Köprü Anasayfa

Said Nursi’nin Demokratik Toplum Tasavvuru

"Yaz 2010" 111. Sayı

  • Tarihi ve Sosyal Değişim Sürecinde Bediüzzaman Said Nursi’nin Mardin Hayatı

    Life of Bediüzzaman Said Nursi in Mardin within Historical and Social Change Process

    M. Selim MARDİN

    Tillo’dan Cizre’ye

    Bediüzzaman, 1894 yılının yaz aylarının sonlarına doğru Tillo’da meşhur Kubbe-i Hasiye’de inzivada iken gördüğü bir rüya üzerine, Hamidiye Alayları paşalarından Miran aşiret reisi Mustafa Paşa’yı, yaptığı zulümlerden vazgeçirmek ve hidayete davet etmek için, Van iline bağlı Gürpınar ilçesinin Norduz yaylasındaki çadırında bulur. Onu zulümden vazgeçirmeye, tövbe edip namaz kılmaya dâvet etmesi üzerine, Paşa Cizre’de bulunan kendisine bağlı alimleri ile ilmî münazara teklifinde bulunur. Bediüzzaman teklifi kabul eder ve yola çıkarak Cizre’ye varırlar. Cizre’de Bani Hanı’nda gerçekleşen münazaradan Bediüzzaman galip ayrılır. Bazı olaylardan sonra Mustafa Paşa’dan tövbe sözü alarak Cizre’den ayrılır. Bu konudaki ayrıntılı bilgiler Tarihçe-i Hayat adlı eserde geçmektedir. Tekrara girmemek için burada anlatmayacağız. Ancak bir süre sonra Paşa, yine eski haline dönmüş ve zulmünü arttırmıştır. Aşağıda bir nebze okuyacağınız olaylar da gösteriyor ki, Molla Said, Mustafa Paşa’yı sadece hidayete davet etmekle kalmamış, aynı zamanda büyük zulümlerden de vazgeçirmeye çalışmıştır. Daha henüz on yedi yaşında genç bir delikanlı olan Molla Said’in cesaretini öğrenebilmek için muhatabını iyice tanımamız gerekir ki, o yaşta bir gencin nasıl fıtri bir şecaate malik olduğunu ve bunun ilerideki hayatına nasıl yansıdığını bilelim.

    Miran Aşiret Reisi ve Hamidiye Alayları

    Osmanlı devletinin son dönemine rastlayan Hamidiye Süvari Alaylarının kuruluşu 1891 yılında çıkarılan elli üç maddelik nizamname ile gerçekleşir. Sultan Abdülhamit, doğuda kurulacak askerî alayların çeşitli faydaları olacağını ümit etmekteydi. Doğu Anadolu’da asayişin bozulmasına sebep olan aşiretler bu olaylar sayesinde hem inzibat altına alınmış, hem de Ermeniler karşısında teşkilâtlandırılmış olacaktı. Ayrıca Rus ordularına karşı kullanılabilecekti. En mühimi ise, yabancı devletlerin aşiretler üzerindeki tahrik ve propagandası önlenmiş olacaktı.

    Bu alaylar, dört bölükten az, altı bölükten fazla olmamak üzere; her bölük dört takımdan, her takım da 32 neferden noksan, kırk sekiz neferden fazla olmayacaktır. Her alay en az 512, en fazla 1152 kişiden meydana gelecektir. Her dört alay bir liva sayılacak. Büyük aşiretlere bir veya birden fazla alay, küçük aşiretlere ise bir kaç bölük kurma hakkı verilecek şekilde düzenlenecektir. Ayrıca her alaydan bir çocuk seçilerek İstanbul’a gönderilecek, orada süvari mektebinde tahsil gördükten sonra mülâzımlık rütbesiyle memleketine ve alayına dönecektir.

    Nizamname hazırlanıp kabul edildikten sonra IV. Ordu komutanı Müşir Zeki Paşa’nın komutasında Hamidiye Alayları hayata geçirildi. 1893 yılında Doğu ve Güneydoğu’daki aşiret reisleri adamlarını toplayıp İstanbul’a gelerek Sultan İkinci Abdülhamit Hanı ziyaret ettiler ve bağlılıklarını arz ettiler. Sultan İkinci Abdülhamit Han da onların her birine hediyeler ve nişanlar vererek taltif etti. Böylece merkezî otorite ile aşiretler arasında önceden olmayan diyalog kurulmuş oldu. Ancak aşiret hayatına alışmış olan bu insanlardan askeri birlik teşkil etmek çok zordu.Zaten bu durumları bilen Sultan İkinci Abdülhamit Han, aşiretlere karşı devamlı hoşgörü ve sabırla muâmele edilmesini tavsiye etti. Hatta iradelerinin birinde; “Normal askerî birlikler gibi hareket etmeleri imkânsız ise de, hiç olmazsa bu sayede disiplin altına alınmış ve neticede günün icaplarına göre, az da olsa, eğitilmiş olurlar.” diyordu.1

    “Sultan II. Abdülhamit, devletin Müslüman halklarını bir arada tutmaya büyük önem verdi. Doğudaki Ermeniler arasında gelişen fanatik milliyetçi çeteler, Abdülhamit’in bu bölgeye özel bir şekilde eğilmesine vesile oldu. Abdülhamit’in getirdiği çözümün çatısını da “Hamidiye Alayları” oluşturdu. Abdülhamit’in ismine kurulan bu alaylar, Güneydoğu’daki Kürt aşiretlerinden adam devşirilerek bölgeyi Osmanlı devleti adına korumak amacıyla kurulan yarı askeri birliklerdi. Giderek büyüyen Rus tehdidine ve Ermeniler arasındaki milliyetçi örgütlenmeye karşı güvenlik unsuru olan Hamidiye Alayları, aynı zamanda Kürtlerin devlete olan sadakatlerini pekiştirmek gibi bir amaç da taşıyordu.

    “Aslında alaylar, Sultan Abdülhamit’in Kürtleri devlete daha da ısındırmak ve bağlılıklarını artırmak için yürüttüğü kapsamlı projenin parçasıydı. Projede Kürt önde gelenlerinin çocuklarının İstanbul”da eğitilmesi, bölgeye gönderilen din adamları yoluyla “Osmanlı” bilincinin güçlendirilmesi gibi unsurlar da vardı. İstanbul’da “aşiret mektepleri”nin açılması, bölgedeki medreselere maddi destek verilmesi bu projenin ayaklarını oluşturuyordu. Abdülhamit, ayrıca, yöreye gezici öğretmenler ve vaizler göndererek halkın eğitimine de önem verdi.

    “Prof. Dr. Ercüment Kuran, Kürt aşiret reislerinin çocuklarının askeri okullarda okutulması ve bunlardan Harbiye mektebinden mezun olanlarının nizamiye ordusuna tayin edilmesinin önemine işaret eder ve hükmünü “Doğu Anadolu halkının devletle bütünleşmesinde Abdülhamid’in hizmeti büyüktür” şeklinde verir. Askeri bir misyonu da yerine getiren alaylar, doğudaki Rus destekli Ermeni çetelerine karşı koyar, gerilla tipi savaş verir.”2

    Bediüzzaman daha sonra yayınlanan Münazarat adlı eserinde Doğu vilayetlerine Hamidiye Alaylarının etkisini ve sonuçlarını şu veciz ifadelerle dile getirir.

    “Evet, sırrına, şunun saye-i muzlimânesinde mazhar oldunuz. İşte her köye böyle ilâç göndermek, hatta dâü’l-cû ile karın ağrısına müptelâ olan emsalinize hazım ilâcı hükmünde olan iâne toplamak yahut eşkiyâlık ve husûmet derdiyle mültehap bulunan o vücuda, iltihâbı tezyid eden Hamidîlik icrâ etmek ve ilâ âhir, acaba tedâvi mi, yoksa tesmîm midir, melekü’1-mevte yardım etmek midir?

    “İşte mahiyet-i istibdadın timsali budur. Zira sabıkta, Padişah kendi yerinde mahpus gibi oturuyordu, biçare milletin hâlini anlamıyordu yahut zaaf-ı kalb ve kuvvet-i vehim ile anlamak istemiyordu yahut mütehevvisâne ve mütekeyyifâne ve mütekalkıl olan tabiatı, anlattırmaya müsait değildi. İşte hükümetteki istibdada, her şeydeki istibdadı kıyas ediniz. Hatta taklidi tevlid eden ilmin istibdadı dahi böyledir.”3

    Bediüzzaman henüz 17 yaşında iken gözlemlediği Hamidiye Alaylarının durumunu, feodal yapı içerisinde bulunan aşiretler aracılığıyla Doğu vilayetlerinin derdine derman olamayacağını, aksine hastalığı arttırıcı ölümcül etkilerini gözler önüne serer. Bu nedenle Bediüzzaman Hamidiye Alaylarının işleyişine itiraz etmiştir. Bu konuda Mustafa Paşa örneğinde olduğu gibi yanlış uygulamalara karşı tavır geliştirmiştir. Öte yandan aynı eserinde kendisine izafeten talebeleri tarafından dile getirilen görüşlere baktığımızda, Bediüzzaman’ın yukarda aktardığımız görüşleriyle bir çelişki var gibi görülmektedir. Bu ifadeler şöyle:

    “Râbian: Üstâdımızdan hem işitmiş, hem hâlinden anlamışız ki, ecnebîlerin şiddetli desîse ve kuvvetlerine karşı gösterdiği sebat ve kanaat; husûsan âlem-i İslâmın kısm-ı âzamının halîfesi olmak; hem, bîçare vilâyât-ı Şarkiyenin bedevî aşâirini Hamidiye Alayları ile en yüksek bir derece-i askeriye ve medeniyeye onları sevk etmesi, Hamidiye Camiinde her Cuma günü bulunması, şeâir-i İslâmiyeye elden geldiği kadar mürâât etmesi, dâimâ Yıldız dairesinde mânevî üstâdı kabul ettiği bir şeyhi var olduğu gibi, çok hasenâtı için, Üstâdımız, bütün hayatında onun padişahlar içinde bir nevî velî hükmüne geçtiğini kanaat etmişti.”4

    Her iki ifade iyice incelendiğinde aslında her hangi bir çelişkinin olmadığı görülecektir. Bediüzzaman Sultan II. Abdülhamit’i bir nevi veli makamında kabul etmiştir. Yani şahsi fazileti konusunda bir tenkitte bulunmamış, aksine övmüştür. Ancak Bediüzzaman icraatları konusunda yapılan yanlışlıkları da dile getirmekten çekinmemiştir. Hamidiye Alayları konusunda da düşünce olarak müspet karşıladığını Doğu’da bu tür bir yapılanma ile Bedevi aşiretlerinin eğitim yoluyla medeniyete kavuşturulmasını müspet bir icraat olarak gördüğünü yukarıda geçen ifadelerden anlıyoruz. Fakat bu yapılanmanın fiiliyatta olumlu bir sonuç getirmediğini bizzat olayları yaşayarak gözlemlemiştir. Yani düşünce iyi ama icraat ve sonuç kötü olmuştur.

    Mustafa Paşa

    Bediüzzaman’ın medrese ve talebelik hayatından ilk defa sosyal hayata girişine sebep olan portrelerden biri olan Mustafa Paşa, Cizre’de doğmuş olup, doğum tarihi konusunda herhangi bir bilgiye rastlanmamıştır. Zamanın en güçlü aşiretlerinden Miran Aşiretinin ağasıdır. Temer Ağanın oğlu olup, İbrahim Ağanın da torunudur. Çok iri yarı, bakışları sert ve keskin, sakallı birisidir. Miran Aşiretinin 11 oymağı olmakla beraber, bunların en önemlileri; Berkeleyi, Sinika,Varasali, Aliyuki, Hürika, Dükeliya idi. Kendisi Berkeleyi Oymağından olup bu 11 kabilenin, oy birliği ile tüm Miranların başına geçmişti. Halk arasında özellikle onu çekemeyen bazı aşiretlerce de Misto-i Miri (Büyük Musto) diye anılırdı.

    Sultan Abdülhamid, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Hamidiye Alay Komutanları teşkil etmek üzere, doğuda bulunan tüm aşiretleri İstanbul’a çağırmıştı. Çok akıllı ve zeki olan Mustafa Paşa, kendisi gibi iri yarı olan 500 adamını hazırlayıp, yayan atları ile birlikte yola çıkarlar. Üç aylık bir süreden sonra nihayet İstanbul’a varırlar.

    Padişah Sultan Abdülhamid, tüm Doğudan gelen kabileleri önce görmek için bir resmigeçit düzenlettirir. Resmigeçitte, önünden geçen her kabileyi gözler ve not aldırtır. Sıra Cizre’den gelen aşiretlere gelince, hep birbirine benzeyen iri yarı, cüsseli olan bu adamları ve giyinişlerini görünce, derhal bunlara bir yemek verilmesini, davranış ve hallerini yerinde görmek istediğini yanındakilere emreder. Cizre Miran aşiretleri temsilcileri olan 500 kişiye bir yemek verilir. Padişah da onları yemekhaneden seyreder. Mustafa Paşa askerlerine tüm yemeği bitirmelerini söyler. Yemeği de çatal kaşık kullanmadan, kollarını sıvayıp, elle yerler. Tabak diplerinde hiçbir şey bırakmazlar. Bunu gören padişah berat ve nişanlarını taktırır. Çok geniş yetkileri ona tanır. Böylece emrinde üç alay kurmasını ferman buyurur.

    Mustafa Paşa Cizre’ye gelir gelmez (1893), tüm çevre aşiretlerinden üç alay kurar ve Cizre’deki Hamidiye kışlasını yaptırır. Geniş bir nüfus araştırması yaparak, her ağanın kaç insan savaşa çıkarabileceğini belirtir. Mustafa Paşa doğrudan padişaha, askerî yönden de 6. Liva olan Erzincan Müşirliğine bağlıydı. Padişah kendisine çok geniş yetkiler tanımış olup hakkında gelen şikâyetleri bertaraf etmiştir. Aynı zamanda her ay, İstanbul’dan asker başına bir kese altın gelirdi. Miran ve diğer bağlı aşiretler göçer olmakla beraber, yerlilerden birçok üst düzeyde askerler seçilmişti. Bunlardan Fettah Ağa Binbaşı, Hacı Zuraf Yüzbaşı, Tayan aşiretlerinden Şeyhmus-ı Kerevan Yüzbaşı, Tahir Ağa Hamidiye Askerî Kaymakamı idiler. Ordusu tam teşekküllü ve kuvvetli olup, hem kendi imkânları, hem de İstanbul yardımları ile beslenirdi.

    Okuma yazması olmamakla beraber, münazaralar düzenler ve âlimleri yarışmalara alırdı. Birçok âlim ailesinde ve aşiretlerinde barınırdı. Bu arada devamlı bir kâtibi yanında olurdu. Molla Sadık Zade Abdullah Efendi onun kâtipliğini yapar, Abdullah Şeyh Ali’de onun masrafdarlığını yürütürdü. Mustafa Paşa çok akıllı biriydi. Cizre’de çok erkekli ve değişik mahallelerde oturan aileler, kendi kızlarını onlar istemeden çağırıp kendisi vermiştir. Bu hareketiyle de Hamidiye Alay Paşalığını sağlama almıştır.5

    Sultan Abdülhamit Han’ın geniş yetkiler tanıması ve feodal yapının bir gereği olarak zor kullanma ve eziyet verme girişimleri olmuş, üç alayın barınıp yerleşmesi, hayvanların beslenmesi için arazi işgallerinde bulunmuştur.

    1899-1902 yıllarında Musul’da valilik yapan Ebubekir Hazım Paşa (Tepeyran) Miran aşireti ile ilgili anılarında, Mustafa Paşa’nın bazı davranışlarından ve bazı yanlış hareketlerinden dolayı hoşnutsuzluğunu dile getirir. İşte o olaylardan bazıları: Bağdat Demiryolları çalışmalarına katılan Alman Dr. Paul Rubach, 1901 kışında Musul’da Dicle’nin iki yakasını tutmuş olan Mustafa Paşa’nın adamları tarafından haraca bağlandıklarını anlatır. “Avrupa’dan getirilip Samsun-Diyarbakır tarikiyle El-Cezire Çölünün kenarına (Diyarbakır’a) kadar katır ve deve ile oradan da Güneye doğru kelekle sevk olunan malların dahi aynı vergiye tâbi tutulduğu cevabını aldım… Günlük ihtiyaç maddelerinden sayılan pek çok şeyin, bu arada petrolün fiyatı üç dört misline fırlamıştı. Mustafa Paşa, Cizre ile Musul arasında bulunan elli kadar İslâm ve Hıristiyan köyünü iki sene içinde yağma, tahrip ve köylüsünü tard ve tedip etmişti… Daha sonra iki sene evvel ekili olan bütün tarlalar büsbütün terk ve ihmal edilmiş bir halde bulunuyordu.”

    İşte Devlet Arşivlerinde geçen belgelerle Mustafa Paşa’nın bazı vukuatları:

    23 Nisan 1892 tarihli vesika; Musul Emlak-ı Hümayun Komisyonu Riyaseti’nin 11 Nisan 1308 tarihini taşıyan telgrafında, Diyarbekir Vilayeti’ne tabi Miran Aşiret Reisi Mustafa Paşa’nın bir hayli atlı ile bir köye hücum ettikleri, birçok hayvanı gasp ettikleri, birkaç insanı katlettikleri, on-on beş evi yıktıkları ifade edilmiştir.6

    21 Eylül 1901 tarihli vesika; Diyarbekir Serkomiserliği’nden Zabtiye Nezareti’ne gönderilen şifreli telgrafta; Cizre Kazası’nın Miran Aşireti Reisi Mustafa Paşa ile damadı Tahir Ağa’nın tahrikiyle Miran ve Keçan aşiretlerinden iki yüz atlı ve üç yüz yayan yani beş yüz aşiret mensubu, Cizreye yarım saat mesafede bulunan dört köye hücum etmişler, mallarını, koyun, öküz ve diğer hayvanlarını gasp ettikleri gibi, evlerini de yıkmışlardır. Bu arada açtıkları ateşin isabet etmesi sonucu, çocuğunu emzirmekte olan bir kadın hayatını kaybetmiştir.7

    21 Temmuz 1902 tarihli vesika; Serasasker Rıza Paşa, Mustafa Paşa’nın bunca yaptıklarına rağmen, henüz hakkında hiçbir şeyin yapılmamış olmasından yakınmıştır. Rıza Paşa, Mustafa Paşa’nın yaptıklarına karşılık benzerlerine ibret olacak şekilde bir muamelenin yapılmaması halinde, bu durumun kendilerini cesaretlendireceğini ve neticede zülüm yapanların sayısının artacağını dile getirmiştir. Böyle bir durumun bölgede hasarlara ve zararlı faaliyetlerin artmasına yol açacağını, yapılan şikâyetlerin tahkik edilmesi gerektiğini, olayı soruşturacak bir heyetin oluşturulmasını, bir divan-ı harbin kurulmasını da istemiştir.8

    Devlet Arşivinde birçok benzeri şikâyeti havi vesikalardan verilen yalnız bu üç örnek bile, Mustafa Paşa’nın neler yaptığını ciddi bir şekilde ortaya koymakta ve çok genç yaştaki Molla Said’in niçin, Mustafa Paşa’yı öldürmekle tehdit ettiğine açıklık getirmektedir.9

    Miran aşireti reisi Mustafa Paşa, Cizre kazası ve havalisinde seyyar ise de, Musul vilayeti ahalisi ve aşiretlerine zarar vermektedir. “Bütün gençlik hayatı Musul hapishanesinde geçmiş gibi olan bu haydut Paşa’nın, Hamidiye Alayları’na girmesinden sonraki cinayetlerinden dolayı muhakeme altına alınması için gereken irade bir türlü çıkmadığından, bu cinayetlerde kendisiyle ortak olanlardan ele geçirilebilen şahıslar yıllardan beri muhakemesiz, hükümsüz Musul hapishanesinde bulunmakta idiler… Miran aşireti, Arap aşiretlerinden Gergerilere taarruz ederek yapılan çarpışma da Araplardan pek çoğu öldürülmüş ve birçok hayvanların ele geçirilmiş olduğu… haberleşerek çarpışmayı… itiraf ettiği halde… Dördüncü ordu Müşiri Zeki Paşa ‘Mustafa Paşa saltanat-ı seniyyenin gerçek kullarındandır. Bu tür hareketlerde bulunmaz’ diye hiç utanmadan sıkılmadan onu temize çıkarmağa… çalışmaktadır.”

    Bediüzzaman 1902 yılında Van’da iken Mustafa Paşa ile yıllar sonra tekrar karşılaşır. Geravi aşireti reisi Şeker Ağa ile Paşa’yı barıştırır. Paşa’ya dönerek tövbesini bozduğunu ve salimen Cizre’ye varamayacağını ifade eder. Gerçekten de Paşa 1902 yılında, yayladan Cizre’ye dönerken, Cizre-Şırnak arasında meydana gelen aşiret kavgalarının sonunda serseri bir kurşunla öldürülür. Aşiret kavgası sona erer, aşiretler ayrılırken, kimin tarafından atıldığı bilinmeyen bir kurşunla Paşa öldürülmüştür. Naaşı Cizre’ye getirilmiş ve kendisine ait olan, şimdi Cizre Mezarlığındaki kabrine gömülmüştür.

    Henüz çok genç yaşta olan Molla Said’in birkaç aylık Tillo’dan Cizre’ye olan seyahatinden bazı sonuçlar çıkarabilmemiz mümkün. Şöyle ki:

    1) Molla Said Hamidiye Alay komutanı olan Miran Aşiret reisi Mustafa Paşa ile muhatap olduğundan Tillo’da ilk defa sosyal hayata adım atmış oluyor. Abdülhamit döneminin en önemli icraatlarından biri olan Hamidiye alaylarının işleyişi konusunda -ileriki hayatında- yaşarak tecrübe edinmiş olarak Münazarat adlı eserinde Hamidiliğin Doğu ve Güneydoğu için çare olamadığını, işlevini yerine getiremediğini ve yaranın iltihabını arttırdığını dile getiriyor.

    2) Tillo’ya kadar olan hayatını sürekli klasik medreselerde geçirmekte iken yine ilk defa aşiretlerle tanışır ve Cizre’de kendini aşiretlerin içerisinde bulur. Miran aşireti içinde kalarak onları ikaz ve irşad eder. Ayrıca aşiretler arası meydana gelen anlaşmazlıkları çözümü konusunda öncülük yapmıştır.

    3) 1894 yılında Tillo ve Cizre’de olduğu dönemde Sason’da ilk Ermeni hadiseleri ortaya çıkmış ve bu hadiselerin -ileriki hayatında- doğru teşhisini ortaya koyabilmiştir.

    Cizre’den Mardin’e: Molla Said’in Mardin Hayatından Bazı Tespitler

    Büyük İslâm âlimi Bediüzzaman Said Nursî’nin Mardin’de geçirmiş olduğu hayat devresi ile ilgili olarak yapılan araştırmalarda, ayrıntılı ve açıklayıcı bilgilere –yeterince-ulaşılamamıştır. Bediüzzaman’ın hayatı konusunda, birinci elden bilgiye kardeşinin oğlu Abdurrahman Nursî tarafından yazılan ve yayınlanan “Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayatı’’ adlı 1919 yılı basımı eserle ulaşıyoruz. Ancak bu eserde de Bediüzzaman’ın Mardin’de geçirmiş olduğu devrede yaşanan hadiselere ve sürgün olayının detayına ilişkin tarih bilgilerine ulaşamıyoruz. 1958’de Nur Talebeleri tarafından yayımlanan Tarihçe-i Hayat’ta da, adı geçen eserdeki bilgiler hiçbir ilâve yapılmadan aynen aktarılmıştır. Her iki eserde de Bediüzzaman’ın Mardin’e geliş tarihi belirtilmemiştir. Ancak 1974’te basılan Necmettin Şahiner tarafından kaleme alınan Bediüzzaman’ın kronolojik hayatının anlatıldığı Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi adlı eserde, Mardin hayatı ile ilgili olarak hayatta olan şahitlere dayanılarak iki hatıra nakledilmiş ve Bediüzzaman’ın Mardin’e geliş tarihi olarak da 1892 tarihi gösterilmiştir. Daha sonra Abdülkadir Badıllı tarafından hazırlanan üç ciltlik “Mufassal Tarihçe-i Hayat’’ta ise, bu tarih 1895 olarak kayda geçmiştir. Bizce de Badıllı’nın tespit ettiği tarih daha sağlıklıdır. Çünkü Risale-i Nur Enstitüsü tarafından yapılan en son araştırmada Bediüzzaman’ın doğum tarihi 1878 yılı olduğuna göre ve Mardin’e 16 veya 17 yaşlarında geldiğine göre, geliş tarihi 1894 veya 1895’tir. Bu tarih de H. 1312 yılına tekabül etmektedir. Şahiner’in 1892 tarihini tespit etmesi Bediüzzaman’ın doğum tarihini 1876 yılı olarak kabul etmesinden kaynaklanmaktadır.

    Bediüzzaman’ın siyasî hayata ilk girişi 1895 yılında Mardin’e gelmesiyle başlamıştır. O yılda Mardin birçok karışıklığa sahne olmuştur. Bazı aşiretler Ermeni köylerine saldırmış, öldürme ve yaralama neticesinde Ermeniler şehir merkezine sığınmışlardır. Mardin’in ileri gelen din âlimleri onlara sahip çıkmış, sağduyulu davranarak ileride oluşabilecek büyük bir kaosun önüne geçmişlerdir. Bediüzzaman’ın bu konudaki rolünü kesin bilemiyoruz. Ancak tarihî belgeler iyice incelendiğinde, bazı bilgilere ulaşabileceğiz.

    Molla Said, Mardin’de bulunduğu sıralarda biri Cemaleddin-i Afganî Hazretlerine, diğeri Sünusî tarikatına bağlı iki talebe ile karşılaşır. Bediüzzaman Said Nursi, Afgani’yi İttihad-ı İslam meselesinde selefim diye tanımlayarak “siyasette muktesit meslek”i ondan öğrendiğini belirtmiştir.10 Bediüzzaman, “siyasette muktesit meslek” kavramı ile aşırılıklardan kaçınmayı kastetmiştir. O, Doğu aşiretlerinin suallerine verilen cevaplardan oluşan “Münazarat” isimli eserinde siyasilerden ehl-i ifrat ve ehl-i tefrite rast geldiğini belirtmiştir.11 Ehl-i ifrat, İslamiyet’in kıvamı Türkleri dalaletle niteleyip, istibdadı hürriyet zannetmekte ve Kanun-u Esasiyeye itiraz etmektedirler. Ehl-i tefrit ise dini bilmedikleri halde ehl-i İslama insafsızca itiraz etmekte ve dindarlardaki taassubu haklılıklarına delil göstermektedirler. Bu iki düşünceye karşılık Bediüzzaman’ın tavrı ise çok nettir. “….Hücum edenlerden bazıları ‘Haydo, Haydo’ derlerdi, bazıları, ‘Haydar Ağa, Haydar Ağa’ derlerdi. Ben Haydar derdim, şimdi de Haydar diyorum.”12

    Bediüzzaman aynı zamanda tarafgirane körü körüne siyasetin de tahlilini yapmıştır. Ona göre salih ve âlim bir kişi kendi siyasi fikrine uyan münafık bir kişiyi coşkuyla övmüş; buna karşılık kendi siyasi fikrinden olmayan salih ve âlim bir kişiyi ise ön yargı ile tenkit etmiş ve fasık ilan etmiştir. Bu tür körü körüne yapılan ilkesiz, gerekçesiz ve ölçüsüz siyasetten Allah’a sığındığını belirtmiştir.

    Hac konusunda da Bediüzzaman’la Afgani’nin fikirleri benzerlik göstermektedir. Bediüzzaman, haccın fikir alış verişi ve tearüf suretiyle tevhid-i efkâra, teavünle teşrik-i mesaiye vesile olduğunu belirtmiştir.13 Zamanla hacdaki fikir alışverişi ve teşrik-i mesai gibi hizmetlerin ihmali düşmanın milyonlarla İslam milletini İslam aleyhinde kullanmasına zemin hazırlamıştır. Yine Bediüzzaman, milliyet hususunda da, İslam birliğini temin eden din bağı olduğunu belirtmiştir.14

    Bu iki seyyahın İslâm Birliği düşüncesi, ona yol gösterir. Molla Said’in Şeyh Sunisi’nin talebesiyle Mardin’de görüşmesi ise ilerde kaderin sevkiyle kendisine Şeyh Sunisi’nin yerine Şark Vaiz-i Umumiliği teklifini getirecektir. Şeyh Sunisi, İttihatçıların Trablusgarp Savaşı sırasında ilişki kurdukları, Birinci Dünya Savaşı sırasında cihad ve Teşkilat-ı Mahsusa çalışmaları kapsamında İstanbul’a gelen, mütarekede Bursa’ya, daha sonra Millî Mücadele döneminde Ankara’ya giderek, Doğu gezisine çıkan zâttır. Asıl gayesi İslam Birliğinin sağlanmasıdır.

    Yine Bediüzzaman, 1895 yılında geldiği ve yoğun siyasi çalışmalarda bulunduğu Mardin’de, Namık Kemal’in hürriyetçi fikirlerinden etkilendiğini şu ifade ile belirtmektedir: ‘’İnkılâptan on altı sene evvel, Mardin cihetlerinde, beni hakka irşad eden bir zata rast geldim. Siyasetteki muktesit mesleği bana gösterdi. Hem, tâ o vakitte, meşhur Kemâl’in ‘Rüyâ’sıyla uyandım.’’

    Bediüzzaman’ın, uyanmasına vesile olarak zikrettiği Rüya isimli eseri, Namık Kemal’in nesir eserlerinden biridir. Bu eser Magosa’da yazılmıştır. Türk Edebiyatı Tarihinde, bu eser ile ilgili olarak şunlar ifade edilmektedir: ‘’(Namık Kemal bu eser ile ilgili olarak İstanbul’da bulunan dostu) Zeynel Abidin Bey’e gönderdiği mektubunda: ‘Rüya’yı gönderdim. Tab’ına Kasab (Kasab Theodur: Yahudi bir gazeteci) değil, kahraman katil bile cesaret edemez. Avrupa’da bastırırsanız, onu bilmem.’” demek lüzumunu duymuştur.

    “1289 yılı Safer ayının 14. Gecesi (23 Nisan 1872) görülmüş bir rüyadır’’ başlıklı bu eserinde Namık Kemal, Hürriyet Perisi’nin bir güneş gibi doğarak söylediği bir hitabeti tasvir ve nakleder: Rüya, kendisini İstanbul’da Boğaziçi’nde, denize nazır bir köşkte hayal eden muharrir tarafından görülür. Güneşli bir sahrada bir bulut içerisinden hürriyet perisi doğuyor. Çevresine parça parça zincirle dökülerek ilerliyor. Heyecanlı bir lisanla halka esaretin kötülüğünü; hürriyet için ölümden bile korkmamak gerektiğini söylüyor. Bu perinin büründüğü güzel bulut onun bir silkinmesiyle, ortasında ay-yıldız bulunan bir Osmanlı bayrağı şekline giriyor.

    Bayrağın üzerinde: “Yed-i hürriyetindir rüyeti ikbal-i Osmani / Bi-Hamdillah erişdi devr-i istikbal-i Osmani” beyti yazılıdır.

    Arkasından Namık Kemal, her tarafı manevi görüyor. Vatan; halk hâkimiyeti, hürriyet, maarif, vb. sayesinde adeta cennete dönüşüyor. Büyük bir mektuplaşma ve haberleşme hürriyeti başlıyor. Kemal, kendinden geçmişçesine bu rüyadan uyanıyor. Aynı mes’ud âlemi bir daha görmek için hemen gözlerini kapıyorsa da, bunun bir faydası olmuyor. Kemal, rüyasını Hürriyet Kasidesinin şu beyitleriyle bitiriyor:

    Ne yar-i can imişsin ah ey ümmid-i istikbal
    Cihanı sensin azad eyleyen bin türlü mihnetten
    Senindir devr-i devlet, hükmünü dünyaya infaz et
    Hüda, ikbalini hıfz eylesün her türlü afetten.

    Yer yer hayli külfetli ve terkipli bir dille kaleme alınan bu Rüya’nın mühim bir tarafı, vatanın maarif ve imar hareketleri ile fabrikalarla mamur bir geleceğinin rüyasını görmüş olmaktır.”15

    Molla Said böylece Namık Kemal’in hürriyet ve fikir mücadelesini takdir eder ve daha sonra Münazarat adlı eseriyle bu düşüncelerini anlatmaya çalışır.

    Molla Said’in Mardin deki hayatı çok hareketli geçer. Bir gece silahlı olarak bir yere giderken polis ve jandarma devriyesine rastlar. Üzerinde silah bulunduğu için kendi kendine, “kaçarsam beni tutarlar, en iyisi hemen vurup aralarından geçeyim” diye düşünürken devriye ile göğüs göğse gelir. Bulundukları yer çimenlik olduğu için çarpışma sırasında polis ve jandarmaların ayakları kayar ve aşağı doğru yuvarlanırlar. Bu fırsattan istifade eden Molla Said, ara sokaklardan birine dalarak izini kaybeder. Ertesi gün polislerle karşılaşınca, elleriyle yüzlerinin yara bere içinde olduğunu görür. Nedir bu haliniz diye sorduğunda polisler başlarından geçen olayı anlatarak, olsa olsa o adam bir cindi derler. Molla Said ise gülerek, her halde cin olmalıdır. Zira öyle cinler de vardır, der.16

    Bediüzzaman’ın Mardin hayatı, yayınlanan eserlerden edindiğimiz bilgilere göre, çok hareketli ve çalkantılı geçmiştir. Onun medrese talebeleri ve âlimlerle münazaraları neticesinde kendini kabul ettirmesi kayda değer önemli sayılabilecek hadiselerdendir. Molla Said Mardin’e kadar olan hayat safhalarında sadece klasik medrese usulü ile eğitim gören hoca ve talebelerle münazaraya girişmişti. Mardin’de ise ilk defa kurumsal kimliğe sahip medrese hocalarıyla tartışmaya girmiş ve kendini ilmi çevrelere kabul ettirmiştir.

    Meşrutiyet ve Hürriyet düşüncesi ile ilk tanışması ve en önemlisi de ilk defa siyaset hayatına Mardin’de başlaması kayda değerdir. Evet, Bediüzzaman ilk defa devlet sistemi ile tanışacak, devletle yüzleşecek ve bilinmeyen sebeplerle ‘bir mutasarrıfın pençe-i kahrıyla (Garip bir tevafuk: Tarihçe-i Hayat’ta geçen “bir mutasarrıfın ‘pençe-i kahrı’” ifadesi ile Chermetant’ın eserinde 1896 tarihli mektubunda geçen “pençe” tabiri Selanikli Mutasarrıfın açık bir özelliğini ortaya seriyor.) Bitlis’e sürgün edilecekti.

    Bediüzzaman’ı sürgüne yollayan mutasarrıfın adı eski tarihçelerde belirtilmemektedir. Ancak Şahiner’in adı geçen ilk baskı eserinde Nadir Bey ismi geçmektedir. Bu kaynağa dayanarak, daha sonra yapılan bütün araştırmalarda bu isim yazılmıştır. Hâlbuki Nadir Bey, Mardin’e 1919 yılında mutasarrıf olarak atanmıştır. O tarihte ise, Bediüzzaman İstanbul’dadır. Şahiner, kitabının son baskısında hatasını anlamış olmalı ki, mutasarrıfın ismini vermemiştir.

    Bediüzzaman H. 1312 yılında Mardin’e geldiğine göre, o zaman Diyarbakır vilayetine bağlı bulunan Mardin Sancağı mutasarrıfının Selanikli Mehmet Enis Efendi olduğunu “Diyarbekir Salnameleri”nden öğreniyoruz. Daha sonra Diyarbakır’a vali olarak atanan ve Enis Paşa olarak bilinen Rumeli Beylerbeyi unvanına sahip bu zât, mutasarrıf olduğu 1895 yılında, yağmacı kabileler köylere saldırmış, saldırıya uğrayan halk da şehir merkezine sığınmıştır. Mardin’in âlimleri ve ileri gelenleri Ermenileri himaye etmeye ve yardımcı olmaya çalışmışlardır. Bu arada Patrik Azaryan Efendi, mutasarrıfın ‘pençesi’nden Kazasyan Havsep Efendi tarafından kurtarılmıştır. I. Meşrutiyet döneminde, Diyarbekir mebusu olarak Meclis-i Mebusan’a seçilmiş bulunan Havsep Efendi, 640.000 altın zarara uğramış, ‘valinin doymak bilmez iştahının, zindanda ölüme mahkûm ettiği bu bahtsız adam’ oğlu Diran ve yeğeni ile İstanbul’a gitmişti.17

    Devlet arşivlerinde Ermeni meselesi ile ilgili bir belgede; Vali Enis Paşa’nın Diyarbakır’da görevli olduğu 1896 senesinde, Ermeni meselesinde karışıklık yaşandığı bahanesi ile Fransa Büyükelçiliği tarafından sadrazamlık makamı vasıtasıyla Paşa’nın görevinden azli istenildiği anlaşılmaktadır.

    (Selanikli Mehmet Enis Efendi’nin ismi direkt olarak Risâle-i Nur’da geçmemektedir. Tarihçe-i Hayat’ta, “Molla Said çok genç yaşta iken siyasî hayata atılır, vatan ve millete hizmete başlar. İlk hayat-ı siyasiyesi Mardin’de başlamıştır. Bunun üzerine bir mutasarrıfın pençe-i kahrıyla, elleri bağlı, muhafız nezaretinde Bitlis’e nefyedildi…” (Tarihçe-i Hayat, 1996, s. 39) denilmektedir. (…) 8 Eylül 1892’de ikinci kez Mardin Mutasarrıflığına tayin edilen Enis Efendi, 13 Nisan 1896 tarihine kadar bu görevi sürdürmüş, 1 Ekim 1895’ten itibaren de ilâveten Diyarbakır Vali vekilliğini de yapmıştır. Dolayısıyla Bediüzzaman’ı Bitlis’e sürgün gönderen, Enis Efendi’den başkası değildir. Ayrıca, bu tarihlerde, Mardin’in durumunun karışık olması, özellikle Enis Efendi’nin buraya tayin edilmesi ve otoriter kimliğinin ön plana çıkması, tarihçede verilen bilgileri doğrulamakta ve kuvvetlendirmektedir. (Yeni Asya, 01.04.2005, Enstitü sayfası, Portre)

    Bediüzzaman’ın mutasarrıf Enis Paşa tarafından sürgün edilmesi olayının perde arkası ve gerçek mahiyetini öğrenebilmemiz için 1895 senesinin mutasarrıflık ve adlî yazışmalarını incelemek gerekir. Onu da işin uzmanlarına havale ediyoruz. Şayet bu belgelere ulaşabilirsek, Bediüzzaman’ın devletle ilk tanışmasını ve Selanikli Enis Paşa ile aralarında hangi meselelerin konu edildiğini öğrenmiş olacağız.

    Bediüzzaman’ın Mardin’den sürgünü ile ilgili bir iddia da şöyle:

    Mardin’de yaşamış bulunan büyük âlimlerden Şeyh Yusuf Efendi (1873-1956) gençliğinde Şehidiye Camii’nde Bediüzzaman’la tartışmaya girdiği, onu “Delâil-i zâhire hakkında milleti şüpheye düşürmekle” suçladığı, sertleşen tartışmanın sonunda Said Nursî’nin Mardin’den sürüldüğü anlatılmaktadır.18 Bediüzzaman’ın sürgünü, sadece bu olayla açıklanamaz. Yine belirtmeliyiz ki, devlet arşivlerindeki ilgili belge ve bilgilere ulaşılmadan bu konuda kesin bir hükme varamayız. Özellikle yakın tarih araştırmacılarına büyük bir iş düşmektedir.

    Molla Said’in Mardin hayat devresinden çıkarabildiğimiz sonuçlar özetle şöyle sıralanabilir.

    1- Molla Said Mardin’de klasik medrese hayatından kurumsal medrese hayatına ilk defa giriş yapmış ve ilimde rüştünü ispat etmiştir. Böylece kimsenin ona itiraz etme mecali kalmamıştır.

    2- Hayatının ilk siyasi devresi Mardin’de başlamış olup, Sultan Abdülhamit’in Mutasarrıfı Enis Paşa’nın pençe-i kahrına maruz kalıp, hayatının ilk sürgününe maruz kalmıştır.

    3- Namık Kemal’in meşhur rüyası ile Mardin de uyanmış ve Hürriyet ateşiyle yanıp tutuşmuştur. Bunu sonraki bütün hayatında gözlemlemek mümkün olacaktır.

    4- Cemaleddin-i Afgani ve Şeyh Sunusi’nin talebeleri ile Mardin’de tanışmış olup, bu görüşme ilerde İslam Birliği düşüncesini pekiştirmeye vasıta olmuştur.

    5- Molla Said Cizre hayat devresinde olduğu gibi Mardin’de de Ermeni hadiselerine şahit olmuştur.

    Dipnotlar:

    1. http://www.dallog.com/kurumlar/hamidiyealay.htm

    2. Aksiyon, Mustafa Akyol, Sayı: 498, 21.06.2004.

    3. Bediüzzaman Said Nursi, Münazarat, s. 25-26.

    4. A.g.e., s. 150-151 Muhsin-Ziyâ 1953,Fatih/İstanbul

    5. Bütün Yönleriyle Cizre, Abdullah Yaşın, 1983

    6. Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Y. PRK. HH., nr.25/32, 25 Ramazan 1309.

    7. Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Y. MTV. nr.221/43, 7 Cemaziyelahir 1319.

    8. Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Y. MTV., nr. 232/76, 14 Rebiülahir 1320.

    9. Yeni Asya, 30.12.2005.

    10. Münazarat, s. 105.

    11. A.g.e., s. 123-124.

    12. A.g.e., s. 125.

    13. A.g.e., s. 71.

    14. A.g.e., s. 69.

    15.http://www.risaleakademi.com/makaleler/779-namk-kemal-ve-bediuezzaman

    16. Abdurrahman Nursi, Bediüzzaman’ın Hayatı, 1997, s. 31.

    17. Mardin Aşiret-Cemaat-Devlet, Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul 2001, s. 326’dan iktibasen Chermetant t.y: 86

    18. A.g.e., s. 367.