Köprü Anasayfa

Kadın

"Kış 2011" 113. Sayı

  • 20. Yüzyıl'dan 21. Yüzyıl'a Geçişte Kadın Rolündeki Değişmeler ve Bu Sürecin Muhafazakâr Kadınlar Üzerindeki Etkileri

    Changes in Women Role during Transition to 21st Century from 20th Century and Impacts of this Period on Conservative Women

    Osman ÖZKUL

    Yrd. Doç. Dr., Sakarya Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi

    Toplumsal tarih ve antropolojik verilere bakılacak olursa, “kadın” her şeyden önce “aile kurumu”nun merkezi konumuna sahiptir. Aile kurumu içindeki rolü ise öncelikle, fizyolojik olarak “anne”, sosyal olarak “eş”, ekonomik olarak “eşine yardımcı” ve kültürel olarak da “eğitici” olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu rollerin kadının ontolojik yapısı ile uyumlu olduğu düşüncesi, bu tarihi ve antropolojik gerçeklikler ile örtüşmektedir. Ayrıca bu roller ana hatlarıyla, bütün dinlerin ve devlet felsefelerinin de kabul ettiği ve onayladığı roller olarak benimsenmektedir.

    İnsanoğlunun yaşamış olduğu “toplayıcılık” dönemlerinde ve “tarım toplumu” dönemlerinde bu olgu genel olarak değişmemiştir. Ancak 20. Yüzyılda Batı’daki kadının beden ve ruh olarak aşağılanmasına neden olan “modern totaliter” zihniyete bir tepki olarak gelişen “feminist” hareketler ile birlikte kadına yüklenen toplumsal rol anlayışında tarihi bir kırılma yaşanmaya başladı. Bu süreçte kadına sosyal ve ekonomik olarak erkek ile çatışan bir rol dayatıldı. Bu yaklaşımın Batı toplumları açısından dayanağı, kadının hukuki ve sosyal olarak bireyci bakış açısıyla çatışması idi.

    Nitekim Batı’nın toplumsal tarihini çatışmacı bir ilke ile açıklayan “Marksist” felsefelerden beslenen “feminist” yorumlar önemli bir ilgi gördü. Bu tartışmalar ise, öncelikle kadın ve erkeğin tarihi ve antropolojik verilerin dönüştürülmesine yol açan bir süreci başlattı. II. Dünya Savaşı yıllarında başta kapitalizmin sembolü İngiltere ve sosyalizmin sembolü Sovyetler Birliği’nde, kadınların savaşa giden erkekler yerine sanayi üretiminin aksamaması için fabrikalarda çalıştırılmaya başlamasıyla önemli bir ivme kazandı. Bu olgu teorik olarak kadının rolünü değiştirmeye çalışan feministler tarafından fiili bir hale tahavvül ettirildi. Ve kadın anne rolünden öte, ekonomik bir rolün sembolü olarak öne sürüldü.

    Savaş sonrasında gelişen “kültür endüstrisi” kadının tarihsel ve duygusal açlığını kullanarak, onu tüketimin bir boşandırıcısı olarak teşvik etti. Sosyolojik ve pedagojik olarak çocuğun eğitimi ve ekonomik olarak ev hanımı rolleri yerine, çalışan ve tüketen kadın imajı yerleşmeye başladı. Bu süreçte yaşanan toplumsal problemlerin en çok etkilediği kurumlardan birisi de aile oldu. Cinsel devrim ve feminizm akımları, tüm dünyada doğrudan aileyi etkiledi. Böylece teorik olarak kadın ve erkeğin toplumsal rolleri ve statüleri de tartışma alanına açıldı.

    Her iki cinsin yeniden tanımlandığı günümüzde aile de bunlarla birlikte tartışılmaya başlanmış, gelenekselden çekirdeğe, oradan da tek kişilik veya iki kişilik aileye dönüşen kurum, bambaşka bir nitelik kazanmıştır. Geleneklerin ve kurumların baskısından kurtularak, bireysel özgürlüklerinin bir göstergesi olarak ayrılan eşler, yeni yeni eşler oluştururken arada kalan çocuklar, psikolojik ve biyolojik yoksunluk çekmekte, ya da üvey ebeveynler tarafından daha fazla tacize uğramaktadırlar.

    Giddens’ın belirttiği gibi, aile geleneksel toplumlarda, üreme kurumu olmanın yanında aynı zamanda ekonomik bir birimdi. “Tarımsal üretim normal koşullarda tüm ailenin çalışmasını gerektirirken, yüksek sınıflarda da mülkiyet aktarımının temel şekliydi.” Yani ailenin varlığını devam ettirmesi sadece üreme veya cinselliği yaşamaya bağlanmıyor, daha farklı roller de aileye yükleniyordu. Bu da aileyi güçlü kılıyordu.

    Aileyi güçlü ve önemli kılan bir başka özellik, cinselliğin ve üremenin meşruluğunun tek yolu olarak görülmesiydi. “Bu gelenek, inanç ve tabiatın birlikte hareket ettiği bir konuydu. Oysa artık cinsellik üremeden ve aileden ayrılmış, onlarla bağı çok azalmıştır.” Cinselliğin kişisel dürtülerin bir parçası olarak görülmesi ve böylece değerlerden soyutlanması, bir yandan kişisel bir özgürlüğün göstergesi olarak görülmektedir. Ancak diğer yandan da cinselliğe bağlı suçların artmasına ve özgürlüklerin daraltılmasına neden olmaktadır.

    Aile, anne, baba ve çocuklardan oluşan, kadının hemen tüm vaktini evde geçirdiği bir kurum olmaktan çıkmış, Batı ülkelerinde doğumların üçte birinden fazlası evlilik dışında gerçekleşir hale gelmiştir. Yalnız yaşayanların sayısı artarken, sanayileşme döneminde “çekirdek aile ancak iki kuşağı barındıracak bir kuruma indirgenmiş, benzersiz alanı sadece üreme işleviyle kısıtlanmış, 1950’lerden sonra ise ailenin üretim işlevi de tehlikeye girmiştir.

    Evlilik halen popüler gibi gözükmekte, insanlar hayatlarında bir kez olsun evlenmeyi hala istemektedir; fakat Batılı toplumlar artık “çok boşanma, çok evlilik” toplumları haline gelmektedir. Yalnızca 30 yıllık bir süreçte boşanmış insanların sayısı, evlilerin 4 katını bulurken, aile artık “kabuk kurum” nitelemesiyle yüz yüzedir. Artık insanlar daha geç evleniyor, daha az evli kalıyor, boşandıktan sonra yeniden evlenenler azalıyor. Evli kalanlar ise bir çeşit ‘solo hayat’ı seçiyor.

    Evlilik oranı düşerken, birçok Avrupa ülkesinde birlikte yaşama oranı artmaktadır. “Yirmi ile yirmi beş yaş arasında olan Danimarkalı kadınların % 45’i, İsveçli kadınların % 44’ü, Hollandalı kadınların % 19’u evlenmeden birlikte yaşamaktadır.” Evlilik dışı birlikteliği tetikleyen şeyin ömür boyu sürecek bir sorumluluktan kaçmak olduğu düşünülebilir. Çünkü aile artık diğer işlevlerini kaybetmeye başlamış, tek işlevi cinsellik, aşk gibi algılanır olmuş, bunlar için de evliliğe gerek duyulmayan bir ahlak anlayışı baş göstermiştir.

    Bu hayat felsefesinin etkisi ile “aile” kurumu ile algı da değişmektedir. Aile toplumsal ve geleneksel değerlerin üzerine kurulduğu sürece, devamlılığı mümkün olan bir kurumdur. Tolstoy’un deyişiyle; “aile kurumunu oluşturan evlilik eyleminin tek meşru gerekçesi bu değerlerdir.” Modern devletin bu ilkesi, sınırsız özgürlük felsefesini benimseyenlerce çok dar bir çerçeve olarak kabul edildiğinden, artık bireyleri akıl ve yönetmeliklere dayalı bir sorumluluk duygusu tatmin etmemektedir. Çünkü modern sonrası bireylerin bireyci ve hedonist bir felsefeye dayanan “özgürlük” algısı; “birbirine katlanmayı” ve “fedakârlığı” içinde barındıran “sevgi” ve “saygı” düşüncesini dar görmekte ve bastırmaktadır.

    Bu algının etkisi altında olan “kadınlar” ve “erkekler” için Amerika ve Avrupa ülkelerindeki boşanma oranlarının yüksekliği de genel olarak, aile ilişkilerinin ne kadar sürdürülmesi zor bir aşamaya geldiğini göstermektedir. Batı ülkelerine ait boşanma oranlarıyla ilgili son istatistikî rakamlar bunu göstermektedir. Artık aile kurumunu sürdürmek normal bir tutum ve hedef olmaktan çıkmıştır. Tam tersine kadın ve erkek için ayrı bireyler olarak kalmak daha normal bir hayat biçimi olarak kabul edilmektedir.

    20. yüzyıldan 21. yüzyıla geçiş sürecini tanımlamamıza yarayan en önemli olgulardan birisi, sanayi toplumundan sanayi sonrası toplum aşamasına; yani başka bir deyişle “bilgi toplumu” aşamasına geçmek oldu. Bu sürecin tetiklediği olgulardan birisi konumuzla ilgili olarak vurgulamak gerekirse, “kadın” olmuştur. Çünkü gerek tarım gerekse sanayi toplumunun merkezinde yer alan kol gücüyle çalışan “erkek” idi.

    Oysa günümüzde yeni gelişen ve açılan iş kollarının daha çok bilgi, beceri ve en önemlisi insan ilişkileri konusunda başarılı olmayı gerektirmesi, kadının iş imkânlarını daha da arttırdı. Bu sosyo-ekonomik gerçeklik ile feminizmin ekonomik ve bireysel özgürlük söylemleri bir araya gelince, kadın her alanda ön plana çıkmaya başladı. Bu sosyolojik dönüşümün altında yatan zihinsel ve felsefi olgulara da yer vermek gerekir.

    Bu süreci felsefi kavramlarla açıklamaya çalışırsak, modernitenin erkek egemenliğini besleyen rasyonalist ve otoriter ilkeleri yerine; postmodernitenin, kadının kendisini etkin kılmasına zemin hazırlayan, irrasyonel-akıldışı ve relasyonel-ilişkisel argümanlar geçmeye başladığı söylenebilir. Artık iş ilanlarında aranan vasıfları taşıyanlar, medyada vurgulanan hayatların merkezinde yer alan ve daha fazla tüketim için reklamların en başat hedefleri olan “kadınlar”dır. Artık geleneksel toplumlardaki “kadın aile içindir” yerine yeniçağın sloganı “kadın kadın-ın kendisi- içindir” olmuştur.

    Bu algı biçimi ise, insanlık tarihi boyunca en önemli kurum olarak kabul edilen ailenin bu değerini kaybetmesi, dolayısıyla insanoğlunun kaybetmesi demektir. Çünkü aile kurumu yerine ikame edilmeye çalışılan hiçbir kurum, ne kadın ne de erkeği tatmin edecektir. Ancak çağımızın iletişim ve bildirişim araçları, böylece sürekli değişen ilişki ve beraberliklere zemin hazırlayarak, kadın ve erkeği yeni ilişkilere yönlendirmektedir. Toplumsal değerlerin ve sosyal baskıların da azalması sonucunda, bireyler her an yeni ilişkilere hazır olmaktadır.

    Öz

    Kadın, tarihi ve antropolojik verilere göre her zaman “aile kurumu”nun merkezinde yer almıştır. Tarih boyunca anne, eş, eğitici olarak çeşitli şekillerde karşımıza çıkan kadın rolü, 20. Yüzyıl’da gelişen feminist hareketler ile birlikte değişmeye başlamıştır. Bu süreçte kadına sosyal ve ekonomik olarak erkek ile çatışan bir rol dayatılmıştır. Bu yazıda, “20. Yüzyıl’dan 21. Yüzyıl’a geçişte kadın rolündeki değişmeler ve bu sürecin muhafazakâr kadınlar üzerindeki etkileri” irdelenmektedir.

    Anahtar Kelimeler: Kadın, feminizm, aile, evlilik, özgürlük

    Abstract

    According to historical and anthropological data, women are always placed in the center of “family entity”. Women role emerging as mother, spouse and educator throughout the history has changed together with feminist movements occurred in 20th Century. During this period, a role conflicting with men in social and economic senses has been imposed to the women. In this text, changes in women role during transition to 21th century from 20th century and impacts of this period on conservative women” is evaluated.

    Key words: Woman, feminism, family, marriage, freedom