Köprü Anasayfa

Said Nursi’nin Demokratik Toplum Tasavvuru

"Yaz 2010" 111. Sayı

  • Bediüzzaman’ın Kürt Meselesi’ne Dair Teşhis ve Çözümleri

    Analyses and Solutions of Bediüzzaman on Kurdish Issue

    İsmail ÇOLAK

    Tarihçi-Yazar

    Giriş

    Ülkemizin Doğu ve Güneydoğu Anadolu’su ile Kuzey Irak bölgesi, yüz yılı aşkın bir süredir, Batılı devletlerin emperyalist çıkar ve ihtiraslarının odağı haline getirilmek istenmektedir. Sömürgeci devletler, buralarda kalıcı bir tutunma noktası arayarak uzun vadeli bir emperyalist düzen kurmak amacını gütmüşlerdir. Bu maksatla ortaya attıkları meselelerden biri de “Kürt Meselesi”dir. 20. Yüzyılın başından beri bu meseleyi devamlı surette besleyip kamçılamışlardır.

    Selçuklulardan beridir hilâlin bereketli topraklarında barış ve kardeşlik içinde yan yana yaşayan Müslüman Türk, Kürt, Arap ve Fars kardeşler, Batılı emperyalist güçler tarafından hiç istemedikleri bir etnik fitnenin ve çatışmanın içerisine itilmeye çalışılmıştır. Müslüman Kürtler ile diğer bölge ülkeleri arasına menfi manada bir kavmiyetçilik duygusu sokularak, ortak imanî noktadan uzaklaşmaları, ümmet bilincinden kopup İslâm kardeşliği, İslâmî birlik, beraberlik ve dayanışma ruhundan ayrılmaları arzu edilmiştir. O zamandan beri malum meseleden türeyen Kürt devleti senaryoları, Türkiye’nin de içinde yer aldığı bölge ülkeleri açısından korkulu kâbus ve bölücü bir fitne unsuru olmaktan hâlâ çıkmış değildir.

    Osmanlı zamanında İslâm Birliği, Ümmetçilik ve Osmanlıcılık telakkilerinin müessir olması; Kürtleri koruyucu ve kuşatıcı müşfik ve hoşgörülü bir yaklaşım sergilenmesi, asırlar boyunca Kürtlerin devlet ve millet ile kaynaşmasında ve Osmanlılarla etnik-siyasi nitelikli bir problemin yaşanmamasında mühim rol oynamıştır. Türkler ve Kürtler yüzyıllarca bu topraklar üzerinde aynı mefkûreler etrafında bir arada kardeşçe yaşamışlardır. Çanakkale’den Kurtuluş Savaşı’na uzanan süreçte bu vatanı birlikte koruyup kurtarmış ve üzerinde yaşadığımız devletin temellerini birlikte atmışlardır. Emperyalist devletlerce sunî olarak ihdas edilmesine, Osmanlı toprak bütünlüğünü ve İslâm birliğini bozmak maksadıyla dışarıdan dayatılmasına rağmen “Batılı anlamda” bir Kürt Meselesi Osmanlı topraklarında hiç bir zaman olmamıştır.

    İttihat Terakki ve Cumhuriyet dönemlerinde Osmanlı’nın bu kuşatıcı ve hoşgörülü İslamî tutumundan taviz verildiği, hariçteki cereyanlara paralel olarak ulusçu/milliyetçi ve laikçi anlayışın esas alındığı ve bunun da din kardeşliği, birlik ve beraberlik ruhunu zedelediği, istenmeyen bazı müessif hadiselere yol açtığı inkâr edilemez. Bozulan ilişkilerin, sarsılan dostluk ve kardeşlik bağlarının, mütareke devrinde fiilen yıkılma ve işgal edilme noktasına gelen Osmanlı topraklarında Batılı emperyalist devletlerin tahrik, teşvik ve güdümünde siyasi Kürtçülük hareketlerinin doğmasına zemin hazırladığı ve ilk defa milletler arası alanda Osmanlı’nın başını ağrıtmaya başladığı da tarihi bir hakikattir. Fakat her şeye rağmen ülkemizdeki bölücü Kürtçülük hareketlerinin bütün Kürt kardeşlerimizi kapsamayan, hatta çoğunluğun tepkisiyle karşılaşan marjinal bir gelişme olarak münferit ve mevziî kaldığını, kapsamlı bir etnik-ideolojik Kürtçülük akımının tam manasıyla zuhur etmediğini önemle belirtmemiz gerekir.

    100 yıl öncesinden Doğu meselesini ve Müslüman Kürtlerin problemlerini büyük bir samimiyet ve sıhhatle teşhis eden, zuhur eden rahatsızlıkların tedavi yollarını tam bir vukûfiyet ve isabetle tarif ve telif eden mümtaz şahsiyetlerden biri de, Doğu’dan çıkmış, o coğrafyanın yapısını, meselelerini ve insanların fıtri özelliklerini ve ihtiyaçlarını yakından bilen büyük mütefekkir Bediüzzaman Said Nursi’dir.

    Bu noktada, hayatı boyunca dönemin idarecilerine ikazlarda bulunup tespit ve tavsiyeler sunan; ırkçılığın ve bölücülüğün her türlüsüne karşı çıkan; “Medresetüzzehra” adını verdiği devasa eğitim projesini cehaletin giderilmesi, arzulanan kalkınma hamlesinin gerçekleşmesi ve bölgenin makûs talihinin yenilmesi için devrin idarecilerine takdim ve telkin eden; Doğu’daki kimi ayrılıkçı isyana ve isyan girişimlerine karşı müspet hareket edip yatıştırıcı uyarılarda bulunarak Müslüman Kürtlerin “devletten kopmalarını”, devletle çatışmalı konumda yer almalarını engelleyen ve dolayısıyla “vatanımızın bölünmez bütünlüğünün” ve başlattığı iman ve irşat hizmetleriyle hakiki anlamda “Türk-Kürt kardeşliğinin sağlanmasında” büyük katkıları dokunan ve birlik-beraberliğimizi bozmayı amaçlayan dış kaynaklı fitne ve illetlere karşı tedavi reçeteleri yazan Bediüzzaman Said Nursi’nin hikmet ve hakikat imbiğinden geçmiş feyizli görüş, tespit ve hal çareleri mutlaka dikkate alınmalıdır.

    Türkler ve Kürtlerin muteber kabul edip referans gösterdiği Bediüzzaman’ın, kaynağını dinin özünden, ilim ve irfanın ışığından, eşya ve hadiselerin sırlı hakikatinden alan nurlu teşhis ve reçeteleri anlaşılmadıkça, hikmetli teklif ve tavsiyelerine iltifat edilmedikçe ve nihayet eserlerinde derinlemesine ele aldığı “toplumsal barış ve kardeşlik projesi” layık-ı veçhile keşfedilmedikçe; Doğu’daki müzmin sıkıntıların külliyen çözülmesinin, Selçuklulardan beridir süre gelen Türk-Kürt kardeşliğinin yeniden tesis edilmesinin ve Türkiye’nin barış ve istikrar içerisinde aydınlık ve müreffeh bir geleceğe kavuşmasının zor olacağı kanaatindeyiz. Şurası muhakkak ki, Bediüzzaman’ın 20. asrın başından beridir İslam kardeşliği, müspet milliyetçilik, unsuriyetperverlik, anarşi ve maarif noktasında dile getirdiği görüşler, tezler, teklifler, uyarılar ve fiili çabalar ciddiyetle takdir edilip anlaşılsa ve gereği yerine getirilseydi bugün Türkiye’nin önünde ne Kürt meselesi ne de terör ve anarşi diye bir problemi olmayacaktı.

    1. Bediüzzaman’dan Abdülhamid’e Kalıcı Barış Projesi: Medresetüzzehra

    Doğu’da doğup yetişen, temel eğitimini buradaki hocalardan alan, halkı da çok iyi tanıyıp, ihtiyaçlarını bilen ve o günden bu yana halk tarafından sevilen Bediüzzaman Said Nursi, 100 yıl öncesinden Doğu halkının problemleriyle yakından ilgilenip çözüm önerileri getirmiş ve bunları en yetkili makamlara kadar götürmüştür. Bediüzzaman, Osmanlı’da meşrutiyetin yeniden ilan edilmesiyle üzerine o yıllarda baştan sona Doğu’yu gezmiş, halk kesimi, aşiret reisleri ve ulema ile uzun görüşmeler yapmış, yeni idari sistemin güzelliklerini, hürriyetin ve meşrutiyetin önemini anlatmıştır. Bu görüşmelerini daha sonra “Münazarat” adlı eserinde bir araya getirmiştir. Bediüzzaman kitabında Doğu meselesiyle ilgili özellikle üç temel mesele; cehalet, fakirlik ve ayrılık üzerinde durmuş ve bu noktada çözüm önerileri sunmuştur:

    “Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı sanat, marifet, ittifak silahıyla cihad edeceğiz.” Üstad Bediüzzaman, bu meselelerin köklü çözümü için eğitim, istihdam ve birlik beraberlik çarelerinin hayata geçirilmesini teklif etmiştir. Özellikle eğitim meselesi üzerinde durmuş ve Doğu’da bir üniversitenin kurulması noktasında büyük çabalar göstermiştir.

    Said Nursi, 1907’de Doğu’dan İstanbul’a geldiğinde kafasında büyük bir projenin hayali vardı: Medresetüzzehra… Van, Bitlis, Siirt ve Diyarbakır’da kurulacak, ama tüm Doğu’yu manen ve ilmen ayağa kaldıracak olan büyük bir İslâmî Darü’l-fünun (üniversite) kurma projesi… Ona göre, gerileme devriyle birlikte, bozulan ve ihmale uğrayan diğer müesseseler gibi medreseler hâlihazırdaki keşmekeş, yozlaşmış ve fonksiyonunu kaybetmiş haliyle ihtiyacı karşılamıyordu ve acilen ıslah edilmesi gerekiyordu. Doğunun tek eğitim kurumu olan medreselerin bu kötü gidişatı, her türlü fitneye ve istismara müsait, cahil, fakir ve perişan olan bölgede önü alınmaz büyük felaketlere davetiye çıkartmaktaydı:

    “Şimdiye kadar bizi avamperestane safsatalar ile cahil bıraktılar. Bundan sonra da bizi cahil bırakmakla cehlimizden istifade etmek istiyorlar. Olmaz ve olamaz. Medreseler hayatlanacaktır. Anladım ki, dünyevî saadetimiz bir cihetle, fünun-u cedide-i medeniye ile olacak. O fünunun da gayr-ı müteaffin (bozulmamış) bir mecrası, ulema ve bir menbaı da medreseler olmak lazımdır. Ta ulema-i din fünun ile ünsiyet peyda etsin.”

    Tanzimat’la beraber Batı tarzında açılan ve laik eğitim veren okullar İslâmiyet hakkında olumsuz fikir ve tereddütler üretiyor, git gide geriliğin sebebini dine dayandırarak İslâmiyet’e karşı cephe alınmasına sebep olacak tehlikeli bir zemine doğru kayıyordu. Dolayısıyla, iki yönlü bozulmayı önleyecek, tüm dertlere ve geriliğe panzehir olacak yeni bir eğitim modeline, yeni bir ilim anlayışına, nihayet din ile ilmi yeniden barıştıracak, numune teşkil edecek bir Medresetüzzehra’ya ihtiyaç vardı.

    Bu üniversitede hem Arapça, hem Türkçe, hem de Kürtçe eğitim verilmeli, eğitimde hem modern ilimler hem de dini ilimler birlikte okutulmalı, akıl ve kalp ikilisi beraber hareket etmeli, kafa ile birlikte vicdanlar da eğitilmeliydi. Bediüzzaman’ın bu mevzudaki tespitleri aynen şöyledir: “Vicdanın ziyası, ulum-u diniyedir. Aklın nuru fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit birincisinde taassup, ikincisinde hile ve şüphe tevellüd eder.”

    Böylece, Doğu’nun dirilişi yine eğitim alanında atılacak hamlelerle başlayacak, maarif ve medeniyetin tüm güzellikleri buraya yeniden gelecek, bölge insanının fıtrî kabiliyeti ve medeniyete ve kalkınmaya olan istidadı daha da güçlenmiş bir şekilde tekrar açığa çıkacaktı: “Bununla maarifin temeli teessüs eder (kurulur). Ve bu mebde-i teessüsten (sağlam temelden) ittihat takarrur edecek (birlik-beraberlik binaları yükselecek). İhtilaf-ı dâhiliden (iç çekişmelerden) dolayı mahvolan kuvve-i cesimeyi (bütün kuvvetini) hükümetin eline vermekle harice sarf ettirmek için, hakkıyla müstehak-ı adalet ve kabil-i medeniyet oldukları gibi cevher-i fıtriyelerini göstereceklerdir.”

    Üstad Bediüzzaman, kafası bu düşünceler ve tasarı ile meşgul iken, Mayıs-Haziran 1908’de saraya gelmiş ve Sultan Abdülhamid ile bizzat görüşme talebinde bulunarak, eğitimin ıslahı ve Doğu’ya söz konusu üniversitenin inşa edilmesiyle ilgili bir arzuhal (dilekçe) sunmuştur. Eserlerinde, bu görüşme talebinin mahiyetine dair şu malumatı vermektedir:

    “Yıldız’ı darü’l-fünun et; ta Süreyya kadar âli olsun. Ve eski zebaniler yerine, melaike rahmeti yerleştir, ta Cennet gibi olsun. Ve Yıldız’daki milletin servetini, milletin baş hastalığı olan cehaleti tedavi için millete iade et! Ve milletin mürüvvet (insanlık) ve muhabbetine itimad et. Zira senin idarene millet kefildir. Bu ömürden sonra ahireti düşünmek lazım. Dünya seni terk etmeden, sen dünyayı terk et. Zekatü’l-ömrü (ömrünün zekâtını), ömr-ü sânî (ikinci ömür) yolunda sarf et. Şimdi muvazene edelim (karşılaştıralım): Yıldız eğlence yeri olmalı veya darü’l-fünun? İçinde seyyahin gezmeli veya ulema tedris etmeli? Ve mağsub (gasp edilmiş) olmalı veya mevhub (bağlanmış) olmalı daha iyidir? Ashab-ı insaf (insaflı arkadaşlar) hükmetsin.”1

    II. Meşrutiyet’in ilanından az zaman önce, kendi tabiriyle “Eski Said” döneminde gerçekleşen bu görüşme isteği, Bediüzzaman’ın alışılmadık sert üslubu ve ısrarcı tavrı sebebiyle, saray görevlilerince maalesef engellenmiş ve Sultan ile görüşmesine izin verilmemiştir. Hatta olay öylesine istenmedik bir boyuta taşınmıştır ki, Said Nursi’nin bir müddet hapishaneye (1 ay) konmasına yol açmıştır.

    Aslında Nursi’nin tek talihsizliği, görüşme için seçtiği zamanın tersliği ve Sultan Abdülhamid’in saltanatının en bunalımlı olduğu bir döneme denk gelmesiydi. Gerçekten de, Sultan, tahtın ve devletin sallandığı çok dağdağalı bir süreçten geçiyordu. Öyle ki, Abdülhamid Han, içerde bir taraftan Ermeni Meselesine (Bomba Hadisesi ve Ermeni isyanlarına) ve Doğu’yu parçalama gayretlerine karşı direniyor, diğer taraftan da İttihatçıların başlattığı muhalefet hareketini ve onun devlette meydana getirdiği dalgalanmayı dizginlemeye çalışıyordu. Dışarıda ise, bir yandan İngiltere ve Rusya’nın Osmanlı Devleti üzerindeki bölücü ve yıkıcı emellerine set çekmeye çabalarken, bir yandan da özellikle Balkanlardaki karmaşayı önleyip, bu bölgenin Osmanlı’dan kopmasını engellemeye gayret ediyordu.

    Görüldüğü üzere, eğer Said Nursi daha uygun bir zaman ve zeminde bu projesini takdim etme girişiminde bulunmuş olsaydı, mutlaka padişah tarafından sıcak bir ilgiyle karşılanır ve dikkate alınırdı. Zira Doğu Anadolu’yu kurtarmak ve oradaki bir parçalanmayı önlemek maksadıyla, Ermeni isyanları ve katliamlarına karşı Müslüman Kürtlerden müteşekkil “Hamidiye Alayları” kurdurtan ve aşiret reislerinin çocuklarını İstanbul’a getirtip “Aşiret Mektepleri”nde eğiten bir padişah için, Bediüzzaman’ın sunduğu, Doğu Anadolu’yu kalkındıracak, birlik ve bütünlüğü kuvvetlendirecek ve daha da önemlisi kendisinin “Doğu Politikası”nı güçlendirecek bir projeye muvafakat vermemesi düşünülemezdi.

    Hakikaten de, her şeye rağmen Bediüzzaman’ın görüş ve teklifleri kale alınmış ve kendisini ziyaret eden Zaptiye Nazırının (Emniyet Müdürü) beyanına göre, saraya sunduğu tavsiyeler değerlendirme kapsamına alınmıştır. Dahası nazır, teklifinin bakanlar kurulunda görüşüleceğini, kendisinin açılacak üniversiteye rektör tayin edileceğini ve bunun için maaş bağlanacağını bildirmiştir. Ancak, rektörlük ve maaş teklifini Bediüzzaman geri çevirmiş ve projeyi sunmasındaki maksadının maddi bir beklenti ve çıkar için olmadığını açıklamıştır.

    Neticede, kısa bir süre sonra 31 Mart olayının patlak vermesi ve Abdülhamid’in tahttan indirilmesi, Bediüzzaman’ın İttihatçılarla ters düşmesi ve I. Dünya Savaşı’nın zuhur edip Osmanlı’nın yıkılmasıyla bu proje gerçekleşme imkânı bulamamıştır. Bediüzzaman daha sonra bu büyük projesini Sultan Reşad’a açmış, padişahın takdirini kazanmıştır. Sultan Reşad’ın proje için 19 bin altın vermesi üzerine Van-Edremit’te medresenin temelleri atılmıştır. Ne var ki Medresetüzzehra’nın binası bitmeden ve açılışı gerçekleşmeden I. Dünya Savaşı başlamıştır. Bölgenin savaş alanı haline gelmesi okulun tamamlanmasını engellemiştir.

    Milli Mücadele sırasında İstanbul’da faaliyet gösteren ve TBMM’nin takdirini kazanan Bediüzzaman, davet üzerine 1922 yılında Ankara’ya gitmiş ve yarım kalan Medresetüzzehra’nın açılışı için faaliyetlerine yeniden başlamıştır. Bediüzzaman’ın talebi doğrultusunda, içlerinde Mustafa Kemal’in de bulunduğu 200 milletvekilinden 163’ünün onayıyla Doğu’da bir üniversite kurulması ve bunun için 150 bin banknotluk bir tahsisat ayrılması kabul edilmiştir. Ne yazık ki bu karar ve bu önemli proje kâğıt üzerinde kalmış ve hayata geçirilememiştir.2

    2. Bediüzzaman’dan Oynanan Oyuna Dair Teşhisler

    Kürt Teali Cemiyeti başkanı Seyit Abdülkadir ve eski Stokholm Elçisi Şerif Paşa’nın siyasi Kürtçülük faaliyetleri ve bu uğurda Ocak 1918’deki Paris Konferansı’na katılarak Ermenilerle dâhi anlaşmaya razı olmaları başta Müslüman Kürtler olmak üzere Osmanlı Mebusan Meclisi ve Türk milleti tarafından tepkiyle karşılanmış, her ikisi de sert bir dille tenkit edilmiştir. Osmanlı uleması içinde en büyük tepkiyi gösterenlerin başında, bölgenin en muteber âlimlerinden olan Bediüzzaman Said Nursi gelmiştir.

    Hayatı boyunca, her türlü Kürtçülük faaliyetinin aleyhinde tavır alan, bu tür çabaların ancak yabancı mihrakların işini kolaylaştırmaktan ve İslâm Ümmetini; büyük bir tehlike, bizi yutmak için içimize atılmış “Frenk illeti” olan menfi milliyetçilikle bölüp parçalamaktan başka bir anlam taşımadığını savunan Bediüzzaman, 23 Aralık 1920’de Vakit ve İkdam gazetelerinde yayınlanan yazılarıyla hadiseyi protesto etmiştir. Bediüzzaman Hazretleri, Vakit gazetesindeki yazısında, Kürtçülük yapan kişi ve grupların girişimlerini İslâmî esaslardan hareketle temelsiz bırakan ve konferansta Ermenilerle imzalanan ittifak çabasının ancak Ermeni davasına hizmet edeceğini açıklayan görüş ve tenkitlerini tafsilatlı bir biçimde şöyle beyan etmiştir:

    “Bogos Nubar ile Şerif Paşa arasında akdedilen mukaveleye en susturucu silah ve açık cevap Vilayet-i Şarkiyedeki Kürt aşiretleri tarafından çekilen telgraflardır. Kürtler, İslâm camiasından ayrılmaya asla tahammül edemezler. Bunun aksini iddia edenler, mutlaka özel maksatlar altında hareket eden ve Kürtlük adına söz söylemeye yetkili olmayan beş-on kişiden ibarettir. Kürtler, İslâmiyet nam ve şerefini yükseltmek için 500 bin kişi feda etmişler ve Hilafet makamına olan sadakatlerini akıttıkları kan ile bir kat daha teyid etmişlerdir. Mahut muhtıranın tanzim sebebine gelince; Ermeniler doğu vilayetlerinde azın azı derecesinde bulundukları için asla bir çoğunluk teminine ve ne kemiyet ne de keyfiyet bakımından Doğu Anadolu’da temellük iddiasında muvaffak olamayacaklarını son zamanlarda anladılar. Maksatlarına, Kürtler adına hareket ettiğini iddia eden Şerif’i alet etmeyi uygun buldular. Bu suretle Kürt ve Ermeni davası ortada kalmayacak ve Doğu Anadolu’daki ayrılıkçı emelleri eylem noktasına çıkmış olacaktı. İşte bu gaye ile o mahut beyanname müştereken imzalandı ve konferans takdim olundu. Ermenilerin maksadı, Kürtleri aldatmaktan başka bir şey olamaz. Çünkü ileride Kürtlerin kemiyet bakımından çoğunlukta bulunduklarını inkâr edemeseler bile keyfiyet bakımından, yani ilim ve irfan yönünden kendilerinden aşağıda oldukları bahanesiyle Kürtleri bir millet-i tabia haline getirecekleri muhakkaktır. Zaten Kürtler, bu beyannameye yalnız sözle değil, bilfiil muhalif olduklarını ispat ediyorlar.

    “Kürtlük davası pek manasız bir iddiadır. Çünkü her şeyden evvel Müslüman’dırlar. Hem de dinî salâbeti kuvvetli olan hakiki Müslümanlardan. Bu yüzden Ermenilerle aynı ırktan bulunup bulunmadıkları esası, onları bir dakika bile meşgul etmez. İslâm, cahiliye asabiyesini ortadan kaldırmıştır. İslâm, İslâm kardeşliğine aykırı olan kavmiyet davasını yasaklamıştır. Esasen bu, tarihe ait bir şeydir. Kürtlerin asıl ve nesepleri ne olursa olsun İslâm’dan ayrılmalarına millî vicdanları asla müsait değildir. Bununla beraber Kürtlerin, necip Arap kavmi ile ırk bakımından alakadar bulunduğu tarihi gerçeklerdendir. İslâmiyet, herhangi bir ırkın diğer bir İslâm unsuru aleyhine olarak, menfi surette ayrılmasını kabul etmez. Binaenaleyh Kürtleri Müslümanlıktan ayırmak isteyenler, İslâm’ın esaslarına muhalif hareket ediyorlar. Fakat bunlar da kimlerdir? Bir-iki kulüpte toplanan beş-on kişiden ibaret. Hakiki Kürtler, kimseyi kendilerine savunma vekili olarak kabul etmiyorlar. Onların vekili ve Kürtlük namına söz söyleyecek kişiler, ancak Osmanlı Mebusan Meclisindeki kişiler olabilir. Kürdistan’a verilecek muhtariyetten bahsediliyor. Kürtler, yabancı himayesinde bir muhtariyeti kabul etmektense ölümü tercih ederler. Eğer Kürtlerin inkişaf serbestliğini düşünmek lazım gelirse, bunu Bogos Nubar ile Şerif Paşa değil, Devlet-i Âliye düşünür. Hulâsa Kürtler, bu hususta kimsenin aracılığına ve müdahalesine muhtaç değildirler.”3

    Üstad Bediüzzaman, daha önce Amerika’nın himayesinde Doğu’da bir Ermenistan Devleti kurma planlarına karşı tepkisini de, “Amerikan gemilerinin Kürdistan dağlarına çıkamayacağını” ifade ederek ortaya koymuştur.4 Bediüzzaman ayrıca, Dava Vekili Ahmet Arif ve Binbaşı Mehmet Sıddık ile beraber Kürtler adına İkdam gazetesinde yayınladıkları “Kürtler ve Osmanlılık” başlığını taşıyan ortak yazıda ise Şerif Paşa ve Bogos Nubar’ı şu ağır ifadelerle kınamıştır:

    “Evvelki günkü gazeteler, Paris’te Şerif Paşa ile Ermeni Heyet-i Murahhası Reisi Bogos Nubar Paşa arasında Kürdistan ve Ermenistan hakkında bir itilaf akdedildiğini yazarak Kürt efkâr-ı umumiyesinden izahatta bulunuyorlardı. Dört buçuk asırdan beri vahdet-i İslâmiye’nin fedakâr ve cesur hadim ve taraftarları olarak yaşamış ve dini ananesine sadakati gaye-i hayat bilmiş olan Kürtler, henüz beş-on bine karib (yakın) şühedasının kanı kurumadan, şişlere geçirilen yetimlerin, gözleri oyulan ihtiyarların hatıralarını teessürlerle anarlarken, İslâmiyet’in zararına olarak tarihî ve hayatî düşmanlarıyla itilaf akdetmek suretiyle salâbet-i diniyeleri hilafına iftirakcüyâne (ayrılık verircesine) âmâl (gayeler) takip edemezler. Binaenaleyh Kürt vicdan-ı millisinin bu tarz tehassüsüne (hislerine) mugayir (zıt) hareket eden zevatı da tanımazlar. Ve yegâne emelleri de vahdet-i dinî ve millilerini muhafaza olduğundan, keyfiyetin izahına delâlet buyurulmasını muhterem gazetenizden istirham ederiz.”5

    3. Bediüzzaman’ın Kürtçüleri ve Kürt Devleti Fikrini Reddetmesi

    Bediüzzaman, Kürt Neşr-i Maarif Cemiyeti’nin kurucu üyelerindendi ve bu dernek vasıtasıyla Doğu’ya matuf maarif hizmetlerinin iyileştirilmesi ve daha da artırılmasını gaye edinmişti. Böylece bölge, cehalet ve geri kalmışlığın pençesinden kurtulacak, her alanda büyük bir kalkınma hamlesi içerisine girecekti. Zaten daha önce bahsettiğimiz Medresetüzzehra projesi de, bu uğurdaki gayretlerinin en mühim ayaklarından birini teşkil etmiştir. Ne var ki, II. Meşrutiyet’in ilanından sonraki serbestiyet ortamından faydalanarak sayıları daha da artan Kürt dernek ve cemiyetleri, zamanla yabancı devletlerin güdümü altına girmiş ve başlangıçtaki müspet çizgilerinden saparak bölücü-yıkıcı bir hüviyet kazanmıştır. Bu menfi gidişat karşısında Bediüzzaman gibi ilim ve basiret ehli mümtaz şahsiyetler söz konusu derneklerle yollarını ayırıp bağlarını koparmışlardır.

    Öte yandan Bediüzzaman’ın Kürt Teali Cemiyeti’ne girdiği iddiasının gerçekle hiçbir alakası yoktur. Öyle ki mütarekenin o sancılı günlerinde Kürt Teali Cemiyeti reisi Seyit Abdülkadir’in Kürdistan devleti kurma teklifini şu sert cevapla reddetmiştir: “Allahü Zülcelâl Hazretleri, Kur’an-ı Kerim’de, Öyle bir kavim getireceğim ki, onlar Allah’ı severler, Allah da onları sever’ diye buyurmuştur. Ben de bu beyan-ı İlâhî karşısında düşündüm ki bu kavmin bin yıldan beri Âlem-i İslâm’ın bayraktarlığını yapan Türk milleti olduğunu anladım. Bu kahraman millete hizmet yerine, dört yüz elli milyon hakikî Müslüman kardeş bedeline, birkaç akılsız kavmiyetçi kimsenin peşinden gitmem.”6

    Aynı şekilde Bediüzzaman, Şeyhülmuharririn namıyla anılan Konsolidçi Asaf Bey’in naklettiğine göre devrin önemli yazarlarından olan Mevlanzâde Rıfat’ın aynı istikametteki teklifini de geri çevirmiştir. Konsolidçi Asaf Bey’in, bununla ilgili hatırası şöyledir:

    “…Mevlanzâde Rıfat Bey, bir gün bana dedi ki: “Oğlum, Ermenistan hükümeti kuruluyor. Onların Ermenistan kurmalarına karşılık, imparatorluk dağıldığına göre biz de Kürdistan’ı kuralım.” Ben hayretle yüzüne bakınca, bana dedi ki: “Ben vatan haini değilim. Onu yıkanların Allah belasını versin. Birer hırsız gibi kaçtılar. Filhakika bir Kuva-yı Milliye var, ama ümit pek zayıf. Mucize devrinde değiliz. Ben bu işi Said Nursi’ye yazacağım. Çünkü onun nüfuzu çok kuvvetlidir. Hatırı çok sayılır. Onun için bu zata bir mektup yazıp göndereceğim. Ve ondan teşrik-i mesai isteyeceğim.”

    “Mevlanzâde mektubunu yazıp gönderdi… Bir gün matbaamızda oturuyorduk… Bu sırada posta müvezzii odaya girdi ve bir mektup bırakarak çıkıp gitti. Rıfat Bey mektubu okurken yüzünü ekşitiyor, hiddetlendiği aşikâr görülüyordu. Rıfat Bey, mektubu okuduktan sonra bana fırlatarak: “Oku da gör!” dedi. “Bediüzzaman benim tekliflerimi reddediyor. ‘Ben senin fikrine taraftar değilim’ diyor.”… Bediüzzaman’ın bu cevabî mektubu aynen hatırımda olmamakla beraber mektubunda, Mevlanzâde’nin Kürdistan kurma teklifini reddediyor; “Rıfat Bey, Kürdistan teşkil etmek değil, Osmanlı İmparatorluğunu ihya edelim. Bunu kabul edersen canımı bile feda ederek çalışırım” diyordu. Benim aşikâr olarak okuduğum mektubu misafirlerimiz de dinledikten sonra Mustafa Paşa (Divan-ı Harbi Örfi Reisi), Mevlanzâde’ye “Rıfat Bey, sen yanlış düşünüyorsun. Bediüzzaman doğru söylüyor. Kürdistan kurmak değil, Osmanlı İmparatorluğunu yeniden kurmak lazımdır” dedi.”7

    4. Bediüzzaman’ın Büyük Millet Meclisinde Yaptığı İkazlar

    Üstad Bediüzzaman Anadolu’da ortaya çıkan Kuvâ-yı Milliye hareketini desteklemiştir. Bediüzzaman Hazretlerinin hizmetlerini yakından takip eden Mustafa Kemal, onu Ankara’ya davet etmekte gecikmeyecektir. Önce bu davete “Ben tehlikeli yerde mücahede etmek istiyorum. Siper arkasında mücahede etmek hoşuma gitmiyor. Anadolu’dan ziyade burayı daha tehlikeli görüyorum” sözleriyle karşılık vermiştir. Ancak sonraları Mareşal Fevzi Çakmak ve eski Van Valisi Mebus Tahsin Bey tarafından ısrarlı davetler tekrarlanınca, talebelerinden Tevfik Demiroğlu, Molla Süleyman ve Binbaşı Refik Beyi, milli hükümeti desteklemeleri için Ankara’ya göndermeyi uygun görmüştür. Nihayet kendisi de 1922 yılında Kurban Bayramı’ndan bir hafta önce trenle Ankara’ya hareket etmiş ve istasyonda kalabalık bir halk ve mebus topluluğu tarafından karşılanmıştır.8

    9 Kasım 1922’de Üstad Bediüzzaman’a Büyük Millet Meclisi’nde resmen hoşâmedi (hoş geldin) merasimi yapılmış ve alkışlarla karşılanmıştır. Antalya Mebusu Rasih Efendi, kürsüye teşriflerini ve dua etmelerini rica etmiştir. Said Nursi de kürsüye gelerek Anadolu gazilerini tebrik etmiş, zafer ve muvaffakiyet için dua etmiştir. Fakat bu samimi ve içten karşılamaya rağmen Üstad Bediüzzaman Ankara’da umduğunu bulamamıştır. Zira mebusların ekseriyetinin namaz gibi en önemli bir farza karşı alakasızlığını görmüş ve ziyadesiyle üzülmüştür. Bu yüzden onları aydınlatmak ve irşat etmek maksadıyla 19 Ocak 1923’te on maddelik bir beyanname yazarak neşretmiştir. Bediüzzaman bu beyannamesinde, “Şu inkılâb-ı azimin temel taşları sağlam gerek” diyerek kazanılan galibiyetin devamı ve şükrü için dini ve manevi değerlere sahip çıkılmasını önermiş ve onları bu yolda teşvik etmiştir.9

    Fakat beyanname ve mebuslar üzerindeki tesiri yüzünden Bediüzzaman ile Mustafa Kemal arasında tartışma yaşanmış ve Mustafa Kemal özür beyan etmiştir. Daha sonra, Mustafa Kemal kendisine, Muş mebusluğu ve umumi vaizlik teklif etmişse de Üstad Hazretleri kabul etmemiştir.10 Hâlbuki Bediüzzaman, Ankara’ya gelişinde ve burada bulunduğu aylar boyunca bambaşka hayal ve beklentiler içerisinde bulunuyordu. Osmanlıların çöküş sürecinde ülkenin yönetimini ele alan Ankara Hükümeti’nin, yeni devleti İslâmî temeller üzerine kuracağını ümit etmişti.11 Ancak, hâlihazırdaki ahvalin böyle olmadığını engin basiret ve ferasetiyle anlayacak ve “Lem’âlar” isimli eserinde bunu şöyle beyan edecekti:

    “Bin üç yüz otuz sekizde (1922), bundan on iki sene evvel Ankara’ya gittim. İslâm ordusunun Yunan’a galebesinden neşe alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek, bozmak ve zehirlendirmek için dessasane çalıştığını gördüm. Eyvah, dedim. Bu ejderha imanın erkânına ilişecek… O zındıkanın başını dağıtacak derecede Kur’an-ı Hakîm’den alınan kuvvetli bir bürhanı (Tabiat Risalesi), Arabî risalesinde yazdım. Ankara’da Yeni Gün Matbaası’nda tab ettirmiştim. Fakat maatteessüf Arabî bilen az ve ehemmiyetle bakanlar da nadir bulunmakla beraber, gayet muhtasar ve mücmel bir surette o kuvvetli bürhan tesirini göstermedi. Maatteessüf, o dinsizlik fikri, hem inkişaf etti, hem de kuvvet buldu…”12

    Nitekim 1923 Nisan ayı başlarına kadar Ankara’da ikamet eden büyük mütefekkir Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, bir süre sonra Ankara Hükümeti’nce yürütülen icraatın İslâmiyet’in lehine olmayacağı kanaatine ulaşmış ve Van’daki Erek Dağına inzivaya çekilmiştir. Bundan sonraki süreçte İslâm cemiyetine yönelik manevî tahribatları önlemede panzehir hükmünü görecek vasıftaki iman hakikatlerini neşre başlamıştır.13

    5. Bediüzzaman’ın Şeyh Said’i Uyarması ve İttifak Teklifini Geri Çevirmesi

    Nakşibendi Şeyhi Palulu Said Efendi öncülüğünde 13 Şubat 1925 günü Genç (Bingöl) ilinin Ergani ilçesine bağlı Piran köyünde patlak veren, kısa zamanda genişleyerek Doğu Bölgesini etkisi altına alan “Şeyh Said İsyanı”na bölgedeki Müslüman Kürt halkın tamamı katılmamış, birçok aşiret ayaklanmanın dışında kalmıştır. İsyana karşı çıkan ve destek taleplerini tereddüt etmeden şiddetle reddeden bölgenin nüfuzlu din âlimlerinden biri de Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri olmuştur.

    Şeyh Said başta olmak üzere kimi isyancı Kürtçü gruplar ve aşiret reisleri Bediüzzaman’ın manevi itibarını ve gücünü arkalarına almak istemişlerse de katiyen karşılık bulamamışlardır. Said Nursi, Şark’ın büyük bir fitne ateşi ile içten içe kaynadığını engin feraset ve basiretiyle hissetmiş ve etrafındaki insanlara sükûnet tavsiye etmiştir. Dinimizde, Müslümanların birlik ve beraberliğini zedeleyecek, harici düşmanlara karşı kuvvetini kıracak, menfi milliyetçilikten kaynaklanan hiçbir dâhili isyana yer olmadığını devamlı surette izah etmiştir. Böyle bir menfi ve tehlikeli hareketin, milleti parçalayacağının ve dini-milli varlığımıza kastedeceğinin üzerinde büyük bir hassasiyetle durmuştur.14 Aşağıda aktardığımız bilgiler bunun açık ve kesin bir delilidir:

    Bediüzzaman, 1923 yılı Mayıs ayında Van’a dönmüş, Erek dağının eteğindeki bir manastır harabesine yerleşmişti. 1925 yılına kadar yaz aylarını Van’ın Çoravanis köyünde ve Erek dağındaki bu manastır harabesinde geçirmiştir. Burada günlerini ibadet ve tefekkürle geçirmiş, kendisini talebe yetiştirmeye ve derslere vakfetmiştir. Kış aylarında da Van’da oturan kardeşi Abdülmecid’in yanına gidiyordu. Bir gün Van gölündeki Akdamar adasına uzun uzun bakmış ve kendinden emin bir biçimde, “Şu adada 10 yıl boyunca 50 talebe yetiştirsem, İslam’ı bütün dünyaya yayabilirim” demiştir. Bütün bunlardan da anlaşılacağı üzere Said Nursi, Şeyh Said İsyanı öncesinde dünyadan ve dünyevî zevklerden tamamen elini eteğini çekmiş, kendisini ve tüm mesaisini iman hizmetlerine vermişti.

    Şeyh Said İsyanından bir müddet önce Kürt aşiret ağalarından, eski Hamidiye Paşası Kör Hüseyin Paşa Bediüzzaman’ın kapısını çalmış ve destek talep etmiş fakat destek bulamamıştır. Bediüzzaman, harp için emirlerini beklediklerini ifade eden Kör Hüseyin Paşa’yı:

    – “Askerler bu vatanın evladıdır. Senin ve benim akrabalarımdır. Kime vuracaksın? Onlar kime vuracak? Düşün, idrak et. Ahmed’i Mehmed’e, Hasan’ı Hüseyin’e mi kırdıracaksın?” diyerek azarlamıştır.

    – Sen benim elimi ayağımı soğuttun. Ben şimdi aşiretimin korkusundan evime gidemem. Bütün aşiretler toplanmışlar. Benden söz alacaklar. Ben şimdi gidip şu şekilde anlatsam, diyecekler: ‘Hüseyin korktu.’ Beş para ettin beni.” diyen paşa’ya Bediüzzaman’ın son sözü çok daha manidardır:

    – Kullar arasında peş para ol. Allah katında makbul ol.

    Görüşmenin sonunda, umduğunu bulamayan ve çaresiz kalan Hüseyin Paşa, eli boş bir vaziyette köyüne geri dönmek zorunda kalmıştı.15

    Bediüzzaman, isyan öncesinde sergilediği bu kararlı, şuurlu ve yapıcı tavrını isyan başladığı esnada da aynen devam ettirmiştir. Şeyh Said’in hareketine karışmayıp, “Türk’ü Kürd’e, Hasan’ı Hüseyin’e mi kırdıracaksınız? Dâhilde silah çekilmez” diyerek destek olmadığı gibi, onu vazgeçirmeye ve irşat etmeye dahi çalışmıştır. Şeyh Said’in kendisini ayaklanmayı desteklemeye davet eden, “Efendim! Sizin nüfuzunuz kuvvetlidir. Bu harekâtımıza iştirak buyurur yardım ederseniz, galip oluruz.” yolundaki mektubuna, nasihat ve ikazlarla dolu şu ibretlik ret cevabını vermiştir:

    “Türk milleti asırlardan beri İslâmiyet’in bayraktarlığını yapmıştır. Çok veliler yetiştirmiş ve çok şehitler vermiştir. Böyle bir milletin torunlarına kılıç çekilmez. Biz Müslüman’ız, onlarla kardeşiz, kardeşi kardeşle çarpıştıramayız. Bu şer’an caiz değildir. Kılıç, haricî düşmana karşı çekilir. Dâhilde kılıç kullanılmaz. Bu zamanda yegâne kurtuluş çaremiz, Kur’an ve iman hakikatleriyle, tenvir ve irşad etmektir. En büyük düşmanımız olan cehli izale etmektir. Teşebbüsünüzden vazgeçiniz. Zira akim kalır. Birkaç cani yüzünden binlerce masum kadın ve erkekler telef olabilir.”

    Bediüzzaman’ın bir başka münasebetle sarf ettiği şu sözler de yukarıdaki cevabını teyit etmektedir: “Yaptığınız mücadele kardeşi kardeşe öldürtmektir ve neticesizdir. Çünkü Türk-Kürt birdir, kardeştir. Türk milleti bin senedir İslâmiyet’e bayraktarlık etmiş, dini uğrunda milyonlarca şehit vermiştir. Binaenaleyh kahraman ve fedakâr İslam müdafiilerinin torunlarına, Türk milletine kılınç çekilmez ve ben de çekmem.”16

    Bediüzzaman, Şeyh Said İsyanı’nın Doğu vilayetlerini sardığı 1925 yılı başlarında, adını az önce zikrettiğimiz Kör Hüseyin Paşa ile bölgenin bir kısım yüksek zevatının, Cuma Namazı için Erek Dağı’ndan Nurşin Camiine gelip vaaz ettiği bir esnada, isyana katılmak için izin, görüş ve desteğini almak için kendisini davet ettiklerinde de aynı tavrını ve duruşunu sergilemiştir. Hadisenin devamını o zamanki talebelerinden Çoravanisli Ali Çavuş (Aras) şöyle anlatmaktadır:

    “Üstad bunların vaziyetinden, maksad-ı mahsusla (özel bir maksatla) geldiklerini hemen sezip onlara:

    – Efendiler! Herhalde menfi bir fikirle gelmişsiniz, dedi.

    Onların reislerinden Hüseyin Paşa cevaben,

    – Evet, dedi ve ihtilale katılma fikirlerini açıkladılar.

    Bunun üzerine Üstad hiddetle Hüseyin Paşa’ya,

    – Sizlerin bu menfi fikirle meşbu zihniyetinizi daha evvelden de biliyorum. Bu zihniyet menfi olduğu kadar, cahilane bir fikirdir, dedi.

    Tekrar Hüseyin Paşa’ya hitaben:

    – Acaba bu fikre hizmet neden ileri geldi? Soruyorum size. Şeriat mı istiyorsunuz? Böyle hareket zaten şeriata muhaliftir. Bu olsa olsa bir ecnebi tahrikine alet olma keyfiyetidir. Şeriat isterim diye şeriatı alet ederek şeriata muhalefet edilmez. Böyle şeriat istemek olmaz. Şeriatın anahtarı bendedir. Haydi yerlerinize! Ben desem ki, ‘Şeriatın tatbiki için Hüseyin Paşa sen Patnos’tan üç yüz atlıyla gel’; buraya gelinceye kadar yağmacılık, talan, katliam yapıp geleceksiniz. Bu ise tamamen şeriata muhaliftir. Şeriat isterim derken, şeriata muhalefet edilmez. Böyle menfi fikirlerden vazgeçiniz. Bu milleti Türkler idare etmiştir, bundan sonra da yine onlar idare edecektir. İdareye ehil ve layık olanlar onlardır. Eğer içlerinde fenaları varsa, gidip müspet olarak ikaz ediniz, dedi.

    Ve kalkıp Erek Dağı’ndaki menziline çekildi. Ağalar da memleketlerine gittiler.”17

    Durum böyle olmasına ve ayaklanmayı bastırmak, isyancıları teskin ve ıslah etmek için en fazla uğraş verenlerin başını çekmesine, en azından Van çevresini ayaklanma dışında tutmayı başarmasına rağmen ne yazık ki Bediüzzaman Hazretleri, birtakım siyasi-ideolojik hesaplarla haksız ve suçsuz yere isyanı teşvik bahanesiyle bazı şeyh ve ağalarla birlikte jandarma eşliğinde Burdur’a, oradan da Isparta’nın Barla kazasına sürgün edilmekten kurtulamamıştır.18 Haksız bir muameleye maruz bırakılıp mağdur edildiği ve vatanından nefyedildiği bir halde bile, “Aman Efendi Hazretleri bizi bırakıp gitme. Müsaade buyur sizi göndermeyelim. Her türlü hazırlığımız tamamdır.” sözleriyle yalvarıp yollara dökülen ahaliye şu son telkin ve nasihatlerle sükûnete davet etmekten geri kalmamıştır: “Hayır, ben muhafaza altında olmakla beraber gönül rızası ile gidiyorum. Türk milletinin şehametli sinesine gidiyorum. Ben bu gidişimden memnunum. Size de saadet ve selamet temenni eylerim. Fitneden sakınınız.”19

    6. Kürtçülüğü Tenkidi ve Hakkındaki Menfi İddialara Cevabı

    O günden bugüne aradan yıllar geçtiği ve hadise tüm netliğiyle vuzuha kavuştuğu halde günümüzde hâlâ bazı önyargılı çevrelerin kasıtlı gayretleri ve saptırmalarıyla “Said Nursi” ismi, Şeyh Said ve isyanı ile ilişkilendirilmeye, bilinçli bir şekilde aynı kişiymiş ya da işbirlikçiymiş gibi gösterilmeye çalışılmaktadır. Böylece Bediüzzaman da Kürtçü, ayrılıkçı bir din âlimi olarak sunularak eserleri ve hizmetleri gölgelenmek, mümtaz şahsiyeti zan ve töhmet altında bırakılmak istenmektedir.20

    Hâlbuki Üstadın hayatı boyunca Kürtçülük hareketlerinin aleyhinde olduğu, buna mani olmak için büyük bir gayret sarf ettiği, kendisine yönelik destek taleplerini daima geri çevirdiği, müspet hareket etmeyi tercih edip, bölge halkına ve ayrılıkçı gruplara karşı mütemadiyen dini-içtimai birliği koruma cihetinde nasihat, irşat ve ikazlarda bulunduğu, biraz evvelki ve daha önceki bölümlerde ortaya koyduğumuz tarihi hakikatler hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak katiyette ispat etmektedir. Batı Anadolu’ya sürgün yıllarında, 1947’de devrin yöneticilerinden, İçişleri Bakanı ve Cumhuriyet Halk Partisi Umumi Kâtibi Hilmi Uran’a yazdığı şu mektuptaki müspet ve samimi ikazları, devleti bekleyen anarşi fitnesinin zuhur etmemesi için alınacak tedbirler hakkındaki ihtarları bu konudaki gayret ve duyarlılığının bir başka çarpıcı delilidir:

    “Bin seneden beri âlem-i İslâmiyeti kahramanlığıyla memnun eden ve vahdet-i İslâmiyeyi muhafaza eden ve âlem-i beşeriyetin küfr-ü mutlaktan ve dalaletten şanlı bir surette kurtulmasına büyük bir vesile olan Türk milleti ve Türkleşmiş olanların din kardeşleri! Eğer şimdi, eski zaman gibi kahramancasına Kur’an’a ve hakaik-i imana sahip çıkmazsanız ve doğrudan doğruya hakaik-i Kur’aniye ve imaniyeyi tervice çalışmazsanız, size katiyen haber veriyorum ve kati hüccetlerle ispat ederim ki; âlem-i İslâmın muhabbet ve uhuvveti yerine, dehşetli bir nefret ve kahraman kardeşi ve kumandanı olan Türk milletine bir adavet; şimdiki âlem-i İslâmı mahve çalışan küfr-ü mutlak altındaki anarşiliğe mağlup olup, âlem-i İslâmın kal’ası ve şanlı ordusu olan bu Türk milletinin parça parça olmasına ve şark-ı şimaliden çıkan dehşetli ejderhanın istila etmesine sebebiyet vereceksiniz. Evet, hariçte iki dehşetli cereyana karşı bu kahraman millet, Kur’an kuvvetiyle dayanabilir. Yoksa küfrü mutlakı, istibdad-ı mutlakı, sefahat-i mutlakı ve ehl-i namusun servetini serserilere ibahe etmesini âlet ederek, dehşetli bir kuvvetle gelen bir cereyanı durduracak ancak İslâmiyet hakikatiyle meczolmuş, ittihat etmiş ve bütün mazideki şerefini İslâmiyet’te bulmuş olan bu milletteki din kuvveti ve iman bütünlüğüdür. Evet, bu milletin hamiyetperverleri, milliyetperverleri her şeyden evvel mümteziç, müttehit milliyetin can damarı hükmünde olan hakaik-i Kur’aniyeyi, terbiye-i medeniye yerine ikame etmek ve düstur-u hareket yapmakla o cereyan durdurur inşallah…”21

    Bediüzzaman’ın, Kürt milleti ve Kürdistan tabirini kullanarak bölücülülük yaptığı isnatları da hayatı ve eserleri tetkik edildiğinde tamamen havada kalmaktadır. “Said Nur’un yazılarından, hutbelerinden, şahsi yaşayışından anlaşılan gerçek, onun bütün hayatında tam bir Osmanlı olarak kaldığıdır.”22

    Bediüzzaman bu çirkin ithamlara, 1926-1934 arasında Barla’da kaldığı yıllarda bizzat şöyle cevap vermiştir: “Mülhit münafıkların en son ve alçakça ve vicdansızca aleyhimizde istimal ettikleri bir silah şudur ki, diyorlar: ‘Said Kürt’tür. Bir Kürdün arkasında bu kadar koşmak hamiyet-i milliyeye yakışmaz.’… Frenklik namına ve ilhad hesabına Türkçülük perdesi altında sahtekâr bir milliyetperverlik suretinde ve hodfuruşluk cihetinde bana tecavüz edenler ve Türk milletini zehirleyen mülhidler bilsinler ki, ben millet-i İslâmiye’nin en mühim ve mücahit ve muazzam bir ordusu olan Türk milletine binler Türk kadar hizmet ettiğime, binler Türk şahittir. İşte bana Kürt diyen, zahiri hamiyetperverlik gösteren sahtekârlar, bu millete ne kadar hizmet ettiklerini göstersinler…”23

    7. Bediüzzaman’dan Teşhisler ve Çözüm Önerileri

    a) İslam’a göre din-milliyet ilişkisi ve Bediüzzaman’ın dengeli yaklaşımı

    İslâm inancına göre insanlar arasındaki üstünlük ırka, soya-sopa bağlı değildir; ilim, marifet, itikat, inanç, fazilet, takva, ahlâk ve terbiye gibi ulvî meziyetler noktasındadır. Başka kavimlere düşmanlığı, horlamayı, zulmü ve tarafgirliği meşru gören ve bundan beslenen ırkçılık (asabiyet) veya menfi milliyetçilik yasaklanmıştır. İslâm’ın sosyal bağları, sevgi, kardeşlik, şefkat, merhamet ve adalet gibi değerler üzerine kurulmuştur. Dinimiz, birlik ve beraberliği emretmiş, bunu zedeleyen fiil, hareket ve düşünceleri de şiddetle yasaklamıştır.

    Bu, bir milletin, kendi milliyetine bağlılık ve alaka duymaması, vatanını ve milli-tarihi değerlerini benimsemeyip yüceltmemesi anlamına gelmez. (Hz. Peygamber, “Kişi milletini sever.” buyuruyor)24 Aynı zamanda vatan ve milletinin maddi-manevi terakkisi, refahı, kalkınması ve dünya muvazenesinde söz sahibi olması için büyük bir samimiyet ve fedakârlıkla hizmet ve gayret etmemesi anlamına da gelmez. Bilakis din, buna bir insanî vazife ve ibadet nazarıyla bakar ve muamele eder.

    Bediüzzaman’a göre bir milletin terakkisine tesir eden temel unsurlardan biri de milliyet şuurudur. Geri kalışımızın sebeplerinin başlıcası “menfaat-i şahsiyesine himmeti hasretme”dir; dolayısıyla kurtuluşumuzun da çareleri arasında “himmeti milleti olma” da yer alır. Bunun anlamı ona göre, milleti için şahsî menfaatlerinden, istirahatinden, hatta hayatından fedakârlık etmek ve kalbinde güçlü bir sevgi ve merhamet taşımaktır.

    Bediüzzaman, din ile milliyet arasındaki ilişkiyi dengeli ve sıhhatli bir biçimde ortaya koymaktadır.

    “Biz Müslümanlar indimizde ve yanımızda din ve milliyet, bizzat müttehiddir; itibarî, zahirî, ârizî bir ayrılık var. Belki din, milliyetin hayatı ve ruhudur. İkisine, birbirinden ayrı ve farklı bakıldığı zaman; hamiyet-i diniye, avam ve havassa şamil oluyor… Hamiyet-i milliye, yüzden birisine yani menfaat-i şahsiyesini millete feda edene münhasır kalır. Öyle ise hukuk-u umumiye içinde hamiyet-i diniye esas olmalı, hamiyet-i milliye ona hadim ve kuvvet ve kal’ası olmalı. Hususan, biz şarklılar, garplılar gibi değiliz. İçimizde kalplere hâkim hiss-i dinîdir. Kader-i ezelî ekser enbiyayı şarkta göndermesi işaret ediyor ki, yalnız hiss-i dinî şarkı uyandırır, terakkiye sevk eder. Asr-ı Saadet ve Tâbiîn bunun bir bürhan-ı kat’îsidir… Hamiyet-i diniye ve İslâmiyet milliyeti, Türk ve Arap içinde tamamıyla mezc olmuş ve kabil-i tefrik olamaz bir hale gelmiş. Hamiyet-i İslâmiye, en kuvvetli ve metin ve arştan gelmiş bir zincir-i nuranîdir. Kırılmaz ve kopmaz bir urvetü’l-vüskadır. Tahrip edilmez, mağlûp olmaz bir kudsî kaledir.”25

    Bediüzzaman’ın “Mektubat” isimli eserinde “Frenk illeti” dediği ırkçılığı reddetmekte İslam milliyetini ön plana çıkarmakta ve Türk Kürt kardeşliğine dikkat çekmektedir:

    “Eski zamandan beri menfi milliyet ve unsuriyetperverliğe, Avrupa’nın bir nevi Frenk illeti olduğundan, bir zehr-i katil nazarıyla bakmışım. Ve Avrupa o Frenk illetini İslâm içine atmış; ta tefrika versin, parçalasın, yutmasına hazır olsun diye düşünür. O Frenk illetine karşı eskiden beri tedaviye çalıştığımı, talebelerim ve bana temas edenler biliyorlar…”26

    Aynı hususta “Tarihçe-i Hayat” adlı eserinde de menfi milliyetçiliği ya da Türkçülüğü tenkit etmekle beraber İslamiyet’e hadim ve hami olan hakiki Müslüman Türkleri, “İslâm’ın bayraktarı kahraman millet” olarak takdir ve sena eden şu tespit ve tahlillere yer vermekten de geri kalmamıştır:

    “Ey efendiler! Ben, her şeyden evvel Müslüman’ım. Yüzde doksan dokuz menfaatli hizmetim Türklere olmuş ve en çok hayatım Türkler içinde geçmiş ve en sadık ve en halis kardeşlerim Türklerden çıkmış. Ve İslâmiyet ordularının en kahramanı Türkler olduğundan, meslek-i Kur’aniyem cihetiyle her milletten ziyade Türkleri sevmek ve taraftar olmak kudsi hizmetimin muktezası olduğundan; bana Kürt diyen ve kendini milliyetperver gösteren adamların bini kadar Türk milletine hizmet ettiğimi, hakiki ve civanmert bin Türk gençlerini işhad edebilirim… Sonra ben cemiyetin iman selâmeti yolunda ahretimi feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmi beş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun.”27

    b) İdeal barış ve birlik projesi: Din bağı ve din kardeşliği

    Doğu insanının yaratılış gereği dini değerlerine sadık, İslam’a ve Kuran’a gönülden bağlı, ruhunda din duygusunun hâkim olduğu inkâr edilemez bir gerçektir. Bin yıldır Türklerle Kürtleri bir arada tutan, onları et ve tırnak gibi birleştiren en önemli bağ, din ve din kardeşliğidir. Bu bağ ve kardeşliğin güçlü olduğu zamanlarda ciddi bir problem yaşanmadığına göre, hastalığın çaresi de kendi içinde saklıdır: Din kardeşliğini, dini bağları ve sevgiyi yeniden güçlendirmek.

    Bediüzzaman Said Nursi “İçtimai Reçeteler” başlığını taşıyan eserinde “Türkler bizim aklımız biz de onların kuvvetiyiz.” diyerek iki din kardeşi topluluğu yüzyıllardır olduğu gibi yine İslamiyet ortak paydasında ittihat, ittifak ve uhuvvet bağlarını güçlendirip kader ve menfaat birliği etmekten başka çareleri olmadığına şöyle isabetle temas etmiştir:

    “Altı yüz seneden beri bayrak-ı tevhidi umum âleme karşı ilan eden ve istibdada şiddet-i itaat ve terk-i adat-ı milliye ile ihtiyarlanan bizim şanlı Türk pederlerimize kuvvet ve cesaretimizi peşkeş ve hediye edelim. Ona bedel, onların akli ve marifetinden istifade edeceğiz. Ve asaletimizi de göstereceğiz. Mahasıl: Türkler bizim aklımız, biz de onların kuvveti. Mecmuumuz bir iyi insan oluruz. Hodserane yapmayacağız. Bu azmimizle başka unsurlara ders-i ibret vereceğiz. İyi evlad böyle olur… Elhasıl: İttifakta kuvvet var. İttihadda hayat var. Uhuvvette saadet var. İtaat-i hükümette selamet var. Hablü’l-metin-i ittihada ve şerit-i muhabbete sarılmak zaruridir.”28

    Mezkûr hakikati ehli insaf, izan ve vicdan sahibi pek çok âlim, mütefekkir, müellif ve yüksek zevat gibi Kazım Karabekir Paşa da tasdik etmiştir: “Kürtleri bize bağlayan yegâne rabıta dini kuvvettir.” Aynı hususa mütareke döneminin önde gelen Kürt aydınlarından Şükrü Sekban da büyük bir isabetle dikkat çekmiştir: “Türkler ve Kürtler, din birliğinin de yardımı ile örf ve âdetlerin mezcedilmesi, birbirleri arasındaki iktisadî tesanüt, idarî ve adlî müesseselerin aynı oluşu, onları bir kalıpta öylesine şekillendirmiştir ki bazen birini diğerinden ayırt etmek güç olur. Osmanlı hanedanının saltanatı altındaki halklarımız, nesilden nesile aynı gelenekler altında yaşamış, aynı saadet ve bedbahtlık devrelerini geçirmiş, aynı sevinç ve müşterek dertlere maruz kalmış, bilhassa aynı müşterek kültürün tesirini hissetmişlerdir… Hakikatte, “Kürt-Türk”, birer isimden başka bir şey ifade etmezler.”29

    Bunun önünü açmak ve zeminini güçlendirmek için de devletin ve onun güdümündeki seçkinci ve zinde bürokrat ve aydın-entelektüel kesimin katı, bağnaz, dini ve dindarları ötekileştiren, onlarla çatışan, onları devlet ve rejim açısından potansiyel tehlike olarak gören “jakoben laiklikten” ve “histerik irtica saplantısından” kendisini azat edip şifa bulması lazımdır.

    Dindar olan bölge halkının devlet ile olan bağlarının yeniden güçlenmesi, bölücü ve ayrılıkçı hareketlerin geride bıraktığı menfi hadiselerin tesir ve kalıntılarının bertaraf edilebilmesi için bin yıldır geçerli olan manevi bağların ve dini değerlerin tekrar tamir edilip sağlamlaştırılması hayati öneme sahiptir. Çünkü Bediüzzaman Hazretlerinin veciz ifadeleriyle; “Hiss-i dinî, bahusus din-i hakk-ı fıtrinin sözü daha nafiz, hükmü daha âli, tesiri daha şedittir.” “Şarkta herhalde; millet, vatan maslahatı namına ulum-i diniye esas olmalıdır. Yoksa Türk olmayan Müslümanlar, Türk’e hakiki kardeşliğini hissetmeyecek.” “Asya akvamını (milletlerini) intibaha (uyanışa) getirecek, terakki ettirecek (kalkındıracak), idare ettirecek; din ve kalptir.” “Şark’ın terakkiyatı dinle kaimdir.”

    Aksi takdirde yıllardır bu boşluğu ve zafiyeti kullanan bölücü unsurlara ve şer mihraklara Türkiye ve bölge insanları üzerinde benzer anarşi ve terör oyunlarını tekrar tekrar oynama fırsat ve imkânını kendi ellerimizle vermiş olmaktan kurtulamayız. Kürtçü, ırkçı ya da bölücü-ayrılıkçı hareketlerin en büyük panzehirinin “din ve manevi değerler” olduğunun şuuruna, yaşanan bunca dramatik hadiseden sonra artık varmış, kıssadan hissemizi almış olmamız gerekir.30

    c) Terör, anarşi ve ırkçılığın panzehiri: Din ve manevi hasletler

    Üstad Bediüzzaman 19 Ocak 1923’te Ankara’da neşrettiği on maddelik bir beyannamede Doğu meselesinin ve anarşi belasının izalesinin reçetesini şöyle ortaya koymuştur: “Enbiyanın ekseri Şarkta ve hükemanın ağlebi Garbda gelmesi kader-i ezelinin bir remzidir ki: Şarkı ayağa kaldıracak din ve kalbtir. Akıl ve felsefe değildir. Madem Şarkı intibaha getirdiniz, fıtratına muvafık bir cereyan veriniz.”31 Bu cereyanın özünde din hissi vardır. Yöre halkı kendileri dindar olmasa bile yöneticilerinin dindar olmalarını arzu etmektedirler. “Ey bedbaht hamiyetfürûş! Dikkat et; bu milletin bazılarının din ile bağlandıkları rabıtalar kopmasın.”32 diyerek dinin toplum hayatındaki rolüne dikkat çeken Bediüzzaman, dinden uzaklaşmanın anarşistliği doğuracağına işaret eder ve İslam kardeşliğini önerir.33

    Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin yukarıda temas ettiğimiz nurlu tespit ve tahlillerini, Atatürk Dil ve Tarih Yüksek Kurulunun 1977 yılında hazırladığı “Doğu Raporu” da bir bakıma doğrulamış ve tasdiklemiştir: “İslâm’ın getirdiği birlik, beraberlik ve kardeşlik fikri işlenebilir. Biz ne kadar bazı vatandaşlarımızı Türk kabul etsek de, onlar kendilerini böyle görmüyorlar. O zaman Müslümanlık fikrinden hareket edebiliriz. Bunun laikliğe aykırı bir tarafı da yoktur.”34

    d) En büyük düşman cehalet illeti ve çaresi

    Üstad Bediüzzaman, daha önceki kısımlarda da işaret ettiğimiz gibi Doğu’nun geri kalmasının, anarşinin ve hâsılı bütün kötülüklerin en köklü sebeplerinden biri olarak, “en büyük düşman” ifadesiyle tavsif ettiği “cehalet illeti”ne dikkat çekmiştir. Bugüne kadar bölücü örgütün ve diğer ayrılıkçı grupların en fazla başvurdukları unsurun, bölge halkının cehaletini kullanması, Bediüzzaman’ı haklı çıkarmaya yetmiştir.

    Üstad Bediüzzaman, bu cehalet illetinin köklü tedavisinin de maariften geçtiğinin ve bu alandaki tedbir ve iyileştirmelere ağırlık verilmesi gerektiğinin, II. Meşrutiyet’ten itibaren ısrarla ve büyük bir ciddiyetle üzerinde durmuş, devrin üst düzey yöneticilerini uyarıp, “Medresetüzzehra” projesini çözüm olarak sunmuştur.

    Bu noktada, mevcut eğitim sisteminin ve bunun ürettiği politikaların bugüne uzanan çizgide ihtiyaçlara cevap verememesi sonucunda ıslah edilemeyen bir terör ve anarşi bataklığının ortaya çıkması ve bu bataklıktan toplumun birlik, beraberlik ve huzuruna kasteden, zakkum çiçeğini andıran binlerce mürted anarşist ve teröristin bitmesi, Bediüzzaman’ın tespit, teşhis ve tasarısında ne kadar haklı olduğunu onlarca yıldır defaaten ispatlamıştır.

    Daha 1911 yılında Şam’daki Emevi Camiindeki meşhur hutbesinde bu tehlikeye şöyle dikkat çekmişti: “Kalbin sadefinde din-i hakkın cevheri bulunmazsa, beşerin başında maddî ve manevî kıyametler kopacak ve hayvanatın en bedbahtı, en perişanı olacak.”35

    Said Nursî’nin Medresetüzzehra projenin çıkış noktası, ilham kaynağı, cehalet hastalığı ve imansızlık illetinin tedavisi için yazdığı reçetenin özü veya anahtar cümleleri şunlardır:

    “Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı marifet, sanat, ittifak silahıyla cihad edeceğiz.”36 “Mariz bir asrın, hasta bir unsurun, alil bir uzvun reçetesi; ittiba-i Kur’an’dır.” “Azametli bahtsız bir kıtanın, şanlı talisiz bir devletin, değerli sahipsiz bir kavmin reçetesi ittihad-ı İslâm’dır.”37 “Şimdi bu zamanda en büyük tehlike olan zındıka ve dinsizlik ve anarşilik ve maddiyunluğa karşı yalnız ve yalnız tek çare var: O da Kur’an’ın hakikatlerine sarılmaktır.”38

    e) Diğer tedbirler ve çözüm önerileri

    Buraya kadar zikrettiğimiz teşhis ve tedavi yolları dışında Bediüzzaman Said Nursi, eserlerinde anarşinin tüm sebep, sonuç ve tahribatlarının külliyen ortadan kaldırılabilmesi için şu reçeteleri de ortaya koymuştur:

    * Bediüzzaman’a göre millet ve vatanın, hayat-ı içtimaiyenin siyasi anarşilikten kurtulmak ve büyük tehlikelerden halas olmak için beş esas lazım ve zaruridir: Birincisi: Merhamet. İkincisi: Hürmet. Üçüncüsü: Emniyet. Dördüncüsü: Haram ve helâli bilip haramdan çekilmek. Beşincisi: Serseriliği bırakıp itaat etmektir. İşte Risale-i Nur, hayat-ı içtimaiyeye baktığı vakit bu beş esası temin edip, asayişin temel taşını tespit ve temin eder.39

    * Bediüzzaman, milli birliği sağlayacak çarelerden biri olarak fertlere kanunların tarafsız uygulanması gerektiğini, hiç kimseye imtiyazlı muamele yapılmaması icap ettiğini söyler: “Bir maden-i hayat-ı içtimaiyemiz olan ittihad-ı millet ref-i imtiyazdan (imtiyazın kaldırılmasından) başka ne ile olur?… Bence kuvvet kanunda olmalı. Yoksa istibdat münkasim (bölünmüş) olmuş olur. Ve komitecilikle tam şiddetlenir.”40

    * Said Nursî, bir kısım ihtilafların çözümü için ekseriyete uymayı tavsiye eder. Bilhassa siyasî ve fikrî ihtilaflarda ekseriyetin toplandığı tarafın kabul edilmesi gerektiğini belirtir. Bu aslında Hz. Peygamberin tavsiye ve irşatlarına da muvafıktır. Ancak hadislerde, ümmetin batıl üzerinde ittifak edemeyeceği de beyan edilir.41

    * İhtilafın giderilmesinde Bediüzzaman Hazretlerinin teklif ettiği mühim düsturlardan biri de muhabbeti esas almaktır. “Biz muhabbet kahramanlarıyız, husumete vaktimiz yoktur.” kaidesinden hareketle eserlerinde hep muhabbeti işler.42

    * Üstad Bediüzzaman korku, zorlama ve şiddet ile birlik ve dayanışmanın sağlanamayacağı kanaatindedir. “Maddi tazyikler, ehl-i meslek ve fikre galebe etmediği gibi daha ziyade nifak ve tefrika vermez mi?” der. Medeni olan günümüz insanlarına anlayış ve mülâyemetle yaklaşıp, onları ikna yoluyla kazanmak gerektiğini söyler:

    “Husumet ve adavetin vakti bitti. İki harb-i umumî, adavetin ne kadar fena ve tahrib edici ve dehşetli zulüm olduğunu gösterdi, içinde hiçbir fayda olmadığı tezahür etti. Öyle ise düşmanlarımızın seyyiatı -tecavüz olmamak şartıyla- adavetimizi celbetmesin. Cehennem ve azab-ı ilâhî kâfidir onlara.”43

    * Bediüzzaman, Müslüman Kürtlerin etnik köken, dil ve kültürlerini yok saymayı, görmezden gelmeyi, daha da öteye gidip tahrip etmeyi, müdahale etmeyi veya yok edip “Türkleştirmeye” çalışmayı büyük bir zulüm, “vahşi bir usul” olarak addeder:

    “Eğer milyonlarla efradı bulunan ve binler seneden beri milliyetini ve lisanını unutmayan ve Türklerin hakikî bir vatandaşı ve eskiden beri cihad arkadaşı olan Kürtlerin milliyetini kaldırıp onların dilini onlara unutturduktan sonra, belki, bizim gibi ayrı unsurdan sayılanlara teklifiniz, bir nevi usul-ü vahşiyâne olur. Yoksa sırf keyfîdir. Eşhâsın keyfine tebaiyet edilmez ve etmeyiz!”44

    * Bediüzzaman Hazretlerinin dikkat çektiği tehlikelerden biri de milletin birlik ve kardeşlik duygularını tehdit ve tahrif eden partizanlık ve tarafgirlik cereyanıdır. Beşerin selamet, adalet ve umumi sulhunu mahveden ve bir zulüm aracı haline gelen bu tehlikeye karşı Bediüzzaman “Birinin hatasıyla başkası mesul tutulamaz.” mealindeki hükme sarılmayı tavsiye eder:

    “Bir taifeden, bir cereyandan, bir aşiretten bir ferdin hatasıyla o taifenin, o cereyanın, o aşiretin bütün fertleri mahkûm ve düşman ve mesul tevehhüm ediliyor. Bir hata, binler hata hükmüne geçiriliyor. İttifak ve ittihadın temel taşı olan kardeşlik ve vatandaşlık, muhabbet ve uhuvveti zir ü zeber ediyor… Birisinin hatasıyla başkası mesul olamaz. Kardeşi de olsa, aşireti ve taifesi de olsa, partisi de olsa o cinayete şerik sayılmaz.”45

    “Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez.” (Fatır Suresi, 18) Yani, ”Birisinin hatasıyla başkası veya akrabası hatakâr olmaz; cezaya müstahak olmaz.”… Bir masumun hakkı, yüz cani için feda edilmez; onların yüzünden ona zulmedilmez. Şimdiki vaziyet, yüz masumu birkaç cani için zararlara sokar.”46

    Sonuç

    Terörü bitirmek için mühim mesafeler kat edildiği, meseleye köklü çareler getirmek için devlet ve sivil toplum kuruluşları aracılığıyla göz ardı edilemeyecek adımlar atıldığı ve toplumdaki çözüm beklentileri ve umutlarının doruğa ulaştığı içinde bulunduğumuz zaman dilimini mezkûr meselenin çözümünde fırsat telakki etmek Türkiye’nin geleceği ve selameti açısından hayatî bir ehemmiyet arz etmektedir. Meselenin çözümü noktasında atılacak en hayati adım, Bediüzzaman Said Nursi’nin burada zikrini ettiğimiz teklif ve tavsiyeleri muvacehesinde Türkler ve Kürtlerin yüzyıllardır olduğu gibi kardeşlik, ittifak, muhabbet ve uhuvvetini kuvvetlendirecek yegâne birlik noktaları olan din, vatan, tarih, mefkûre, kader ve menfaat birlikteliklerini yeniden canlandırıp tahkim etmektir.

    Osmanlı tecrübesi/birikimi ve uygulaması, meselenin çözümünde mutlaka dikkate alınmalı ve üzerinde ciddiyetle durularak istifade edilmelidir. Türkler ve Kürtlerin Osmanlı zamanında asırlar boyunca nasıl birlik, beraberlik, kardeşlik ve dayanışma içerisinde kader, kıvanç, keder, mefkûre ve inanç birlikteliği içerisinde “müşterek yaşadıkları” çok iyi incelenmeli ve çözümlemeler yapılmalıdır. Bu anlamda Osmanlı’nın sergilediği anlayış ve pratik gereğince, hiçbir etnik-dini-kültürel unsur öne çıkarılmadan devletin, kendisine vatandaşlık bağı ile bağlı bütün topluluklara eşit mesafede yaklaşması ve adil davranması gerekir. “Türkiye vatandaşı”, “Türkiyelilik” ve “Türk Milleti” gibi kavramlar ve tanımlamalar üzerinde durarak ve bunları güçlendirerek toplumsal birlik, kardeşlik, vatana ve devlete bağlılık bu yolla sağlanmalı ve pekiştirilmelidir.

    Bu noktada onlarca yıldır yaşanan elim terör hadiselerinden bölgeyi ve bölgedeki masum Kürt halkını sorumlu tutmak, terörist ile bölge insanını aynı kefeye koymak ve Kürt kardeşlerimizi bölücü, ayrılıkçı ve yıkıcı eylem ve niyetlerin içinde ve merkezinde görmek, Türkler ile Kürtlerin barış, kardeşlik, birlik ve beraberliğine hizmet etmeyecek, aksine bölücü ve ayrılıkçı kesimlerin ve terör gruplarının amacına hizmet edecektir.

    Halkın teröre karşı bilinçlenmesi, irşat ve ikaz edilmesi konularında ülkemizin muteber manevi önderlerinin nüfuz ve itibarından, samimi gayret, hizmet, fikir ve eserlerinden istifade edilmelidir. Terörü de aşan tüm meselelerimizin köklü hal çaresi, evvela sözünü ede geldiğimiz madde-mana dengesinin titizlikle gözetildiği eğitim anlayışı ve metodunun kâmil manada hayata geçirilmesiyle ancak mümkün olabilir. Kaynakların bir kısmı terörün maddi boyutunu yok etmek için güvenlik tedbirlerine harcanırken, bir kısmını da mana boyutunu kökten kurutacak ideal evsaflara sahip inançlı ve idealist nesiller (nesl-i cedid) yetiştirmek için eğitim hizmetlerine en azından aynı oranda sarf edilmelidir. Bediüzzaman’ın ifade ettiği gibi bu dinamik ve heyecanlı altın neslin himmetlerinin pervaz etmesiyle ülkemiz aydınlık yarınları yakalayacaktır. Ona göre bilgisizliğin ve inançsızlığın zehirli bir meyvesi olan maneviyatsızlık, terör ve anarşi gibi meseleleri tamamen bertaraf edecek, maddi-manevi, sosyal-kültürel kalkınmayı sağlayacak en müessir çare, “marifet ve maarif” alanında alınacak tedbir ve ıslahatlardır.

    Terör kâbusundan ebediyen kurtulmak istiyorsak bölgede geniş ölçekli bir kültürel-manevi kalkınma seferberliğine bir an evvel girişmemiz zarurettir. Çözüme yönelik ciddi ve kalıcı çalışmalar yapılır, bölgenin ihtiyaçlarına cevap verecek gerçekçi ve çağdaş bir eğitim anlayışına ve uygulamasına ağırlık verilir, dini konularda gerekli programlar yapılır, halkın kalbi kazanılır, şefkatle yaklaşılırsa; teröre ve terörün istismarına meydan kalmayacaktır. Bunun için de samimiyet, azim, ciddiyet ve kararlılık çok önemlidir.

    Bediüzzaman’ın da ehemmiyetle vurguladığı üzere ortak dinî-tarihî tecrübe, müşterek vatan-coğrafya ve ortak gelecek tasavvuru, ilişkilerin uzun vadede sağlıklı ve yapıcı olması için en önemli zemindir. Bu zemini büyük güç oyunlarına, küçük siyasî hesaplara kurban etmemek, hepimizin ahlakî sorumluluğudur. Siyasî meseleleri çözmek için, siyasetin ötesinde referanslara ihtiyacımız vardır. Çıkar değil, “değer” merkezli bir bölge siyaseti, meselelerin uzun vadede çözümü için elzemdir. Türkiye kendi içindeki Kürt meselesini çözebildiği ölçüde Kürtlerle sağlıklı ilişkiler geliştirecektir. Kürt meselesini bölgesel ve uluslararası bir problem olmaktan çıkarmak için Türk’ü ve Kürt’ü ile topyekûn bütün Türkiye elini taşın altına koymalı ve cesur, samimi, özgürlükçü ve kararlı bir siyasî ve toplumsal irade göstermek zorundadır.

    Doğu ve Güneydoğuda yaşayan Kürt vatandaşların ve sivil toplum kuruluşlarının, barış ve çözüm çabalarına herkesten ziyade katkıda bulunmaları gerekmektedir. Çünkü barış, huzur ve refaha herkesten daha fazla onların ihtiyacı vardır. Uzun yıllar boyunca terör tazyiki ve olağanüstü yönetim cenderesinde türlü zorluk, baskı ve sıkıntılarla cebelleşenler ve etraflarını kuşatan çatışma ve şiddet sarmalından kurtulup hayatlarını sürdürmek mecburiyetinde kalanlar onlar olmuştur. Terör, çatışma, şiddet ve çözümsüzlüğün devam ettiği bir ortam, terörden nemalanıp rant devşiren iç ve dış terör tüccarlarının ve karanlık odakların/şebekelerin ekmeğine yağ sürmekten başka bir işe yaramayacağı artık yaşanan acı ve kanlı tecrübelerden sonra iyice anlaşılmış olması gerekir.

    Korku, baskı, şüphe, gerginlik, şiddet, düşmanlık, terör ve güvenlik ekseninde kurgulanan “Kürt algısı” ve politikalar, aynı beşerî ve kültürel coğrafyayı paylaşan insanları kalben ve zihnen birbirinden uzaklaştırmıştır. Toplumun ve yönetici tabakanın bir kısmına sirayet etmiş bu müzmin algı ve açmaz, Türkiye’nin Kürt meselesinin üstesinden gelmesinin önündeki en büyük engellerdendir. Kendi dindaşını, tarihdaşını ve vatandaşını “ötekileştirme” yaklaşımını artık geride bırakmak zorundayız. Bugüne kadar Kürt meselesi, Türkiye’ye hâkim olan tek kültürlü ulus devlet anlayışına dayalı dar milliyetçi açıdan, hep “millî güvenlik endişesi”ne ve “terörle mücadele pratiğine” dayalı bir muameleye maruz kalmıştır. Türkiye’nin, vatandaşlık, dil, yerel yönetim gibi alanlarda yapacağı anayasal reformların oluşturacağı çok kültürlü demokratik hukuk devleti süreci Kürt meselesinin çözümünde büyük rol oynayacaktır. Barış ve güvenliğin inşası için öncelikle Türkler ile Kürtler arasındaki özgüvenin tamir edilip daha da tahkim edilmesi gerekir.

    Son tahlilde demokratikleşme sürecini tamamlamış; insan hak ve hürriyetlerinde, din ve vicdan özgürlüklerinde dini, tarihi ve çağdaş-evrensel standartları yakalamış; toplumsal barışı sağlayıp tüm toplum kesimlerini hiçbir ayrım gözetmeksizin kucaklamış; milletlerarası alanda söz sahibi ve denge unsuru olmuş; kendi öz değerleriyle barışıp onlarla kuşanmış; potansiyel güç kaynaklarını keşfetmiş; ilmi, sinai ve teknolojik rönesansını gerçekleştirmiş ve nihayet ideal gelişmişlik düzeyine ulaşmış güçlü, müreffeh, saygın ve demokratik bir “Büyük Türkiye” her türlü sıkıntıyı ve problemi aşmaya muktedir olacaktır. Terörün insani ve ekonomik kayıplarını da içinde barındıran müzmin Kürt meselesi çözüldüğünde, Türkiye’nin elini ayağını bağlayan ve ufkunu karartan çok önemli bir engel ortadan kalkacak ve işte o zaman Türkiye başka bir Türkiye olacaktır.

    Bediüzzaman’ın şu sözleri Türkiye’nin bu meseleyi aşarak aydınlık yarınlara ulaşacağı noktasında en büyük ümit ve teselli kaynağımızdır: “Rahmet-i İlâhiye’den ümit kesilmez. Çünkü Cenab-ı Hak, bin seneden beri Kuran’ın hizmetinde istihdam ettiği (kullandığı, görevlendirdiği) ve ona bayraktar tayin ettiği bu vatandaşların muhteşem ordusunu ve muazzam cemaatini, muvakkat (geçici) arızalarla inşallah perişan etmez. Yine o nuru ışıklandırır ve vazifesini idame (devam) ettirir.”47 “Ümitvar olunuz! Şu istikbal-i inkılâbatı (gelecekteki yenilikler, değişimler) içinde en yüksek gür seda İslam’ın sedası olacaktır!”48

    Öz

    Ülkemizin Doğu ve Güneydoğu Anadolu’su ile Kuzey Irak bölgesi, yüz yılı aşkın bir süredir, Batılı devletlerin emperyalist çıkar ve ihtiraslarının odağı haline getirilmek istenmektedir. Sömürgeci devletler, buralarda kalıcı bir tutunma noktası arayarak uzun vadeli bir emperyalist düzen kurmak amacını gütmüşlerdir. Bu maksatla ortaya attıkları meselelerden biri de “Kürt Meselesi”dir. Meselenin çözümü noktasında atılacak en hayati adım, Bediüzzaman Said Nursi’nin tavsiyelerinde mevcuttur. Buna göre; Türkler ve Kürtlerin yüzyıllardır olduğu gibi kardeşlik, ittifak, muhabbet ve uhuvvetini kuvvetlendirecek yegâne birlik noktaları olan din, vatan, tarih, mefkûre, kader ve menfaat birlikteliklerini yeniden canlandırıp tahkim etmek sorunu kökünden halledecektir. Bu çalışmada Bediüzzaman’ın fikirleri eşliğinde, Kürt Meselesi’ne dair teşhis ve çözümler dile getirilmektedir.

    Anahtar Kelimeler: Kürt Meselesi, ittifak, muhabbet, uhuvvet, Medresetüzzehra, cehalet, Kürtçülük, milliyet, din

    Abstract

    Our country’s East and Southeast Anatolian regions and North Iraqi region have been tried to be made focus of Western states’ imperialist interests and ambitions. Imperialist states aimed at building a long term imperialist order by looking for a permanent holding point. One of the issues raised for this purpose is “Kurdish Issue”. The most vital step to be taken in solution of the problem is available in Bediüzzaman Said Nursi’s works. Accordingly, unity of religion, land, history, ideal, fate and interest to strengthen fraternity, solidarity, peace and cooperation between Turkish and Kurdish people will deeply solve the problem. In this study, analyses and solutions on Kurdish Issue are revealed with the ideas of Bediüzzaman.

    Keywords: Kurdish issue, solidarity, peace, cooperation, Medresetüzzehra, ignorance, Kurdism, nationality, religion

    Dipnotlar:

    1. Said Nursi, İçtimai Reçeteler, İstanbul, 1990, Tenvir Neşr., s. 53; Münazarat, İstanbul, 1998, Yeni Asya Neşr., s. 72, 150-151 vd; Hutbe-i Şamiye, İstanbul, 1960, s. 23; Divan-ı Harbi Örfi, İstanbul, 1978, s. 25; Necmeddin Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi, İstanbul, 1991, s. 88-107; İbrahim Canan, Bediüzzaman’dan Çözümler, İstanbul, 1994, s. 46-75; Zekeriya Yıldız, Kürt Gerçeği, İstanbul, 1992, s. 108-125.

    2. Abdülkadir Badıllı, Mufassal Tarihçe-i Hayat, C. 1, İstanbul, 1990, s. 184; Nursi, Münazarat, s. 150-151; Kastamonu Lahikası, İstanbul, 1959, s. 47; Şahiner, a.g.e., s. 155-161.

    3. Sadık Albayrak, Siyasi Boyutlarıyla Türkiye’de İslâmiyet’in Doğuşu, İstanbul, 1989, s. 352-353; Zekeriye Yıldız, a.g.e., s. 209-210.

    4. Nak. Yaşar Kalafat, Şark Meselesi Işığında Şeyh Sait Olayı, Ankara, 1992, s. 295.

    5. Şahiner, Son Şahitler 3, İstanbul, 1986, s. 286-287; Zekeriya Yıldız, a.g.e., s. 210-211; Dava Dergisi, Nisan-Mayıs 1991, Sayı: 1, s. 6.

    6. Mülâkat, Nurculuk Hakkında, İstanbul, 1976, Yeni Asya Yay., s. 38; Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman, s. 228-229; Zekeriya Yıldız, a.g.e., s. 180; Kalafat, a.g.e., s. 294, 298-300.

    7. Şahiner, a.g.e., s. 227-228.

    8. Mehmet Süleyman Teymuroğlu, “Muhterem Said Nursi’nin Doldurduğu Boşluk”, Hilal Dergisi, Sayı: 13, Şubat 1969; Nursi, Tarihçe-i Hayat, s. 131; Şahiner, a.g.e., s. 252-253.

    9. Zabıt Ceridesi, C. 24, s. 457; Nursi, Tarihçe-i Hayat, s. 125-127.

    10. Şahiner, a.g.e., s. 262.

    11. İhsan Işık, Bediüzzaman Said Nursi ve Nurculuk, İstanbul, 1990, s. 22; Nursi, Tarihçe-i Hayat, s. 139.

    12. Nursi, Lem’alar, İstanbul, 1990, s. 177.

    13. Şahiner, age, s. 264-265.

    14. Mehmet Kırkıncı, Bediüzzaman’ı Nasıl Tanıdım, İstanbul, 1990, s. 45.

    15. Nursi, Şualar, s. 324; Şahiner, a.g.e., s. 268-269.

    16. Nursi, Asa-yı Mûsa, s. 250; Beyanat ve Tenvirler, s. 137; Şahiner, a.g.e., s. 269-270.

    17. Şahiner, a.g.e., s. 270-272.

    18. Şahiner, a.g.e., s. 272-281.

    19. Nursi, Tarihçe-i Hayat, s. 135-136; Şahiner, a.g.e., s. 273; Bekir Berk, Olayları ve Tehlikenin Kaynağı, İstanbul, 1991, s. 45.

    20. Bkz. Kalafat, a.g.e., s. 289-301.

    21. Nursi, Emirdağ Lâhikası, s. 217.

    22. Berk, İthamları Reddiyorum, İstanbul, 1972, s. 16-17; Zekeriya Yıldız, a.g.e., s. 186-187; Kalafat, a.g.e., s. 292-294, 298-299.

    23. Nursi, Barla Lahikası, s. 149-150; Şahiner, Nurs Yolu, İstanbul, 1977, s. 153-154.

    24. Hâkim, Müstedrek, c.3, s. 131.

    25. Sungur, a.g.e., s. 208-229, 246-249; Badıllı, İslâm Kardeşliği İçinde Türk-Kürt İlişkisi, İstanbul, 1993, s. 28 vd; Canan, a.g.e., s. 120-122; Nursi, Hutbe-i Şâmiye, s. 58-59; Münazarat, s. 100-101; Tarihçe-i Hayat, s. 100.26. Nursi, Mektubat, İstanbul, 1992, s. 64-64, 322-324, 419-420. Ayrıca bkz. Mustafa Sungur, Anarşi Sebep ve Çareleri, İstanbul, 1981, s. 208-229.

    27. Nursi, Tarihçe-i Hayat, s. 202-203, 215-218; Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla, s. 376-377.

    28. Nursi, İçtimai Reçeteler, s. 256.

    29. Kazım Karabekir, Kürt Meselesi, Yayına Haz: Faruk Özerengin, İstanbul, 1994, s. 21; M. Şükrü Sekban, Kürt Meselesi, İstanbul, 1979, s. 28.

    30. Nursi, Hutbe-i Şâmiye, s. 8; Emirdağ Lahikası, s. 403; Mektubat, s. 325; Tarihçe-i Hayat, s. 143; Berk, a.g.e., s. 11-14, 18; Sungur, a.g.e., s. 228-229.

    31. Nursi, Tarihçe-i Hayat, s. 125-127; Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman, s. 256.

    32. Mesnev-i Nuriye, s. 145.

    33. Nursi, Hizmet Rehberi, s. 211.

    34. Nak. Zekeriya Yıldız, a.g.e., s. 344.

    35. Nursi, Hutbe-i Şâmiye, s. 21. Ayrıca bkz. Berk, Doğu Olayları ve Tehlikenin Kaynağı, s. 12-13.

    36. Nursi, Divan-ı Harb-i Örfî, s. 14.

    37. Nursi, Mektubat, s. 468.

    38. Nursi, Emirdağ Lahikası II, s. 56.

    39. Nursi, Kastamonu Lahikası, İstanbul, 1988, s. 241.

    40. Nursi, Divan-ı Harbi Örfi, s. 41.

    41. Nursi, Hutbe-i Şâmiye, s. 124.

    42. Nursi, Divan-ı Harbi Örfi, s. 57.

    43. Nursi, Divan-ı Harbi Örfi, s. 41; Hutbe-i Şâmiye, s. 52.

    44. Nursi, Mektubat, s. 417.

    45. Nursi, Emirdağ Lahikası II, s. 81-83, 131-133, 142-144.

    46. Nursi, Hizmet Rehberi, s. 188. Bu kısımdaki diğer tedbirler ve çözüm önerileri için ayrıca bkz. ; Sungur, a.g.e., s. 169-171, 268-275, 316-318; Canan, Bediüzzaman’dan Çözümler, s. 147-149.

    47. Nursi, Mektubat, s. 327.

    48. Nursi, Tarihçe-i Hayat, s. 133. Bu makalenin konusu ve genel anlamda Kürt Meselesi’nin tarihçesi, safhaları ve günümüzdeki yansımaları hakkında teferruatlı bilgi için bkz. İsmail Çolak, Kürt Meselesi’nin Açılımı & Said Nursi’den Teşhis ve Çözümler, İstanbul, 2009, Nesil Yayınları.