Köprü Anasayfa

Said Nursi’nin Demokratik Toplum Tasavvuru

"Yaz 2010" 111. Sayı

  • Kürt Sorununa Demokratik Açılım

    Democratic Initiative in Kurdish Issue

    Hazırlayan: Risale-i Nur Enstitüsü

    Çalışmanın Konusu ve Amacı

    Ülkemizin Doğu ve Güneydoğu’sunda gün geçmiyor ki bir çatışma olmasın, bir ölüm haberi gelmesin. 1980’li yıllardan bu yana varlığını derinden hissettiren bu terör olgusu, alınan çeşitli önlemlere ve verilen mücadeleye rağmen bir türlü ortadan kaldırılamadı. Bu olgu, bir yandan sürekli teyakkuzda durması gereken bir askeri varlığın külfetini insanların omuzlarına yüklerken, diğer yandan da toplumun sosyal ve ekonomik durumunu gün geçtikçe daha da kötüleştirdi. Bu durum da bölgenin diğer sorunlarının görünür hale gelmesine neden oldu.

    İhmal edilmemesi gereken bir nokta, Doğu’da terör olaylarını besleyen sorunların sadece Doğu ve Güneydoğu’ya has sorunlar olmadığı gerçeğidir. Türkiye’nin genelinde var olan demokratikleşme sorunu, bölgede daha da yoğunlaşarak kanayan bir yara haline gelmiştir. Yani sorunun temelindeki nedenlerin pek çoğu bölgesel değil, ulusal niteliktedir. Sorunun bu özelliği, yapılacak reformların ulusal boyutlarının da bulunduğu gerçeğini ortaya çıkarmaktadır.

    Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu’sundaki terör konusunu anlayabilmek için, görünen karışıklıkların ardındaki sorunları doğru bir şekilde analiz etmek gerekmektedir. Bu analizi yapabilmek için karşımıza çıkabilecek engeller vardır. Bu engelleri aşmadan sorunu çözme yoluna gitmek beyhude çabalardan öteye gidemeyecektir.

    Bu engellerin en önemlilerinden birisi, ulus devlet paronoyalarının ortaya çıkardığı uygulamalardır. Hala ulus devlet paronoyaları ile meşgul olarak, tek tip insan, tek ideoloji, tek yaşama biçimi gibi antidemokratik dayatmaları sürdürürsek bu konuda ilerleme kaydetmek mümkün değildir.

    İkinci engel ise, devletin dine yaklaşımıdır. Sorunu çözebilmek için toplumun inançlarını bir veri olarak kabul edip, ona göre çözüm yolları aramak gerekir. Toplumun inançlarını yok sayarak sorunları çözmeye çalışmak, yine beyhude bir çaba olmanın ötesine gidemez.

    Bu noktada, bu iki temel engelle hayatı boyunca mücadele eden Bediüzzaman Said Nursi’nin görüşleri özel bir önem arz etmektedir. Bediüzzaman (1878-1960) hayatının büyük kısmında yaşadığı toprakların sorunlarının nasıl çözülebileceği üzerinde durmuştur. Osmanlı döneminde padişahlara, cumhuriyet döneminde de cumhuriyet hükümetlerine, bölgenin sorunlarını yazarak sorunların nasıl çözüleceğine dair fikirler ileri sürmüştür. Özetle, “Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ve ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı marifet, sanat ve ittihad silahıyla mücadele edeceğiz” diyerek, sorunların nasıl çözülmesi gerektiğine dair prensipler koymuştur.

    Çalışmanın Yöntemi

    Bu çalışmanın amacı, Bediüzzaman Said Nursi’nin eserleri olan Risale-i Nur Külliyatı’nda, Doğu ve Güneydoğu’da yaşanan sorunlar hakkındaki çözüm önerilerini sunmaktır.

    Amaca giderken, en başta müellifin konu hakkındaki analizleri dikkatle tespit edilmiş ve bu prensiplerin bugünkü şartlar içerisinde nasıl pratiğe dönüştürüleceği üzerinde durulmuştur. Bu çaba sonucunda, müellifin görüşlerinin bugün nasıl uygulanacağına dair çeşitli yorumlara gidilmiştir.

    Yorum yapılırken hiç kuşkusuz müellifin eserleri temel alınmıştır. Bu eserler dışındaki kaynaklar sadece müellifin görüşlerini güçlendirmek amacıyla kullanılmıştır.

    Teorik Çerçeve

    Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu’sunda yaşayan Kürtler, 16. yüzyılda Yavuz Sultan Selim’in Doğu seferinden sonra, yoğunca Türklerle bir arada yaşamaya başlamışlardır. Hiç kuşkusuz bundan önce de iki topluluğun karşılaştığı dönemler olmuştur; ancak bu tarihten sonra, iki topluluk arasındaki siyasal ve sosyal etkileşim daha da artmıştır. Bu tarihten itibaren Sultan Selim’in yönetim anlayışı, bölgede yaşayan Kürt aşiretlerini memnun etmiş; sonraki yıllardaki Osmanlı’nın gaza anlayışından memnun olan Kürt aşiretleri, 19. yüzyıla kadar Osmanlı Devleti’ne sadakatte bir kusur etmemişlerdir. Hatta Türk-Kürt öylesine kaynaşmış iki topluluk haline gelmiştir ki, kültürleri, hayat biçimleri, gündelik hayatları büyük ölçüde benzerlikler taşımaya başlamıştır. Türk ve Kürt unsurlarını birbirine kaynaştıran, benzerliklerini artıran temel zemin, her iki toplumun da Müslüman olmasıdır. İki toplum arasındaki bu din kardeşliği duygusu var oldukça, barış ve kardeşlik içinde yaşanmış, bu duygu kaybedilmeye başlayınca, çatışmalar baş göstermiştir.

    Türkler ve Kürtler arasında var olan İslam kardeşliği duygusunu yaralayan en önemli tarihi olay, hiç kuşkusuz Fransız İhtilâli olmuştur. Bu olaydan sonra, Osmanlı topraklarındaki pek çok etnik grubun ayaklanmaya başlaması zaman içinde Müslüman grupların da bundan etkilenmesine neden oldu. 19. yüzyıldan itibaren, Arapların, Arnavutların ve Kürtlerin içinde de kıpırdanmalar görülmeye başladı. Arap ve Arnavut Müslümanlar Osmanlı’nın çöküş yıllarında ayrılığı tercih ederken, Kürtler ezeli kardeşleri Türklerle Birinci Dünya Savaşı ve İstiklal Savaşı’nda omuz omuza mücadele ettiler.

    Bu sırada Bediüzzaman, talebeleriyle birlikte düşmanlara karşı savaşarak, Türk ve Kürt unsurları arasındaki dayanışmanın önemli örneklerinden birini vermiştir. Birinci Dünya Savaşı’nda talebeleriyle birlikte Rus-Ermeni ittifakına karşı savaşarak esir düşmüştür. Bir süre Rusya’da esir hayatı yaşamak zorunda kalmıştır. Rusya’dan, Bolşevik ihtilali hengâmesinde kaçarak İstanbul’a gelen Bediüzzaman, İstanbul işgal edilince de işgale karşı direnilmesi gerektiğini savunmuş ve milli mücadeleyi destekleyen beyanname yayınlayarak kurtuluş mücadelesi verilmesini istemiştir.

    Bediüzzaman, savaştan sonraki anlaşmalarda ayrılıkçı çabaları desteklemediği gibi, bilakis birlik ve beraberliğin sürdürülmesi için önemli katkılarda bulunmuştur. Sevr Antlaşması sırasında Doğu’da kurulacak bir Kürt devleti projesine karşı çıkarak Osmanlı’ya tabi olunması gerektiğini savunmuştur. Yeni devlet kurulmaya başlayınca da Meclis’e giderek, ülkenin daha güzel günlere hazırlanması için çaba sarf etmiştir. Ancak, kurucu irade ile arasındaki derin fikir ayrılıklarını fark edince Ankara’yı terk etmiş, mücadelesini Anadolu’nun ücra köşelerinde, sürgün ve hapis hayatı içinde sürdürmek zorunda kalmıştır.

    Bu dönemde, Cumhuriyetin kurucuları, bir ulus devlet inşa sürecine girişmişlerdi. Fransız İhtilali’nden mülhem bir milliyetçilik anlayışı ile toprağa bağlı bir milliyetçilik geliştirmişler ve Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan herkesin Türk olduğu ideolojisini, resmi ideoloji olarak empoze etmişlerdir. Bu Cumhuriyet projesi, devletin resmi aygıtları tarafından, bütün halka zorla kabul ettirilmeye çalışılmıştır.

    Bu anlayışa göre halk, modernleştirilmesi gereken bir topluluktu, elitlerin hazırladığı projenin halk üzerinde uygulanması gerekiyordu. Proje hızla uygulanmaya başlandı. Artık projeye göre, Türkiye’de yaşayan herkes Türk’tü. Halk Evleri aracılığıyla topluma sunulan yaşama biçiminin, Köy Enstitüleri ile ideolojik temelleri atılmaya başlandı. İdeolojinin taşıyıcıları da öğretmenlerdi. Bu Cumhuriyet projesi uzun yıllar çeşitli baskı araçları vasıtasıyla uygulandı.

    Bu politikaları benimsemeyen Bediüzzaman, sürgüne gönderildiği Anadolu’nun ücra bir köşesi olan Barla’da, gelişen olaylara karşı fikri mücadele vermek için eserler yazmaya başladı. Halkın büyük bir ekseriyeti de devletin otoriter yüzüne karşı herhangi bir şey yapamadı. Bu süreçte hem etnik milliyetçilik beslendi, hem de herhangi bir başkaldırı hareketine karşı devletin sert yüzü gösterildi. Toplumun genelinde ulus devlet projeleri uygulanırken, çıkan isyanlar da güç kullanılarak bastırıldı. 1950 seçimleri ile birlikte kısmi bir rahatlama dönemine girilmişse de üst üste gelen darbeler demokratik bir zeminin oluşmasını engelledi .

    1980’lere gelindiği zaman, baskılar karşısında kendilerini demokratik yollardan ifade edemeyen bazı eylemciler, illegal yollardan bunu gösterme çabasına girdiler. Bu sonuca halkın maruz kaldığı antidemokratik uygulamalar, ekonomik sıkıntılar, eğitim politikalarındaki yanlışlıklar ve güvenlik anlayışındaki hatalar da eklenince, bölgedeki kargaşa içinden çıkılmaz bir hale geldi. Toplumdaki huzursuzluk sona ermediğinden çatışma süreci günden güne artarak devam etti.

    I. Temel İlkeler: Demokratikleşme, Empati ve Samimiyet

    Şiddetin panzehirinin şiddet olmadığı açıktır. Bu gerçek insan ilişkilerinde önemli bir kuraldır. Bu nedenle terör belasına bulaşmış bölgenin sorunlarını çözmenin en doğru yolu, demokratik ilkeler çerçevesinde bir yaklaşım geliştirmektir. Bediüzzaman, Doğu topluluklarını kurtaracak en önemli anahtar kelime olarak hürriyeti göstermiştir. Hatta İslam dünyasını içine düştüğü geri kalmışlık durumundan kurtaracak yegâne aracın da hürriyet olduğunu eserlerinin pek çok yerinde belirtmiştir.

    Bundan dolayı, Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu’su ile ilgili yapılacak bir açılımın, demokratikleşme zemininde ele alınması gerekmektedir. Ancak bu çaba sadece bölge için düşünülemez. Çünkü Türkiye’nin demokratikleşmesinde samimiyetin ölçüsü, ülkede yaşayan herkes için hürriyet istemektir. Yani Hakkâri’de yaşayan da, Trabzon’da yaşayan da, İzmir’de yaşayan da Antalya’da yaşayan da hürriyetlerine sahip olmalıdır. Aksi takdirde sağlanacak demokratik iyileştirmeler bölgesel bir fonksiyona sahip olur ki, bu uygulama toplum tarafından samimiyetsiz girişimler olarak değerlendirilir. Demokratikleşme, ülkenin güvenliği için bir araç olarak ele alınmamalı; bilakis toplumun yaşam standardını yükseltecek bir amaç olarak algılanmalıdır.

    Ülke genelinde yaşanacak bir kucaklaşmanın ön şartlarından birisi de empatidir. Yöneticiler halkı, halk yöneticileri anlayabilmelidir. Özellikle halk yöneticilerden samimi bir yaklaşım beklemektedir.

    Halkın bu endişelerinin giderilmesi için, devletin samimi olduğu mutlaka gösterilmelidir. Samimiyetin ölçüsü de, yukarıda ifade edildiği gibi, devletin ulus-devlet uygulamalarından ve dini dışlayan anlayışından vazgeçmesi olacaktır.

    II. Yönetim: İnsan Merkezli Bir Yaklaşım

    Bediüzzaman, yönetimin insana hizmet için var olması gerektiğini belirtmiştir. Emeviler’den miras kalan “hükümetin selameti ve asayişin devamı için eşhas feda edilir… milletin selameti için her şey feda edilir” anlayışını eleştirerek, bütün düşüncelerin merkezinde insanın olması gerektiğini vurgulamıştır. Bugün modern demokrasilerde de görülen bu yaklaşımın Türkiye’de pek çok sıkıntıları gidereceği muhakkaktır. Bu anlayış bugün Doğu’da ve Güneydoğu’da yaşanan pek çok olayı nasıl değerlendirmek gerektiğine dair önemli ipuçları vermektedir.

    1. İdari yapı

    Türkiye, etnik kimliklere göre şekillenen bir devlet olmamalıdır. Bilakis, demokratik değerlerle geliştirilmelidir. Yani bugün Kürtlerin ya da başka etnik grupların yaşadığı bölgelere verilebilecek federasyon, başka bölgeler için de örnek olacak ve devletin idari yapılanmasında etnisite ön plana geçecektir. Bugün modern demokratik değerler, insanları etnik kimliklerine göre ayırmayı değil, refah içinde bir arada yaşatmayı amaçlamaktadır. Bu konuda, Bediüzzaman Said Nursi’nin geçen yüzyılın başında, yerinden yönetim konusunda Prens Sabahaddin’e verdiği cevap manidardır. Said Nursi, yerinden yönetimi olumlu karşılamakla beraber, etnik milliyetçiliğin yaygın olmasından dolayı endişelerini dile getirmiştir. Yani, ayrılıklara neden olabileceğini ifade etmiştir.

    Bugün Kürtlerin yoğun yaşadığı yerlerde, hizmete yerel bir nitelik katmakla beraber, siyasal anlamda bir federasyona gidilmesi tehlikelidir. Ekonomik etkinlikler, hizmetin halka ulaşması, eğitim faaliyetleri, yerel yönetimlerin hızlı ve daha iyi görebilen ellerine teslim edilmelidir. Ancak ayrılığı çağrıştıracak, hatta istetecek ve körükleyecek bir federasyon için Bediüzzaman’ın yüzyılın başında taşıdığı kaygılar hala geçerliliğini korumaktadır.

    2. Resmi dil

    Her ülkenin bürokratik yazışmalarında ve ortak konularda birlik sağlamak için kullandığı bir resmi dili vardır. Türkiye’nin resmi dili de Türkçedir. Bu, devlet yönetiminde birliğin sağlanması için gereklidir. Ancak bu durum insanların anadillerini konuşmalarına engel olmamalıdır. Kürtçeden ya da Arapçadan başka dil bilmeyen insanlara, hizmet aldıkları resmi kurumlarda çeşitli kolaylıklar getirilmeli, bürokratik işlemlerde yardımcı olacak tedbirler alınmalıdır. Bu çerçevede, hizmet alanlarla iletişimin kolaylıkla sağlanabilmesi için yerel dilleri bilen memurlar atanmalıdır.

    Bediüzzaman, dilin eğitim ve sosyal hayattaki önemine de ayrıca vurgu yapmıştır. Bu anlamda “Medresetüzzehra” projesi çerçevesinde Türkçenin lazım, Arapçanın vacip, Kürtçenin ise caiz olduğunu ifade etmiştir. Buradan, Arapçanın dini vecibelerden dolayı öğrenilmesi gerektiğini, Kürtçenin günlük hayatta serbestçe kullanılabilmesini, Türkçenin ise sosyal hayatın bir gereği olarak herkes tarafından bilinmesinin faydalı olacağını anlıyoruz. Ayrıca, Bediüzzaman halka ulaşmada mahalli lisanlara öncelik verilmesini vurguladıktan sonra, bilginin ortak bir dille ifade edilebilmesi gerektiğini dile getirmiştir.

    Bütün bu bilgilerden anlaşıldığı üzere, insanlara anadilleri üzerinde sınırlayıcı bir baskı uygulanmamalıdır.

    3. Yöneticilerin halka yaklaşımı

    Cumhuriyet döneminde devlet ile halk arasındaki kopukluğun nedenlerinden birisi de memurların halka karşı davranışları olmuştur. Bediüzzaman, baskıcı devlet yerine, hizmet eden devlet modelini önermiştir. Bu modelde memurlar halka tahakküm eden değil, hizmet eden olmalıdır. Bediüzzaman, Doğu ve Güneydoğu bölgesinin önemli bir özelliğine dikkat çekmiş ve bölgede din hissinin insanlar arasındaki ilişkileri belirlemede önemli bir fonksiyon icra ettiğini ifade etmiştir. Bölge halkı, kendi dindar olmasa da yöneticisinin dindar olmasını tercih eder.

    Bediüzzaman bu konuda, Başbakan Adnan Menderes’e gönderdiği mektuplarda da çeşitli ikazlarda bulunmuştur. Yöneticilerin halka yaklaşımında, devletin şefkat elini göstermesi gerektiğini ifade etmiş, halkın arasında etnik ayrımcılığı körükleyen politikalardan vazgeçilmesini ve halkı dinleyerek, anlayarak onları küçük görmeden hizmet götürülmesini tavsiye etmiştir.

    III. Kültürel Çalışmalar: Farklılıklar Zenginliktir

    Türkiye’de yaşayan farklı din, ırk ve mezhebe sahip insanları bir zenginlik olarak algılamak gerekmektedir. Cumhuriyetin kurucu ifadesinin tercih ettiği tek tip insan yetiştirme amacından vazgeçilerek, demokratik yaşama biçimlerinin zorunlu bir gerekliliği olan farklılıkların bütün özelliklerini geliştirmelerine izin verme yolu tercih edilmelidir.

    1. Enstitüler

    Türkiye’de yaşayan farklı kültürel grupların her birine kendi kültürlerini geliştirme imkânı verilmelidir. Toplumların dinlerini, dillerini, yaşama biçimlerini, gündelik hayatlarını araştırmak, geliştirmek ve onları başkalarına anlatmak, demokratik haklarındandır.

    Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu’sunda yaşayan Kürtlerin de kendi kültürlerini geliştirmek amacıyla, enstitüler kurarak, dil ve kültürlerini araştırmaları doğal bir durumdur. Bediüzzaman, Kürtçenin elifba ve sarf-nahvini yazan Mutkili Halil Hayali Efendi’yi bu gayretlerinden dolayı takdirle beraber, Kürtçe üzerine yapılacak çalışmaları teşvik etmiştir.

    Burada Kürt ırkçılığı yapan eserlerle Kürtlerin kültürel eserlerini ortaya çıkaran eserleri birbirinden ayırmak gerekir. Çünkü ırkçılık nerede olursa olsun ve kimden gelirse gelsin reddedilmesi gereken bir zehirdir. Buna karşın kültürel araştırmalar toplumların gelişmesi açısından yararlı çalışmalardır. Bugüne kadar Kürtlerle ilgili çalışmaları çoğunlukla, ırkçı ve nasyonal sosyalist insanların yapmış olması bir handikap olmakla birlikte, bugün demokratik açılım çerçevesi içerisinde objektif ve samimi çalışmaların yapılmasına büyük ihtiyaç vardır.

    2. Yayınlar

    Türkiye’de kullanılan Türkçe dışındaki dillerde yayın yapılmasının önündeki engellerin günden güne kaldırılması olumlu bir gelişmedir. Geçtiğimiz dönemde TRT Şeş’in kurulması devletle Kürtçe konuşan vatandaşlarımız arasındaki kopukluğun giderilmesinde önemli bir fonksiyon icra edecektir. Bu gelişmeler devlet-toplum kaynaşmasının zeminini oluşturacaktır. Bu çerçevede Türkiye’de kullanılan Türkçe dışındaki dillerde gazete, dergi ve kitap yayınlanmasından çekinilmemelidir. Bu konuda gerekli hukuki düzenlemeler yapılmalıdır.

    3. Yer adları

    İnsan, yaşadığı topraklarla zaman içinde bütünleşir. Oralara, tarihi yüzyıllarca eskiye giden isimler verilir. Bu isimler de o toplumların geçmişlerine dair pek çok kültürel hikâyeyi içerir.

    Bundan dolayı, o topraklara sanki yeni taşınılmış gibi yeni isimler vermek doğru değildir. Biliyoruz ki, sadece Kürtlerin yaşadığı yer isimleri değil, Anadolu’nun pek çok yerinde isimler tepeden inme kararlarla değiştirilmiştir. Bu tavır, yüzyıllar içinde oluşan kültürel birikimi hiçe saymaktır. Yer adlarının o beldenin geçmişinde hikâyesi olan kelimelerden seçilmesine izin verilmeli, şu andaki isimler de istenirse eski haline getirilebilmelidir.

    IV. Güvenlik: Suçlu ile Masumu Ayırmak

    Bugün, insanın modern devletten en büyük beklentilerinden birisi, hiç kuşkusuz güvenliktir. Başta Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgemiz olmak üzere Türkiye genelinde bir güvenlik sorunu yaşanmıştır. Güvenlik sorunlarından dolayı ölüm haberlerinin gelmediği gün hemen hemen yok gibidir. İşte bundan dolayı acilen alınması gereken bazı tedbirler, güvenliğin daha iyi hale gelmesine zemin hazırlayacaktır. Bu tedbirler demokratik sınırlar içinde olmalı, suçlu ile masumu birbirinden ayıracak nitelikleri taşımalıdır.

    1. Koruculuğun kaldırılması

    Silah, doğası gereği kontrol edilmesi gereken bir alettir. Kontrol etme yeteneğine sahip olmayan insanların elinde bir ölüm makinesine dönüşebilir. Silahların kontrol edilebilmesi için de belli bir eğitim düzeyi gerekmektedir. Bu nedenle, Doğu ve Güneydoğu gibi, düşmanlıkların yaygın olduğu yerlerde, halktan bazı insanlara silah dağıtmak, kargaşayı daha da artıracaktır.

    II. Abdülhamid, Osmanlı Devleti’ni ayakta tutabilmek ve Müslüman ahaliyi kendisine bağlayabilmek için İttihad-ı İslam’ı resmi politika olarak uygularken, toplumsal anlamda da çalışmalar yapmıştır. Bunların başında Arap, Arnavut ve Kürt Müslümanlarını bir çatı altında tutmak için yaptığı çalışmalar gelir. Padişah, bütün Müslüman unsurları bir arada tutmak için Araplardan aşiret okulları, Arnavutlardan muhafız alayı kurdurduğu gibi, Kürtlerden de Hamidiye Alayları’nı kurmuştur. Bu alaylar, II. Abdülhamid döneminde devlete sadık bir teba ortaya çıkarmışsa da, sonraki dönemde, halkın içinde düşmanlık ve rekabetlerin artmasına, çatışmalara ve sosyal huzursuzluklara zemin hazırlamıştır.

    Koruculuk sistemi de böyle bir uygulamadır. Belli kişilerin korucu yapılarak ellerine silah verilmesi, halkın ikiye bölünmesine zemin hazırlamıştır. Korucu olamayan aşiretler terör örgütünün tarafına itilmiştir. Ayrıca, eli silahlı bir kısım cahil insanlar bu silahları yanlış yerlerde kullanabilmişlerdir. Zaten Doğu ve Güneydoğu toplumun en önemli özelliklerinden birisi rekabet, ayrılık ve ihtilaftır. Bir de ellerine silah geçince karışıklıklar daha da artmıştır. Geçtiğimiz yıllarda yaşanan Bilge Köyü katliamı bunun somut örneklerinden sadece bir tanesidir.

    2. Suçun şahsiliği meselesi

    Terör olaylarına karşı önleyici tedbirler almak elbette bir zorunluluktur. Ancak, bu teşebbüslerde dikkat edilmesi gereken en önemli konulardan birisi, suçlu ile suçsuzun ayrılması meselesidir. Geçtiğimiz yıllarda, Doğu ve Güneydoğu’da güvenliği sağlamak amacıyla yapılan çalışmalarda, bu kuralın ihlal edildiği, suçlu birkaç kişi için köyünün cezalandırılması, bir suçlu için akrabalarının takibata uğratılması gibi pek çok vakalar görülmüştür. Bediüzzaman’ın eserlerinde en çok ikaz ettiği konulardan birisi budur. Bediüzzaman’ın ilk eserlerinden son mektubuna kadar pek çok eserlerinde bu konuda ikazlarda bulunduğu görülmektedir. Bediüzzaman suçun şahsiliği ilkesinden yola çıkarak, bir kişinin günahının başkasına yüklenemeyeceğini sürekli vurgulamıştır.

    Yakın tarihte, Ergenekon davası vesilesiyle tekrar hatırlanan pek çok vakada bu kuralın ihlal edildiği görülmektedir. Şemdinli davası da bu çerçevede ele alınması gereken önemli bir örnektir. İnsanları potansiyel suçlu olarak kabul etmek ne demokrasiye ne de İslam’a uyan bir durumdur. Bu nedenle yapılması gereken, sadece suçlunun cezalandırılmasıdır. Bu konuda geçmişte mağdur olan insanlara, adil bir yargılama sonucunda hakları teslim edilmelidir.

    3. Köylerin boşaltılması

    Bu çerçevede ele alınması gereken konulardan birisi de güvenliğin sağlanması için köylerin boşaltılması meselesidir. Doğu ve Güneydoğuda güvenliği sağlamak amacıyla, yapılan çabalar içinde köylerin boşaltılması ve köylülerin göçe zorlanması da vardır. Hâlbuki bir köyde birkaç suçlu varsa sadece o kişiler cezalandırılmalıydı. O köyün tamamını cezalandırmak anlamına gelen köy boşaltma uygulaması doğru bir uygulama değildir.

    Bu tür uygulamalar pek çok sorunu da beraberinde getirmiştir. Yerinden yurdundan kovulan insanlar zaten yetersiz olan geçim kaynaklarından mahrum bırakılmış, sığındıkları kent işsizliğin, sefaletin pençesinde perişan olmuşlar, aile bütünlüğünü muhafaza edemez hale gelmişlerdir. Aile bütünlüğünün zayıflamasıyla ortaya çıkan otorite boşluğu yoğun genç nüfusu suç ve terör örgütlerinin istismarına açık hale getirmiştir. Sorunları giderilmesi için köylerin güvenlik soruları çözülmeli, hayat standartları yükseltilmeli ve göç eden insanların yeniden kendi topraklarına dönmelerine imkân tanınmalıdır.

    V. Ekonomik Açıdan Geri Kalmışlığın Giderilmesi

    Demokrasinin zemini, eğitim ve ekonomik gelişmedir. Bu ikisinin gelişmiş olduğu toplumlarda demokrasi de gelişmiştir. Türkiye’de demokrasinin tam olarak yerleşememesinin temel nedenlerinden birisi de, ekonomik geri kalmışlıktır. Bölgede ekonomiyi iyileştirmeye dönük çalışmalar, demokratik açılımın hayat bulmasına zemin hazırlayacaktır.

    1. Fakirlik, sıkıntılar

    Doğu ve Güneydoğu bölgesi, Osmanlı’dan bu yana feodal bir yapıya sahip olmasından dolayı, gelişme imkânı bulamamıştır. Bu geri kalmışlık, bölgedeki feodal beylerin egemenliklerini sürdürmeleri için bir imkân olmuştur. Ancak bugün sorunları çözmek için fakirlik sıkıntısını aşmak gerekmektedir. Türkiye’nin diğer bölgelerinde görülen gelişme trendinin buraya da yansıtılabilmesi için gereken tedbirler alınmalıdır. Kişi başına düşen milli gelirin çoğaltılmasıyla beraber, gelir adaletsizliğinin giderilmesi, kaynakların herkes tarafından adil bir paylaşımla kullanılması sağlanmalıdır.

    2. Yeni istihdam imkânlarının geliştirilmesi

    Yukarıda bahsedilen sorunları çözebilmek için, yapılması gerekenlerin başında yeni istihdam imkânlarının geliştirilmesi gelmektedir. Bölgede işsizliğin had safhada olması, gençlerin kendilerini illegal yollara itmelerine zemin hazırlamaktadır. Bu nedenle, bütün Türkiye’de olduğu gibi bölgede de istihdam imkânlarının geliştirilmesi gerekmektedir.

    İstihdam imkânlarının geliştirilmesi için, ekonomik etkinlikler modernleştirilmeli, şehirlerin ekonomik özelliklerine uygun yatırımlar yapılmalı, halkın çalışma motivasyonunu geliştirici eğitim programları uygulanmalı ve bölgedeki iş adamları belirlenen hedefler doğrultusunda yatırıma teşvik edilmelidir. Ancak bu teşvikler, halkı tembelliğe ve karşılıksız para almaya alıştırıcı olmamalıdır. Böylece, bölge halkı göç etmeden doğduğu topraklarda geçinebilmelidir.

    Ayrıca gençler için çalışma imkânları üretmek amacıyla devlet ya da özel sektör marifetiyle bölgede pek çok fabrikalar yapılmalı ve bu fabrikalarda bölgenin işsiz gençleri istihdam edilmelidir.

    VI. Sosyal Yapıdaki Sorunlara Çözümler

    Bugün Türkiye, ataerkil toplum yapısının kalıntıları içinde bocalayan bir özellik göstermektedir. Ailede, akrabalar ve aşiret mensupları arasında emredici kurallar toplumu şekillendirmektedir. Ataerkil toplum yapısı Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde daha belirgin olarak görülmektedir. Burada belirleyici etken gelenekler ve töre olmaktadır. Çoğu kez hukukun ve inancın etkisi bile geleneklerin gerisinde kalabilmektedir.

    1. Aşiret asabiyeti

    Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde Kürtler, aşiretler halinde yaşamaktadırlar. Aşiret yapıları halen varlığını sürdürmektedir. Bölgenin Osmanlı egemenliğine girdiği 16. yüzyılda Yavuz Sultan Selim, aşiretleri muhatap alarak onlara göre bir düzenleme yapmıştı. II. Abdülhamid de aşiretleri kendi yanına çekebilmek için Hamidiye Alayları’nı kurmuştu. Şimdi de aşiretler hala varlığını sürdürmektedir.

    Fertlerin modern demokratik yaşam biçimlerinin bir üyesi olabilmesi için aşiret asabiyetinden kendilerini kurtarmaları gerekmektedir. Aşiret yapıları korunduğu sürece, cehalet ve asabiyet devam edeceğinden, sosyal ve ekonomik sıkıntılar da varlığını sürdürecektir.

    Aşiret asabiyetini zayıflatmak için, bu yönde eğitim faaliyetlerine ağırlık verilmesi ve devletin adaletli varlığının kendini hissettirmesi gerekmektedir. Aşiretlerin etkinliği devletin hukuk ve adalet sisteminin etkinliği ile ters orantılı olarak artar veya azalır. Eğer devlet (hukuk ve adalet sistemi ile) güçlü ve muktedir ise aşiretin gücü azalır; adalet ve hukuk sistemi zayıf ise aşiretler güçlenir. Bu nedenle hukuk sistemini güçlendirmek gerekmektedir. Bugün Türkiye Avrupa Birliği normlarını yakalamak için bir takım reformlar yapmaktadır. Hukuk alanında yapılan reformlar katı aşiret asabiyetinin de zayıflamasına zemin oluşturacaktır. 

    Ayrıca yöneticiler, aşiretlerin varlığından yararlanarak devletin geçici menfaatlerini sağlamaya çalışmamalıdırlar. II. Abdülhamid’in aşiretlerden yararlanarak devleti korumaya çalışması, sonraki yıllarda pek çok sıkıntılara neden olmuştu. Bunun gibi günümüzde de aynı sıkıntıları yaşamamak için, aşiretlerin menfi gelişmesine yardımcı olacak etkinliklerden uzak durulmalıdır.

    Burada feodal yapının farklı bir boyutu ile de karşılaşıyoruz. O da aşiret asabiyetlerinin zayıflamasına paralel olarak yerine eğitimle bir şey ikame edilemediğinden başıboş gençlerin ortaya çaktığı gözlenmektedir. En kötü otorite bile otoritesizlikten iyi olduğu gerçeği çerçevesinden bakılırsa, aşiretlerin zayıflaması esasen iyi olmakla beraber fertlerin başıboşluğa itilmesi dolayısıyla daha büyük tehlikelere kapı açabilmektedir.

    Bediüzzaman’ın dediği gibi, ağasının cebindeki akılla düşünen fertler yerine özgür gençlerin yetiştirilmesi ve bu kişilerin eğitimle geliştirilmesi gerekmektedir.

    2. Geleneksel medreseler ve şeyhler

    Kürtler arasında etkisi yadsınamayacak kişilerin başında şeyhler ve hocalar gelmektedir. Kanaat önderleri konumunda olan bu kişiler, toplumun şekillenmesinde hala etkinliklerini sürdürmektedirler. Yöneticiler bu kanaat önderlerinin etkilerinden yararlanmak yoluna gitmelidirler.

    3. Kan davaları, töre cinayetleri, berdel ve kadının ezilmesi

    Kürtler arasında ciddi toplumsal rahatsızlıklar yaşanmaktadır. Toplu katliamlar, töre cinayetleri, berdel gibi uygulamalar bunların birkaçıdır. Bugün bölgede 2.000 ailede kan davası olduğu görülmektedir. Evliliklerin % 4,5’i berdel yoluyla gerçekleşmektedir. Basına yansıyan töre cinayetleri 2000-2004 döneminde toplam 54 kişiye ulaşmıştır.

    Yüzyıllardan beri devam eden, feodal yapının ürettiği bu toplumsal pratikler, eğitimin yeterince etkili olamamasından dolayı yaygınlık kazanmaktadır. Kan davaları nedeniyle aileler kendi yaşadıkları bölgeleri terk ederek, başka bölgelere göç etmek zorunda kalmaktadırlar. Yine merkezinde genelde kadının bulunduğu toplumsal rahatsızlıklar yaşanmaktadır. Hiçbir hukuk sistemi ve insani değer ile açıklanamayacak töre cinayetleri, hala bölgeyi yaralamaya devam etmektedir. Kadınların maruz kaldıkları berdel, beşik kertmesi, başlık paralı evlilik, kan bedeli evliliği, kuma evliliği, kayın evliliği, küçük yaş evliliği ve akraba evliliği gibi uygulamalar hala Doğu ve Güneydoğu’da varlığını devam ettirmektedir. Bu yanlışlıkların giderilmesi için çaba gösterilmelidir.

    VII. Eğitim

    Bediüzzaman, sorunların çözümünde eğitimi, temel bir kriter olarak ele almış; gelişmenin olabilmesi için, marifetten yani eğitimden yollar yapılması gerektiğini söylemiştir. Bugünkü Türkiye’nin yaşadığı sorunların temelinde de eğitim eksikliği vardır. Genelde var olan bu eğitim eksikliği Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesine gidince daha da artmaktadır. TUİK’in 2000 yılı verilerine göre, okuma yazma bilenler İstanbul’da; Erkeklerde % 97.18, kadınlarda ise % 89,49’dur. Buna karşılık 11 Doğu ve Güneydoğu kentinde bu oran çok daha düşüktür. Bingöl, Bitlis, Diyarbakır, Hakkâri, Mardin, Muş, Siirt, Şanlıurfa, Van, Batman ve Şırnak’ta; okuma yazma bilenler, erkeklerde % 84.09, kadınlarda % 54.12’dir. Bugün bu oranlar biraz daha gelişmiş olsa da hala istenilen düzeye ulaşmamıştır. Sorunların çözülmesinde önemli etkenlerden biri de okuma yazma oranının yükseltilmesidir.

    1. Demokratik eğitim

    Türkiye’de Cumhuriyet döneminde eğitimin temel amacı, ulus devletin ideolojisini inşa etmek olmuştur. Okul kitapları bu ideolojinin metinlerinden oluşurken, okuldaki pratikler de bu amaca dönük kurallardan oluşmuştur. Bu durum da halkın genelini mutlu edememiş; insanların okuldan ve eğitimden uzaklaşmasına yol açmıştır.

    Bugün yapılması gereken, demokratik bir eğitime geçilmesidir. Eğitimde demokrasi, hem içerikte hem de eğitime ulaşma yollarında olmalıdır. İçerik olarak, resmi ideolojiden arınmış, önyargılardan uzak bir müfredat sağlanmalıdır. Böylece fertlerin, bütün insanların kabul edebileceği evrensel doğrularla yetiştirilmesi söz konusu olacaktır. Eğitimin içerik olarak demokratikleştirilmesi için kişilere bir ideoloji empoze edilmemelidir. Bir anlamda anlatılan şeyler akla kapı açmalı fakat iradeyi elden almamalıdır.

    İkincisi ise, eğitime ulaşılma yollarındaki demokrasidir. Bu noktada, Türkiye’nin önemli eksiklikleri vardır. Bugün okula giden çocukların bir kısmı, sadece inançlarından dolayı okul kapılarından geri dönmek zorunda kalmaktadır. Genç kızlar “ya başörtüsü ya da okul” gibi iki temel haktan birini seçmek zorunda bırakılmaktadır. Bu durum da toplumun eğitime karşı bazı önyargılara sahip olmasına yol açmaktadır. Demokratik bir eğitim için eğitimin önündeki bu engellerin kaldırılması gerekmektedir.

    2. Eğitimde din faktörü

    Cumhuriyet dönemindeki dini dışlayan laiklik anlayışı, eğitimi dinden mahrum bir hale getirmiştir. Fransa tipi laiklik pratiklerinden dolayı, her şey dinden bağımsız düşünülmüştür. Hâlbuki Türkiye’nin şartları Fransa gibi değildir. Fransa’da Katolik dogmacılığına tepki olarak laik eğitim çıkmıştı. Bu laik eğitim de dinden tamamen bağımsız düşünülmüştü. Türkiye’de İslam, aklı kabul eden ve aklî esaslar getiren bir inanç sistemidir. Bu nedenle, Fransa’daki pratiklerin Türkiye’ye taşınması yanlış bir adaptasyondur.

    Türkiye’deki bu yanlış politikalar halkın sıkıntılar çekmesine neden olmuş ve zaman içerisinde bu durumu telafi amacıyla din dersleri, imam hatip liseleri ve Kur’an kursları açılmıştır. Bu rahatlama ortamı 28 Şubat sürecindeki otoriter uygulamalarla yeniden zedelenmiştir.

    Bu, Doğu ve Güneydoğu’da yaşayan insanlarımız özelinde daha da önemli bir konudur. Çünkü bölge insanı dindar olduğundan okulda inançlarına aykırı şeyler öğretilmesini istememektedir. Bu isteğinin tersini gördüğü zaman da çocuğunu okula gönderememektedir. Doğu’da çocukların okullara gönderilmesi ve eğitim düzeyinin artırılması için eğitimin dinsiz olduğu imajı yıkılarak okullarla halk barıştırılmalıdır.

    3. Eğitim yaygınlaştırılması

    Yukarıda saydığımız pek çok hastalığın tedavisi hiç kuşkusuz eğitimdir. Yani insanlara eğitim yoluyla ulaşılmasıdır. Bu amaçla insanlarla eğitim kurumları arasındaki uzaklığı gidermenin bir de maddi yönü vardır. Yani eğitim alt yapılarındaki iyileştirmeler acilen yapılmalıdır.

    Doğu ve Güneydoğuda eğitimden mahrum kalan kimselerin illegal örgütlerin ellerine düştüğü bir vakıadır. Bundan dolayı çok sayıda okul yaparak bu okullarda çocukların eğitim görmesi sağlanmalıdır. Özellikle ilköğretim çocuklarına eğitimin mutlaka ulaşması sağlanmalıdır. Sınıflardaki öğrenci sayısının makul düzeyde olması sağlanarak eğitimin kalitesi yükseltilmesidir. Bu arada bölgede öğretmensiz okul bırakılmamalıdır. Bu amaçla bölgede istihdam edilecek öğretmenlerle ilgili özel çalışmalar yapılmalıdır. Bölgede okullaşma oranının artırılması için, özel teşebbüsler desteklenmelidir.

    4. Eğitim dili

    Eğitimde dil tabusu yıkılmalıdır. Nasıl ki İngilizce, Almanca ve Fransızca eğitim verilince problem olmuyorsa, Kürtçe, Arapça, Farsça ve Süryanice eğitim verilmesinden de korkulmamalıdır. Okulların dil seçimi demokratik tercihlere bırakılmalıdır.

    Ancak dikkat edilmesi gereken nokta, ülkede birlik ve iletişimin sağlanması için, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, herkesin bilmesi gereken ortak dilin Türkçe olduğudur. Bunun dışında ikinci bir dil olarak hangi dilin kullanılacağı tercihlere bırakılmalıdır. Yani Türkçe dışında eğitim veren okullarda bütün öğrencilerin Türkçeyi en başta öğrenmesi gerekmektedir.

    Bediüzzaman, anadil ile yapılan eğitimin taş üzerine yazı yazmak gibi kalıcı olacağını vurgulamaktadır. Özellikle ilköğretim çocuklarının eğitiminde anadil kullanılmasının zorunlu bir durum olduğu görülmektedir.

    Konunun bir başka boyutu ise eğitimde fırsat eşitsizliğinin ortaya çıkmasıdır. Şöyle ki, anadili Kürtçe olan çocuk ilkokula başladığında hem dili, hem okumayı ve aritmetiği öğrenmeye çalışırken; anadili Türkçe olan sadece okumayı öğreniyor. Dolayısıyla eğitim yarışı eşit şartlarda başlamıyor.

    Bu arada önemli noktalardan birisi de, bu okullarda görev yapacak öğretmenlerin mahalli lisanlara aşina olmalarıdır. Böylece çocuklarla öğretmen arasına bir duvar örülmeyecek, iletişim imkânları daha kolay sağlanabilecektir.

    5. Yükseköğretimde Medresetüzzehra modeli

    Bediüzzaman’ın bir üniversite projesi olarak sunduğu Medresetüzzehra, Doğu’da Türk, Kürt, Arap ve Farsların kaynaşması için önemli bir projedir.

    Bu proje, bölgede kurulan üniversitelerin sosyal fonksiyonları açısından da önemlidir. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da kurulan modern üniversiteler, etnik ayrımcılığı besleyen bir nitelik taşımamalıdır. Aksine, Türk, Kürt ve Arabın kardeşliğini tesis eden bir fonksiyon icra etmelidir. Bediüzzaman’a göre bu fonksiyon, geleneksel eğitim kurumları olan medrese ve tekke ile modern eğitim kurumlarının sentezinden ortaya çıkacaktır. Said Nursi’nin “tevhid-i medaris” dediği bu uygulama ile tarihten gelen birikim bugünün kazanımlarıyla birleştirilerek bir sinerji oluşturulacaktır. Böylece bölgedeki etnik varlıklar arasında çatışma değil, kaynaşma sağlanmış olacaktır.

    Medresetüzzehra’nın temel eğitim anlayışı, din ilimleri ile pozitif ilimlerin bir arada okutulmasıdır. Zaten önyargılardan arınmış, 19. yüzyıl pozitivizminden etkilenmemiş demokratik bir eğitimin, dini, muhtevasına katmaması düşünülemez. İşte Bediüzzaman da “Vicdanın ziyası, ulûm-u dîniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.” sözüyle, din-bilim bütünlüğünü savunan bir proje ortaya koymaktadır.

    Bu projenin hayata geçirilmesi halinde, bölgede çatışan gençler yerine, çalışan ve fikir üreten, kendisine ve toplumuna faydalı bir nesil yetişecektir.

    Sonuç

    Bediüzzaman Said Nursi İstanbul’a ilk gelişinden (1907) vefatına kadar hayatının her safhasında Doğu’nun yaşadığı problemleri nazara vermiştir. Bu problemlerin, bütün insanlığı huzura kavuşturacak fikirler çerçevesinde nasıl çözüleceğine dair çözüm önerileri sunmuştur.

    Aslında Bediüzzaman, Doğu’da yaşanan problemlerin çözümlerini başından bu yana idarecilere iletmekten de çekinmemiştir. Ancak, Cumhuriyet yöneticileri yeni ulus devlet inşa sürecinde Bediüzzaman’la ters düştükleri için onun görüşlerine tamamen kapalı kalmışlardır. Bunu fark edenlerin ikazları da Bediüzzaman’ın görüşlerine yeniden dönülmesine imkân vermediğinden sorunlar çığ gibi büyüyerek bugünkü hale gelmiştir.

    Bütün bunların yanında ihmal edilmemesi gereken bir konu daha vardır: Yöneticiler Bediüzzaman’a sırt çevirirken, Bediüzzaman’ın talebeleri, sorunları görmezlikten gelmemişlerdir. Irkçılığı reddeden ve kardeşliği önceleyen bu kişiler, Türkiye’nin doğusu ve batısı arasında kaynaştırıcı bir fonksiyon icra etmişlerdir. Dün olduğu gibi bugün de bu insanlar hala Doğu ve Batı arasında açılan mesafeleri kapatmak için gönüllü olarak canla başla çalışmaktadırlar.

    Bediüzzaman’ın görüşleri temelde demokrasi zemininde şekillenmiştir. Yani Doğu’daki problemleri bir demokrasi problemi olarak ele almıştır. Bu problemlerin meşveret ve şura prensiplerine, yani demokrasiye bağlılık ölçüsünde ortadan kalkacağını belirtmiştir.

    Üzerinde durduğu önemli bir nokta da Cumhuriyetin ihmal ettiği din konusu olmuştur. Doğu insanlarının din noktasında hassas olduğunu defalarca belirterek Doğu’yla ilgili politikalarda bunun dikkate alınması gerektiğini vurgulamıştır. Cumhuriyet hükümetleri Doğu’da yaşayan Kürtleri Türk diye tanımlamaya çalışırken, Bediüzzaman etnik tanımlamalardan uzak kalarak, din kardeşliği üzerine kurulu bir birlikteliğin şifrelerini vermiştir. Bugün de Doğu’da sorunların çözümünde en önemli yaklaşım, inançların verdiği imkânlardan yararlanarak ortaya konan görüşlerdir. Çünkü din kardeşliği eskiden bu yana var olan birlik ve beraberliğin devamı için en önemli unsur olmuştur.

    Bediüzzaman sadece yöneticilere tavsiyelerde bulunmamıştır. Aynı zamanda topluma da tavsiyelerde bulunarak, eğitim ve demokrasi konusunda yapılacak gayretlerde topluma düşen sorumlulukları hatırlatmıştır. Sorunları aşmak için hem yöneticilerin üzerine düşen vazifeleri yerine getirmeleri, hem de toplumun gayret göstermesi gerektiğini belirtmiştir.

    Bediüzzaman hayatı boyunca asayişi sağlamayı önemli bir hedef edinmiştir. Asayişi bozmamayı, hatta asayişi temin etmeyi eserlerinin pek çok yerinde tavsiye etmiştir. Cumhuriyet hükümetleri onun tavsiyelerine kulak vermediklerinden gün geçtikçe asayiş problemleri de artmıştır. Bugün, asayişi sağlama çabalarında suçlu ile suçsuzun ayrılmasına ve insanların temel hak ve hürriyetlerinin korunmasına özellikle dikkat edilmelidir.

    Bölgenin sosyal yapısındaki problemler de bir an önce çözülmelidir. Töre cinayetleri, berdel ve kan davaları hala varlığını sürdürmektedir. Bu pratikler de ister istemez kavgayı besleyen bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Bölgedeki bu tür pratikleri önlemek için özel çalışmalar yaparak halkın eğitimi yoluna gidilmelidir.

    Ekonominin Doğu ve Güneydoğu’daki sorunların üzerindeki etkisi görmezden gelinemez. Kişi başına düşen milli gelirin dolayısıyla halkın yaşam standardının çok düşük olması günlük hayatı zorlu ve sorunlu hale getirmektedir. Bu zorluklardan insanları kurtarmak için bölgede istihdam imkânları geliştirilmeli ve işsizlik oranı hızla düşürülmelidir.

    Bütün bu sorunların çözümünde eğitimin anahtar bir yol oynadığı muhakkaktır. Gerek Türkiye’de gerek bölgede pek çok sorunun üstesinden gelebilmek için eğitime gereken önem verilmelidir. Eğitimin önündeki dil, kıyafet gibi engeller kaldırılarak resmi eğitim halkla barıştırılmalıdır. Çocuklarını dini kaygılardan dolayı okula göndermeyen insanlar, devletle barışmalı ve çocuklarını rahatlıkla okullara gönderebilmelidir.

    Öz

    Ülkemizin Doğu ve Güneydoğu’sunda uzun yıllardan bu yana varlığını derinden hissettiren terör olgusu, alınan çeşitli önlemlere ve verilen mücadeleye rağmen bir türlü ortadan kaldırılamadı. Bu olgu, toplumun sosyal ve ekonomik durumunu gün geçtikçe daha da kötüleştirdi. Bu noktada, Bediüzzaman Said Nursi’nin görüşleri özel bir önem arz etmektedir. Bediüzzaman, hayatının büyük kısmında yaşadığı topraklara ait sorunların nasıl çözülebileceği üzerinde durmuştur. Bu çalışmanın amacı da, Bediüzzaman Said Nursi’nin eserleri olan Risale-i Nur Külliyatı’nda, Doğu ve Güneydoğu’da yaşanan sorunlar hakkındaki çözüm önerilerini sunmaktır.

    Anahtar Kelimeler: Kürt sorunu, demokratik açılım, modernleşme, ulus devlet, demokratikleşme, ana dil, resmi dil, kültür, güvenlik, eğitim, Medresetüzzehra

    Abstract

    The fact of terror that has been deeply felt in Eastern and Southeastern Turkey could not be diminished, despite several measures taken and efforts made. This fact made society’s social and economic condition worse day by day. At this point, views of Bediüzzaman Said Nursi are particularly important. Bediüzzaman dealt with how to solve the problems of his land. Purpose of this study is to present solution offers on the problems in Eastern and Southeastern Turkey in Risale-i Nur Külliyatı by Bediüzzaman.

    Keywords: Kurdish issue, democratic initiative, modernization, nation state, democratization, native language, official language, culture, safety, education, Medresetüzzehra