Köprü Anasayfa

İbadet

"Kış 2010" 109. Sayı

  • “Kâinat ibadet etmemiz için var edildi”

    “Universe was Created for Us to Worship”

    Ümit MERİÇ

    Prof. Dr. Konuşan: Mustafa Gürkan YIKICI

    Sizin kavram dünyanızda ibadetin tanımı nedir?

    Benim için ibadet bir kavram değil, bir kavramın çok ötesinde bir hakikatin adıdır. Kavramın kucaklamaktan aciz kaldığı bir hakikat… İbadet varlıkların en şereflisi olan insan için hakikatin idrakine giden yoldur. Zira Cenab-ı Hak “Kâinatı insan için, insanı da kendim için yarattım” buyuruyor. Cenab-ı Hakk’ın kâinatı yaratmasının sırrı insanın ibadetinde yatmaktadır. Hilkatin sırrı ibadettedir. Kâinatın tamamı insan için, insan ise ibadet için var edilmiştir. Gerçi her varlık kendi halince ibadet ve zikir halindedir. Ama kâinatın en şuurlu varlığı olarak asıl ibadet, bize Cenab-ı Hakk’ın Hz. Peygamber vasıtası ile rükünlerini öğretmiş olduğu, insani ibadettir. Allah, kâinatı biz ibadet edelim diye halk etti. Dolayısıyla sözlüklerdeki binlerce kavramdan ya da kelimeden biri gibi ibadet kelimesini kullanmak bana ibadetin manevi şahsiyetine saygısızlıkmış gibi geliyor.

    “Duanız olmasa ne ehemmiyetiniz var” denir ayet-i kerimede. “Bir bebeğin göbek bağıyla olan hayati ilişkisi gibi” sizin de dua ile aranızda böyle hayati bir ilişki olduğu söylenir. Dua hakkında neler söylemek istersiniz?

    Dua, Cenab-ı Hak ile muhabbettir. Cenab-ı Hak’la bir manada yüz yüze, göz göze olmadan ama O’nun huzurunda olarak muhavere etmektir. Ben, duanın Cenab-ı Hakk’a sessiz ve savtsız bir şekilde anında intikal ettiği kanaatindeyim. Dolayısıyla fani bir kulun ulaşabileceği en büyük şereftir dua. Dua bir zevktir, çünkü Allah’la birlikte olmaktır. Allah’a mülaki olmaktır. Allah’a dost olmaya -en azından- niyet etmektir ve Allah’ın iradesinin kendi irademize yansıması için yapılan bir gayrettir. Bir insanın yaşarken ulaşabileceği en yüksek şereftir dua etmek. İnsanın daima Allah’ın huzurunda, hilkatin bütününü temsil eden bir varlık olarak bulunmak ve hilkatin bütünü adına dua etmek mecburiyetinde olduğuna inanıyorum. İnsan kâinatın sorumluluğunu sırtında taşıyarak dua etmelidir. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın çok tekrarladığım bir cümlesi var: “Bir insan bütün kâinattan mesuldür.” Bunu unutmadan, bu şuurla Cenab-ı Hak’ın huzurunda olmalıdır insan. Dua, bütün kâinattan kendini mesul hissederek Allah’ın huzuruna vasıl olmaktır. Benim en sık tekrarladığım iki duam vardır. Birincisi: “Ya Rabbi beni İslam’la müşerref eyledin, beni İslam’a gerçekten layık kıl!” İkinci duam ise: “Ya Rabbi bütün beşeriyeti İslam’la müşerref eyle!” İslamiyet’e layık olmak için her aldığımız nefeste biraz daha gayret etmemiz, her verdiğimiz nefeste ondan daha da çok gayret etmemiz gerek. Bütün dünyanın İslam’la müşerref olması için de evvela lisan-ı kal ile sonra da lisan-ı hal ile dua etmeliyiz. İslamiyet’i bütün Müslümanların en mükemmel şekilde temsil etmek mecburiyetinde olduklarını, bütün Müslüman kardeşlerime haddim olmayarak hatırlatmak istiyorum.

    Bir Müslüman olarak hac ibadetini yerine getirdiniz. Sizin hac ibadetini yerine getirdiğiniz zaman yaşadıklarınızı bize anlatır mısınız?

    Benim hacdan önce umrem var. Hac ile umre birbirinden çok farklı psikolojik boyutlarda yaşanan iki farklı ibadettir. Umrede iken Hz. Peygambere olan aşkım zirvede idi ve Allah’tan utanıyordum. “Ya Rabbi!” diyordum, “Hz. Peygamber’in aşkının içinde o kadar yok olmuşum ki, oradan kendimi ayırıp sanki senin huzuruna gelemiyorum.” Böyle bir duygu seli içinde idim. Hacda ise bunun tam tersini yaşadım. Orada ise Allah’ın huzurundan bir türlü ayrılıp Hz. Peygamber’in huzuruna gidemedim. Yani adeta umreyi Hz. Peygamber’in aşkının içinde, “fena fil-resul” olarak yaptım. Haccı ise “fena fil hak” psikolojisi içerisinde kaybolarak yaptım. Dolayısıyla umre ile haccın birbirinden çok farklı psikolojik boyutları olduğunu düşünüyorum.

    Yaşanan küresel ekonomik krizin ardından zekâtla ilgili düşüncelerinizi alabilir miyiz?

    Zekât belli bir şekilde tanımlanmıştır. Hoca efendi buna, “Kırkta biri cimri zekâtı” diyor. Ben öyle inanıyorum ki; gerçek zekâtı veren Müslümanların biraz da azaldığı çağımızda -inşallah bunu söylerken zekât veren kardeşlerime karşı hata etmiyorumdur- sadece bir yıllık gelirinin şu kadarını veren, şundan bundan muaf olanlar değil; kendisinde ihtiyacından fazlası olan herkes vermekle mükelleftir. Þunu söylemek istiyorum. “Üç esvaptan fazlası suale tabi olacak” deniyor. Allah affetsin, hepimizin gardırobunda kaç üç esvap var? Bu, en azından şöyle yapılabilir; bir yıl boyunca kullanılmayan eşyalar muhakkak verilmelidir. Çünkü kullanmadığımız, sakladığımız nice eşyalar var; hâlbuki onu sırtına giymek kullanmak ihtiyacında olan insanlar var. Bu kullanmadıklarımız muhakkak verilmeli, bu birincisi. İkincisi, zekâtı sadece kırkta bir olarak düşünmemeli. Bu farz olan zekat. Namazın, orucun nafilesi olduğu gibi zekâtın da niye nafilesi olmasın! Unutulmasın ki kulu Allah’a en çok yakınlaştıran ameller, nafile ibadetlerdir. İhtiyacımız yoksa niye verilen miktar mesela otuzda bir olmasın, niye yirmide bir veya onda bir olmasın? Ve zekâtı verirken de ehliyeti çok aramalı. İslam olma şartını aramalı; samimi Müslüman, idrakli Müslüman, irfanlı Müslüman, Allah’a yakın olan Müslüman, Allah için çalışan Müslüman olma şartını aramalı. Þahsen ben zekât vermekle yeni mükellef oldum. Allah’a hamd ediyorum, farz olan bu ibadeti yerine getirme şansına yeni sahip oldum. Fakat şu hususa çok dikkat ediyorum, ettiğimi zannediyorum, inşallah hata etmiyorumdur. Bire bir gördüğüm insana veriyorum zekâtı, yani mutlaka ihtiyacı olduğunu, liyakat sahibi olduğunu bilmem lazım. Tanımadığım insanlara da yolladığım oluyor, mesela kurbanları ülke dışına ya da Anadolu’ya gönderiyorum. O ayrı, hatta onu zekâtımdan saymıyorum. O, benim bir hediyem gibi oluyor. Zekâtım kabul ettiğim paramın, servetimin bir kısmını bire bir tanıdığım insanlara vermeyi ve bire bir bunların onlardan istifade ettiğini görmek beni mü’mine olarak mutlu ediyor. Zekâtı sadece insanlara verilen bir yardım olarak da anlamıyorum. Mesela; geçen gün balık alıyordum Beylerbeyi İskelesi’nden. Yerler kar, buz tutmuş, ağaçların gövdelerinin kuzey tarafları karla kaplanmış. Sahilde martılar ve karabataklar çığlıklar atarak uçuyorlar, dönüp tekrar yaklaşıyorlar. Tabi hayvanlar çok aç kalıyor karlı havada. Normalde bir yerden çöp buluyor, yiyorlar. Ama her yer karla kaplandığı için onu da bulamıyorlar ve dolayısıyla aç kalıyorlar. Baktım ki; ben balıkçının oraya gidince, birinin balık almaya geldiğini, dolayısıyla satın alınan balığın solungaçlarının ve bağırsaklarının biraz sonra balıkçı tarafından denize atılacağını biliyorlar. Birden yoğunlaştı orada martılar ve karabataklar. Balıkçı benim aldığım balığın başını ve bağırsaklarını attı; tabi bir kısmı yakaladı, bir kısmı yakalayamadı. Çok azıcık bir şey, belki orada yirmi tane martı ve karabatak var; neyine yeter iki tane levreğin içi onlara? Ben, balıkçıya sordum “Acaba” dedim; “buradan hamsi alıp versem hayvanlara?” Balıkçı, “Yiyorlar abla, havada kapıyorlar” dedi. “Tamam” dedim. Bir miktar da kuşlar için aldım ve balıkçı benim aldığım hamsileri havaya doğru avuç avuç attı. Martılar bol gıda geldi diye uçuşları hızlandırdı ve hamsileri havada kapıp aldılar. Tabi hamsiler aşağıya doğru düşünce bu sefer karabataklar denize dalıp denize düşen balıkları yediler. Dedim ki “Rabbim; şu deniz seviyesinin üstündeki rızkı martılara, altındakileri ise karabataklara ayırmışsın.” Çünkü martılar dalamıyorlar, karabataklar da havada yakalayamıyorlar. O gün ben aldığım levreğin zekâtını oradaki martılar ve karabataklara hamsi olarak verdiğimi hissettim. Hayvanların dili yok, bana teşekkür edemezler. Fakat onları bir miktar hamsi ile doyurmuş olmaktan dolayı ruhumda aynen bir ihtiyaç sahibine vermiş olduğum zekat ya da sadakanın bende yaratmış olduğu itminan duygusuna benzer bir mutluluk hissettim. “Ağalık vermekle“ denir. Bence de asıl ruh ağalığı sadece insanlara değil kâinata mutluluk vermekle olur. Allah hepimizin bu idrake ulaşmasını nasip etsin.

    Oruç için “melekleşme provası” diyorsunuz. Oruç nasıl insanı melekleştirir bunu bize izah eder misiniz?

    Melekleri nasıl tanımlıyoruz? Yemezler, içmezler, cinsel ilişkide bulunmazlar değil mi? Yani ruhani varlıklardır. Bizim iradi olarak Allah’ın emriyle, bedenimizle ilgili ihtiyaçlardan kesilmiş olmamız; bunları yapabilme imkânına sahip olduğumuz halde bunlardan Allah’ın rızası için vazgeçmemiz; bizi meleklerden daha üst bir konuma getiriyor. Çünkü biz bunları yapabiliriz; ama Allah’ın rızası için bundan vazgeçiyoruz. Dolayısıyla oruç sadece melekleşme provası değil, meleklerin de üstüne çıkma provasıdır. Allah hepimize böyle oruçlar tutmayı nasip etsin.

    İbadet-ahlak ilişkisi için neler söylemek istersiniz?

    İbadet esas olarak Allah’la birebir irtibat kurmak demektir. Her an huzur-u Hak’ta olduğunu bilmek demektir. Her an huzur-u Hak’ta olduğunu bilen insanın da Allah’ın çizmiş olduğu ahlak kurallarının dışına çıkması mümkün değildir. Dolayısıyla âbid olan insan ahlaklıdır. Ahlakı olmayan insan, ibadeti olmayan insandır. Bunun dışında da bir takım laik ahlak sistemleri öneriliyor. Ben bunların bir yere kadar faydalı ve geçerli olabileceğini düşünüyorum. Fakat gerçek ahlak sahibi olan insan, “Ben güzel ahlakı tamamlamak için geldim” diyen peygamberin ümmeti olan insan, âbid olan- zâhid olan insandır. Mü’minlik beraberinde ahlaklılığı getirir. Ahlaklı değilse o insan, onun imanından şüphe etmek lazım. Mü’min olmayan bir insan belki ahlaklı olabilir; ama mü’min olan bir insan asla ahlaksız olamaz.

    Namaz gibi ibadetlerin sosyal yönü için neler söyleyebilirsiniz?

    Toplu ibadete çok önem veriyorum. Çok da severim beraber namaz kılmayı. Yani evimde de olsa bir imamım olsun, ben arkada tek kişilik cemaat olayım, bundan çok zevk alırım. Yani cemaatin büyüklüğü önemli değil. Senin arkanda da namaz kılmayı seviyorum. Çünkü o anda iki kişi olarak evimin salonunda huzur-u Hak’ta olduğumuzu hissediyorum. Camideki namazlara gelince; benimle aynı değerlere sahip olan insanlarla ibadet etmek için aynı mekânda bulunmak ve huzurullahta niyaza durmak, rükuya gitmek, secdeye varmak bende bir secdeyi binlere katlamış olma sevinci yaratıyor. Seneler önce kadınlar da Fatih Camii’ne Cuma namazına gidebiliyorlardı. O zaman Cuma günleri, cami nüfusu bu kadar çok değildi, elhamdülillah şimdi arttı. Cuma salası verilirken kadınlar da üst kata çıkıp namaz kılabiliyorlardı, erkeklerle beraber, aynı anda. Ben fakülteden çıkardım. Þehzadebaşı’na Süleymaniye’ye, Sultanahmet’e gitmezdim; Fatih’e giderdim. Çünkü Fatih Camii’nde kadınlar üst katta namaz kılıyorlar, arkada değil. Ben ana giriş kapısının üstünde, yani imam mihrapta bense bir kat yukarda; ama tam onun arkasında namaza dururdum. İmam “Allahuekber” der. Cami lebâleb dolu, saflar fevkalade muntazam… Kıyamda hoca okur, rükuya gider; ondan sonra secdeye hep beraber gidilirken -Allah beni affetsin- ben biraz ağırdan alırdım. Çünkü o binlerce insanın huzur-u hakka baş koymak için, secdeye gidişlerini seyretmek bana derin bir zevk verirdi. Biliyorum namazda secde yerine bakılır, ama -Allah beni affetsin- Fatih Camii’nde kılmış olduğum Cuma namazlarında; sırf o secdeye giden sevgili mü’min kardeşlerimin halinin güzelliğine şahit olmak için, meleklerle beraber tebessüm edebilmek için secdeye geç giderdim. Tek başına yapılan ibadetler de çok önemli. O mahremiyeti yaşamak çok özel bir hal; fakat bir arada yapılan ibadetlerde, Allah’ın huzurunda “Omuz omuzayız Ya Rabbi, hepimizi sen yarattın. İşte huzurunda biz bir saf olmuşuz, Sana ibadete gelmişiz” psikolojisinin yaşanması da çok önemli. Avatar filminde olduğu gibi; birbirine değen omuzlardan vücut enerjisinin bütün toplumu dolaşması ve tek bir bedenin enerjisinin bin bir vücudun enerjisine dönüşmesi iç aydınlığın bin bire katlanması demek.

    İlmi kimliğimizin yanında dini kimliğimizi nasıl oluşturmalıyız?

    İlmi kimlikle dini kimlik aslında birbirinden ayrılmamalıdır. Zira bu ikisi, iki ayrı şey değil, tek bir hakikatin iki veçhesidir. Öyle ki ilmimiz arttıkça imanımız artar, imanımız artıkça da ilmimiz artar. Yani bu ikisini birbirinden keserek ayırmak mümkün değildir. Bu ikisi zaten birbirine bağlıdır. İlmimiz ne kadar derinse imanımız da o kadar kavi olacaktır. İmanımız ne kadar kavileşirse ilmimiz de o kadar artacaktır. Burada sadece mana ilimlerini kastetmiyorum, tabiat ilimlerini de kastediyorum. Bu artışta idrak iki ayrı yönde yol alamaz, tek yönde yol alır. İdrakimizin manevi tarafı irfanımızı besler, maddi tarafı ise ilmimizi besler.