Köprü Anasayfa

İttihad-ı İslam

"Güz 2009" 108. Sayı

  • İslam Birliği, Abdurreşid İbrahim ve Mehmed Akif

    The Islamic Union, Abdurreşid İbrahim and Mehmed Akif

    Namık Kemal KARABİBER

    Dr., Harran Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi

    19. yüzyıl Müslümanlar için bir parçalanma ve dağılma asrıdır. Bir taraftan Osmanlının dağılmaya yüz tutması, diğer taraftan Müslümanların yaşadığı toprakların Batılı güçler tarafından sömürge haline getirilmesi nedeniyle İslam dünyası birlik ve beraberliğini yitirmeye ve kan kaybetmeye başlamıştır. Yüzyıllarca dünyada önemli bir denge unsuru olan Müslüman milletlerin birliklerini kaybetmeleri dünyadaki dengeleri de altüst etti. Nitekim Osmanlının yıkılışı ile Dünya savaşları meydana gelmiş ve tarihte görülmeyen kıyımlar ve katliamlar olmuştur. Adalet ve insan hakları ayaklar altına alınmıştır. Bu durum insaf ve iz’an sahibi olan kimselerin vicdanlarını kanatmıştır.

    Bu dönemde sayıları az da olsa Müslümanların içine düştüğü bu durumdan ciddi rahatsız olan, geri kalmışlığın nedenlerini ve hal çarelerini araştıran, Müslümanları birlik ve beraberliğe çağıran, bir şeyler yapılması gerektiğini düşünen ve bu yönde çaba sarf eden nice yazar, düşünür, siyasetçi ve aksiyon adamı görülmüştür. Müslümanların bu geri kalmışlığını kendine dert edinen, bu uğurda büyük çabalar sarf eden ve Müslümanların söz konusu halinin nedenleri ve çareleri üzerinde fikren ve bedenen kafa yoran ve gayret gösterenlerden biri de Abdürreşid İbrahim olmuştur.

    Abdurreşid İbrahim, hayatını İttihad-ı İslam’a adamış ve bu yönde büyük çabalar sarf etmiştir. İttihad-ı İslam’ı dini bir vazife ve Müslümanlar için hayati bir mesele olarak gören Abdurreşid İbrahim, İttihad’ı İslam’ın, ne Rusların Panslavizmine, ne Almanların Pangermanizmine benzemediğini ifade etmiş; bu birliğin asla fesat komiteleri gibi de olmadığını haykırmıştır. “Esasen bin üç yüz sene önce Şârî tarafından kurulmuş dini bir kardeşlikten ibaret olup, sırf Allah için olan şu meşru kardeşliğimizi ebede kadar muhafaza etmekte tek gönül ve tek vücut olarak daima birbirimize yardımcı olmaktan ibarettir. Bugün Hindistan’da bulunan Müslüman kardeşlerimizin başına gelecek veyahut gelmiş bir felaket, aynen Sibirya’da, Türkistan’da, Çin’de, Afganistan’da bulunan kardeşlerimizin de başını ağrıtacaktır. Her şeyden önce bütün Müslümanlar bu vazife ile mükelleftir.” sözleri İttidad-ı İslam hakkındaki düşüncelerini ortaya koyması açısından önem arz eder.

    Abdurreşid İbrahim bu süreçte bir eğitimci, hoca/imam, vaiz, gazeteci, matbaacı/yayıncı, seyyah, yazar, siyasetçi, medrese hocası ve Rusya Türklerinin ilk siyasî temsilcisi gibi sıfatları bulunan çok yönlü bir aksiyon adamı olarak ortaya çıkmaktadır.

    Abdurreşid İbrahim, Tatar Türklerinden olup, 23 Nisan 1857’de Sibirya’nın Tobolsk ilinin Tara kasabasında doğmuştur. Aslen Buharalı Özbek bir aileden gelen babası Ömer Efendi, devrin siyasî faaliyetlerine iştirak eden bir vatanperver, annesi Başkurt Türklerinden, Tara’da bulunan kız mektebinde uzun yıllar muallimlik yapan Afife Hanım’dır. Abdürreşid İbrahim genç yaşta ailesinden ayrılarak başladığı tahsil hayatını, çevre kazalardaki medreselerde sürdürür. Teman Medresesi’nde de bir süre okuduktan sonra devrin tanınmış medreselerinin bulunduğu Kışkar’a gider. Bir süre Kırgız kabileleri arasında dolaşarak hocalık ve imamlık yaptıktan sonra Orenburg’a gelir (1879). Gizlice bir gemiye binip hacca gitmek üzere İstanbul’a geçer (1880). Burada geçirdiği iki aylık bir sürenin ardından hacca gider. Hacdan sonra Medine’de tahsil hayatının ikinci devresine başlar. Çeşitli âlimlerden ders okuyarak kıraât, fıkıh ve hadis ilimlerinden icazet alır. 1884 yılı sonunda İskenderiye üzerinden İstanbul’a, oradan da Tara’ya dönerek medresede ders vermeye başlar (1885). Aynı yıl evlenir. Medine’ye talebe götürmek üzere İstanbul üzerinden ikinci defa hacca giderek öğrencilerini Medine’ye yerleştirerek yine İstanbul üzerinden tekrar Tara’ya döner. Burada bir “Usûl-i Cedîd” okulu açarak eğitim faaliyetlerine başlar. Bu sırada “Livâü’l-Hamd” adlı risalesini İstanbul’da bastırarak Rusya’da dağıtır. “Ülfet” adıyla çıkardığı dergi çok büyük bir ilgi ile karşılanır. Türkçe yayımlanan “Ülfet” Türkistan’da gördüğü aşırı ilgiden dolayı “zararlı neşriyat” olarak kayıtlara geçmiştir. Özellikle dini meselelere ağırlık veren ve medrese talebeleri tarafından da büyük bir ilgiyle takip edilen dergi seksen beşinci sayıda Rus merkezi yönetimi tarafından kapatılır. Yayımlanmasıyla büyük teveccüh kazanan Ülfet’in kapatılması ile “Tilmiz” adlı bir mecmua daha çıkarır. Tilmiz’in dili ise Arapça’ydı. Tilmizin yayın hayatı da ancak bir yıl kadar sürer ve Ülfet ile aynı kaderi yaşar ve kapattırılır. Ülfet ve Tilmiz’in peş peşe merkezi yönetim tarafından kapatılması da Abdürreşid Efendi’yi yıldıramaz ve Kazak şivesiyle yayın tapan Serke’yi çıkarır.1 Abdürreşid İbrahim’in farklı dil ve lehçelerde yoğun bir yayın faaliyetlerinin varlığına da şahid olmaktayız.

    Türk okuyucusu Abdurreşid İbrahim’i, 1907-1910 yılları arasında Türkistan, Sibirya, Moğolistan, Çin, Mançurya, Japonya, Kore, Singapur, Endonezya, Hint Adaları, Hicaz ve İstanbul seyahatlerindeki müşahede ve düşüncelerini anlattığı “Alem-i İslam” adlı seyahat kitabı ile tanımaktadır. Günümüzde, ilki Mehmet Paksu tarafından hazırlanan ve “20. Asrın Başlarında İslâm Dünyası ve Japonya’da İslâmiyet” ve “20. Asrın Başlarında İslâm Dünyası, Çin ve Hindistan’da İslamiyet”2 adıyla yayımlanan “Alem-i İslam” adlı eser; Ayrıca Ertuğrul Özalp tarafından hazırlanan ve “Alem-i İslam ve Japonya’da İslamiyet’in Yayılması”3 adı ile iki cilt olarak günümüz Türkçesi ile tekrar yayınlanmıştır.

    Yazar, uzun seyahatlerinin nedenlerinden, eserin önsüzünde bahseder: “…fe sîrû fi’l-ard (yeryüzünde dolaşın; Nahl Suresi 16/36) ilahi emrine uyarak uzun bir seyahate çıktım. Önümde bir giden, arkamda bir iten yok idi. Yalnız himmet kemerini bele bağlayarak tevekkül âsâsını ele aldım. Yalnız ilâ-yı Kelimetullah halis niyetiyle, Allah’ın ipine sarılma fikrini tervic ve takviye mukaddes emeli uğruna çoluk çocuğumu ve mini mini ciğerparelerim olan masumlarımı Allah’a emanet ederek terk ettim. ‘Yâ Allah’ diye yola çıktım.”4 Bu uzun seyahate çıkmasının bir diğer nedeni Rusya’daki çok yönlü faaliyetlerine kısıtlama getirilmesi olmuştur.

    Bu yolda birçok sıkıntı, çile ve meşakkatlere de katlandığını, kendisini, şahsi hayatı yerine, bir milletin hayatı demek olan “içtimai hayata” hizmet etmeye adadığını ifade eden müellifimiz, hayatının gayesini de şu sözler ile özetler: “… ben de kendi milletime ve dinime hizmet fikrini kabullenmişim. 25-30 senedir ‘milletî, milletî’ dedim, demekteyim ve diyeceğim. Benim dinim İslam, milletim de İslam’dır… Ben tıynet ve yaratılış icabı olarak, millî hayatım demek olan şu İslamî hayata hizmet yolunu tuttum. Bu uğurda türlü zahmetlere göğüs gerdim. Çoluk çocuğumu feda ederek İslam düşmanlarına karşı ne gibi teşebbüsler münasip görüldüyse, sebeplerine yapışmakta kusur etmedim. Ecnebilere karşı sözle, yazıyla müdafaada bulunduğum gibi, İslamiyet iddiasında bulunanlarla da birçok kereler mücadeleye mecbur oldum.”

    Abdurreşid İbrahim ve Mehmed Akif

    Abdurreşid İbrahim’in seyahat notları, “Alem-i İslam” adı ile kitaplaşmadan önce, Eşref Edip’in çıkardığı, Sırât-ı Müstakim adlı mecmuada tefrikalar halinde yayımlanmıştır. Abdurreşid İbrahim’in çok iyi dostu olan milli şairimiz Mehmed Akif, eser için yazdığı takrizde “…Sırât-ı Müstakim’in delâletiyle yayımlanan Âlem-i İslâm…”5 şeklindeki ifadeden seyahat notlarının kitaplaşmasında adı gecen mecmuanın rolünün olduğu anlaşılmaktadır. Mecmuanın başyazarı Mehmed Akif, esere yazdığı takrizi “Gayet Mühim Bir Eser” şeklinde takdim eder.6 Söz konusu takrizde gerek eser ve gerekse müellifi hakkında memnuniyetlerini dile getirir.

    Akif, esere yazdığı takrizinde, “eser gayet sade bir lisanla yazılmış, ötesine berisine resimler serpiştirilmiş. Ben çoktan beri bu kadar samimi, bu kadar faydalı, lâkin bu kadar tesirli kitap okuduğumu hatırlamıyorum… Şimdi bize bu kadar mühim, bu kadar faydalı bir eser hediye ettiği için Abdürreşid’e büyük büyük teşekkürler ederim.” ifadeleri ile sonlandırırken, eser ve müellifine iltifatlar yağdırır. Mehmed Akif, Osmanlı toprakları dışında kalan İslam beldeleri hakkında sağlıklı bir bilgimizin olmadığını da ifade etmiştir.

    Millî şairimiz Mehmed Âkif’in, hakkında yazdıklarına bakılırsa, çok yakından tanıdığı ve fikirlerini paylaştığı Abdurreşid İbrahim’in yakın bir dostu olduğu anlaşılmaktadır. Beğenerek destek verdiği ve basımına katkı sağladığı “Âlem-i İslâm” birçok yönü ile Doğu ve Müslüman halkları, özellikle Orta Asya Müslüman Türkleri hakkında sağlıklı bilgiler vermekte ve o dönemin şartlarını tahlilde bize değerli bilgiler sunmaktadır. Mehmed Akif’in esere yazdığı takrizde Avrupa hakkında bilgiler sunan birçok eserin varlığına rağmen kendi dünyamız olan Asya kıtası hakkındaki bilgilerimizin eksikliğini şu ifadeler ile dile getirir: “Lakin Asya’yı hangi eserden öğreneceğiz? İtiraf etmeliyiz ki, dünyada en az bildiğimiz bir kıta varsa, o da kendi menşeimiz, kendi memleketimiz olan Asya’dır. Bu eski dünyadaki bitmez tükenmez ülkelerin en meşhurlarını, yalnız isimlerini bilmek suretiyle tanırız. O çeşit iklimlerde yaşayan milletlerin lisanlarına, ahlaklarına, adetlerine dair, o da yanlış olmak şartıyla pek az şey biliriz.”7 Batılı seyyahların Asya hakkında verdikleri bilgilere güvenilemeyeceğini örnekleri ile gösteren Akif: “… Biz Asya’mız hakkında doğru malumatı doğrudan doğruya Abdurreşid İbrahim’den alacağız, bu zatı Japonya’da, Çin’de ve Hindistan’da iken Sırat-ı Müstakim’de yayımlanan mektuplarıyla, Osmanlı toprağına geldikten sonra yine Sırat’a dercedilen hutbeleriyle tanıtmıştık. Onun için yüce irfanından, ahlaki faziletlerinden uzun uzadıya bahsetmeyeceğiz.”8 sözleri ile Abdurreşid İbrahim’in yaptığı seyahatlerdeki sağlıklı gözlemleri hakkında övgülerini ifade eder.

    “Hazret, Asya’nın her tarafını senelerce gezmiş, bir koca kıt’ada yaşayan insanların mazisini incelemiş, halini tedkik etmiş. Buralarda saadet görmüşse sebeplerini aramış; sefalet görmüşse kaynağını araştırmış. Evlâdını ailesini, memleketini sırf hamiyetle coşan bir hisle bırakıp yola çıktığı halde, gezdiği yerlerde hiç hissiyatına mahkûm olmamış. Evet, İslam âleminin felahı için çırpınıp duran bu muazzam kalp, başkalarının faziletlerine karşı lâkayd kalmamış; bir Mecusi’ye, bir Budist’e atfettiği tedkik ve tenkit nazarını, bir Müslüman’a da atfetmiştir.”9

    Akif, “Bugün zillet içinde, sefalet içinde çalkanıp duran İslam dünyasının birçok manzarası, birçok tezahürleri zavallıyı adım başı ağlatmış olmakla beraber, o etrafını iyi görmek için, gözlerini sile sile yoluna devam etmiş. Evet, oturup ağlamanın, şu üç yüz milyonluk insan kitlesinin haline acımanın hiçbir faydası yoktur. Ne yazık ki, cibilliyetsizlerin Şark tarafına dönüp bakmayı medeniyetlerine zül saydıkları gibi, hamiyetlilerimiz de Müslümanların felâketlerine üzülmekle kendilerine vazifelerini ifa etmiş nazarıyla bakıyorlar.”10 ifadeleri ile o günün şartlarında aydınımızın üzerlerine düşeni yapmadıklarını dile getirmektedir.

    Mehmed Akif’in “Alem-i İslam” adlı kitabın basımından sonra sarf ettiği sözler kitabın mahiyeti ile ilgili bilgileri de ihtiva etmektedir: “Vakıa Abdürreşid’in bu seyahatnamesi insana o kadar keyif vermiyor. Çünkü birçok acı hakikatleri olanca acılığıyla, olanca üryanlığıyla gösteriyor, şarkın emrâz-ı içtimaîsini ortaya döküyor. Lâkin hastalık bütün a’râzıyle, edvârıyla meydana çıkmalıdır ki müdâvatı kabil olsun, esbabı bertaraf edilebilsin.”11

    Âlem-i İslâm’da müellifin gezdiği beldelerdeki Müslümanların geri kalmışlığının nedenleri ve bunun çözümüne yönelik birçok şey yazılıp çizilmiştir. O günkü İslam dünyasının oluşturduğu tablo oldukça hazindir. İslam dünyasının ilmen, maddeten ve manen geri kalmışlığının anlatıldığı bu eser, Mehmed Akif’in Safahat’ında yer alan ve 1002 mısra olan “Süleymaniye Kürsüsünde” adı ile şiir diline aktarılarak bize sunulur. Akif söz konusu şiirini, Abdurreşid İbrahim’i Süleymaniye Kürsüsüne çıkararak, onun ağzından İslam dünyasının içine düştüğü durumu resmetmeye ayırır. Akif, bu şiirinden Abdurreşid İbrahim’in İstanbul’da başlayan ve Rusya, Türkistan, Çin, Japonya, Hindistan ve tekrar İstanbul’da sona eren uzun seyahatinin her safhasını ayrı ayrı ele alır. Mehmed Akif’in adı geçen şiirinde İslam dünyası hakkında dile getirilen hususlar Âlem-i İslâm12 adlı eserinde ayrıntılı olarak anlatılır.

    Abdurreşid İbrahim, İslam dünyasını gezerek, sorunları ve bu sorunlara çözüm arayışları içerisine girerken, Mehmed Akif de aynı duygu ve düşünceleri şiir yoluyla dile getirmiştir. Abdurreşid İbrahim, gezi müşahedelerini hem yayımlamış hem de İstanbul’daki camilerde vaaz ederek cemaate anlatmıştır. Aslında her iki müellif de aynı dili kullanarak benzer sorunlara değinmişlerdir. Akif’in “Süleymaniye Kürsüsünden” şiiri Osmanlının son dönemi ve İslam dünyasının genel durumu hakkında aydınlatıcı fikirler vermektedir.

    Akif, Abdurreşid İbrahim’i takdime, şiirinde girişi sayılabilecek olan, kürsüdeki tasviri ile başlar:

    Kimdi kürsîdeki? Bir bilmediğim pîr amma,
    Hiç de bîgâne değil kalbe o câzib sîmâ.

    Akif, Kürsideki Abdurreşid’i tasvir ettikten sonra, sözü Abdurreşid’e bırakarak, olayları bizzat onun ağzından anlatmaya başlar ve şiir sonuna kadar Abdurreşid İbrahim’in ifadeleri ile devam eder. Kürsideki vaiz, öncelikle amacını dile getirir:

    Beni kürsîde görüp, va´zedecek sanmayınız;
    Ulemâdan değilim, şeklime aldanmayınız!
    Dînin ahkâmını zâten fukahanız söyler,
    Anlatırlar size bir müşkiliniz varsa eğer,
    Bana siz âlem-i İslâm´ı sorun, söyliyeyim;
    Çünkü hiçbir yeri yok gezmediğim, görmediğim.
    Şark-ı Aksâ´dan alın, Mağrib-i Aksâ´ya kadar,
    Müslüman yurdunu baştan başa kaç devrim var!
    Beni yormuştu bu yıllarca süren yolculuğun,
    Daha başlangıcı… Lâkin, gebereydim yorgun,
    O zaman belki devâm eyliyemezdim yoluma;
    Yoksa âram edemezdim. Bana zirâ “Durma,
    Yürü, azminde devâm et… “ diye vermezdi aman,
    Bir sadâ benliğimin fışkırıp a´mâkından.
    O sadâ işte benim gayret-i dîniyyemdir,
    Coşuvermez mi, içim sanki yanardağ kesilir;
    Yeniden davranırım, eğlenemem bir yerde.
    Ne cihan kaygusu derman bu devâsız derde,
    Ne de can, sonra filân duygusu engel, heyhat!
    Can, cihan hepsi de boş, “gâye”dedir varsa hayat.

    Şiirin bu kısmında, kürsüdeki Abdurreşid’in vazetmek için değil, gezdiği Âlem-i İslam’ı anlatmak üzere kürsüye çıktığı ve bununla hedeflediği gayeler anlatılarak seyahati hakkında bilgiler verilmeye başlanır.

    Osmanlının başkenti ve Âlem-i İslam’ın kalbi hükmündeki İstanbul, Abdurreşid İbrahim’in hayatında merkezi bir konumdadır. O uzun seyahatini İstanbul’dan başlatıp, İstanbul’da noktalamıştır. İstanbul’da olup biten her şey Abdurreşid’in gündemini işgal ediyordu. Şiirimizde İstanbul’un ilmi, askeri, dinî, siyasi ve idari yapısı hakkında verilen bilgiler hiç de iç açıcı değildir.

    Bir zamanlâr yine İstanbul´a gelmiştim ben.
    Hâle baktıkça fakat, ümmetin âtîsinden,
    Pek derin ye´se düşüp Rusya´ya geçtim tekrar.

    Saltanat nâmına; din nâmına bin maskaralık…
    Ne felâket, ne rezâletti o devrin hâli!
    Başta bir kukla, bütün milletin istikbâli
    İki üç kuklacının keyfine mahkûm olmuş.
    Bir siyâset ki didiklerdi, emînim, Karakuş!
    Nerde bir maskara sivrilse, hayâsızlara pîr,
    Haydi Mâbeyn-i Hümâyûn´a!… Ya bâlâ, ya vezîr!
    Ümmetin hâline baktım ki: Yürekler yarası!
    Ne bir ekmek yedirir iş; ne de ekmek parası.
    Kışla yok dâire yok, medrese yok mektep yok;
    Ne kılıç var, ne kalem… Her ne sorarsan, hep yok!

    İnkılâb eyledi bir nâmütenâhî ye´se

    İstanbul’daki genel durumu ifade eden yukarıdaki mısralar, Osmanlının gerek ilmi, gerek askeri ve gerekse siyasi açıdan oldukça ehliyetsiz kişilerin elinde olduğu ifade edilmektedir. Bu durum müellifimizi ümitsizliğe sevk etmiş ve bu ortamı terk ederek Rusya’ya gitmiştir.

    Abdurreşid İbrahim, Rusya Müslümanlarını irşad etme yolunda birçok faaliyetleri olmuştur. En önemli faaliyeti de neşir yolu ile olmuştur. Rusya’daki ilim ve düşünceye baskılar Mehmet Akif’in şiirine de yansımıştır. Müellifimizin Rusya ile ilgili izlenimleri de ilginçtir. Rusya’daki baskı ve zulüm burada bulunan Müslüman ve Türk unsurları ciddi rahatsız etmekteydi. Özellikle düşünceye yönelik baskılar ve bu baskıların medenî Avrupa(!) tarafından görülmemesi Mehmed Akif tarafından dile getirilen hususlardandır:

    O zaman Rusya’da hâkimdi yaman bir tazyik…
    Zulmü sevdirmek için var mı ya bir başka tarik?
    Düşünen her kafanın mutlak ezilmekti sonu!
    Medeni Avrupa, bilmem, niye görmezdi bunu?

    Abdurreşid İbrahim Rusya hayatını anlatırken, ilk iş olarak Rusya’daki Müslümanları bilinçlendirme adına bir matbaa kurmayı ve yayın faaliyetlerine başlamayı hedeflediğini dile getirir. Daha önceden de benzer yayın faaliyetlerinde bulunmuş, birçok gazete, dergi, broşür ve kitabın yayımlanmasına öncülük etmiştir. Bu yayın faaliyetlerine yönelik teveccüh, müellifimizi bile hayrette bırakmıştır. Bu dönemde insanları bilinçlendirmenin en etkili yolun matbuattan geçtiğini şöyle ifade eder:

    “Evvela gizlice bir matbaa tesis ettim.
    Beş on öksüz bularak basmacılık öğrettim.
    Kalemim çok pürüzlüydü, fakat çaresi ne?
    Sonra, bilmem kimin üslubu avamın nesine!
    Dilimin döndüğü şiveyle bütün gün yazdım;
    Okuyanlar o kadar çoktu ki, hiç ummazdım.
    Usta, asarını verdikçe çocuklar bastı;
    Altı ay geçti, bizim matbaanın çıktı adı.
    Göğsü imanlı beş on tane fedai gelerek,
    Dediler; “Sen ne basarsan, onu tevzi edecek
    Vasıtan işte biziz, korkulacak şey yoktur…
    Para lazımsa da bildir ki, verenler bulunur.”
    Bir cerideyle hemen başlayıverdim vaaza.
    Zaten en başlıca yol halkı budur ikaza.”
    Medeniyetteki insanlar için Matbuât,
    Şimdi Kürsilerin en yükseği, lakin, heyhât,

    Rusya’daki Müslümanlar gençlerini ilim ve fen öğrenmek üzere Avrupa’ya göndermişlerdir. Tahsil hayatını tamamlayıp dönenlerin bir kısmının Avrupa’dan ilim ve fen getirmek yerine kendi öz değerleri ile çatışmaları ve dini değerlerine sırt çevirmeleri Abdurreşid İbrahim’i ve onlara maddi destek verenleri çok üzmüştür.

    Sonra zenginlerimiz: “Haydi gidin, fen getirin.“
    Diye, her isteyenin şahsına bilmem kaç bin
    Ruble tahsis ile sevkeylediler Avrupa´ya;
    Pek fedâkâr idi hemşehrilerim doğrusu ya.
    Bu giden kâfileden birçoğu cidden tahsîl
    Ederek döndü. Fakat geldi ki üç beş de sefil,
    Hepsinin nâmını telvîse bihakkın yetti…
    Gönderenler ne peşîmân oluyorlar şimdi!
    Hiç unutmam ki, cömerdin biri, hem zengin adam,
    Beni yüzdürdü nihâyette şu sözlerle: “İmam,
    Günde on kere gelip istediniz, hep verdim.
    Yine vermezsem eğer millet için, nâ-merdim.
    Yalınız, ehline gitsin bu emekler… Olur a,
    İş bizim Avrupa yârânına benzer sonra!
    Hâli ıslâh edecekler, diyerek kaç senedir,
    Bekleyip durduğumuz zübbelerin tavrı nedir?
    Geldi bir tânesi akşam, hezeyanlar kustu!
    Dövüyordum, bereket versin, edebsiz sustu.
    Bir selâmet yolu varmış… O da neymiş: Mutlak,
    Dîni kökten kazımak sonra, evet Ruslaşmak!
    O zaman iş bitecekmiş… O zaman kızlarımız
    Şu tutundukları gâyet kaba, pek mâ´nâsız
    Örtüden sıyrılacak… Sonra da erkeklerden,
    Analık ilmini tahsil edecekmiş… Zâten,
    Müslümanlar o sebepten bu sefâlette imiş:
    Ki kadın “sosyete” bilmezmiş, esârette imiş!
    Din için, millet için iş görecek alçağa bak:
    Dîni pâmâl edecek milleti Ruslaştıracak!
    Bunu Moskof da yapar, şimdi rızâ gösterelim,
    Başka bir ma´rifetin varsa haber ver görelim!
    Al okut, Avrupa tahsîli desinler, gönder,
    Servetinden bölerek nâ-mütenâhî para ver;
    Sonra bir bak ki: Meğer karga imiş beslediğin!
    Hem nasıl karga? Değil öyle senin bellediğin!
    Sâde bir fuhşumuz eksikti, evet, Ruslardan…
    Onu ikmâl ediverdik mi, bizimdir meydan!

    Orta Asya, Türkistan

    Seyyahımızın Rusya’daki yayın faaliyetleri Rus yetkililerini rahatsız edince o da Rusya’yı terk ederek, Orta Asya ve Türkistan’a gider. Orta Asya’ya yapmış olduğu ilk kısa seyahatinde, seyyahımız, Türkistan Müslümanlarının kendilerine ait bir okullarının olmadığını, yerli Müslümanlar arasında Rusçayı bilenlerin bulunmadığını, misyonerlik korkusuyla da çocuklarını Rus mekteplerine göndermedikleri için Türkistan Müslümanlarının cehalet deryasına düştüklerini ifade eder. Cehalete ahlâksızlık ve içki müptelâlığının yaygınlığı da eklenince “Türkistan milleti ölüme mahkûm bir millettir.” diyesi geldiğini esefle dile getirir. Diğer taraftan Türkistan’ın her beldesinde ufak ufak ilk mektepler ve eski zamanlardan kalma medreseler, seyyahımızı ümitlendirmiştir.13

    Buhara’ya yaptığı ilk seyahatinde, seyyahımızın dikkatini buradaki medreselerin fazlalığı çeker. O, Buhara’da iki yüz civarında medrese ile buna bağlı birçok vakıf ve yirmi yedi bin de talebe olduğunu ifade eder. Eskiden mâlî durumu iyi olanların medrese inşa etmesi ve bu medreselerin ihtiyaçlarını karşılamak için vakıf kurmaları bir gelenek hâlini almıştı. Buna rağmen zamanla bu medreselerin eğitim sistemlerinin yozlaştıklarını da şu şekilde ifade eder: “Öğretim usulü berbat, bir kitabın mukaddimesini beş senede tahsil ederler. Yirmi-otuz sene medrese odasında oturur, bütün ömrünü lisan tahsilinde geçirir. Tahsil sonunda iki kelime Arapça konuşamadığı gibi, bir satır da Arapça bir şey yazmaktan âcizdir. Bütün medreseler, bütün Buhara talebesi bu kapsamlı ümitsizlik hâline bakarak lisan-ı hâl ile feryat eder ki; Bizim hücrelerimizde oturarak zayi etmiş ve etmekte olduğunuz ömürlerin hesabını kıyamet gününde vakıf sahipleri huzurunda nasıl vereceksiniz?”14 Buna rağmen de genç müderrisler arasında gayretli kimselerin bulunduğunu ve bunların eski eğitim sisteminin kalitesini yakalama çabasında olduklarını da ifade eder. Fakat genel durum hiç de iç açıcı değildir. İbn Sina, İmam Buhari gibi binlercesini bağrından çıkaran bu topraklardaki cehalet, ahlaksızlık ve hurafeler müellifimizi derinden etkilemiştir:

    O Buhârâ, o mübârek o muazzam toprak;
    Zilletin koynuna girmiş uyuyor müstağrak!
    İbn-i Sînâ´ları yüzlerce doğurmuş iklîm,
    Tek çocuk vermiyor âguşuna ilmin, ne akîm!
    O rasad-hâne-i dünyâ, o Semerkand bile;
    Öyle dalmış ki hurâfâta o mâzîsiyle:
    Ay tutulmuş, “Kovalım şeytanı kalkın!” diyerek,
    Dümbelek çalmada binlerce kadın, kız, erkek!
    Bu havâlîde cehâlet ne kadar çoksa, nifâk,
    Daha salgın, daha dehşetli… Umûmen ahlâk
    -Pek bozuk az gelecek- nâmütenâhî düşkün!
    Öyle murdârını görmekte ki insan fuhşun;

    Bir milleti yozlaştırmanın ilk adımı eğitim sistemini yozlaştırmak ve halkını ahlaki zaafa düşürmekten geçtiğini ifade eden müellifimiz, bir milleti ihya etmenin ilk şartının da eğitim sitemini düzeltmek ve halkı ahlaki yönden güçlendirmekten geçtiğine inanmaktadır. Bu nedenle gittiği her Müslüman toplulukta ilk olarak gözlemlediği hususlar eğitim ve ahlak meselesi olmuştur.

    Abdurreşid İbrahim’in, ikinci ve uzun seyahatinin ilk durağı olan Urfa’ya giderken gemide karşılaştığı bir imam ile yaptıkları sohbet, o dönemin yapısı ve bazı problemleri ile ilgili ilginç bilgiler ihtiva etmektedir. O imam, “Ulemaya itibar azaldı. Millet içinde ahlâksızlık çoğaldı.” şeklindeki sözler ile içinde bulunduğu durumlardan serzenişte bulununca, Abdürreşid İbrahim de buna karşılık ulema sınıfının toplumun nazarında değer görmemesini ulemanın üzerine düşen vazifeleri tam olarak yapmamasına bağlar. Zenginlerin talebe okutmak üzere kendilerine verdikleri zekât, öşür ve sadakayı ulemanın yerli yerinde harcamadığını ifade ederek sözlerine şöyle devam eder: “Ulemada makam sevgisi, baş olma arzusu dinî hizmetin önüne geçti. Ulema, elinde olan nimeti takdir edemedi. Gaflet içinde yuvarlandı. Cahil çocuklarını kendi yerlerine bırakmaya çalıştılar. Cahil çocuklar sarık cübbe ile âlim babalarının makamına vâris oldular. İlim ve marifetten habersiz adamlar imam oldular. İmamet, hitabet makamları miras oldu. Cahillere miras yoluyla geçti. Halkın haberi olmayarak fırsatlar elden gitti…”15 Bu sözleri dinleyen imam efendi de Abdürreşid İbrahim’e hak vererek kendisini irşad ettiğini ifade eder. Abdürreşid İbrahim’in bu sözleri bölgede bulunan pek çok ilim yuvasının kapanma sebeplerini ve ilim erbabının itibar kaybının nedenlerini açıkça ortaya koymaktadır. Öteden beri Orta Asya’da çokça medresenin varlığı bilinmekteydi. Medreselerin yozlaşması sonucunda da bölgenin giderek aslî değerlerinden uzaklaştığı da bilinmektedir.

    Çin

    Seyyahımız gezdiği yerlerin hepsinde Osmanlıya ve hilafete büyük bir bağlılık görür: “O da gariptir ki Müslümanlar her nerede olurlarsa olsunlar, hep Osmanlıların meftunu ve dostu olup, hep kendi aralarında Osmanlıdan birkaç tüccarı görmek arzusunda bulunuyorlardı.” Çünkü farklı coğrafyalardaki Müslümanlardan Çin’e gelenler olmakla birlikte, Çin’de Osmanlı ülkesinden hiç kimsenin bulunmayışı oralardaki Müslümanları da hayrette bırakmıştır.

    Osmanlının Çin’i ihmal etmesi sonucunda doğan boşluğu Avrupalılar ve özellikle misyonerler doldurmuştur. Müellifimizin ifadesi ile “Çin’in her vilayetinde bu iflah olmaz haşereler bulunuyor. Dağlarda, derelerde, tepelerde, her yerde bulunuyor. Nerede bir boşluk görmüşler, hemen oraya yuva yapmışlar. Bunların Çin’de olduğu kadar manastırları dünyanın hiçbir memleketinde yoktur… Misyonerler dünyanın neresinde olursa olsunlar bütün düşünceleri İslamiyet aleyhinedir.” Misyonerlerin temelde din nâşirleri, Hıristiyan hadimi olmadıkları, bunların amaçlarının yeni bir haçlı savaşına zemin hazırlamaktan ibaret olduğunu da ifade eder. 16

    Çin’deki Müslümanların durumu içler acısı olsa da Osmanlıya ve sultana olan sevgileri hayret verici bir şekilde çok fazladır.

    Yalınız hepsi de hürmetle anar namınızı
    Hiç unutmam, sarılıp hırkama bir Çinli kızı
    Ne diyor anlamadım, söyledi birçok şeyler
    Sonra meyus olarak ağladı, biçare meğer
    Bana Sultân´ı sorarmış da, “nasıldır?” dermiş;
    Yol yakın olsa imiş, gelmeyi isterlermiş!

    Çin’deki bazı izlenimleri şöyledir: “Bugün bütün Çin’de, bazı vilayetleri müstesna olarak, İslam’ın yalnız adı kalmış.” Hicretin ilk asrında ve erken denebilecek bir dönemde Çin’in İslam ile tanışmasına rağmen buralardaki İslam’dan uzaklaşma Abdurreşid’in tuhafına gitmiştir. Müslüman’ım diyen kimselerin bile İslam adına bildikleri üç beş kelime ile sınırlı kalmaktadır. Zamanında Osmanlı Şeyhülislamlığı tarafından Çin Müslümanlarının çocuklarını okutmak üzere Dağıstanî Ali Rıza Efendi adında bir hocayı Çin’e göndermiş, beraberinde Hafız Hasan Efendi adında bir zat ile Pekin’de bir mektep açarak yüzü aşkın Müslüman çocuğunu okutmuş, fakat bu faaliyet bir sene devam etmiştir. Bir senelik zaman zarfında bile çok önemli hizmetler ifa eden ve pek çok camide halife adına hutbe okunmasına vesile olan Ali Rıza Efendi’nin İstanbul’a dönmesi ile bu faaliyet akim kalmıştır. Abdurreşid İbrahim, Ali Rıza Efendi’nin hizmetlerini takdir etmekle birlikte, Pekin gibi mühim bir yeri terk etmelerinden dolayı son derece sıkıldığını da ifade etmiştir.17 Çin’deki Sala Türklerinden İsmail Efendi bu türlü hizmetlerin gerekliliğini ileri sürerek, “Şimdi tek bir ümidimiz var ki, Türkiye Hükümeti tarafından âlimler gönderilip de bizim Çin Müslümanları içinde İslam’ın hakikatlerinden bahseden vaazlar verilirse çok güzel olurdu.”18

    İslam’ı Çin dinleri ile karışık bir hale getirmiş olan Çinli Müslümanlar, dini “Böyle gördük dedemizden” yanlış anlayışı üzerine bina etmişlerdi:

    Çin’de Mançurya’da din bir görenek, başka değil.
    Müslüman unsuru gâyet geri, gâyet câhil.
    Acabâ meyl-i teâlî ne demek onlarca?
    “Böyle gördük dedemizden!” sesi milyonlarca
    Kafadan aynı tehevvürle, bakarsın, çıkıyor!

    Japonya

    Abdurreşid’in seyahatinde Japonya çok önemli bir yer tutar. Hayatının son on yılını burada geçirecek kadar bu ülkeyi sevmektedir. İslam’ın bir din olarak kabulünü sağlayarak burada İslam’ı tanıtma adına çok büyük gayretleri olmuştur. Rus ve Japon halklarını karşılaştırarak, Japonların İslam ahlakına çok yakın yaşadıklarını da ifade eder. Bunlardan birkaç örnek: Ona göre Ruslarda rüşvetin yaygın olmasına rağmen, Japonlarda rüşvet hiç yoktur. Ruslarda ahlak çok bozulmasına karşılık, Japonlar çok ahlaklı ve çalışkan bir millettir. Japonların hayatlarının İslam’a çok yatkın olduğunu ifade ile ismen olmazsa bile şeklen ve yaşayış olarak Müslüman olduklarını ifade eder:

    Sorunuz, şimdi, Japonlar da nasıl millettir?
    Onu tasvîre zafer yâb olamam, hayrettir.
    Şu kadar söyliyeyim: Dîn-i mübînin orada,
    Rûh-i feyyâzı yayılmış, yalınız şekli Buda.
    Siz gidin, safvet-i İslâm´ı Japonlarda görün!
    O küçük boylu, büyük milletin efrâdı bugün,
    Müslümanlık´taki erkânı siyânette ferîd;
    Müslüman denmek için eksiği ancak tevhîd.
    Doğruluk ahde vefâ, va´de sadâkat, şefkat;
    Âcizin hakkını i´lâya samîmî gayret;
    En ufak şeyle kanâ´at, çoğa kudret varken,
    Yine ifrât ile vermek, veren eller darken;
    Kimsenin ırzına, nâmûsuna yan bakmıyarak
    Yedi kat ellerin evlâdını kardeş tanımak;
    “Öleceksin!” denilen noktada merdâne sebat;
    Yeri gelsin, gülerek oynıyarak terk-i hayat;
    İhtirâsât-ı husûsiyyeyi söyletmiyerek
    Nef-i şahsîyi umûmun kine kurbân etmek;
    Daha bunlar gibi çok nâdire gördüm orada…
    Japonlar, Müslümanların muvaffak olamadıkları bir şeyi de başarmışlardır.
    Avrupa’nın fenni ile ahlakını birbirinden ayırarak, yalnız fennini almışlardır:
    Medeniyyet girebilmiş yalınız fenniyle…

    Ne kadar maskaralık varsa kovulmuş kapıdan!
    Garb´ın eşyâsı, eğer kıymeti hâizse yürür;
    Moda şeklinde gelen seyyie gümrükte çürür!

    İslamiyet’e çok yatkın olan Japonların, az bir gayretle Müslümanlığı kabullenecekleri de ifade edilir. Hıristiyan misyonerlerin gece gündüz dünyanın her tarafında çalışıp durmalarına karşılık, İslam alimlerinin bu hususta çok geri kaldıklarını ifade eder ve sitemlerini dile getirir:

    Müslümanlık sanırım parlıyacaktır orada;
    Sâde Osmanlıların gayreti lâzım arada.
    Misyonerler, gece gündüz yeri devretmedeler,
    Ulemâ vahy-i İlâhîyi mi bilmem, bekler?

    Hindistan

    İngilizler bu toprakları sömürmekle kalmamış “Kadiyanilik ve emsali birçok haşerenin türemesine” de zemin hazırlamışlardır. “Hindistan esasen mezhep yuvasıdır” ve “Hindistan’da İngilizlerin paralarının kuvveti ile meydana gelmiş yeni yeni mezhepler pek çok olup hepsinden birer numune de Bombay’da bulunur.”19 Abdürreşid İbrahim 7 Ağustos 1909 tarihinde Singapur’a varır. Singapur halkı kendisini büyük bir coşku ile karşılar. Adada bulunduğu müddetçe Müslümanlara İttihad-ı İslam (İslam birliği) ağırlıklı vaazlar ve sohbetler yapar, onları uyudukları uykudan uyandırmak ister. Şii ve Sünni Müslümanlara yönelik ikazlarda bulunur: “Bin üç yüz sene önce geçmiş adamlara lanet okuyacağımıza bu saat bizim hayatımıza taarruz etmekte olanlara hiç olmazsa ‘ne yapıyorsunuz?’ dersek daha münasip olmaz mı? Bin üç yüz sene önce vefat etmişleri biz diriltemeyeceğiz. O geçti. Oradan bahsedersek birbirimizin kalbini rencide etmekten başka bir netice vermez. Bugünkü ihtiyaçlarımızı düşünelim. Ve büyük düşmanlarımıza karşı şimdiki halimizi ve geleceğimizi düşünelim.”20

    İngilizlerin Hindlilere bakışı ve Hindlilerin de İngilizler ile olan ilişkileri nedeni ile şu değerlendirmeleri yapar: “Gerçi Hindliler eskiden beri esarete alışkın bir millettir. İngiltere hükümeti ne kadar zulmederse eder, bir Hindli yine ses çıkarmaz.” “Hindliler bu zilleti tamamıyla kabul ediyorlar. Değil avamı, belki Londra’da tahsil görmüş subayları da aleni olarak tahkirleri olduğu gibi kabul ediyorlar. Ben bir iki subay ile görüşüp sordum: ‘Niçin size İngiliz subayları ellerini vermiyorlar? Ve niçin maaşlarınız müsavi (aynı) değil? Buna nasıl tahammül ediyorsunuz?’ dediğimde ne cevap verirlerse beğenirsiniz! ‘İngilizler Sâhiptir’ cevabını veriyorlar. Biliyorsunuz ki, Hindistan’da ‘Sahip’ deme, ‘efendi’ demektir. Bir İngiliz kim olursa olsun, amele olsun, Hintlilere efendidir.”

    Abdurreşid’in Hindistan’daki seyahati İngiliz polisinin takibi nedeniyle sıkıntılı geçmiştir. İngilizler bu tür faaliyetlerine sınırlama getirerek onu baskı altında tutmaya çalışmışlardır:

    Hind´i baştan başa gezmekti murâdım, lâkin,
    Nerde olsam, beni ta´kîbi yüzünden polisin,
    Tâkatim bitti de vazgeçmede muztar kaldım;
    Kaldım amma yine her mahfile az çok daldım!

    İngiliz işgali altındaki bu mazlum milletin, ilmi yüksek ve Batı’yı bilen alimleri, şeriate bağlı, milliyeti sağlam ve tahsilli gençleri vardır. Bu milletin muhakkak istiklaline kavuşacağını da ifade eder:

    Besliyormuş, bereket versin, o iklîm-i kadîm,
    “Rahmetullâh”a muâdil daha yüzlerce hakîm.
    Rûh-i edyânı görür, hikmet-i Kur´an´ı bilir
    Ulemâ var ki: Huzûrunda bugün Garp eğilir.
    Hele hayran kalır insan yetişen gençlere de:
    Bunların birçoğu tahsil eder İngiltere´de;
    Sonra dindaşlarının rûhu olur, kalbi olur,
    Çünkü azminden, ölüm çıksa, o dönmez, sokulur.
    Öyle maymun gibi taklîde özenmek bilmez;
    Hiss-i milliyyeti sağlamdır onun, eksilmez.
    Garb´ın almışsa herif, ilmini almış yalnız,
    Bakıyorsun: Eli san´atlı, fakat, tırnaksız!
    Fuhşu yok içkisi yok himmeti yüksek gözü tok;
    Şer´-i ma´sûma olan hürmeti bizlerden çok.
    Böyle evlâd okutan milletin istikbâli.

    Hindistan, bugünkü Pakistan halkı, Osmanlı ile ilgili her habere kulak kabartmış ve Osmanlı başkentinde olup biteni çok dikkatlice takip etmişlerdir. Şiirin mısralarında da dile getirilen bir Osmanlı hayranlığı ve halifeye olan bağlılık vardır:

    Haydarâbâd´a giderken, beni teşyîe gelen
    Mîzebânın ne hazin çıktı şu ses kalbinden:
    “Ah biz hayra yarar unsur-i îman değiliz…
    Hind´in İslâm´ını pek Türk´e kıyâs etmeyiniz.
    Onların rûh-i şehâmetle coşan kanları var;
    Bizde yok öyle samîmî asabiyyet, o damar.
    Bu ağır zillete ukbâya kadar mahkûmuz…
    Duymuyor çektiği hüsranları zîrâ çoğumuz!
    Varsa ümmîdimiz Osmanlıların şevketidir.
    Onu bir kerre işitsek… Bu sa´âdet yetişir.“

    Abdürreşid İbrahim uzun seyahatinin akabinde 1911’de İtalyanların Trablusgarp’ı işgal etmeleri üzerine Büyük Sahra’yı aşarak oraya gider ve cephelerde bizzat çalışır. Halkı işgalcilere karşı harekete geçirmek için cihat fetvası dağıtarak faaliyetlerini burada da devam ettirir (1911–1912). Abdürreşid İbrahim 1912 senesinde Osmanlı vatandaşlığına kabul edilir. Trablusgarp’tan döndükten sonra, Kuzey Afrika’daki müşahedelerini, Sırât-ı Müstakîm’de yayımlayarak vaaz ve konferanslarla halkı aydınlatmaya çalışır. Sarıkamış’ın Ruslar tarafından işgali üzerine Sarıkamış’a da gider (1915). Yine bu yıllarda İstanbul’da kurulan Rusya Müslüman Türk Kavimlerini Himaye Cemiyeti üyesi olarak da çalışır. Cemiyet üyeleri ile birlikte çeşitli Avrupa ülkelerini ziyaret ederek Rusya’da yaşayan Türk topluluklarının dertlerini ve uğradıkları baskıları dile getirir. İstanbul’a tekrar dönen Abdürreşid İbrahim 1922–1923 yıllarında Rusya’da, 1930’da Kahire’de, 1930–1931 yıllarında da Mekke’de bulunur. 1934’te ailesiyle birlikte Japonya’ya giderek oraya yerleşir ve ölümüne kadar İslâmiyet’in burada yayılması için çalışır. Tokyo’da bir cami inşa ettirilmesine ön ayak olur ve bu caminin imamlığını yapar. Abdürreşid İbrahim, Japonya’da İslâm dininin resmen tanınmasını sağlamıştır (1939). 17 Ağustos 1944 günü Tokyo’da vefat eder. Ölümü Japon radyosu ile ilân edilerek cenazeye katılmak isteyenlerin gelmesi için dört gün beklenir, daha sonra büyük bir törenle aynı yerde defnedilir.

    Sonuç

    Osmanlı’nın son dönemleri İslam dünyası adına bir çöküşün ve dağılmanın başlangıcıdır. Bu süreçte yıkılmaya yüz tutan sadece siyasi bir yapı olarak devlet olmamış, öte yandan eğitim sistemi, aydınlarının kendi öz değerlerine sırt çevirmeleri de İslam’ın sosyal hayattan kopmasına yol açmış ve Osmanlının çöküşü hız kazanmıştır. Abdurreşid İbrahim ve Mehmed Akif gibi bir avuç hamiyetperver insanın bu süreçte ortaya koymuş oldukları gayretler ve Müslümanları bilinçlendirme yolunda göstermiş oldukları çabalar takdire şayandır. Onlar ve benzeri aydınlar tarafından ortaya konan bu gayretlere rağmen bu kaçınılmaz süreç işlemiş, İslam dünyası çözülmüş; bir kısım aydınımız bu durumu sadece gözyaşları ile seyretmekle yetinmiştir.

    Gerçekten de, Abdürreşid İbrahim hayatını İttihad-ı İslam’a adayan ve bu uğurda büyük mücadeleler sergilemiş değerli bir şahsiyettir. Dünyanın neresinde bir İslam toplumu varsa oralara gitmiş, durumlarını gözlemlemiş ve problemlerinin hal çareleri için kafa yormuştur. Bu mücadeleyi verirken de her türlü meşakkat ve sıkıntıya göğüs germiş ve bu uğurda çok uzun seyahatlerde bulunmuş bir aksiyon insanıdır.

    Bu makalede, Abdurreşid İbrahim’in hayatı, seyahat notlarının anlatıldığı, Akif’in de yayımlanmasına katkı sağladığı “Âlem-i İslam” adlı eseri ve Süleymaniye Kürsüsünden adlı şiirde Abdurreşid İbrahim’in ağzından dönemin İslam dünyasının bir panoraması bize sunulmuştur. Osmanlı’nın son dönemi İslam toplumunun sosyal, siyasal ve eğitim yapısı hakkında bilgiler veren Akif’in söz konusu şiirini anlayabilmek için Abdurreşid İbrahim’in tanınması, fikir ve düşünce dünyasının bilinmesi ve “Âlem-i İslam” adlı eserinin okunması gerekmektedir.

    Mehmed Akif, çağdaşı, dostu ve aynı duygu ve düşünceyi paylaştığı Abdurreşid İbrahim’den etkilenmiştir. Onun İslam Âleminin haline bakıp da “Gitme, ey yolcu, beraber oturup ağlaşalım / Elemim bir yüreğin kârı değil, paylaşalım” sözlerine cevap veren ve onun ağlayışlarına ortak olanların başında Abdurreşid İbrahim’in geldiğini görüyoruz. Arnavut kökenli Mehmed Akif ile Tatar kökenli Abdurreşid İbrahim, İslam Birliği ideali için aynı duygu ve düşünceleri paylaşmış ve bu uğurda fikri mücadele sergilemişlerdir. Akif, birçok şiirinde, özellikle de “Süleymaniye Kürsüsü’nde” Abdurreşid İbrahim’in etkileri açıkça görülmektedir.

    Öz

    19. yüzyıl Müslümanlar için bir parçalanma ve dağılma asrıdır. Bu dönemde sayıları az da olsa Müslümanların içine düştüğü bu durumdan ciddi rahatsız olan, geri kalmışlığın nedenlerini ve hal çarelerini araştıran, Müslümanları birlik ve beraberliğe çağıran yazar, düşünür, siyasetçi ve aksiyon adamı görülmüştür. Abdurreşid İbrahim de bunlardan biridir. Bu makalede, Abdurreşid İbrahim’in hayatı, seyahat notlarının anlatıldığı, Akif’in de yayımlanmasına katkı sağladığı “Âlem-i İslam” adlı eseri ve Süleymaniye Kürsüsünden adlı şiirde Abdurreşid İbrahim’in ağzından dönemin İslam Dünyasının bir panoraması bize sunulmaktadır.

    Anahtar Kelimeler: İslam Birliği, İslam dünyası, Süleymaniye Kürsüsünde, kardeşlik, ilim, cehalet, misyonerlik

    Abstract

    19th century is a disunion and diffusion age for muslims. Even if they are so few, today we can see some writers, politicians, intellectuals and actionnaires who suffer a lot from the case that muslims fell into and search for the reasons of falling behind and cures for them. One of these is Abdurreşid İbrahim. In this article we will be presented the life of Abdurreşid İbrahim, his work "Islamic World" which Akif also had some contributions while publishing, and a panaroma of the Islamic world of that time from Abdürreşid's poem called "From the Rostrum of Süleymaniye".

    Key Words: The Islamic Union, Islamic World, From the Rostrum of Süleymaniye, brotherhood, knowledge, ignorance, missionary work.

    Dipnotlar

    1- Ayrıntılı bilgi için bkz., M. Ertuğrul Düzdağ, Mehmed Âkif Hakkında Araştırmalar, İstanbul 1987, s., 167-170; Uzun, Mustafa, “Abdürreşid İbrahim”, DİA, İstanbul 1988, I/295-7; Türkoğlu, İsmail, Abdürreşid İbrahim, Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 1997; Okur, Salih, Önderlerimiz, “Abdürreşid İbrahim 1, 2, 3.”, 24/09/2007 www.cevaplar.org

    2- Yeni Asya yayınları, İstanbul 1987.

    3- İşaret Yayınları, İstanbul 2003.

    4- 20. Asrın Başlarında İslam Dünyası ve Japonya’da İslamiyet, I/32-3.

    5- 20. Asrın Başlarında İslam Dünyası ve Japonya’da İslamiyet, s.15.

    6- Akif’in söz konusu takriz için bkz., Sırât-ı Müstakîm, Sayı, 97, s. 322-323; 20. Asrın Başlarında İslam Dünyası ve Japonya’da İslamiyet, I/15-18.

    7- 20. Asrın Başlarında İslam Dünyası ve Japonya’da İslamiyet, I/ 16.

    8- 20. Asrın Başlarında İslam Dünyası ve Japonya’da İslamiyet, I/ 16-7.

    9- 20. Asrın Başlarında İslam Dünyası ve Japonya’da İslamiyet, I/ 17.

    10- 20. Asrın Başlarında İslam Dünyası ve Japonya’da İslamiyet, I/ 17.

    11- 20. Asrın Başlarında İslam Dünyası ve Japonya’da İslamiyet, I/18.

    12- Abdurreşid İbrahim’in adı geçen eseri için bkz., Mustafa Uzun, “Âlem-i İslâm”, DİA, II/361-2.

    13- 20. Asrın Başlarında İslam Dünyası ve Japonya’da İslamiyet, I/ 41.

    14- 20. Asrın Başlarında İslam Dünyası ve Japonya’da İslamiyet, I/ 46.

    15- 20. Asrın Başlarında İslam Dünyası ve Japonya’da İslamiyet, I/72–75.

    16- 20. Asrın Başlarında İslam Dünyası Çin ve Hindistanda İslamiyet, I/ 109–100.

    17- 20. Asrın Başlarında İslam Dünyası Çin ve Hindistan’da İslamiyet, I/ 93–4.

    18- 20. Asrın Başlarında İslam Dünyası Çin ve Hindistan’da İslamiyet, I/132.

    19- 20. Asırda İslam Dünyası Çin ve Hindistan’da İslamiyet, II/223.

    20- 20. Asırda İslam Dünyası Çin ve Hindistan’da İslamiyet, II/249-50;Ayrıca bkz., II/349-50