Köprü Anasayfa

Çağımızın Sorunlarına Çözüm Arayışları ve Said Nursi Modeli

"Bahar 2010" 110. Sayı

  • Modernizm ve Postmodernizmin Kadın Kimliği Üzerindeki Etkisi

    Effect of Modernism and Postmodernism on Woman Identity

    Dilek Akıcı TAYANÇ

    Giriş

    İnsan, biyososyopsikolojik bir varlıktır. Toplumların ve kültürlerin geçirdiği değişim süreçlerinden, bireyin etkilenmemesi söz konusu değildir. Sosyolojik değişim süreçlerinin etkilerinin, en bariz biçimde görüldüğü alan ise, “kimlik” kavramı alanıdır. Kimlik kavramındaki değişim hareketlerinin hızını, oranını ve şeklini belirleyen de, doğal olarak büyük oranda, sosyopolitik- sosyoekonomik değişim süreçleridir.

    Kadın, hâlihazırdaki toplumsal yapının temel taşıyıcısı olan “aile”yi biçimlendiren, etkileyen temel unsur olmakla kalmayıp, kültürel mirasın geçişinin anahtarı ve gelecek nesillerin hazırlayıcısı rolünü her çağda üstlenen bir konuma sahip olmuştur. Bu nedenle de, kadın kimliğinin geçirdiği değişimler, yapı bozumları ve bunların dolaylı olarak neden olabileceği psikolojik açmazlar, sadece kadını değil tüm popülasyonu -geniş/uzun bir zaman dilimi içinde, olumsuz ve ciddi bir biçimde- etkiler, etkileyecektir. Bu olumsuz etkilere karşı, önce değişim süreçlerinin ana belirleyicilerini, daha sonra ise “kimlik” kavramını ve ikisi arasındaki etkileşim süreçlerini anlayabilmek önem kazanmaktadır.

    Bu çalışma, Modernizm ve postmodernizm gibi birbiriyle bağlantılı olan ve içinde bulunduğumuz “zeitgest”i biçimlendiren iki ana unsurun, genelde kimlik kavramını, özelde de “kadın kimliği”ni nasıl etkilediğini, daha çok psikolojik faktörler açısından irdeleme girişimidir.

    Kimlik Kavramı

    Kimlik, yüzeysel olarak ve kısaca kişilerin ve çeşitli büyüklük ve nitelikteki toplumsal grupların “kimsiniz, kimlerdensiniz?” sorusuna verdikleri cevaplardır1. Kimlik kavramı, çok boyutlu ve sosyopsikolojik bir kavramdır ve bağlamlar bütünü içinde oluşmaktadır. Sosyal ilişki biçimlerimiz, tutum ve inançlarımız, sosyal rol ve statülerimiz, kimliğimizi oluşturur. Bütün bu unsurlar, içinde bulunduğumuz sosyal gruplar, çevremiz, ailemiz, mesleğimiz, yani genel olarak bakıldığında içinde yaşadığımız kültür yapılarınca şekillendirilirler.

    Kimlik, çocukluk çağında oluşmaya başlar ve ömür boyu biçimlenme süreci devam eder. Ebeveynlerin tutum ve davranışları ilk belirleyicilerdir. Psikolojinin tarif ettiği kimlik kavramı ise benlik kavramına tekabül eder ve bizim dışımızdakilerin, “öteki”lerin geri bildirimleriyle, onlarla kurduğumuz ilişkilerle şekillenir. Kimlik, mikrokozmozdan makrokozmoza doğru bir etkileşimler bütününün içindedir. Kısaca kimlik; kendi kendimizle, diğer bireylerle, sosyal gruplarla, toplumumuzla, kültürümüzle, eşyalarla ve dünyayla kurduğumuz ilişki içinde şekillenir.

    Tarihsel süreçte, kimlik oluşumları toplumsal yapılanma şekillerinden etkilenir. Toplumsal yapılar ne denli karmaşıklaşır veya çeşitlenirse, bireyleri kimlikleri de değişken ve çeşitli hale gelir. Toplumsal değişimlerin hızı oranında, kimlik değişimleri de hızlanır. Mesela, geleneksel toplumlarda kimlik, değişim ve oluşum kaynağını bireyden değil toplumsal yapının aidiyetlerinden alır. Bu modern toplumlarda, tam tersi şekildedir. Postmodernizmde ise, parçalanmış, çoklu, izi ve sabitesi olmayan, değişken kimlikler söz konusudur.

    Geleneksel Yapıdan Moderne

    “Modern”, kelimesi, Latince “modernus” ve “modo”dan türetilmiştir; kelime, da “hemen şimdi” anlamına gelmektir. Bu kelime, “Modernus” şekliyle ilk defa 5. yüzyılda Hıristiyan dünyasını Romalı ve Pagan geçmişinden ayırmak için kullanılmıştır.2 Modern kelimesi her ne kadar köken olarak 5. yüzyıla dayansa da, “Modernizm”in bugünkü anlamını kazandığı dönem daha çok 18. yüzyıldır. Modernleşme, Batı kültürüne ait bir kavramdır; kökleri Batı kültürüne dayanır, Avrupa’da Rönesans’ tan sonra başlayan ve bir çeşit isyan hareketi diye basit biçimde tanımlanabilecek bir süreçtir. Batı’nın geleneksel değerlerine, normlarına ve yapılarına karşı girişilmiş bir isyan hareketi olarak ortaya çıkmıştır. O dönemde, sosyal ilişkileri, toplumsal yapıyı ve düşünce sistemlerini kilise belirlemekteydi ve baskıcı bir düzen hâkimdi. Bu baskıcı düzene karşı başlatılan başkaldırı, dönemin ahlak standartlarını etkisiz hale getirilmesiyle sonuçlandı. 18. yüzyılda oluşan bilim, ahlak ve sanat alanlarının birbirlerinden ayrılması, Kant’ın öncülük ettiği modernlik projesinin temelini oluşturdu; artık bilmek ve inanmak birbirinden ayrık farklı süreçlerdi.

    19.yy’da Pozitivist bilim anlayışının da desteğiyle sanayi devriminin ortaya çıkması ve Batı’nın ekonomik gücünün artması, yeni bir dünya modelinin oluşumunu hızlandırmıştır. Batı’nın kendi geçmişine karşı bu eleştirel yaklaşımı, geçmişin baskıcı fikri ve siyasi geleneğine karşı oluşu da diğer toplumlara nitelik farkı gözetmeksizin örnek olarak sunulmuştur. Dolayısıyla Modernizm kavramı yeni bir bilim anlayışı, yeni bir siyasal düzen, yeni bir iktisadi düşünce yapısı ve yeni bir ahlak anlayışını ortaya koymakta ve Batı toplumlarının yaşadığı doğal bir süreci tanımlamaktadır.3 Bu sürecin temel unsurları kapitalizm, şehirleşme, akılcılık, bilimsellik, uzmanlaşma, teknoloji, demokrasi ve ulus devlet gibi unsurlardır.

    Batı’ya ait modernlik ideolojisi, “kul” fikri ve bu fikrin dayandığı “Tanrı” fikrinin yerine başka bir şey koymuştur. Modernizm yandaşları, ne toplumun, ne tarihin, ne de bireysel yaşamın insanın önünde boyun eğmesi gereken ya da büyü yoluyla etkilenebilecek yüce bir varlığın iradesine tabi olduğunu söylerler.4 Bütün bu açılardan bakıldığında, her ne kadar modernleşme, Batı toplumlarının yaşadığı doğal bir süreci tanımlamaktaysa da, küreselleşme sonucunda, Batı kültürünün egemen kültür haline gelmesi ve yaygınlaşması sonucunda, Modernizm’in ve postmodernizmin sadece Batı’ya özgü kavramlar olduğunu söylemek artık mümkün değildir. Modernleşme projeksiyonu, her şeyden önce laik bir hareket olma özelliği taşımaktadır.5

    Modernleşme hareketiyle, Avrupa kendini şekillendirirken, Doğu olarak tanımladığı uygarlıklarla mücadelesini sürdürmeye devam etmiştir. Batı’nın kendi dışında toplumlarla kurmuş olduğu ilişki öncelikle egemenlik ilişkisidir. Batı egemenliğini Doğu’ya da yayma girişimindedir. Oryantalizm iklimi çerçevesinde gelişen modernleşme sürecinde kadın konusu ise toplumsal dönüşümün en ayrıcalıklı konularından biridir.

    Sömürgeci Avrupa kendini şekillendirirken Doğu kavramı ile nitelendirdiği uygarlıklar ile mücadele ede gelmiştir. Doğu’luluk Batı’nın bir inşasıdır. Doğu’nun ötekileştirilmesi ise Batı’ya birtakım kolonyal çıkarlar sağlamıştır. Batı’nın kendi dışında toplumlarla kurmuş olduğu ilişki öncelikle egemenlik ilişkisidir. Batı egemenliğini Doğu’ya da yayma girişimindedir.6

    Modernitedeki yeni toplumsal değişim, kendini; kentlere yönelen olağanüstü bir göç, meslek değişimi, aile yapısındaki değişim, gelir düzeyindeki artış, statü geliştirme imkânı, eğitim alanında fırsat eşitliği, erkek ve kadın arasındaki ilişkilerde belirgin değişiklikler şeklinde gösterir. Kapitalistleşme ve onun zihinsel uzantısı olan Modernleşme süreçlerinin düzenleme stratejilerine olan gereksinmesi açıktır. Cinsiyet kimliklerinin, çocuk yetiştirme politikalarının, nihayet cinselliği denetleme pratiklerinin kurucu öznesi olarak aile de önemli işlev görür.7 Modernizmden etkilenen Doğu toplumlarında, gelenek ve etkileşim sonucu oluşan “yenilik” arasında çatışmalar ve kutuplaşmalar oluşmuştur. Batı’nın aksine doğal ve kendine has olmayan, kendi dinamiklerinde kaynağını almayan bir değişim süreci geçiren Doğu toplumlarında, Modernizm ve postmodernizm sosyokültürel bilinçte ciddi yarılmalara ve travmalara yol açmaktadır; bu çoklu değişkenli ve çatışmalı hale toplumsal dissosiasyon(gerçeklikten sıyrılış) denilebilir.

    Kadın konusu, her zaman, tarihsellikten gündelik yaşama uzanan toplumsal dönüşümün en ayrıcalıklı konusudur.8 Modern ve postmodern değişim süreçlerinde ise, kendilerini Batı karşısında ya da yanında konumlandırmak zorunda kalan siyasal özneler ya ‘mesafe koymak’ ya da ‘modern kadın ’ı simgelemek üzere aile ve kadın kimlikleri üzerine sürekli bir politik çatışma ve gerilim kurmuşlardır.9

    Modernizmin Kimlik Yapılarına Genel Etkileri

    Geleneksel ve feodal toplumlarda kimliklerin sabit, tam ve değişmez olduğu görülmektedir. Bireyin hissettiği kimlik duygusu, “Ben, biz’im” formülüyle ifade ediliyor, birey kendisini gruptan ayrı bir birey olarak kavrayamıyordu.10 Birey, kendisini içinde bulunduğu toplumun doğal bir parçası olarak hissediyordu. “İnsan, ya köylü ya da feodal toprak beyiydi ve değişmez bir konuma sahip olma duygusu, onun kimlik duygusunun özsel bir yanını oluşturuyordu.”11

    Rönesans’la başlayan süreçte kimlikle ilgili temel soru, “ben, ben olduğumu nasıl bilebilirim” haline dönüşmüştür. Dolayısıyla bireyin kimliği problem haline dönüşmüştür. Erich Fromm’un da söylediği gibi, kapitalizmin gelişmesi ve hakim olmasıyla beraber, özellikle de son birkaç kuşakla, benlik-kimlik kavramında “ben, sahip olduğum şeyim” noktasından “ben, sizin olmamı istediğiniz şeyim” noktasına gelinmiştir. Gelinen bu noktada, insan maalesef ki, kendisini kişilik pazarında bir meta gibi hissetmektedir. Geleneksel normların ve toplumsal yükümlülüklerin erozyona uğramasıyla bireylerde, yönelimsizlik ve patolojik kişisel çabalar görülmeye başlanmıştır. Bir zamanlar, herhangi bir şeyi diğer şeylerden doğal olarak daha iyi diye ayırmayı sağlayan değerler çözülüp gitmiştir, şimdi ise, insan, seçimlerini onları seçtiği için yapmaktadır. 12

    Postmodernizmin Kimlik Kavramına Genel Etkileri

    Postmodernizm yaygın bir söylem olarak ortaya çıktığı 1980’li yıllar aynı zamanda Batı dünyasında küreselleşme söylemlerinin başladığı tarihlerdir. Küreselleşme ve postmodernizm arasında her ne kadar mekanik bir bağ olduğu iddia edilemese de, bu örtüşme tamamen bir rastlantı olarak da görülemez.13

    Postmodern çağ, çok çeşitli ve durmadan değişen kimlikleri olumlar; hareketlilik, yer değiştirme, en gözde değer haline gelmiştir. Takip edilemeyecek ve iz bırakamayacak kadar hızlı ve zamansız/mekânsız (sanal) bir hareket özgürlüğü, postmodern dönemin ayırıcı bir öğesidir.

    Parçalanmışlık, bölünmüşlük, farklılığın ve özgün olmanın yüceltildiği postmodernitede, kimlik kavramı farklılıklar ve benzerlikler ekseninde ele alınır. Postmodernite kimlik inşasında, modern paradigmanın tersine kaygan bir zemin üzerinde gelişen toplumsal koşullar içerisinde belirsizlik, çeşitlilik, heterojenlik, karmaşıklık, görecelik ve parçalanmışlık kavramları hâkimdir. Bu dönemde kimlik kavramı, toplumsal yaşamın hızla farklılaşması ve karmaşıklaşması sonucu, çok daha kırılgan, değişken ve çok katmanlı bir yapıdadır.

    Faiz’in deyişiyle, bireyin modernizmden postmodernizme olan yolculuğu bir çeşit soyutlanma yolculuğudur; “kişi” sözcüğü yerine “özne” sözcüğü kullanılmaya başlanmıştır. Modern kimliğin konumu, insanın mesleği, kamusal (ya da ailevi) alandaki işlevi etrafında oluşurken, postmodern kimlik ise görünüşler, imajlar ve tüketime dayanan boş zaman faaliyetleri çevresinde oluşur. Postmodern kimlik, rol yapmak ve imaj oluşturmak suretiyle, sahnede oyun karakterlerini oynar gibi teatral biçimde kurulurken, modern kimlik kişinin kim olduğunu (meslek, aile, politik özdeşleşmeler vb.) gösteren temel tercihleri içine alan ciddi bir meseledir.14 Özne, artık birbiriyle uyumsuz farklı kimliklere sahiptir. Somuttan soyuta bu köklü geçiş içerisinde, birey, şeylere, kendisine ve diğer insanlara yabancılaşır. Birey, sadece maddi tüketimle değil, anlamın tüketimiyle de aktif bir kimlik duygusu oluşturur.

    Modern ve Postmodern Zamanların Kadın Kimliğine Genel Bakış

    20. yüzyılda kadının kamusal alana inmesiyle birlikte karşılaştığı sorunların şekli değişmiş; hatta bu sorunlarda artış olmuştur. Avrupa’daki kadın hareketleri ise 1960’lı yıllardan sonra kendisine ait feminist görüşler ve kavramlar oluşturmuştur. Sanayi Devrimi’nin etkileri ve teknolojik gelişmeler sonucunda ülkeler birbirleri üzerinde egemen olabilme yarışı içine girerler ve Birinci Dünya Savaşı yaşanır. Savaş sırasında, sanayi sektöründe çalışan kadınların sayısında artış olur. Ancak özellikle hizmet sektöründe ağır işlerde çalışan kadınlara düşük ücret verilmesinin yanısıra, yasal hakları göz ardı edilmekte yaptıkları en küçük hatalar dahi kötü davranışlar olarak sergilenmektedir. New York’ta tekstil sektöründe çalışan bir grup kadın işçinin düşük ücretlerini protesto etmek amacıyla 8 Mart 1857’de gerçekleştirdikleri grev, kadın hareketlerinin önemli çıkış noktalarından biri kabul edilmiş, bununla birlikte anlam ve önemi nedeniyle bu tarih aynı zamanda kadınlar günü olarak kutlanmaya başlanmıştır.

    Kadının kamusal alana çıkması, özel sorunlarını kamusal sorunlar haline getirmesinden daha çok kadının kamusal bir özneye dönüşmesi, kendini sosyal, siyasal ve ekonomik anlamda ortaya koyması, tartışması ve dönüştürmesi biçiminde anlaşılması gerektiği görüşü, 1970’li yıllarda feminizmin temel sorunsalı olmuştur.

    Feministler, postmodernizmin “Özne’nin ölümü” ile ilgili yaklaşımını, bu alandaki anlatıların yetersizliği nedeniyle eleştirirler. Eğer özne ve öznenin söz hakkı yoksa o zaman toplumbiliminde, kadın perspektifine, özel bir dikkat göstermenin anlamı da yok demektir. Feminist kadınlar, postmodernizmin bu yaklaşımıyla kendilerine ait anlam ve içerikten yoksun bırakılmış olurlar.15 Denebilir ki, postmodern feministler kadın kimliğini oluşturamaz ve bu nedenle politik yapıdan uzaktırlar.16

    Modernizm ve Postmodernizmin Kadın Kimliği Üzerindeki Olumsuz Etkileri

    Ortaçağ Avrupa’sında kadının insan olup olmadığı tartışılmış, cinsel kimliği kapatılmaya çalışılmıştır. Evli kadın,18. yy. ortalarına kadar para biriktiremiyor, mal sahibi olamıyordu. O, kocasına köle olmak zorundaydı. Hatta İskoçya’da 400 yıl içinde, cadı veya kötü insan oldukları ileri sürülerek 9 milyon kadının kaynar yağa atılarak öldürüldüğü söylenir. ‘İçlerinde kötülük var, insanlığı yoldan çıkarırlar’ düşüncesiyle, kadınlar kaynar kazanlarda yakılmıştır.17 Pavlus’tan itibaren bozulmaya başlayan Hıristiyanlığın söyleminde, kadının faaliyetleri, dindarlık veya fesadı önleme adına engellenişiyle birlikte, Batı kültüründe kadının salt cinsel obje (nesne) sayıldığı bir noktaya gelinmiş oldu. İşte, feminizm denen karşı tepkiyi doğuran şey de esasen bu algısal durumdur. Feminist hareketler bu algısal duruma gösterdikleri tepkilerini, “erkek egemen” diye niteledikleri bütün insanlık tarihi ile birlikte, yalnızca “erkeğe mal edilmiş, erkeği kollayıp gözetiyor” saydıkları dinleri de suçlayıp reddetme noktasına götürmüşlerdir.18

    Şehirleşmenin artışıyla kadının sosyal konumu, ciddi biçimde değişmiştir. Kadın, Birinci Dünya Savaşı sonrasında üretime katılmaya çeşitli yollarla zorlanmışsa da, bir süre sonra iş yaşamındaki yerini aktif tüketici konumuyla desteklemesi arzulanan bir özneye dönüşmüştür. Çalışan, üreten, tüketen ve ayrıca da başkalarının tüketimini pompalamak için reklam ve destek malzemesi olarak kullanılan bir değere dönüşmüştür. Bu konuyla alakalı olarak, kozmetik ve moda sektörünün hiçbir dönemde hiçbir ekonomik krizden etkilenmeyen nadir alanlardan olduğunu düşünmek yeterli bir örnek olacaktır.

    Eşit haklar ve özgürlük söylemleri, kadının sorumluluklarını iki kat arttırmasına neden olmuştur; ev işleri, sosyal sorumluluklar, annelik ve iş yaşamı, hep bir arada yürütülmesi, organize edilmesi gereken sorumluluklar olarak sadece kadının üzerindedir. Çalışan anneler, çocuklarını çok erken yaşlarda bir bakıcı veya anaokulu eğitimcisiyle baş başa bırakmak durumundadır. Üstelik bu bölünme kadının “anne” olarak kendini suçlu ve yetersiz hissetmesine neden olmakta, bu hisler ise çocuk yetiştirme hususunda anneleri daha verici, daha az sınır koyan ebeveynler haline getirmektedir. Bu durum ise, bu şekilde yetişen çocukların kişilik oluşumlarında ciddi problemlere neden olmaktadır. Kadının sosyal konumundaki dönüşüm, aile yapılarında ve çocuklarda da ciddi değişimlere neden olmaktadır. Bütün bu “süper güçlü ve çok yönlü kadın” portrelerine rağmen, kadınlar, kıyasıya rekabetin ve haksızlıkların yaşandığı iş dünyasında ne denli yetenekli ve çabalı olsalar da erkeklerle aynı haklara hala sahip olamamaktadırlar. Kapitalist iş dünyasındaki örtük ve incelmiş formlardaki erkek egemenliği, kadının eşit olmak konusundaki rüyasını sömürmektedir. Eşit olmak konusundaki uzun vadeli vaatler ve kadının öz değer problemi üzerine bina edilen takdir ödülleri sayesinde, kadınlar, kapitalist iş dünyasındaki kısır döngü halindeki kıyıcı çarkın en önemli malzemesi haline dönüşürler. Çalışkan, azimli, entelektüel, eğitimli, bakımlı, başarılı ve hırslı; fakat mutsuz, depresif ve yalnız kadınların sayısı günümüzde giderek artmaktadır.

    Postmodern çağda, her bireyin bir ikiz imgesi vardır; bu imge, sürekli peşinde koşulan ama yakalanamayan ideal bir yapıdır. Postmodern çağın kadın kimliği de, sürekli olarak bir türlü yakalayamadığı daha güzel, daha şık, daha başarılı, daha becerikli, daha beğenilen ve daha çok onaylanan bir ikiz imgenin peşinden gitmektedir. Bu imge ise, tüketim kültürünün her seferinde daha ağır dozlarla pompaladığı genç kalmak, sağlıklı olmak, iyi görünmek temalarıyla daha da ulaşılmaz olmaktadır. Anti-aging ürünler, kozmetikler, başlama yaşı çok aşağılara inen estetik cerrahi operasyonları, moda sektörü, diyet kürleri hep kadının “beğeniliyorsam değerliyim” yanılsaması üzerinden beslenmektedir. Postmodern ve kapitalist çağ, kadının, bozulan aile ve eş ilişkileri sonucunda açılan derin yaralarından çıkardığı dokuyu, kadına çare diye pazarlamaktadır. Azalan özdeğer ve umutsuzca peşinden koşulan ikiz imgeler, kısır döngüyü; kısır döngü de çaresizlik ve belirsizlik duygularını doğurmaktadır. Belirsizlik ve çaresizlik duygularının örtük biçimde ve uzun süre yaşanması sonucu da, kaygı bozukluklarının ve depresyon gibi duygu durum bozukluklarının kadınlarda her daim daha fazla yaşandığını görmek şaşırtıcı olmamaktadır.19

    Tüketim kültürünün esir aldığı aile, sürekli daha fazlasını talep ettiği için daha çok çalışmak ve daha fazla taksit ödemek zorunda kalan babalar artık evde değillerdir; babalar için ev yorgun argın gelince dinlenilecek, uyunacak bir yerdir. Anne ise, her zaman meşgul ve memnuniyetsizdir. Ev, ait olunan “yuva” olma özelliğini yitirmiştir. Buna rağmen, anne ve baba çocuklarından yüksek beklentilerini yerine getirmelerini bekler; kendi kaybedilmiş rüyalarını ve hedeflerini gerçekleştirmelerini arzu ederler. Ebeveynler, tıpkı kendileri için olduğu gibi, hayatın çocukları için de bir yarış ve kendini sergileme, beğeni kazanma alanı olduğunu düşünür ve çocuklarını bu düşünceye uygun davranmaları koşuluyla desteklerler.

    Artık geleneksel, klasik çocukluk-yetişkinlik kavramlarının birbirine karışarak çocukluğun yok olduğunu haber veren olguların (çocuk oyunları, giyimi ve dilinin kaybolmakta oluşu; Lolita imgeselliğinin gerçeklik kazanması vb.) artması da, sadece ailenin değil, çocukluğun da yıpranma sürecinde olduğunu göstermektedir.20

    Batı’da uzun bir süre modern ve evrensel normlardan biri olarak kabul edilen “çekirdek aile”nin giderek çözülüp yerini çok farklı, “aile olmayan aile anlayışlarına” (tek ebeveyn, tek çocuklu aileler; evlilik akdi olmaksızın çocuk yapıp aynı evde yaşayanlar, eşcinsel evli çiftler vb.) bırakması, tüm muhafazakâr düşünce ve düzenlerin baş tacı ettiği aile kurumunun büyük değişimler geçirdiğini göstermektedir.

    Bu yıpranmaya ilişkin bir yığın örnek verilebilir. Feodal dönemlerde “ekonomik değer”i önde gelen çocukların, modern dönemlerle birlikte duygusal kertede değer kazanması, rasyonel eğitim ile başka alanlardaki mesleki müdahalelerle (eğitim uzmanları, psikologlar, devlet görevlileri, sosyal çalışmacılar, rehber öğretmenler, psikiyatr ve psikanalistler vd.) bağımlı bir çocukluk yaratılmasına yol açmıştır.

    Reklamların cinsel aracı, erkeğin ataerkil tahakkümünün kurbanı, devletin yasalarının edilgin konusu ve emek sürecinin sömürülen nesnesi olan kadının tarihi, biraz da ailenin ve çocukların/çocukluğun tarihidir. Gelinen noktada, kadınların ezilmişlikleri arttıkça çocuklar da o oranda bağımlılaştırılmaktadır. O nedenle, anne ve çocukların kaderi ortaktır. Devlet, piyasa ve profesyonellerin ürettikleri annelik ideolojisi, çocukların kırılgan, kusurlu olması ve bağımlılaştırılması anlayışını da beslemektedir. Ama yeni ve modern zamanların bağımsızlık adına nasıl bağımlılaştırıcı ilişkiler, roller ve durumlar meydana getirdiğini görmemek mümkün değildir. “Disiplinli yetişme”, “başarıya dayalı yaşam biçimi” özellikle orta sınıf aileleri, dünyayı kolektif değerler içinde kavramayı unutan birer bencillik abidesine çevirmektedir; her türlü reklam da aileleri, çocuklarına “en özel” varlıklar olarak davranacak şekilde tüketime kışkırtmaktadır.21

    Çocukların, evde aileyle ve özellikle anneyle aralarındaki bağın çözülmesinden dolayı gerçek sözelliği içselleştiremediklerini görmekteyiz. Toplumsal doku değişirken, sokak çeteleri yeni bir kabile düzeni kurarak ailenin yerini almaya başlamıştır. Çete gençliğinde, sözellikle gelişen vicdan ve pişmanlık gibi duygular bulunmadığından suç çok kolay işlenmektedir. Şiddet, televizyonun soğuk ışığında yetişen sözelliğin dışına itilmiş gençlerin kendilerini gerçekleştirmede kullandıkları bir araca dönüşmektedir. Bu sorunun çözümü ise, eğitim sisteminde değildir; bu sorun ancak genelde aile kurumunun, özelde de anne-çocuk ilişkisinin yeniden diriltilmesinde yatmaktadır.22

    Aile kurumunun modernizm ve postmodernizmin kıskacından kurtarılabilmesinin yolu da kadın kimliğinin en doğru biçimde yeniden kurulmasından geçmektedir. Bir kimliğin doğru biçimde yeniden inşası konusunda öyle bir zemine ihtiyaç vardır ki, sadece o kimliğin yeniden doğru biçimde inşasıyla kalmayıp kimliğin içinde şekillendiği sosyal yapıyı ve tüm kavramları da aynı doğrulukta yeniden inşa edebilsin. Böylesi bir zemin, ancak mutlak değerleri içeren bir zemin olma zorunluluğunu mantıksal olarak taşımaktadır. Zaten, başlangıçta, kadınlara bakış açısı itibariyle bütün ilahi dinleri aynı kefeye koymak büyük bir yanılgı olmuştur. Bu yanılgı, Batı ve onun nüfuz alanına giren yerkürenin önemli bir kesimi açısından onarılması güç acılara yol açmıştır. Kadın ve erkek ilişkilerindeki tartışılmaz hiyerarşik üstünlüğü kırmakla kalmayıp, öğretisiyle tarafların özerk kişiliklerini de teminat altına alan İslam’ın kurtuluş çağrısı, bu acıları dindirecek yegane söylemdir. Kur’an’ın bize bildirdiği kadın ve erkek ise, birbirini tamamlayan, birbirine dost ve yardımcı olan ve birbirine muhtaç yaratılmış olandır. Kur’an’a göre toplumsal çatışma olmadığından kadının ve erkeğin görev ve sorumlulukları bellidir ve bunlar yapıldığında Allah’ın razı olması da sağlanır. Kur’an’a göre insan bireyselleşmez, farklılaşmaya çalışmaz, cinsiyet ayrımcılığı ve bedenin meta olarak kullanılmasına izin vermez ve cinsiyetler arasında çatışmayı önermez. Dünyayı erkekleştirip erkeği egemen kılmaz. Aile ilişkilerini önemser, duyguları paylaşmayı gösterir, insan ilişkilerinin sıcaklığını ve güzelliğini ifade eder.

    Risale-i Nur’lar ise kadın için tanımladığı kimlik olan “şefkat kahramanlığı” ile önemsenmesi gereken noktalar üzerinde durmaktadır:

    “Risale-i Nur’un en mühim bir esası şefkat olmasından, nisâ taifesi şefkat kahramanları bulunmaları cihetiyle daha ziyade Risale-i Nur’la fıtraten alâkadardırlar. Ve lillâhilhamd bu fıtrî alâkadarlık çok yerlerde hissediliyor. Bu şefkatteki fedakârlık, hakikî bir ihlâsı ve mukabelesiz bir fedakârlık mânâsını ifade ettiğinden, şimdi bu zamanda pek çok ehemmiyeti var.

    Evet, bir valide veledini tehlikeden kurtarmak için hiçbir ücret istemeden ruhunu feda etmesi ve hakikî bir ihlâs ile vazife-i fıtriyesi itibarıyla kendini evlâdına kurban etmesi gösteriyor ki, hanımlarda gayet yüksek bir kahramanlık var. Bu kahramanlığın inkişafı ile hem hayat-ı dünyeviyesini, hem hayat-ı ebediyesini onunla kurtarabilir. Fakat bazı fena cereyanlarla, o kuvvetli ve kıymettar seciye inkişaf etmez.”23

    Kadın kimliğinde ana unsur olan şefkat duygusu doğru yerlerde, özellikle de çocuk eğitiminde yeterince hâkim olursa gelecek neslin de, o an içinde bulunulan sosyal yapıların da bütünlüklü ve sağlıklı bir duruma gelebileceklerini görebilmek zor değildir. Küreselleşmenin kaçınılmaz etkisi olan kültürel erozyon ve kültürel hipnoz etkisi ancak mutlak değerleri aramak ve mutlak değerler ışığında kendi kimliğimizi yeniden yapılandırmaktan geçmektedir. Kendi kimliğimizin yeniden yapılandırılması zaten, diğer kimlikler için de örnek teşkil etme olasılığı yüksek bir süreç olacaktır. Kuşkusuz, basit ve kolay görünmeyen bir çözümden bahsetmekteyiz, ancak en azından postmodernizmin çözüm öldürücü ve sadece problem tespit edici parçalama robotundan sıyrılmış olduğumuz gerçeği bize ümit ve azim vermelidir.

    Öz

    Kadın, hâlihazırdaki toplumsal yapının temel taşıyıcısı olan “aile”yi biçimlendiren, etkileyen temel unsur olmakla kalmayıp, kültürel mirasın geçişinin anahtarı ve gelecek nesillerin hazırlayıcısı rolünü her çağda üstlenen bir konuma sahip olmuştur. Bu nedenle de, kadın kimliğinin geçirdiği değişimler, yapı bozumları ve bunların dolaylı olarak neden olabileceği psikolojik açmazlar, sadece kadını değil tüm popülasyonu etkilemektedir. Bu olumsuz etkilere karşı, önce değişim süreçlerinin ana belirleyicilerini, daha sonra ise “kimlik” kavramını ve ikisi arasındaki etkileşim süreçlerini anlayabilmek önem kazanmaktadır. Bu çalışma, Modernizm ve postmodernizm gibi birbiriyle bağlantılı olan ve içinde bulunduğumuz “zeitgest”i biçimlendiren iki ana unsurun, genelde kimlik kavramını, özelde de “kadın kimliği”ni nasıl etkilediğini, daha çok psikolojik faktörler açısından irdeleme girişimidir.

    Anahtar Kelimeler: Modernizm, postmodernizm, küreselleşme, kimlik, kadın kimliği

    Abstract

    Woman is not only the main element shaping and affecting “family”, which is the main carrier of current social structure, but also has always hold a position undertaking the role of cultural heritage’s key and future generations’ preparatory. Therefore, changes that woman identity underwent, deconstructions and psychological problems that they indirectly lead to affect not only woman, but also whole population. Against these negative effects, it is important to understand main determinants of change processes, then concept of “identity” and interaction processes between these. This study is an attempt to analyze how two main elements as modernism and postmodernism, that are related to each other and shape the current “zeitgeist” affect concept of identity in general and “woman identity” in particular in terms of psychological factors.

    Keywords: Modernism, postmodernism, globalization, identity, woman identity

    Dipnotlar:

    1. Güvenç, Bozkurt (1993), Türk Kimliği, Kültür Bakanlığı Yayınları.

    2. Kızılçelik, Sezgin (1994). “Postmodernizm: ‘Modernlik Projesine’ Bir Başkaldırı”, Türkiye Günlüğü, Sayı: 30.

    3. Halis Çetin, “Gelenek ve Değişim Arasında Kriz: Türk Modernleşmesi”, Doğu-Batı, 2003-04

    4. Therborn, Göran (1996). “Modernlik Yoluyla Modernliğe Giden Yollar”, Postmodernizm ve İslâm Küreselleşme ve Oryantalizm, (Derleme: Abdullah Topçuoğlu-Yasin Aktay), Vadi Yayınları, Ankara

    5. Şaylan, Gencay (1996). Çağdaş Düşünce Akımları Postmodernizm (Ders Notları), TODAİE Yayınları, Ankara.

    6. Sezer, Baykan, “Doğu-Batı Ayrımı”, Doğu-Batı, 36, Şubat, Mart, Nisan 1998

    7. Sancar, Serpil, “Dünyada Kadın hareketlerini belirleyen dinamikler”, 22, Ocak 2005

    8. Göle, Nilüfer, Modern Mahrem Medeniyet ve Örtünme, İstanbul, Metis Yayınları, 2004

    9. Sancar, Serpil, “Dünyada Kadın hareketlerini belirleyen dinamikler”, 22, Ocak 2005

    10. Faiz, Muharrem, “Kültürel Modernlik ve Medya”, Edebiyat Eleştiri Dergisi, Kıbrıs, 2001

    11. Fromm, Erich (1991); The Sane Society, 2. Baskı, Routledge Classics, London

    12. Sachs, “The Persistence of Faith, 1990.

    13. Karaduman, Sibel, Modernizmden Postmodernizme Kimliğin Yapısal Dönüşümü, Journal of Yasar University, 2010 17(5) 2886?2899

    14. Kellner, Douglas (2001), “Popüler Kültür ve Postmodern Kimliklerin İnşası”, Çev: Gülcan Seçkin, Doğu Batı, Sayı:15

    15. Rosenau, P.M. (2004). Postmodernizm ve Toplumbilimleri, Bilim Sanat Yayınları, Ankara

    16. Kozlu, Düriye, Teknolojik Gelişmelerin Toplum Sanata Yansımaları, Süleyman Demirel Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Hakemli Dergisi, ART-E 2009-03.

    17. Tarhan, Nevzat, Kadın Psikolojisi, Nesil Yayınları

    18. Aktaş, Cihan, Modernizmin Evsizliği ve Ailenin Gerekliliği, Beyan Yayınları

    19. Bu konudaki bazı araştırma sonuçları için bkz: Gender differences in depression, The British Journal of Psychiatry (2000), The Royal College of Psychiatrists; Marco Piccinelli Critical review, The British Journal of Psychiatry (2008) Gender differences in the association of mixed anxiety and depression with suicide; Ottar Bjerkeset; Süheyla Ünal, Erkan Özcan Depresyonda Hazırlayıcı, Ortaya Çıkarıcı ve Koruyucu Etkenler, Anadolu Psikiyatri Dergisi 2000; 1(1),

    20. Postman, Neil. “Çocukluğun Yokoluşu” Çeviren: Kemal İnal, İmge Kitabevi Yayınları, 1995

    21. İnal, Kemal, “Modernizmin Aile ve Çocuk Üzerinden Yolculuğu”, Virgül, 22/05/2004.

    22. Sanders, Barry. Öküzün A’sı, Elektronik Çağda Yazılı Kültürün Çöküşü ve Şiddetin Yükselişi, Ayrıntı Yayınları.

    23. Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, 24. Lem’a.