Köprü Anasayfa

İbadet

"Kış 2010" 109. Sayı

  • Hayat-İbadet Dengesi ve İbadetlerin Batı Ülkelerindeki Anlam ve Önemi

    Life-Worship Balance and Meaning and Importance of Worship in Western Countries

    Özcan HIDIR

    Assoc. Prof. Dr., Rotterdam İslâm Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı

    Giriş: Hayat ve İbadet

    İlahî dinlerin temel esasları arasında yer alan ibadetler; esas olarak dinin, inanç boyutundan gözlemlenebilir ve yaşanabilir davranışlar boyutuna gelmesidir. İslâm dininde ise ibadetler, sadece Allah Teâlâ’ya yaklaşmak için yapılan belirli bazı davranışlar olarak görülmemiş, hemen bütün dünya hayatının bir ibadet haline dönüştürülebilmesi için, Allah Teâlâ’ya kulluk ve O’na yakınlaşma maksadıyla yapılan veya terk edilen her davranış, kulluk/ibadet olarak değerlendirilmiştir. Şu ayette Cenâb-ı Hak buna işaret eder: “De ki: Şüphesiz benim namazım, kurbanım, hayatım ve ölümüm hepsi âlemlerin Rabbi olan Allah içindir” (el-En’âm, 6:162). Buna göre İslâm’da ibadet ve kulluk, sadece namaz, oruç, hac, zekât ve dualardan ibaret değil, Müslüman’ın yüce Allah’ın rızasını kazanmak amacıyla yaptığı dünyadaki her güzel ve yararlı iş; yani “amel-i sâlih”tir. Dindarlığın esasını iman vücuda getirirse de, kalpteki imanın varlığını fiilen ibadetler ortaya koyar. Allah Teâlâ, “Ben insanları ve cinleri sadece bana ibadet etsinler diye yarattım” (ez-Zâriyât, 51:56) buyurarak, kâinattaki en şerefli mahlûk olan insanın da kendisine kulluk maksadıyla yaratıldığını bildirir.

    Şu halde insanoğlu, iş ve ibadet hayatını bu gayeye uygun olarak, kendisine verilen görevleri yerine getirme derecesine göre, Allah Teâlâ’ya yaklaşır.

    Meseleye bu açıdan bakılırsa, hayatın kendisi bir ibadet; bütün ibadetler de hayattır. Zira ibadet hayattan kopuk değil, hayat ile iç içedir. Müslümanın hayatında hayat ayrı, ibadet ayrı gibi bir bölünme yoktur. Zira ibadet Müslümanın hayatında iğreti duran bir husus değil, hayat dokusunun özünde bulunan bir iksir olup, İslâm’da gerek ferdin gerekse toplumun hayatı el ele dokunur. Bir “İslâm insanı” veya bir “İslâm toplumu”ndan söz edilecekse bu, ancak ibadeti ve iş hayatını Allah Teâlâ’ya yakınlık duygusu ile bütünleşme halinde olur. Bu itibarla İslâm dini, evrensel bir din olup tüm insanlığa ve hayatın bütün alanlarına yönelik teori-pratik, iman-aksiyon/amel ve ahlâkı kucaklayan, aileden ekonomiye, fertten devlete, sosyal hayattan siyasî hayata kadar bir dizi esaslar getirmiştir. Bu sebeple İslâm, Müslüman’ın iş hayatı ve çalışma düzeni ile günlük, haftalık ve senelik ibadetleri arasında uyum/ahengin de tedbirlerini almıştır.

    Bu itibarla ibadetin ibadet olabilmesi için bile günlük iş ve aile hayatının İslâm’ın bütünlüğü içinde inşa edilmiş olmasına ihtiyaç vardır. Zira insanın Allah’ın huzurunda duruyor yoğunluğuna ulaşamadığı bir hayat içinde, yani insanın kalbi, dimağı, uzuvlarından her biri bir yerde takılıp kalmışken, uzuvlarının bir araya getirilebilmesi mümkün olamaz. Bu sebeple, esasen bir ibadet olan hayat-iş ile takva ve ihlasın yön verdiği ibadetlerimizi bir arada ahenk içinde götürmek, bugün dünden daha önemli hale gelmiştir. Zira Allah Teâlâ ile ilişki biçimi hem de dindarlığın bir ifadesi olan ibadetlerin, ihlâs, samimiyet ve rıza-i Bârî (Allah’ın rızası) ile yapılması, insanda psikolojik bir alan açarak onda manevî bir coşkunluk, huzur, heyecan vermeye sebep olur ve bu da iş hayatına olumlu yansır.

    Buradan hareketle, bir ibadet niyetiyle âhiret hedeflenerek yapılan işler, insanın hayatını, ölümü ve ölüm ötesini anlamlandırmada da ona çok önemli katkılar sağlar. İnsanı sadece maddî değerlere bağlanıp kalmaktan kurtararak insanı hem dünya hem de âhiret hayatında gerçek mutluluğa götürür. Bilinçli olarak Allah Teâlâ’nın huzurunda olduğunu hisseden insan, daima O’nun kontrolünde bulunduğunu düşünür ve iş hayatını O’nun emir ve yasakları, helâl ve haramları çerçevesinde düzenler. Böylece ibadetler, kişinin sadece Yüce Allah ile olan ilişkisini değil, aynı zamanda Müslüman olsun gayr-i müslim olsun etrafındaki diğer insanlar ve bütün canlılarla olan ilişkisini de olumlu etkiler.

    Bu şuurla yapılan ibadet, Cibrîl hadisinde Peygamber Efendimiz’e “İhsan nedir?” diye sorulduğu zaman, Efendimiz’in, “Allah’a sanki O’nu görüyormuş gibi ibadet etmendir…” (Buhârî, Îmân, 37; Müslim, Îmân, 1, 5) diye cevap verdiği üzere, ihsan derecesinde kulluk ve ibadet olur. Böyle bir ibadet ise, “Muhakkak ki namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar…” (el-Ankebût, 29:45) âyet-i kerîmesinden de anlaşıldığı üzere, günümüzde çoğunlukla şâhit olduğumuz üzere, kişiyi her türlü kötülükten, stresten, depresyondan, iş ve mal hırsından, şahsî ve ailevî huzursuzluklardan alıkoyarak çalışma/iş hayatını ve ahlâkını güzelleştirir.

    İbadetler ve Maddi-Manevi Hayat Arasındaki Denge

    İbadetlerde maddî ve ruhî hayat arasında denge gözetilmesi, dünya hayatı için âhiret, âhiret hayatı için de dünya hayatının feda edilmemesi, âhiret hayatına yönelik olarak işlerin düzenlenmesi, ancak hiç bir surette dünya hayatının, günlük işlerimizin ihmal edilmemesi gerekir. Yani dünyanın kesben (kazanç ve rızık temini için) değil, kalben terk edilmesi lazımdır. Kısacası İslâmiyet, ibadet hayatında dengeli olmayı, kendi nefsini, aile fertlerini ve sorumlu olduğu insanları ihmal edecek tarzda aşırılığa gidilmemesini esas almıştır. Bu anlamda, fahr-i kâinat Efendimiz (a.s.m.), az da yapılsa, devamlı ve sürekli yapılan ibadeti öğütlemiş; iş ve ibadet hayatında dengeli olmayı emir ve tavsiye etmiştir. Büyük bir hırsla iş hayatına dalıp ailesini, çocuklarını, sosyal sorumluluklarını ihmal etmek, esasen Efendimiz’in (asm) emir ve tavsiyesi olan denge ve i’tidal çizgisini iş ve dünya hayatı lehine kaybetmek olacaktır. Bu ise, günümüzde örneklerini pek çok Müslüman’da gördüğümüz tam bir bocalama halidir. Zira burada kendi şahsî işleriyle hizmet ve dava işleri karışacaktır.

    Şu halde yapılacak iş, dava işleriyle şahsî işleri birbirine karıştırmamak; önce kendi olmaktır. Kendisi olamayan, kendisini tanımayan, iş ve ibadet anlamında kendisi için bir şey yapmaktan aciz birinin, din adına başkası için bir şey yapabilmesine ihtimal var mıdır? Boğulmuş biri, boğulmakta olan başka birini kurtarabilir mi? Kişinin öncelikli vazifesi kendine yeterliliğidir. Etrafına yardım bir sonraki adımdır. Yük olmamak, külfet getirmemek esastır. Bu anlamda Hz. Ömer’in “Bugün Allah için ne yaptın?” sözü, “Bugün kendin için ne yaptın?” ifadesi bağlamında düşünülmelidir. Zira kendisi için bir şeyler yapamayan insan, aslında Allah için, İslâm için de bir şey yapamaz. Kendisi için namaz kılmayan, kendisi ve ailesi için helâl kazanç peşinde koşmayan, kendisi için âhiret yatırımı yapmayan, kendisini geliştirecek bir okuma, düşünme, anlama, yorumlama faaliyetinde bulunmayan, “düne göre bugün daha ilerideyim” diyemeyen, bugün öldüğünde arkasında kalıcı bir “iz” bırakamayan, ailesine ve çevresindeki insanlara bugün daha güzel davranmayan, her an kötü alışkanlıklarından birini daha terk edip hayatına bir güzellik ekleyemeyen kimse Allah için bir şeyler yapabilir mi?

    Bütün bunların yanı sıra ibadetlerimizi iş hayatımızla ahenk ve denge içinde götürmek için, iş hayatında önceliklerin ibadetlere göre belirlenmesinin de önemi büyüktür. İşlerin, ibadetler gözetilerek, o an için en ehemmiyetlilerini öne alıp diğerlerinin de önemine göre sıralanması gerekir. Bu “ehemi (daha önemli olanı) mühime (biraz daha az önemli olana) tercih etmek” demektir. Burada da “acil ve önemli olan işler”, “acil olmayan fakat önemli olanlar”, “acil fakat önemsiz olanlar”, “acil olmayan önemsiz işler” şeklinde bir sıralama yapılabilir; ibadetler de bu düzen içinde yerine getirilebilir. Bu sıralamayı ise, “Yaptığım bu iş gerçekten yapılması gereken bir iş midir?”, “Şayet bu işi yapmaktan tamamıyla vazgeçersem ne kaybederim?”, “Bu iş, başka bir vakte ertelenebilir mi?”, “Bu işe gerçekten lüzumlu ve ehemmiyetli olduğu için mi, yoksa haz için mi giriştim?” soruları bağlamında yapmak anlamlı olacaktır.

    İş-İbadet Uyumunu ve İbadetlerde Dengeyi Sağlamadaki Bazı Önemli Hatalar

    Bununla beraber burada sık tekrarlanan bazı hatalar vardır: Birincisi, az zamanda çok iş yapmaya çalışılarak çoğu zaman doğru işlerin, doğru zamanda, Müslüman’ın hayatının gayesine uygun olarak doğru istikamette yapılıp yapılmadığını gözden kaçırmaktır. İkincisi, her zaman hayattaki öncelikli işlerin acil işler (ehem) olduğu zannına kapılmak, kısaca meşguliyetin kıskacına düşüp ibadetleri ihmal ederek bocalamaktır. Üçüncüsü, işlerimizle ibadetlerimizin, arzu ve isteklerimiz ve sosyal/içtimaî hayatın getirdiği sorumluluklarla bir arada yürütülebilecek şekilde planlanamamasıdır. Dördüncüsü, iş ve ibadetlerimizde hedef ve plan yapmakla birlikte, esas olanın içerisinde bulunulan zaman/andaki sorumlulukla alakalı olduğunu hatırdan çıkarmaktır. Beşincisi, küçük olsun büyük olsun işlerin ertelenmesidir. Zira ertelenen iş, zamanla birikecek ve bu da ibadet hayatımızı olumsuz etkileyecek, ibadet hayatımızın olumsuz etkilenmesi ise imanımıza zarar verir noktaya ulaşabilecektir. Altıncısı, düzenli ve az uyuma konusunda gerekli hassasiyeti göstermemektir. Zira gereğinden fazla uykunun, insanı istirahat gayesinden uzaklaştırdığı, iş düzenini bozduğu ve her şeyden önemlisi hayatın bereketini yok ettiği bir gerçektir.

    Bunlara dikkat edildiğinde, iş hayatının ibadetlerle insicam/uyum içinde yürüdüğü görülecektir. Aksi bir durumda, yani iş ve ibadet hayatımızın düzenli yürümemesi, genelde suçluluk, yetersizlik, çaresizlik, huzursuzluk ve ümitsizliğe yol açacaktır. Bunun sonucu, genellikle stres, depresyon gibi asrımızın ruhî bunalımlarıdır. Bütün bunların neticesinde de, iş hayatında verimin düşmesi, işe kendini verememe ve elde edilmesi gereken azami faydayı temin edememe durumuyla karşı karşıya gelinecektir.

    Böyle bir durumun ise, ibadet-hayat/iş uyumu anlamında İslâm’ın öngörmediği bir durum olduğu izahtan varestedir.

    Bazı Hastalıklarla Baş Etmede İnanç ve İbadetin Rolü

    Günümüzde gerek bedensel gerekse zihinsel ve ruhsal hastalıkların arttığında şüphe yoktur. İlgili araştırmaların sonuçları da zaten bunu doğruluyor. Kur’an ve Sünnet gibi iki temel kaynağa dayanan İslam dini, hastalıklar konusunda da bizim için rehberdir. Zira Kur’an’da hem fiziki ve ruhi hem de manevi ve ahlaki hastalıklara işaret eden pek çok ayet vardır. Buna göre 13 ayette ruhi-ahlaki-manevi hastalıklara, 11 ayette de fiziksel hastalıklara işaretler vardır. “Onların kalplerinde hastalık vardır…” (el-Bakara, 10) ayetinde manevi-kalbi hastalıklara; “Hastalandığımda O bana şifa verir” (26: 80) ayetinde de ruhi-fiziksel/bedensel hastalıklar anlatılmaktadır.

    Fiziki ve ruhi hastalıkların teşhis ve tedavisinde de çoğunlukla maneviyat ve ahlakın rolüne işaretler vardır. Zira aynı şekilde Kur’an kendisini “şifa” olarak tanımlamıştır. Ayrıca özel olarak da “şifa ayetleri” diye bilinen ayetler, Kur’an’da yer almaktadır. Yine Kalem Suresi son ayeti ile Fatiha ve “Muavezeteyn (Felak-Nas)” surelerinin de, Hz. Peygamber’in (asm) gerçeklik” olduğunu haber verdiği “nazar-göz değmesi” için okunduğu bilinen bir husustur.

    Bunun yanı sıra Hz. Peygamber’in (asm) hadisleri içinde de “Tıbb-ı Nebevi=Nebevi tıp” adı altında pek çok hadislerinin bulunduğu ve bunlarda Efendimiz’in (asm) çeşitli bedensel ve ruhsal hastalıklar hakkında emir ve tavsiyelerinin bulunduğu aşikârdır. Sadece Buhari’nin Sahih’inde doğrudan bedensel ve ruhsal hastalıkların tanım ve tedavisine dair 129 hadis mevcuttur. Bu konuda gerek klasik dönemde gerekse günümüzde pek çok müstakil eserin de kaleme alınmış olduğunu belirtmeliyiz. Kaldı ki bunların büyük bir kısmının bugün alternatif tıp ismiyle son yıllarda alabildiğine yaygınlık kazanan tedavi yöntemlerine kaynaklık ettiği artık bir sır değildir. Ne var ki Efendimizin (asm) bu tavsiyelerinin daha ziyade günümüz tıp dilinde “koruyucu hekimlik” diye bilinen tedbir ve tavsiyeler olduğunu ve uyulmamasında herhangi bir zorunluluk olmadığını da burada özellikle belirtmeliyiz. Yani İslam esasen Müslüman’ın fiziki ve ruhsal olarak kendilerini nasıl korumaları gerektiği konusuna eğilmiş; hastalığı yaratan Allah’ın şifayı da yaratmış olduğunu, dolayısıyla genel anlamda tedavi yollarını aramayı teşvik etmiştir.

    Ancak bu durum esasen hastalık öncesi ile alakalıdır. Hastalığa yakalandıktan sonra ise İslam, bu hastalıkla nasıl başa çıkılacağı ile ilgili tavsiyelerde bulunur. Bunu ise hastalığın insan için bir “felaket”, “ceza” olmadığı, aksine kişinin günahlarına “kefaret” olduğunu net bir biçimde ifade etmekle başlar. Ancak bu, manevi hastalıklar için değil; ruhsal ve bedensel hastalıklar için geçerlidir. Yani manevi hastalıklara İslam’da negatif bir bakış; buna karşılık bedensel hastalıklara olumlu bir bakış söz konusudur. Bunun sebebi ise ruhi ve bedensel hastalıklardan kurtulmanın en önemli vesilelerinden birinin kalbi-manevi hastalıklardan arınmakla mümkün olması sebebiyledir. Bu ise aslında hastalıklara bakış konusunda Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi diğer dinlerle İslam arasındaki çok önemli bir ontolojik farka işaret eder. Zira İslam’ın dışındaki dinlerde hastalık bir ceza olarak görülür. İki yıl önce Kampen Üniversitesi’nde düzenlenen “Hastalık Sempozyumu”nda İslam’ın hastalıklara bakışında en temel noktanın, onun bir “kefaret” olarak görülmesi olduğunu söylediğimde, salonda bulunanların hayretli bakışları ile karşılaşmıştım. Bu nokta aslında inançlı bir hastanın bu hastalığının üstesinden gelmesindeki en önemli motivasyon kaynağıdır. Hastalığının günahlarından kurtuluşuna vesile olacak bir kefaret olduğunu düşünen ve inanan biri bu hastalıktan kurtulma konusunda çok daha istekli olacaktır. Tabiatıyla bu hastalığın ve şifanın kaynağının Allah Teâlâ olduğu ve bu hastalığı kendisine veren Cenab-ı Hakk’ın bunda bir hikmetinin olacağı, ama aynı zamanda bu hastalığının şifasının da yaratıldığı inancına sahip kişi hastalığı ile baş etmede, daha baştan kazanmış demektir. Bu aynı zamanda gerçek manada iman olgunluğuna ermiş kişiyi ifade eder. Aksi bir durumda yani “neden bu hastalık beni buldu?” sorusunu sormaya başladığında ise, başlangıçta bedensel olan rahatsızlığını aynı zamanda ruhsal rahatsızlığa ve inanç krizine dönüştürebilir. Bu ise, günümüzün ruhsal rahatsızlığı diye nitelenen “stres” ve “depresyon” demektir. Stres ve depresyon da pek çok başka hastalığın tetikleyicisi olduğu uzmanlarca ifade edilmektedir. Bazılarımız bunun üstesinden gelmede başarılı olur ve olgunlaşırken bazılarımız ise imha oluruz. İşte burada kişilik yapısının rolü olduğu gibi inanç ve ibadetler de son derece önemli rol oynar. Zira stresli vücudun psikolojik cevabı korku, endişe, gerilim şeklinde olurken; bedensel/fizyolojik cevabı da çarpıntı, terleme, nefes sıkışması gibi belirtiler gösterir. Aşırı duyarlı, benmerkezci, katı, endişeli, kötümser, içine kapanık, alıngan, huzursuz, kolay kışkırtılan, saldırgan, aceleci, sabırsız, telaşlı, hırslı, doyumsuz, mükemmeliyetçi, vurdumduymaz kişilik yapısına sahip kimselerin bu tür hastalıklarla mücadelede son derece zorlandığı bilinmektedir. Bütün bunların ise, esasen bir Müslüman’a yakışmayan huy-karakter özellikleri ve manevi anlamda kalbi hastalıklar olduğu izahtan varestedir.

    Bu itibarla modern dünyamızda genel geçer bir kabul/postüla haline gelen “Tıp pozitif bir bilimdir; manevi tedavi ise teokratik bir kanundur; ikisi birbiri ile hiçbir şekilde uyuşmaz” düşüncesi sarsılmıştır. Zira manevi yönelişlerin ve inancın insan beyninde birtakım kimyasalları tetiklediği, bu kimyasalların da savunma sistemini harekete geçirerek hastalıkları yenmede etkili olduğu bilinmektedir. Bu durum, tıp bilimi ile maneviyat ve inancın birlikteliğinin insanın hem bedensel hem de ruhsal sağlığına son derece olumlu etki yaptığını doğrulamaktadır. Şu halde ümit, sevgi, merhamet, bağışlama, Yaratıcı’nın ona yardım edeceği ve dolayısıyla O’na teslim olma, yalnız O’na güvenme, yalnız O’ndan yardım isteme ve O’ndan gelene tereddütsüz rıza gösterme vb. duygular, kişinin hastalıklardan iyileşmesine son derece olumlu tesirde bulunur. Artan iyileşme beklentisi de, beyinde seretonin gibi ruh halini düzenleyen bazı salgıları arttırır. Bu salgılar ise, hastanın savunma sistemini güçlendirir ve beden kendi kendine yardım ve tamir işlevini başlatır. Böylece içimizdeki büyük doktor ve geniş eczaneyi harekete geçirmek için sağlam bir inancın somut etkilerini aslında bilim gözüyle de doğrulanmıştır.

    Öte yandan ABD’nin Pensilvanya Eyaleti’nin İtalyan asıllı dindar katoliklerin yaşadığı bir kasabasında yapılan bir araştırma, inanç ile hastalıklar arasındaki sıkı bağlantıyı ortaya koymuştur. Araştırmacıların bu kasabada dikkatle not ettikleri husus, kalp hastalıklarında bütün ABD’ye kıyasla en düşük orana sahip olmalarıdır. Bunun sebeplerini ortaya koymak için yapılan alan araştırmada, beslenmeden hayat tarzına kadar pek çok konu incelenmiş. Neticede elde edilen başlıca farklılıklar olarak, lüks düşkünlüğü, tüketim çılgınlığının henüz kasabayı istila etmediği gözlemlenmiş. Zira bu kasaba halkının dindar ve muhafazakâr olarak geleneklerine sahip çıktığı, aile bağlarına da son derece önem verdiği, hasta ve yaşlıların aile içinde çok büyük saygı, sevgi ve ilgi gördükleri belirtilmektedir.

    Resûlullâh (sav) dünyada rahat ve huzuru ancak Yüce Rabbine ibadet etmekte bulurdu. Bu itibarla dünya meşguliyetleri arasında daraldığı zaman; “Ey Bilâl! Bizi rahatlat” buyurarak ezana ve namaza koşar, namaz vakti girdiğinde her şeyi bir tarafa bırakarak Rabbine yönelirdi. Hatta herhangi bir sebeple sevinmiş olsa bile Efendimiz (asm), şükür için hemen namaza yönelirdi (Ebû Dâvûd, Salât, 312).

    Hayatı boyunca namazlarını daima ilk vaktinde kılmıştır. Nitekim o, nerede olursa olsun, vakti girdiği anda hemen namaz kılmaktan çok hoşlanırdı (Buhârî, Salât, 48) Hayatını, İslâm’ı en güzel şekilde tebliğ etmeye ve Ashabını ilâhî bir terbiye ile yetiştirmeye adamış olan Resul-i Ekrem (asm), huzur kaynağı namazın, herkes tarafından en güzel bir şekilde kılınmasını isterdi. Esasen psikolojik rahatsızlıkların son derece yaygın olduğu günümüzde modern insanın en çok ihtiyacı olan şey de bu olsa gerektir. Bu açıdan bakıldığında ünlü mütefekkir Cemil Meriç’in kızı sosyolog Ümit Meriç’e ait şu söz çok daha anlamlı hale gelir: “Namaz kılan bir toplumun psikolojiye zekât veren bir toplumun da sosyolojiye ihtiyacı yoktur.” Bir başka sözünde ise Ümit Meriç, “Namaz olmazsa yaşadığımı unutacağım sanki” demektedir.

    Bu sözler, aslında en önemli ibadet olan namazın manevî tatmin ve huzuru yakalamadaki anlam ve önemini en güzel özetleyen sözlerdendir. Ancak burada kastedilen, kişinin bütün hücreleriyle hissederek, adeta namazı içselleştirerek kıldığı namazdır. Bu şekilde kılınan namaz, kişiyi yaşamanın şuuruna erdirir; onu adeta diriltir. Yine Kur’an okumanın stres azaltıcı etkisi ve vücudun bağışıklığını artırıcı bir güce sahip olduğu da genel olarak ifade edilen hususlardandır.

    Ayrıca duaların ve ismen dualaşmanın da hastalıkların üstesinden gelmede önemli tesiri vardır. Zira duada birisi ismen anıldığında dua mesajı ruhsal boyutta telepatik iletişimle dua edilen hasta kişiye ulaşacaktır. Duaların da Efendimiz’in (asm) hadisinde buyurulduğu üzere “ibadetlerin özü-iliği” (Tirmizî, Deavât 1) olduğu bilinmektedir. Çağırmak, seslenmek, istemek, yardım talep etmek olan dua, Kur’an’a göre “insanın içten bir kalp ile Allah’a yönelmesi, O’na muhtaç olduğunun bilinci ile sonsuz güç sahibi Allah’tan yardım dilemesidir.” Yapılan araştırmalarda hastalar için dua etmenin hastaların rahatsızlık belirtilerini azalttığı ve iyileşme sürecini hızlandırdığı sonucu elde edilmiştir. Araştırmaya göre dindarlarda depresyon ve stres daha az görülürken, düzenli olarak ibadet ve dua eden hastalar üzerinde yapılan bazı araştırmalarda ibadet ve duanın iyileştirici gücü bilimsel olarak da ispatlanmıştır.

    Şurası muhakkak ki, hayatın korunmasını beş temel gayesinden biri sayan İslam, Kur’an ve Sünnet’iyle sağlıklı bir hayat sürmeyi ve hastalığa yakalanmamayı ve hastalığa götürecek sebeplerden uzak durulmasını öncelikle hedefler. Zira Kur’an’ın ifadesiyle insanın hayatı da ölümü de Allah’a aittir. Hastalık halinde de bu bilinç ve inanç üst düzeye çıkar ve hasta güçsüzlük ve zayıflığını anlayıp Cenab-ı Hakk’a sığınır. Bu itibarla İmam el-Gazali hastalığı “Allah’ı bilmek ve tanımanın bir vesilesi” sayar. Bu bilinç halinin de esasen “ibadet” olduğunda şüphe yoktur. Böyle bilinç hali ise neticede, en çaresiz, aciz ve ümitsiz anlar olan hastalıklardan şifa bulmada, her şeyi bilen ve gücü yeten bir Kudret’e sığınarak, manevi güç, enerji ve sinerji elde etmek olacaktır.

    İbadetlerin önemi, ibadetlerde denge ve hastalıklarla baş etmede inanç ve ibadetin rolüne dair bu izahlardan sonra aşağıda, gayr-i Müslim ülkelerde ibadetlerin ifası ve ibadetlerin İslam’ı tebliğ ve temsildeki önemi üzerinde duracağız.

    Batı Ülkelerinde Modern İş Hayatı ve İbadetler

    Günümüzde özellikle Batı dünyasında –aslında Türkiye’de de- iş hayatı, fabrikaların ve diğer kurum ve kuruluşların çalışma şekli ve zaman ayarlamaları, her ne kadar ekonomik açıdan verimli olduğu iddia edilse bile, ibadetlerin yerine getirilmesi açısından birtakım sıkıntıları barındırmaktadır. Bu açıdan bakılırsa, kapitalizmin yön verdiği bugünkü çalışma hayatı, insanların dinî, ilmî, içtimaî, idarî, siyasî, iktisadî ve ailevî alanları arasında bir ahenk ve uyum sağla(ya)mamaktadır. Aksine daha zıtlaşma, uzaklaşma getirmekte ve böylece çalışma hayatı ahlâkla; siyasî hayat dinle, idarî hayat ise hem din ve hem de ahlâkla çatışmakta, çelişmekte ve böylece insan fıtratına ters düşmektedir. Zira sekiz-on saat iş başında çalışmak durumunda olan bir Müslüman, ibadeti ile işi arasında sıkışıp kalmaktadır. Buna bir de işin kendisinden kaynaklanan zorluklar eklenince, iş daha da içinden çıkılamaz bir hâl alır. Şu halde ibadetle hayat arasındaki ilişkinin, modern zamanlarda dünyevîleşme (sekülerizm) sürecinde büyük oranda kopmuş olduğunu söylemek gerekir. Bu arada modern zihinler, “sanki Müslüman ibadetini yapar, ama işini ve hayatını İslâm dışındaki ölçülerle yürütebilir” gibi bir anlayışa, ya da peşin kabule sürüklenmiştir.

    Öte yandan iş hayatı ile ibadetlerin gayr-i Müslim ülkelerde yaşayan Müslümanlar açısından dikkatle değerlendirilmesi gereken bir yönü de; gayr-i Müslimlerle aynı mekânda yani iş yerlerinde çalışanların ibadetlerini yaparken bir şov görüntüsü vermemeleridir. Zira bazan namaz kılmak isteyen bir kısım Müslümanlar, abdestlerini herkesin kullandığı lavabolarda almakta, namazlarını da ulu-orta yerlerde kılabilmektedirler. Bu durum, İslâm dinini anlatmaya vesile olması açısından bazı faydalar sağlayabilir. Yine açık alanlarda huzur ve huşu ile kılınan namazın, iç huzuru arayışında olan bazı Batılı insanların gönlünün İslâm’a açılmasına vesile olduğu da bir gerçektir. Ancak bu halin, bazı zorlukları ve İslâmî tebliğ ve İslâm-Müslüman imajı açısından sakıncalı durumları da beraberinde getirdiği unutulmamalıdır. Zira bazı Müslümanlar herkesin gelip geçtiği cadde ortasında veya önemli bir devlet binasının önünde veya kalabalık bir parkta namaz kılarken görüntülenebilmektedir. Bu ise bazan Batı basınında alay konusu bile olmaktadır. Şüphesiz namazın vaktinin geçiyor olması, burada anlaşılabilir ve geçerli/meşru bir mazerettir. Ancak bu durumdaki bir Müslümanın daha sakin mekânları tercih etmesi, dolayısıyla istemeden en önemli ibadet olan namazının bir şova dönüşmesinin önüne geçmesi, hem İslâm’ın hem de namazın ruhuna daha uygundur.

    Batı Ülkelerinde İbadetlerin Tebliğ ve Temsildeki Önemi

    1950 sonrası Avrupa’ya olan işçi göçü ile gelen Müslümanların Avrupa’daki modern dönemdeki varlığı ve Avrupa toplumlarında dinlerini yaşama tezahürleri, Avrupalıların kendi dindarlıklarını ve teolojilerini Müslümanlar üzerinden sorgulamalarını beraberinde getirmiştir. Mesela bu anlamda son dönemde Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde daha belirginleşen camiler, namaz, oruç gibi İslâmî ibadetler, litürgie/ibadet anlamında içi boşaltılmış bir görünüm arzeden haftada bir günlük kilise ayinininin özellikle sorgulanmasını beraberinde getirmiştir. Bu anlamda Hz. Peygamber’in (asm) “namaz” ve “oruç” ibadeti bilhassa öne çıkıyor. Toplumda tezahürleri olan bu ibadetleriyle Müslümanlar, aslında sekülerliğin alabildiğine öne çıktığı Batı toplumlarındaki günlük yaşantılarında son derece dinamik bir inancı yaşıyorlar.

    Paradoks gibi görülse de, toplumda tezahürleri olan ibadetleriyle Müslümanlar, azınlık olmalarına ve bütün İslâmofobik-antiislâmist söz ve eylemlere rağmen Avrupa’da toplumdan uzaklaştırılmış olan Tanrı’yı tekrar toplumsal mekânlarda görünür hale getiriyor. Üstelik bu durum gittikçe daha da belirginleşiyor. Yani Avrupa’da İslâm ve Müslümanlar, günümüzde Avrupa’nın bilincini sorguluyor, ama aynı zamanda da Avrupa ve Batı’nın çağdaşı haline geliyor. Tabiatıyla bu birbirine yaklaşma aynı zamanda çatışma noktalarını artırıcı da bir sonuca yol açıyor. Bu aynı zamanda Müslümanların, sorunlarının farkına varması demektir. Örneğin camiler artık sadece ibadet yeri değil, aynı zamanda kamusal alana ait, çevreye uyum sağlayıcı, birleştirici, yaşam alanlarıyla çok amaçlı inşa ediliyor. Müslümanlar artık cami estetiğine, şeffaflığa bile önem veriyorlar. Artık camiler, Batılı için de, şüphe edilen yerler olmaktan çıkıp korkulan değil, beğenilen yerler olmaya başlamıştır. Bu durum, Müslümanların kendine güvenlerini artırırken, Avrupalılar cephesinde ise son 10-15 yılda kendi içindeki İslâm’ın daha fazla farkına varmasına yol açıyor. Bu da gösteriyor ki İslâm, günümüzde alabildiğine bir Avrupa meselesi haline gelmiştir. Zira özellikle Batı toplumlarında bulunan Müslümanlar son yıllarda, modernizm ve onun doğal sonucu sekülerleşme ile toplumun dışına itilmiş olan dinî değerleri, inanç ve ibadetleriyle yaşadıkları bölgelerin kamusal alanlarında alabildiğine görünür kılıyorlar. Nitekim bu durumun alabildiğine farkına varan Batılılar, geleneksel Hıristiyan telâkkilerinin Avrupalıları mobilize etmede eskiye oranla ivme kaybettiği ve İslâm Dini’nin yön verdiği değerlerin kamusal alanda görünürlülüğüne karşılık, Avrupa’nın Hıristiyan aslına dönmesi ve Hıristiyanlığa ait değerleri toplumda daha fazla görünür kılmaları lazım geldiğini, “Avrupa’nın kültürünün Hıristiyanlık olduğu”nu yüksek sesle dillendiriyorlar.

    Bu da gösteriyor ki, Batı/Avrupa, İslâm ve Müslümanlar üzerinden modernizm ile ters yüz ettiği kendi Hıristiyan köklerini hatırlıyor; İslâm ve Müslümanlar üzerinden dini değerlerine dönmeye ve teolojisini diriltmeye çalışıyor. Zira son zamanlarda Batı medyasında gittikçe sekülerleşen Batı-Avrupa toplumlarının geleceğinde dinin yeri sorgulanıyor. Bu anlamda din Avrupa’nın geleceğinde yer alacaksa bunun İslâm olup olmayacağı da ayrıca tartışılıyor. Tabiatıyla bu durum, son yıllarda Avrupa’da İslâm ve Müslümanlarla ilgili yaşanan olaylar bakımından da son derece dikkat çekicidir. Zira özellikle Papa XI. Benedict’in üç yıl önceki Regensburg konuşması ve ardından gelen söylemleri dikkate alındığında aslında bütün bu konuşmalar, bir başka açıdan okunduğunda, Avrupa’ya, uzaklaştıkları Hıristiyanlıklarını hatırlatmak ve “inanç ve ibadet hayatınızla Hıristiyanlığınıza dönün” çağrısı olduğunu da rahatlıkla söyleyebiliriz. Zira Avrupa’da Hıristiyan teolojisinin aslında bir çöküş içerisinde olduğu sır değildir. Son yıllarda ortaya atılan “The end of the Protestanism=Protestanlığın sonu” ile ilgili teoriler, görünürde Protestanlık için olsa da, son tahlilde genelde bir bütün olarak Hıristiyan teolojisinin kriz haline işaret etse gerektir.

    Tabiatıyla bu ortam içerisinde “Avrupa Müslümanlaşacak mı?” sorusu da sıkca soruluyor. Son dönemlerde Avrupa’da sıkça gündeme getirilen bu sorunun, provakatif bir soru olduğunda şüphe yoktur. Zira bu tür sorular ve söylemler, özünde Avrupa’daki İslâm’ın, İslâmî değerlerin yükselişini, İslami ibadet ve sembollerin şu veya bu şekilde engellenmesine –en son İsviçre’deki minare referandumu buna örnektir- ve dolayısıyla İslâm’a yönelişi engellemeye matuftur. Zira yukarıda da söylediğimiz üzere, İslâm’ın Avrupa kamusalında alabildiğine görünür olması bir yana, günümüzde Batı toplumlarında ciddi oranlara varan ihtida hareketleri gözlemleniyor. Paradoks gibi gözükse de, 11 Eylül gibi, İslâm ve Müslümanlar açısından zahirde olumsuzluklarla dolu eylemlerin de bu ihtida hareketlerini hızlandırıcı etkisi vardır. Mesela Amerikalı meşhur mühtedi-hatip Khâlid Yasin’e gore, 11 Eylül’den bu yana Amerika’da Müslüman olanların sayısı, 540.000’nin üzerindedir. Yine Fransa’da günde ortalama 4-5 kişinin Müslüman olduğundan bahsedilmektedir.

    Batı’da İslâm’a yönelişlerin hangi dinî, mezhebî ve kültürel alt gruplardan geldiğine dair net bilgilere sahip değilsek de, kanaatimce Müslüman olanların büyük çoğunlunu dinden/kiliseden uzaklaşmış gruplar oluşturuyor. Bunlar, inanç krizinin, ibadet açlığının, manevî boşluğun en fazla görüldüğü kesimdir. Zaman zaman “agnostik” olduğu veya “ateist” olduğunu bildiğimiz kişilerin, Avrupa ülkelerindeki iftar programlarından, Kur’an okunan ve tasavvuf meclislerinden manevî haz duyduklarını belirtmelerine şahit olmaktayız ki, bu boşuna değildir.

    Bernard Lewis ve benzerleri, bütün bunlardan hareketle, “Bu yüzyılın sonunda Avrupa Müslümanlaşacak” diye öngörülerde bulunmakta ve Batılı politika yapıcılarına bir anlamda, “bunu önlemenin dinî, siyasî ve sosyo-kültürel tedbirlerini alın” diye seslenmektedir. Son Avrupa Parlementosu seçimlerinde Avrupa’nın hemen her ülkesinde aşırı sağ partilerin yükselişini de bu yönde açıklamak mümkündür. Avrupa Birliği Başkanlığı’na da Belçikalı Herman van Rompuy gibi aşırı Hıristiyan sağ bir başkanın seçilmesi de bu eğilime işarettir. Hollanda’da Elsevier Dergisi’nin bildirdiğine göre, Hollanda’da protestan ve katoliklerin % 25-30’u, köklü Hıristiyan demokrat partileri bırakıp, son yıllarda Avrupa’da İslâm karşıtı söylem ve eylemlerin odağı haline gelen Geert Wilders’in partisine (PVV) oy verme eğilimindedir.

    Avrupa müslümanlaşacak veya Müslümanlaşmayacak; bunu nihai olarak kestirmek zor olsa da, eldeki verilerle kestirilmesi kolay olan bir husus var ki, o da Avrupa’nın artık eski Avrupa olmadığıdır. İslâm, Kur’an ve Hz. Peygamber (asm) ile alakalı hiç gündemden düşmeyen bütün olumlu ve olumsuz tartışmalara rağmen, Nilüfer Göle’nin son kitabı “İçi İçe Girişler: İslâm ve Avrupa” adlı son kitabındaki tespitiyle Müslümanlarla iç içe geçmiş bir Avrupa vardır, artık karşımızda.

    Bilindiği üzere Üstad Bedîüzzaman “Avrupa İslâm’a hamiledir; günün birinde doğuracaktır” diyordu. Anlaşıldığı kadarıyla Avrupa henüz doğum yapmış değildir. Ancak Müslümanların inanç ve ibadetlerinin de alabildiğine etkisi ve tezahürleriyle doğum sancılarının başladığını söylemek mümkündür.

    Öz

    İslâm dininde ibadetler, sadece Allah Teâlâ’ya yaklaşmak için yapılan belirli bazı davranışlar olarak görülmemiş, hemen bütün dünya hayatının bir ibadet haline dönüştürülebilmesi için, Allah Teâlâ’ya kulluk ve O’na yakınlaşma maksadıyla yapılan veya terk edilen her davranış, kulluk/ibadet olarak değerlendirilmiştir. İslam açısından hayatın kendisi bir ibadet; bütün ibadetler de hayattır. Bu yazıda hayat-ibadet dengesinin nasıl olması gerektiği üzerinde durulmakta ve seküler anlayışın hakim olduğu Batı ülkelerindeki ibadet anlayışı sorgulanarak gelecekte İslam’ın Batı toplumlarındaki yeri hususunda ipuçları sunulmaktadır.

    Anahtar Kelimeler: İnanç-ibadet, denge-ahenk, iş hayatı ve ibadet, hastalıklar, Batı ülkeleri, sekülerleşme, Hıristiyanlık, İslami tebliğ ve temsil

    Abstract

    In Islam, worships were not only considered as some behaviors to approach Allah, but also any behavior performed or quitted for the purpose of approaching Allah was considered as worship for turning all life on the earth into a worship. In Islam, the very life is worship and all worships are the life. In this text, life-worship balance is considered, and by questioning understanding of worship in Western countries where secular understanding is dominant, some clues on the place of Islam in Western societies are provided.

    Keywords: Life-worship, balance-harmony, business life and worship, diseases, Western countries, secularization, Christianity, Islamic citation and representation