Köprü Anasayfa

Üçüncü Said

"Güz 2010" 112. Sayı

  • Üç Dönem Üç Unvan

    Three Periods Three Appellations

    İbrahim KAYGUSUZ

    Giriş

    Bediüzzaman Said Nursi, hayatının farklı dönemlerinde kendi tercihi ile Eski Said, Yeni Said ve Üçüncü Said unvanlarını kullanır. Nursi, bu dönemlerin her birisinde farklı kalbi ve ruhi haller yaşar.

    Hayatının bu üç dönemine ait telifler ise, çekirdek-ağaç veya fidanlık-bahçe gibi birbirini mündemiç telifler olup birbirini tamamlayan hakikatlerdir.

    Eski Said’de hakikatlerin keşfi için “ilim kuvveti” ve “akli bakış” ön planda iken Yeni Said’e “kalp ve vicdan” daha çok egemendir.

    Bediüzzaman, Barla Lahikası adlı eserinde Hulusi Yahyagil’e yazdığı bir mektubunda konu ile alakalı şunları söyler: “Aciptir ki, Eski Said’in kuvvet-i ilmiyle, nazar-ı aklıyla anladığı ve gördüğü hakikatleri senin kardeşin (Yeni Said İ.K.) şuhud-u kalbiyle, nur-i vicdanla gördüğüne tevafuk ediyor.”1

    Bediüzzaman’ın talebelerinden Abdükadir Badıllı Eski Said-Yeni Said bağlamında konuya şöyle bir açıklık getirir: “Eski Said-Yeni Said ifadeleri son derece yüksek ve engin mazhariyetlerin ifade ve unvanları olsa gerek.”2 Badıllı, Eski Said-Yeni Said ayırımı ile ilgili mebde-müntaha, çekirdek-ağaç, velayet-i suğra-velayet-i Kübra, icmal-tafsil, cüz’iyet-külliyet, gençlik devri-kemal çağı, ilim devri-amel faslı yorumunu yapar.

    Bediüzzaman’ın talebelerinden Bayram Yüksel (Üçüncü Said-Eski Said bağlamında) Üç Said’in birbirini te’yid ettiğine dair kendi elleri ile kaleme aldığı hatıralarının bir yerinde şöyle der: “Üstadımız diyordu: Üçüncü Said, maşaallah, barekâllah, Eski Said’de yanlış bulamıyor. Maşallah Eski Said’i tebrik ediyorum.”3

    Risale-i Nur’un birçok yerinde Eski Said, Yeni Said ve Üçüncü Said unvanları geçer. Bu unvanların hepsi birer mülahaza olup birbirini te’yid ve takviye eder. Bazen Risalelerde “konuşan ve te’lif eden” olarak Yeni Said’i görürsünüz; fakat aynı metin içinde Yeni Said’in “konuşturduğu kişi” olarak Eski Said karşınıza çıkar. Çünkü “o anda” ve içinde bulunulan ‘hal’de üslup ve içerik Eski Said’in konuşmasını gerektirmiştir. Dolayısıyla “Muvakkaten Eski Said kafası (üslup İ.K.) başa geçirilir” ve ona iş yaptırılır.

    Sonuç olarak pratikte “karşılaşılan olaylar”, teoride ise “keşfedilen hakikatleri anlama yöntemi” unvanların kullanımında belirleyici etken olmuştur.

    Üç Said, Üç Vazife

    Kur’an-ı Hakîm’in asrımıza bakan parlak bir tefsiri olan Risale-i Nur, varlığın bütün alanlarını tahlil ederek vuzuha kavuşturan evrensel bir fikir mektebidir. Varlığın maddi boyutunu tevhidi bir nazarla ele alan Risale-i Nur, nispeten farklılık arz eden toplumsal ve siyasal hayatı da aynı yaklaşımla muhakeme eder.

    Eşyanın hakikatlerine ve kâinatın sırlarına vakıf olan Risale-i Nur müellifi, yaşanılan evrenin kesreti içinde vahdeti yakalar ve hilkat-ı âlemin bulmacasını zihnimize nakşeder. Kur’an ve kâinat kitaplarını müteradif okuyan Bediüzzaman Said Nursi, aynı hassas okumayı “Kur’an-hayat-hadiseler” cephesinde de yapar. Bu meyanda yazdığı altı bin küsur sayfalık dev külliyatın takriben üç bin sayfası imani bahislerdir. Bu imani bahisler, Kur’ani vurguya paralel olarak tevhid, nübüvvet, haşir ve adalet (ibadet) dengesi üzerine oturur.

    Risale-i Nur’un geri kalan üç bin sayfalık kısmı hayatın ve olayların karmaşık problemlerini çözüme yöneliktir. Bu ikinci kısım da birincisi gibi vahyin gölgesi olan “ilham”ın eseridir. Bediüzzaman Hazretleri bu ikinci kısımda, mahiyeti itibarı ile değişken olan sosyal hadiselerin Kur’an’ın değişmez nasları ile etkileşimini tahlil eder ve akla kapılar açar. Nursi bu yönü ile öteki müfessir ve müelliflerden farklı bir konumdadır.

    İslam irfanının köklü ve yetkin otoritesi olan Said Nursi, yaşadığı çağı ve istikbali iyi okumuş, değişimin dilini iyi yakalamıştır.

    Bir zerrede, bir çiçekte, bir hücrede bazen insan vücudunda veya yıldızlarda Allah’ın isim ve sıfatlarını Kur’an dili ile okuyan/okutan Bediüzzaman, beri tarafta beşeri hayatın vazgeçilmez üniteleri olan aile, devlet, toplum, hürriyet, adalet ve hukuk gibi realiteler üzerinde fikirler serdetmiş ve çağdaşlarını aydınlatmıştır.

    Peki, Risalelerde neden bu iki ana ayırım yapılmış ve öğretiler bu iki temel üzerine bina edilmiştir?

    Yukarıda ifade edildiği gibi Said Nursi’nin Risale-i Nurları Kur’ani modele paraleldir. Şeriatı ikiye ayıran Bediüzzaman, âlem-i asgar olan insanın ef’al ve ahvalini tanzim eden ve sıfat-ı kelamdan gelen bildiğimiz şeriat ile; insan-ı ekber olan kâinatın hareket ve sekenatını tanzim eden ve sıfat-ı iradeden gelen şeriat-ı kübra-yı fıtriyeyi biribirinden ayırır.

    Yaratılan varlıkların işleyişini ve münasebetlerini anlamaya ve anlamlandırmaya çalışmak kadar, beşeri münasebetleri anlamlandırmak ve onların Kur’aniliğini test etmek de Bediüzzaman’ın nazarında o derece önem arz eder. Fiziğin ve matematiğin kanunlarında Allah’ın iradi sıfatlarını okumak ne derece önemli ise, hukuk ve adaletin toplum hayatındaki işleyişinde Allah’ın kelami vasıflarını rehber tayin edici kabul etmek de o derece önemlidir.

    Bu farklı izah ihtiyaçları Bediüzzaman’ın hayatında farklı isimler, unvanlar ve devreleri ortaya çıkarmıştır.

    Üç döneme ait ayrı sıfat ve unvanların kullanım sebebi “dikey vazifelendirme”dir. Yani ahir zamanda gelecek olan vazifeli şahsa ‘hadis’lerle yüklenilen “üç ayrı vazife” gerçeği bu ayırımın en temel sebebidir. Yoksa irade ile yapılan rastgele bir tercih yoktur. Bu, “iman-hayat-şeriat” bağlamında ayrıca irdelenmesi gereken önemli bir ayrıntıdır.

    Kendisi şöyle der: “Ekser hayatım, ihtiyar ve iktidarımın şuur ve tedbirimin haricinde öyle bir tarzda geçmiş ve öyle garip bir surette ona cereyan verilmiş; tâ ki Kur’an-ı Hakim’e hizmet edecek olan bu nevi risaleleri netice versin”4

    Eski Said ve Dünyadaki Değişimler

    İslam dünyasının bu asır içinde geçirdiği değişik safhaların Bediüzzaman’ın hayatına aksettiğini ifade etmek mümkündür. Bediüzzaman’ın “Eski Said” olarak hayatını devam ettirdiği dönem İslam dünyasının Batı sömürgesine karşı direniş içinde olduğu dönemdir ve bu direnişin merkez gücünü Osmanlı Devleti temsil eder. Onun için Osmanlı’nın kurtuluşu Bediüzzaman için çok önemlidir. Bediüzzaman Osmanlı’nın kurtuluşuna dair kuvvetli ümitler taşımaktaydı. Eski Said dönemine tekabül eden bu safhada Bediüzzaman büyük bir müjde beklentisi içinde idi. Bediüzzaman bu şiddetli ümidin karşılığını “siyaset âleminde” bulmaya çalışacak ve ululararası ilişkiler bağlamında bu müjdesini “anlamlandırma” yoluna gidecekti. Hâlbuki onun aradığı ve beklediği şey -kendi ifadesi- ile başka idi. Yıllar sonra konu ile ilgili şunları söyleyecekti: “Hürriyetin bidayetinde Risale-i Nur’dan çok evvel kuvvetli bir ümit ve itikat ile ehl-i imanın me’yusiyetlerini izale için ‘istikbalde bir ışık var, bir nur görüyorum’ diye müjdeler veriyordum. Hatta hürriyetten evvel de talebelerime beşaret ederdim. Tarihçe-i Hayatımda merhum Abdurrahman’ın yazdığı gibi, Sünuhat misüllü risalelerde dahi ‘ben bir ışık görüyorum’ diye dehşetli hadisata karşı o ümit ile dayanıp mukabele ederdim. Ben de herkes gibi o ışığı siyaset âleminde ve hayat-ı içtimaiye-i İslamiyede ve çok geniş bir dairede tasavvur ederdim. Hâlbuki hadisat-ı âlem beni o gaybi ihbarda ve beşarette bir derece tekzip edip ümidimi kırardı.

    “Birden bir ihtar-ı gaybi ile kat’i kanaat verecek bir surette kalbime geldi ki, ciddi bir alaka ile senin eskiden beri tekrar ettiğin ‘Bir ışık var, bir nur göreceğiz’ diye müjdelerin tevili ve tefsiri ve tabiri, sizin hakkınızda ve iman ciheti ile âlem-i İslam hakkında dahi en ehemmiyetlisi Risale-i Nur’dur. Bu ışıktır ki, seni şiddetle alakadar etmişti. Ve bu nurdur ki, eskide de tahayyül ve tahminin ile geniş dairede belki siyaset âleminde gelecek mes’udane ve dindarane haletlerin ve vaziyetlerin mukaddemesi ve müjdecisi iken, bu muaccel ışığı o müeccel saadet tasavvur ederek eski zamanda siyaset kapısıyla onu arıyordun.”5

    Bediüzzaman’ın geçişlerindeki safhaları harici dünyadaki tarihi süreçle paralellendirme adına bir diğer safhaya bakmakta fayda vardır.

    Osmanlı Devleti ve hilafetin tarihe karıştığı dönemlerden (Eski Said döneminin kapanışı Yeni Said döneminin başlangıcı) başlayarak II. Dünya Savaşı’nın sonuna kadarki bu dönem (bu dönemin sonu ise Yeni Said’in kapanışı ve Üçüncü Said’in başlangıcıdır), İslam dünyasının hem bir bütün olarak, hem de parça parça sömürgeci uluslararası sistem karşısındaki direniş noktalarını kaybettiği bir dönemdir. Bu dönem İslam toplumları açısından sadece bu asrın değil, bütün bir İslam medeniyeti tarihinin en radikal değişikliklerinin yaşandığı bir dönem olmuştur.

    “Bu dönemde geleneksel bütün siyasi kavram ve müesseseler pratik geçerliliklerini kaybetmişlerdir. İslam dünyasının birlik sembolü halinde bulunan hilafet müessesesi kaldırılmış ve İslami prensip ve kurumlar ciddi bir çevreselleşme sürecine girmişlerdir. Türkiye, İran ve Afganistan dışındaki İslam coğrafyası tamamıyla sömürgeleştirilmiş bu ülkelerde ise İslam’ın gerçek bir siyasi ve sosyal güç olma özelliğini sağlayan siyasi kültür ve kurumlar terk edilmiştir. Siyasi destek ve merkezini kaybeden Müslüman topluluklar bu dönemde teorik alanda dinleri ikame etmeye çalışan modernist ideolojiler karşısında İslam’ı savunma, pratik alanda ise sömürgeci ve baskıcı idareler karşısında cemaatleşerek direnme yolunu seçmişlerdir. Özellikle Mısır, Pakistan ve Türkiye’de yoğunlaşan ve bugün İslami hareketler olarak isimlendirilen cemaat yapılarının büyük çoğunluğu dönemin eseridirler.”6

    Şura ve hâkimiyetin “cüz’ü hakikisi” konusunda Bediüzzaman, siyasi ve sosyal katılım ile ilgili, klasik dönem İslam siyasi düşüncesinin boyutlarını aşan yeni bir takım unsurlar getirir. Asr-ı Saadet hariç, klasik dönemde halifenin ‘ferdi’ olan siyasi hâkimiyeti temel “erk” iken, Bediüzzaman, “Müslümanların hâkimiyetin bir cüz’ü hakikisine malik olmaları” gerektiğini dile getirerek “erk”in toplum katmanlarına yayılmasının gerektiğini ifade eder. Bu yorum, klasik dönem siyasi yaklaşımları aşan yeni bir tutumdur. Bu tutum, farkında olarak veya olmayarak yüzyıllarca ötelenen “asr-ı Saadet siyasi modelinin” tekrar gündeme getirilmesidir. Bu bağlamda mesela gayr-ı Müslimlerin “klasik ehl-i kitap” hukukundan “vatandaş hukukuna” geçerek şura mekanizmasına eşit olarak katılmaları konusu Bediüzzaman’ın bu orijinal yaklaşımında bir örnek olarak karşımıza çıkar. Münazarat adlı eser bu orijinal yaklaşımın örnekleri ile doludur.

    “Bediüzzaman’ın gayreti hür siyasi otorite anlamında medinesini kaybetmiş bir şahs-ı manevinin yanlış Medinelerin yanlış çarkları içinde çabalamaktansa yeni bir Medine kuracak olan müslüman bireyin Mekke imanını ve cemaat ruhunu ihya etme tercihi olarak değerlendirilebilir. Dolayısıyla yeni Said’in ikinci dönemde siyasetten uzaklaşması -Ali Abdurrazık’ın yaklaşımında olduğu gibi- İslam dinini siyasi ve sosyal kapsamlılıktan ayrıştırma tavrı olarak değerlendirilmemelidir. Bu anlamda Bediüzzaman hem İslami kapsamı daraltan Ali Abdurrazık’ın tavrından, hem de kurumsal yenilenme çözümleri peşindeki Reşit Rıza’nın tavrından ayrılmaktadır. Bazı hususlarda İkbal ile yakınlaşmakta ise de bireyin imanını yeniden kurmak konusundaki ısrarı ile onun tavrından da farklılaşmaktadır.”7

    Yeni Said

    Bediüzzaman’ın Eski Said döneminden Yeni Said’e geçişi birçok dâhili ve harici sebepler paralelinde olmuştur. Harici sebepler bağlamında dünyadaki büyük değişimleri özellikle de İslam dünyasının merkezi otoritesi olan Osmanlı’daki değişimi sebep olarak nazara almak mümkündür.

    Dâhili sebepler ise yine kolayca tahmin edileceği üzere harici dünyadaki değişimlere karşılık “dikey vazifelendirme”nin etkisi ile yaşanılan ruhi ve kalbi inkılâplar ve bunun sonucu olarak Bediüzzaman’ın hayatına akseden tutum ve davranışlarıdır.

    Sibirya Sürgünü ile başlayan bu tarihi değişim süreci, Risale-i Nur’u telif etme olgunluğunun yakalandığı “zirve nokta Barla”ya kadar sürer. Yoksa turnusol kâğıdın asidik ortamdaki “ani renk değişimi” gibi bir değişim söz konusu olmamıştır.

    Tarihçe-i Hayat’ta Bediüzzaman için yapılan bir tanımlamada onun bu olgunluğuna işaret eden şu vasıflarına dikkat çekilir: “Ulum-u evvelîn ve âhirîne ve ledünniyât ve hakâik-i eşyaya ve esrâr-ı kâinata ve hikmet-i ilahiyeye vâris kılınması.”8

    Bu tanımda geçen Bediüzzaman’ın “ilahi hikmete ve eşyanın hakikatlerine varis kılınma” vasıfları onun “dikey vazifelendirilme” yönünün tezahürleridir. Yaşanan uluslararası siyasi değişimler ve içinde bulunulan sosyal atmosfer “Yeni Said”in iş başına geçmesini zorunlu kılmıştır.

    Eşyanın hakikatlerini “hikmet” pergeli ile ölçmek ve varlık âleminin tespihatlarını ontolojik boyutları ile okumak Yeni Said’in asıl vazifesi olmuştu. Bediüzzaman Yeni Said döneminde Allah’ın “Hakim” ve “Rahim” isimlerine mazhar olmuştur. Artık, bu alanlarda “söz” söyleme otoritesi ona aittir. Evvel-ahir ilimlerine ve ledünniyata varis olmak da şüphesiz bu anlamda çok önemlidir.

    Bediüzzaman Yeni Said döneminde geniş bir fikir ve ince bir nazar ile kâinatın bütününü imani bir kuşatma çemberine alır. Sonra ondaki “tespih” buudunun fotoğrafını çekerek idrak sahiplerine gönderir. Kur’an’da ifadesini bulan varlık evrenindeki “kelimat”, Bediüzzaman’ın dilinde manaya dönüşerek İlahi ve Rabbani “esmalar” olur. Yani Bediüzzaman, varlığın müşahhas mülk boyutunda, mücerret melekûtî boyutu okur. Bunu yaparken pozitif bilimlerin verilerini kullanır. Bu, hikmetin bugünkü “farklı” dili idi. Risale-i Nur serapa bu dilin rengi ile boyanmıştır. Mesela Bediüzzaman bu işi yaparken “mana-i harfi-mana-i ismi” kavramlarına başvurur. Bu kavramlar, Yeni Said’i farklı kılan hususiyetlerden sadece iki tanesidir. Bu kavramlar Bediüzzaman’ın dilinde kâinatın bilmecesini çözmeye yönelik akıcı bir nehre dönüşür. Bu durum Yeni Said’i farklı kılan bir ayrıcalıktır ve bu anlamda onun öncülü yoktur.

    Hikmet ile birlikte Yeni Said’de işleyen önemli bir “hassa” da “Rahmet”tir. Bediüzzaman, Risale-i Nur’un Allah’ın “Rahim” isminin mazharı olduğunu açıkça söyler. Bu çok önemli bir farklılıktır ve Rahimiyet Risale-i Nur’da geniş bir açılım zemini bulmuştur. Rahimiyetin insan, hayvan, bitki ve kâinat tabakalarındaki işleyiş süreci Risale-i Nur okuyucusunun çok aşina olduğu bir konudur. Bu anlamda Yeni Said için birçok “hassa” ve “metod” örneği vermek mümkündür.

    Bediüzzaman Yeni Said döneminde bir ayine gibi Kur’an’ın karşısına geçmiş ve oradan aldığını doğrudan yansıtmıştır.

    Bediüzzaman en kötümser tahminle Yeni Said’in başlangıç noktası olan Sibirya esaretinden sonra Kur’an’dan başka kaynak kitap kullanmamıştır. Yeni Said’in en belirgin özelliği budur. Kur’an’dan sonra en güvenilir kaynak olma özelliği bulunan “Buhari’nin Hadis Külliyatı” bile “beşeri!” olma özelliğinden dolayı buna dahildir. Vehbiyet, ilham ve sünuhat-ı kalbiye onun zihni verimine kaynaklık etmiştir. Bu sünuhat ve bu sünuhatın ortaya çıkardığı metinler, bugüne kadar kimsenin zihninde “Kur’an ve hadise aykırı bir mana” ihsas ettirmemiştir.

    Enteresandır, Yeni Said’in sünuhata itimadı o güne kadar elde ettiği kesbi ilminden daha fazladır. O derece ki ikisi çakıştığında Bediüzzaman “sünûhatı ve ihtarı” tercih eder. Görebilenler için bunun delilleri Risale-i Nur’da çok açıkça mevcuttur. Sebebi ve hikmeti ise sadece onda ayandır. Bunun ötesinde kim hangi yorumu yaparsa sadece tahmindir.

    “Sünuhatı nakle tercih” eden Bediüzzaman’ın kesbi ve nakli ilmi elde ederken nasıl bir hafızaya malik olduğu ise ayrı bir konu olup, bilgi ehlinin malumudur. Onun zekâsı fotoğrafik zekâ olup her okuduğunu tek görüşte hafızaya aynıyla nakşeden bir hafızadır. Bu hafızanın sadece Van’da yirmi sene gibi uzun bir zaman sürecinde “nakli ilimle meşgul olduğu”9 hesaba katılırsa, onun tercihinin fevkalade ehemmiyetli sebeplere dayandığı ortaya çıkar. Bu aslında onun da “ihtiyarının karışmadığı” bir keramet-i Kur’aniyedir10 ve onun bütün ilmi meşguliyetleri, Risale-i Nur’a çıkmaya basamaktır.11

    Üçüncü Said

    Üçüncü Said’e geçişin yaşandığı dönem Afyon Hapishanesi’dir. 1919 yılında İstanbul’da yaşadığı manevi bir inkılâp ile Yeni Said’e geçen Said Nursi, Afyon Hapishanesi’nde de benzer bir inkılâp geçirerek, “Üçüncü Said” dönemine girmiştir. Bediüzzaman hapiste yaşadığı kalbi ve ruhi farklılığı talebelerine bir mektup ile şöyle haber verir:

    “Aziz, sıddık kardeşlerim,

    “İki-üç defadır önemli bir halet-i ruhiye bana ârız oluyor. Aynı otuz sene evvel İstanbul’da beni Yuşa Dağına çıkarıp, hatta İstanbul’da bulunan Nurun birinci şakirdi ve kahramanı olan merhum Abdurrahman’ı dahi zaruri hizmetimi görmek için de yanıma almaya müsaade etmeyen ve Yeni Said mahiyetini gösteren acip inkılabat-ı ruhinin bir misli, şimdi mukaddematı bende başlamış. Üçüncü bir Said ve bütün bütün târik-ı dünya olarak zuhuruna bir işaret tahmin ediyorum. Demek, Nurlar ve kahraman şakirtleri benim vazifelerimi yapacaklar; daha bana ihtiyaç kalmamış.”12

    Aslında yaşanılan hal, ilk bakışta “bütün bütün târik-i dünya” haliydi. Fakat kader onu başka dairelere yönlendirmişti. Bediüzzaman Hazretleri, şimdi hayatın bir diğer vazgeçilmez ünitesi olan “içtimai ve siyasi” sahada, tekraren büyük bir vazife omuzlamak üzereydi. Bu durumu Bediüzzaman o zaman Afyon Ağır Ceza Reisi’ne verdiği beyanatta dile getirir:

    “Afyon Mahkemesine ve Ağır Ceza Reisi’ne beyan ediyorum ki:

    “Makam-ı iddianın asılsız istinat ettiği suçlar, siz de bilirsiniz ki, yok; beni cezalandırmaz. Fakat beni manen cezalandıracak vazife-i hakikiyeye karşı büyük kusurlarım var. Eğer sormak münasip ise, sorunuz; cevap vereyim.

    “Büyük kusurlarımdan bir tek suçum, vatan ve millet ve din namına mükellef olduğum büyük bir vazifeyi dünyaya bakmadığım için yapmadığımdan, hakikat noktasında affolunmaz bir suç olduğuna ve bilmemek bana bir özür teşkil edemediğine şimdi bu Afyon hapsinde kanaatim geldi.”13

    Bediüzzaman Hazretleri, vazife-i hakikiyeye karşı kendisini kusurlu bilmekte ve bunu manevi bir mesuliyet olarak görmekteydi. Ona göre bu büyük kusur, dünyaya bakamadığı için, vatan, millet ve din namına yükümlü olduğu büyük vazifeyi yapmamış olmasıydı.

    Bediüzzaman’ın Üçüncü Said Dönemine ait belirgin özelliği, içtimai ve siyasi olayları takip etmesiydi. Said Nursi, dünyada cereyan eden içtimai ve siyası olayları, Afyon hapishanesinde mahallî ve ulusal basın yolu ile takip ediyordu. Özellikle İslâm âlemi ile ilgili gelişmeleri lehteki gazetelerden takip eden Bediüzzaman, gelişmelerin seyri ile ilgili kanaatlerini dile getirirdi.

    Bediüzzaman 1950 yılından sonra Üçüncü Said döneminin bir tezahürü olarak, hayat-ı içtimaiye ve siyasiyeye ait lâhika mektupları kaleme aldı. 1950’ye kadar şartların zorunlu gereği olarak hayat-ı içtimaiye ve siyasiyeyi pek nazara vermeyen Said Nursi, 1950’den sonra tamamen farklı bir duruş sergileyerek bu konuları hem yanındakilere ders verdi, hem de talebelerine yazdığı mektuplarda dile getirdi.

    Bediüzzaman, 1950’den sonra, Eski Said döneminde yazdığı eserleri de tekrar nazarlara verir ve Eski Said ile Üçüncü Said’i buluşturur. Said Nursi, 1951 yılında, Emirdağ’da Eski Said’e ait bütün eserlerini tekrar gözden geçirerek bunlara uyarlayıcı haşiyeler ekler. Aynı yıl Emirdağ’da yazdığı bir mektubunda bu mesele ile ilgili şunları söyler:

    “Aziz, Sıddık Kardeşlerim!

    “Evvelen: Cenabı Hakka yüz bin şükrediyoruz ki, elli beş sene bir gaye-i hayalim ve hayatımın bir neticesi olan Medresetüzzehra’nın manevi hakikatini siz, Medresetüzzehra erkânları tamamıyla gösteriyorsunuz.

    “Saniyen: Şiddetli hastalık ve sair sebeplerin tesiri ile ben Nurcu kardeşlerimle konuşamadığımdan ve o musahabeden mahrum kaldığımdan benim bedelime sizler ve Risale-i Nur’un kahraman medresesinde Yeni Said’e verdiği ders ve Eski Said’in Hutbe-i Şamiye ve Zeyilleri gibi hayat-ı içtimaiye medresesinde aldığı dersleri ve bu konuşmaları bu biçare kardeşiniz bedeline müştak olduğum kardeşlerimle benim yerimde konuşmalarını tevkil ediyorum.”14

    Bediüzzaman, Eski Said’in Hutbe-i Şamiye ve Zeyilleri gibi hayat-ı içtimaiye medresesinde aldığı dersler ve konuşmalara, 1954 yılında geldiği Isparta’da, eserleri tekrar gözden geçirerek bunlara birçok şerh ve izahlar ekler.

    Said Nursi, Hutbe-i Şamiye, Münazarat, Muhakemat, Divan-ı Harb-i Örfi, Sünuhat ve Hutuvat-ı Sitte adlı eserlerin tamamını gözden geçirerek yeniden tanzim etti ve neşretti. Bediüzzaman Hazretleri yine 1951-1954 yıllarında, 1907-1913 yılları arasında yaşadığı İstanbul’da dönemin çeşitli gazetelerine yazdığı meşrutiyet, hürriyet ve istibdatla ilgili bütün makalelerini, muhtelif platformlarda irat ettiği bütün nutuklarını ve çeşitli kişilere hitaben yazdığı mektuplarını da tekrar gözden geçirerek öteki eserlerine zeyil yaptı.

    Risale-i Nur Mesleğinde Siyaset

    Üçüncü Said bağlamında ele alınması gereken bir diğer konu ise “siyaset”tir. Said Nursi, İslamiyet güneşinin yerdeki ışıklara alet ve tâbi olamayacağını söyler. Nursi dinin siyasete alet edilmesi durumunda, İslamiyet’in kıymetinin tenzil edileceğini, dolayısıyla bunun İslamiyet’e büyük bir cinayet olacağını ifade eder.

    Said Nursi’nin yerdeki ışıklardan kastı; devletler, hükümetler, rejimler ve bu anlamdaki kurumlar ve oluşumlardır.

    Siyaset bir sanattır. Ekonomi, dış politika, imar, eğitim ve sağlık hep bu sanatın icra edildiği makamlardır.

    Din adına ortaya çıkan siyasi partileri hiçbir zaman tasvip etmeyen Said Nursi, buna mukabil müsbet anlamdaki kitle partilerini daima muhafazaya çalışmıştır. Bediüzzaman din adına ortaya çıkmayan ama din lehinde icraatlarda bulunan ve Müslümanları rencide etmeyen partilere; lahikalar, dersler ve talebeleri ile destek verici telkinlerde bulunmuş ve onları ikaz etmiştir.

    Onun partilerden beklediği; temel değerler, hürriyet, adalet, hukukun üstünlüğü ve millet iradesidir. Buna mukabil onların karşı olmaları gereken mefhumu da ‘istibdat’ olarak göstermiştir.

    Said Nursi, meşrutiyet döneminde hangi ilkelerle hareket etmişse 1950 yılında da aynı ilkelerden hareket etmiştir. Çünkü onun Kur’ani prensipleri bütün şartlarda uygulanma imkânına sahipti. Dolayısıyla Risale-i Nur talebelerinin siyaset anlayışları dönemsel ve mevzii olmamış, günübirlik rüzgârlar, ani parlayışlar, hissi etki-tepkilerden uzak olmuştur. Şefkat, hak, hakikat ve hikmet siyasi tutumların temel zembereği olmuştur.

    Said Nursi, siyasetin dinsizliğe alet olmasına karşı çıktığı kadar, dinin siyasete alet edilmesine de karşıdır. Onun arzu ettiği formül; siyasetin dine hizmetkâr, alet ve dost yapılmasıdır. Osmanlı’nın son dönemlerinde bir kısım mahfiller, Cumhuriyetin kuruluşundan 1950’ye kadar ise rejimin baş aktörleri, siyaseti dinsizliğe alet etmişlerdi.

    Osmanlı, Meşruti hükümet, tek parti hükümeti ve çok partili dönemlerin hepsinde yaşayan Said Nursi, bu dönemlerin hiçbirisinde dini siyasete alet etme tavrını tasvip etmemiştir. Nursi, 1956 tarihinde, 45 sene evvelki bir eserini (Şam Emevi Camii’nde 1911 tarihinde irad ettiği hutbe ve sonra kendi kaleminin yadigârı olarak Türkçe çevirdiği “Hutbe-i Şamiye” eseri) yeniden gözden geçirirken eklediği bir haşiyede şöyle der:

    “Ey kardeşlerim! Kırk beş sene evvel eski Said’in bu dersinden anlaşılıyor ki: O Said siyasetle, içtimaiyat-ı İslamiye ile ziyade alakadardır. Fakat sakın zannetmeyiniz ki; o, dini siyasete alet veya vesile yapmak mesleğinden gitmiş. Hâşâ! Belki, o bütün kuvveti ile siyaseti dine alet ediyormuş. Ve derdi ki: ‘Dinin bir hakikatini bin siyasete tercih ederim.’ Evet, o zamanda, kırk-elli sene evvel hissetmiş ki, bazı münafık zındıkların siyaseti dinsizliğe alet etmeye teşebbüs niyetlerine ve fikirlerine mukabil o da bütün kuvveti ile siyaseti İslamiyet’in hakaikına bir hizmetkâr, bir alet yapmaya çalışmış.

    “Fakat o zamandan yirmi sene sonra gördü ki, o gizli münafık zındıkların, Garplılaşmak bahanesi ile siyaseti dinsizliğe alet yapmalarına mukabil, bir kısım dindar ehl-i siyaset, dini siyaset-i İslamiyeye alet etmeye çalışmışlardı. İslamiyet güneşi yerdeki ışıklara alet ve tâbi olamaz. Ve alet yapmak, İslamiyet’in kıymetini tenzil etmektir, büyük bir cinayettir.

    “Hatta Eski Said, o çeşit siyaset tarafgirliğinden gördü ki; bir salih alim, kendi fikr-i siyasisine muvafık bir münafığı hararetle sena etti ve siyasetine muhalif bir salih hocayı tenkit ve tefsik etti.

    “Eski Said ona dedi: ‘Bir şeytan senin fikrine yardım etse, rahmet okutacaksın. Senin fikr-i siyasiyene muhalif bir melek olsa, lanet edeceksin. Bunun için Eski Said “Euzu billahimineşşeytanivessiyaseti (şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım) dedi. Ve otuz beş seneden beri siyaseti terk eti.”15

    Said Nursi, din adına ortaya çıkılmayacağına dair en çarpıcı açıklamalarını 1920’li yıllarda yapar. Savaş ve dünya siyasetinin karmaşık hal aldığı bir atmosferde ve yeni devletin teşekkülü zamanında çok önemli başka meseleler olduğu halde Said Nursi’nin bu meseleye tahşidat yapması çok manidardır.

    Rus esaretinden sonra yerleştiği İstanbul’da kendisine “Neden geldin geleli siyasete karışmıyorsun?” diye soran dostlarına şu cevabı verir: “İstanbul Siyaseti, İspanyol hastalığı [bulaşıcı ve öldürücü] gibi bir hastalıktır. Fikri hezeyanlaştırır. Biz müteharrik-i bizzat değiliz, [kendi kendimizi yönlendirmiyoruz], bilvasıta müteharrikiz [başkalarının yönlendirmesi ile hareket ediyoruz]. Avrupa üflüyor, biz oynuyoruz.”16

    Aynı metnin devamında bu meyanda önemli sualler ve cevaplar yer alır:

    “-Dinsizliği görmüyor musun, meydan alıyor? Din namına meydana çıkmak lazım.

    “-Evet, lazımdır. Fakat kat’i bir şart ile ki, muharrik, aşk-ı İslamiyet ve hamiyet-i diniye olmalıdır. Eğer muharrik ve müreccih, siyasetçilik ve tarafgirlik ise, tehlikelidir. Birincisi hata da etse, belki ma’fudur. İkincisi isabet de etse mes’uldür.

    “-Nasıl anlarız?

    “-Kim fasık siyasetdaşını, mütedeyyin muhalifine, sui zan bahanesi ile tercih etse, muharrik-i siyasetçiliktir. Hem umumun mâl-i mukaddesi olan dini, inhisar zihniyeti ile kendi meslekdaşlarına daha ziyade has göstermekle, kavi bir ekseriyette, dine aleyhtarlık meyli uyandırmakla nazardan düşürmek ise, muharrik-i tarafgirliktir.

    “Evet, dine imale etmek (meylettirmek) ve iltizama (taraftarlığa) teşvik etmek ve vazife-i diniyelerini ihtar etmekle dine hizmet olur. Yoksa dinsizsiniz dese, onları tecavüze sevk etmektir. Din dahilde menfi bir tarzda istimal edilmez.”17

    Din adına siyasi oluşumlara girişmenin en büyük tehlikesi yukarıda ifade edildiği gibi ”inhisarcılık”tır. Dini, “inhisar zihniyeti ile kendi siyasi meslektaşlarına has göstermek” büyük çoğunlukta din aleyhinde bir meylin ortaya çıkmasına sebep olacaktır. Böylece yaşama noktasında eksiklikleri olduğu halde ‘Müslüman’ olan büyük kitleler, dini sadece kendilerine özgü gösteren partilerden dolayı dinden nefret edeceklerdir.

    Zübeyir Gündüzalp ve Üçüncü Said

    Talebelerinden Zübeyir Gündüzalp, Bediüzzaman’ın Üçüncü Said döneminin birinci derecede muhatabıydı. Bu yüzden içtimai ve siyasi noktada Nur Talebelerine “model insan” oldu.

    Said Nursi’nin vefatından sonra din adına ortaya çıkan siyasi hareketleri teşhis etme ve bu oluşumlara karşı Nur hareketinde tavır belirlenmesinde en etkili kişi Zübeyir Gündüzalp’tir. Bu tavrın uygulanmasında tavizsiz bir çizgi takip eden kişi de yine o olmuştu.

    Bediüzzaman’ın biraderzadesi Abdurrahman, Birinci (Eski) Said döneminin, birinci derecede muhatabıdır. 1948 sonrası Üçüncü Said dönemine gelindiğinde ise muhatap olarak Zübeyir Gündüzalp görülür. Bediüzzaman, “Hakiki fedakâr Zübeyir, en lüzumlu ve hizmete şiddet-i ihtiyaç zamanında buraya imdadıma geldi. Yoksa Isparta’da o sistemde birisini isteyecektim” diyerek bu gerçeği dile getirmiştir.

    Bediüzzaman’ın vefatından sonra da, Zübeyir Gündüzalp, Said Nursi’nin hareket tarzını benimseyerek, siyasileri ikaz etmeyi ihmal etmemişti. Gerektiğinde onlara mektup göndermiş, gerektiğinde ise heyetler oluşturarak ilgili mercilerin yanına göndermişti. Zübeyir Gündüzalp, hiçbir hadisenin etkisinde kalmadan, Nur Talebelerini siyasi ve içtimai noktada istikamet çizgisinde muhafaza etmişti. Zübeyir Gündüzalp, günlük mevzi olayların etkisinde kalmadan, siyasi polemiklerin içinde boğulmadan, Risale-i Nur’un prensiplerini nazara vermiş ve Bediüzzaman’a mahsus “yüksek siyaset” yapma geleneğini devam ettirmişti. 1969 yılına kadar, genel anlamda fazla bir sıkıntı görülmezken, Milli Nizam Partisi’nin kurulması ile bazı sıkıntılar baş göstermiştir. Zübeyir Gündüzalp, bu dini siyasete alet eden bu siyasi yapı karşısında ciddi bir duruş sergilemiş ve inhirafların önüne set çekmişti.

    Üç Dönemin Telifleri

    Bediüzzaman’ın üç dönemine ait eserler arasında derece veya kıymet farkı aramak yerine, içeriklerin icmal ve tafsilinden bahsetmek daha doğru bir yaklaşım olur.

    Eski Said, Yeni Said ve Üçüncü Said arasında bir süreklilik olup usul ve üslup noktasında kemale doğru bir ilerleme söz konusudur. Usul noktasında zaman ve zeminle ilgili kısmi farklılıklar olmakla birlikte; Üç Said arasında asıllar noktasında bir mutabakat vardır. Üçüncü Said döneminde, Eski ve Yeni Said’e ait eserlerin tamamının, telifteki zaman ve usul farkı nazara alınmadan -kısmi şerh ve izahlarla- aynen neşredilmesi bu mutabakatın en bariz göstergesidir.

    Said Nursi’nin kırklı yaşlara kadar telif ettiği Eski Said dönemine ait eserler, içerik bağlamında ana hatları ile ikiye ayrılabilir;

    Birincisi; siyasi ve sosyal muhtevanın çok belirgin bir şekilde ön planda olduğu eserlerdir. Bu eserlerde Said Nursi, İmparatorluğun (Osmanlı) çalkantılı dönemlerinde meydana gelen olaylar zincirini, zengin bir materyale dönüştürür; bundan hareketle çok yönlü ve her döneme uyarlanabilecek Kur’ani düsturlar ortaya koyar. Bu eserlerde, büyük değişime maruz kalan dünyanın ve özellikle İslam âleminin sosyal ve siyasi konjonktürü derin analizlere tabi tutulur. Eserlerde gözlem ve deneyin yanı sıra yer yer İslami geleneğin zengin birikimleri de referans alınır.

    Birinci kategoriye girebilecek eserler arasında: Divan-ı Harb-i Örfi, Münazarat, Hutbe-i Şamiye, Sünuhat, Hutuvat-ı Sitte sayılabilir. Ayrıca, Meşrutiyetin (1908) ilanından 1910 yılına kadar dönemin gazetelerine yazılan makaleler, çeşitli platformlarda irad edilen nutuklar ve mektuplar da bu kategoriye dahil edilebilir.

    İkincisi; Kur’an, kâinat, insan ve yaratılış hakikatlerinin imani bir bakışla ele alındığı eserlerdir. Dönemin büyük ulemasıyla yapılan münazaraların ürünleri olan bu eserler, mantık, kelam ve hikmete ait çok derin meseleleri içerir. Bu eserlerde belli bir dönem akli ve felsefi vurgu ön planda olmuştur. Bediüzzaman’ın yaşadığı enfüsi değişim, zamanla önceliklerini de etkilemiş, sonuçta akli ve felsefi vurgunun şiddeti dönüşüme uğramıştır. Bu ikinci kategoriye örnek olarak, Muhakemat, İşarat’ül İ’caz, Mesnevi-i Nuriye, Lemaat verilebilir.

    Yine de Eski Said’e ait eserleri muhteva açısından keskin hatlara ayırmak doğru olmayabilir. Bunun yerine Risale eksenli kategoriler yapmak daha doğru bir tercih olur.

    Bediüzzaman’ın Eski Said döneminde yazdığı eserler hakkında sağlam bilgilere ulaşmak için öncelikle müellifin kendi beyanlarına bakmak gerekir. Risale-i Nur’un satırları arasında dikkatli bir inceleme yapıldığında Eski Said’e ait eserlerin telifi, tanzimi, tarihi sıralaması ve neşrine ait sağlam ipuçları elde edilebilir.

    Eski Said’in hayat seyrinde çeşitli istihzarat (hazırlık) dönemlerinin olduğu müellifin kendi ifadesidir. Bu istihzarat dönemlerini tahsil, tedris ve telif aşamaları olarak ifade etmek mümkündür.

    Üzerinde detaylı çalışılması gereken bir konu olmakla beraber birkaç cümle ile bazı çıkarımlar yaparsak: Said Nursi, sekiz yıllık çocukluk döneminden sonra tahsil hayatına 1885 tarihinde Tağ Köyü medresesinde başlar. Bu hayat, 1892’ye kadar devam eder. Yani kendisine“Bediüzzaman” unvanının verildiği tarih. Bu tarih aynı zamanda Said Nursi’nin tahsil’den tedris’e (ders verme) geçiş yılıdır.

    Bediüzzaman 1895’e kadar (Siirt, Bitlis, Tillo, Şirvan, Cezire ve Mardin’de) medreseleri dolaşarak tedris (ders verme) ile hayatına devam eder. 1895-97 yılları ise Bediüzzaman’ın Bitlis Valisi Ömer Paşa’nın himayesinde kaldığı tarihlerdir. Bediüzzaman’ın Bitlis’den Van’a gelişi ise 1897’ye tekabül eder.

    Van hayatının ikinci yılında Van Valisi Tahir Paşa vasıtasıyla İngiliz Sömürge Bakanı Gladiston’un Kur’an ile ilgili bir itirafını işiten Bediüzzaman, bunun üzerine büyük bir fikri inkılâp geçirir. İşte bu fikri inkılâp Risale-i Nur’un telifi için hararetli bir hazırlık dönemi ve giriş kapısıdır. Bediüzzaman, o tarihe kadar elde ettiği muhtelif ilimleri, Kur’an hakikatlerine çıkmak için basamak yapmıştır.

    Birinci Şua’da Hadid Suresi yirmi sekizinci ayetini mana ve cifir cihetleri ile tefsir eden Said Nursi, bu ayetin fikri inkılâp geçirdiği tarihten iki sene sonrasına (1901/1318) işaret ettiğini söyler. Bu tarih, Risale-i Nur müellifinin tedristen telife geçiş tarihidir.

    Sonuç

    Bediüzzaman hayatının üç dönemine ait üç unvanı, iradi bir tercih ile değil, ilahi bir sevk ile kullanmıştır. Dünyada, özellikle İslam âleminde meydana gelen değişimler ondaki değişimlerin itici gücü olmuştur. Bediüzzaman’ın en büyük hedefi büyük Kur’an medeniyetini tekrar kalplerde ihya etmekti. Onun fikri anlamdaki karşıtları bin yıllık yıkıcılar, ihya etmeye çalıştığı muhatapları ise yıkımın enkazındaki masumlardır. Bu yıkımı tamir etmek onun hayatının temel gayesi olmuştur. Eski Said, Yeni Said ve Üçüncü Said unvanları, onun Kur’an medeniyetini tamir ve inşa sürecinde kat ettiği mesafelerin kilometre taşlarıdır.

    Öz

    Bediüzzaman Said Nursi, hayatının farklı dönemlerinde kendi tercihi ile Eski Said, Yeni Said ve Üçüncü Said unvanlarını kullanır. Nursi, bu dönemlerin her birisinde farklı kalbi ve ruhi haller yaşar. Bediüzzaman hayatının üç dönemine ait üç unvanı, iradi bir tercih ile değil, ilahi bir sevk ile kullanmıştır. Dünyada, özellikle İslam âleminde meydana gelen değişimler ondaki değişimlerin itici gücü olmuştur. Bu değişimler karşısında Bediüzzaman’ın takındığı tavırların birer yansıması olan Eski Said, Yeni Said ve Üçüncü Said, onun Kur’an medeniyetini tamir ve inşa sürecinde kat ettiği mesafelerin kilometre taşları olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu çalışmada Bediüzzaman Said Nursi’nin üç hayat safhası ele alınmaktadır.

    Anahtar Kelimeler: Eski Said, Yeni Said, Üçüncü Said, siyaset, Zübeyir Gündüzalp

    Abstract

    Bediuzzaman Said Nursi, in his own choice, used the appellations of The Old Said, The New Said, and The Third Said in different periods of his life. Nursi experienced different states of heart and soul in each one of these periods. Bediuzzaman used the three appellations for the three periods of his life with a divine guidance, rather than a volitional choice. The changes in the world, especially in the Islamic world, were the driving forces for the changes in him. The Old Said, The New Said and The Third Said, as the reflections of the attitudes that Bediuzzaman assumed on those changes, can be seen as the milestones in his journey of restoration and construction of the civilisation of Qur’an. In this study, the three periods in the life of Bediuzzaman Said Nursi are analysed.

    Key Words: The Old Said, The New Said, The Third Said, politics, Zubeyir Gunduzalp

    Dipnotlar

    1. Said Nursi, Barla Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, İst., 2007, s. 421.

    2. Abdulkadir Badıllı, Bediüzzaman Said Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayat, Timaş Yayınları, İst., 1990, Cilt 1, s. 460.

    3. Necmeddin Şahiner, Son Şahitler Bediüzzaman Said Nursi’yi Anlatıyor, Yeni Asya Yayınları, İst., 1994, Cilt 3, s. 72.

    4. Said Nursi, Barla Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, İst., 2007, s. 43.

    5. Said Nursi, Divan-ı Harb-i Örfi ve Sünuhat, Yeni Asya Neşriyat, İst., 2000, s. 75.

    6. Ahmet Davutoğlu, Tebliğ; İslam Düşüncesinin 20. Asırda Yeniden Yapılanması, 3. Uluslararası Bediüzzaman Said Nursi Sempozyumu, 24-25 Eylül 1995, Türk Düşünürleri Gözü ile Said Nursi, Nesil Yayınları, 2004, s. 133.

    7. A.g.m., s. 157.

    8. Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat, İst., 2007, s. 927.

    9. Said Nursi, Barla Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, İst., 2007, s. 205.

    10. A.g.e., s. 35.

    11. A.g.e., s. 43.

    12. Said Nursi, Şualar, Yeni Asya Neşriyat, İst., 2007, s. 824.

    13. Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat, İst., 2007, s. 866.

    14. Said Nursi, Emirdağ Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, İst., 2007, s. 665.

    15. Said Nursi, Hutbe-i Şamiye, Yeni Asya Neşriyat, İst., 2000, s. 41-42.

    16. Said Nursi, Divan-ı Harb-i Örfi ve Sünuhat, Yeni Asya Neşriyat, İst., 2000, s. 117.

    17. A.g.e., s. 117-118.