaklı), “Osmanlılık ve İslamiyet”, Beyanülhak, c. 6, 24 Teşrinievvel 1327, s. 2418.

    6- Ahmed Şîrânî, “Hilafet-i İslamiye ve Alem-i İslam”, Beyanülhak, c. 6, 17 Teşrinievvel 1327, s. 2401.

    7- Şîrânî, s. 2402.

    8- M. Safvet, s. 2416-2418.

    9- Hüseyin Hâzım, “Cihet-i Câmia-i Muhammediye ve Uhuvvet-i İslamiye”, Beyanülhak, 15 Mart 1326, s. 1107.