Köprü Anasayfa

Kadın

"Kış 2011" 113. Sayı

  • Risâle-i Nur'da Nükte ve Latifeler

    Wits and Jests in Risâle-i Nur

    İsmail ALBAYRAK

    Prof. Dr., ACU National Üniversitesi Öğretim Üyesi

    Giriş

    Bu makalede öncelikle nükte ve latifenin Kur’an-ı Kerim ve hadisler ışığında dindeki yeri ve sınırları üzerinde duracağız. Daha sonra da Risale-i Nur’da dikkat çeken bazı nükte ve latifeleri farklı hususiyetler çerçevesinde tahlile çalışacağız.

    Doğru ile yanlış, iyi ile kötü, güzel ile çirkin vb. pek çok karşıt kavramın arasındaki belirgin çizginin giderek flulaştığı modern hayatta, inanan insanların karşılaştığı önemli bir mesele de tabiatının bir parçası olan latife ve nüktelerinde dengeyi koruyamamasıdır. Hâlbuki insanlığın ebedi saadetinin reçetesini sunan yüce dinimiz bu konuda çok önemli kriterleri, Kur’an ve Sünnet’in rehberliğinde müminlere sunmaktadır. Ebede namzet yaratılan insanın düşünce, söz ve davranışlarında adeta doğruluğu tabiatının bir parçası haline getirmesi ve hilafı vaki her türlü boşluğa karşı bütün benliğiyle kapanması ve dinin en âli şeârinden günlük hayatında yaptığı ya da yapacağı nükte ve latifelere kadar hakikatın bir temsilcisi olması varlığının yüce hedeflerinden biri olmalıdır.

    Her konuda olduğu gibi buradaki en temel referans kaynağımız Allah Rasûlü (s.a.s.)’dir. Nebi-i Zişan’ın en asli özelliği sıdktır (doğruluk). Mevlay-ı Müteâl’in ezeli ebedi Kelam’ını tebliğ için kendisine emanet ettiği Emin Peygamber’in daima hak ve hakikatın temsilcisi olmasından daha tabii bir şey olamaz. İnsanlığın iftihar tablosunun hem peygamberlik öncesi hem de peygamberlik sonrası hayatında yalan, abartı, yakışıksız ya da fuzûlî bir söze rastlamak mümkün değildir. ‘Emrolunduğun gibi dost doğru ol’ (11:111) âyeti celîlesinin ilk muhatabı Efendimiz (s.a.s.) ciddiyet ve vakarında olduğu gibi nükte ve latifelerinde de ölçü ve dengenin en güzel örneklerini sergilemiştir. Her söz ve fiilinde ayrı bir hikmet ve maslahatın bulunduğu büyük Nebi (s.a.s.) yaptığı sınırlı sayıdaki mizah ve nükteyle inananları bir taraftan tebessüm ettirirken diğer taraftan da derin bir tefekküre sevk etmiştir. Başka bir ifade ile O’nun (s.a.s.) latifelerinin bile ciddiyet buutlu, hak ve hakikat yörüngeli olduğu görülmektedir. Bu konuda sahabeyi açık bir dille uyaran Allah Resûlü (s.a.s.) değer kriziyle karşı karşıya kalan modern insana da, özüne dönmesini sağlayacak iksiri içinde barındıran şu sözleri hatırlatmaktadır: ‘Sizden biriniz nükte ve latifelerinde yalanı terketmedikçe gerçek imana kavuşmuş olamaz.’1 Koyduğu her ölçüyü en ince detayına kadar güzel bir şekilde uygulayan dertli Nebi’yi (s.a.s.) bize anlatan başka bir hadisi şerifte şu hususiyetleri görmekteyiz ‘O (s.a.s.), az konuşur, az gülerdi. Arkadaşları O’nun (s.a.s.) yanında şiir okur, eskilerin hadiselerini zikreder ve gülerlerdi, O (s.a.s.) ise sadece tebessüm ederdi.’2 Allah Resûlü (s.a.s.), Hz. Ebu Hureyre (ra)’ın şahsında ümmetini muhatap aldığı ahiret soluklu başka bir mubarek sözünde ise şöyle buyurmaktadır: ‘Ey Ebu Hureyre! (kılı kırk yararcasına) sakınarak yaşa ki insanların içinde en halis kul olasın, kanaatkâr ol ki en şükreden kul sen olasın, kendin için istediğini başkaları için de iste ki (hakiki) mümin olasın, etrafındakilere iyilik yap ki, (gerçek) müslüman olasın, az gül; çünkü çok gülmek kalbi öldürür.’3 Bu nedenle Kur’an-ı Mübîn, açık bir şekilde inanlara az gülüp çok ağlamalarını emreder (9:81). Hatta İbn Şeybe’nin Musannaf’ında zikrettiği bir rivayete göre ‘İman edenlerin kalplerinin Cenab-ı Hakk’ı ve O’nun tarafından inen hakikatleri hatırlayarak yumuşayıp saygı ile dirilme vakti gelmedi mi? Sakın onlar daha önce kitap verilen ümmetler gibi olmasınlar. Zira kitabı tanımalarının üzerinden kendilerince uzun zaman geçmesi sebebiyle, onlarda ülfet ve kanıksama meydana gelmiş, neticede kalpleri katılaşmıştı. Hatta onların çoğu büsbütün yoldan çıkmışlardır.’ (57:16) ayetinin insanlar arasında yaygınlaşan aşırı gülme ve mizahtan dolayı indiği belirtilmektedir.4

    Hakikat dolu hayatı daima Yüce Yaratıcı’nın terbiyesinde geçen Resûlü Ekrem Efendimiz’in (s.a.s.) insani münasebetlerinde, sohbetlerinde, dost ve akraba ilişkilerinde insanları sıkmadığı, onlara alabildiğine sıcak ve candan davrandığı, söz ve fiillerinde iyilik ve güzellikle onlara yaklaştığı da bilinen bir gerçektir. Allah Resulü (s.a.s.) çok ağır bir Kelâm olan Kur’an Vahiylerini omuzunda taşırken beşeriyetinin bir parçası olan latife ve düşündürücü nüktelerden insanları yoksun bırakmamıştır. Böylece O (s.a.s.) nükte ve latifelerde de insanların takip edeceği ölçüleri ortaya koyarak dünyevi ve uhrevi mutluluğun yollarını göstermiştir.

    Alemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz (s.a.s.) bütün insanlığın Peygamberi’dir. Onun tebliğinin muhatapları tüm erkekler, kadınlar, yaşlılar, gençler, çocuklar ve hatta cinlere kadar uzanan devasa bir kitleyi içerisine almaktadır. Bu büyük halkanın küçük bir mozaiğini içeren Hicaz halkıyla her gün beraber olan Allah Resûlü (s.a.s.), zaman zaman karşılaştığı kimselerle, yaptığı sohbetlerde ya da hane-i saadetinde eşleriyle şakalaşmış, latifeler yapmış, nükteli sözlerle onlara farklı hakikatleri dile getirmiştir. Efendimizin (s.a.s.) nezih, ince, derin ve bir o kadar da hikmet ve hakikat yörüngeli latifelerinden birisi Hz. Enes’in (r.a.) zikrettiği şu hâdisede açıkça görülmektedir: “Birisi Hz. Peygamber (a.s.)’ın yanına geldi ve kendisine yolculuk yapabilmesi için binek deve verilmesini istedi. Feraset ve fetanet sahibi büyük Peygamber (s.a.s.) o kişiye şöyle buyurdu: ‘Seni bir deve yavrusuna bindireceğiz.’ Adam Efendimiz (s.a.s.)’in bu sözü karşısında bir an şaşırdı ve deve yavrusuyla ne yapacağını sordu. Bunun üzerine Resûlü Ekrem Efendimiz (s.a.s.), sözündeki ince latifeyi ilk bakışta sezemeyen bu zâta ‘her bir devenin başka bir devenin yavrusu’ olduğunu hatırlatarak meseleyi vuzuha kavuşturdu.”5

    Hz. Enes (ra)’ın bildirdiği bir başka rivayette Allah Resûlü (s.a.s.)’in Hz. Enes’e yâ ze’l-uzuneyn (ey iki kulaklı) şeklinde hitap ederek latife yaptığını görüyoruz.6 Hz. Enes’in (r.a.) rivayetinde de görüldüğü gibi kainatın efendisi, çocuklarla da latifeleşir ve onların gönüllerini alırdı. Bir defasında devamlı küçük kuşuyla oynayan Enes’in kardeşi Ebu Umeyr’e, Efendimiz; yâ ebâ Umeyr! Mâ faale’n-nuğayr (Ey Ebu Umeyr (Ömercik)! Küçük kuşuna ne oldu?’ tarzında cinaslı bir soru yönelterek latife yaptığı bildirilmektedir.7 Allah Resûlü, sadece çocuklara latife yapmamış, yaşlılarla da şakalaşmıştır. Çoğumuzun bildiği meşhur bir rivayette yaşlı bir kadın, Efendimiz (s.a.s.)’in yanına gelerek O’ndan (s.a.s.) cennete girmesi için dua talep eder. Bunun üzerine Allah Resûlü (s.a.s.) yaşlı kadının cennete giremeyeceğini söyler. Efendimiz (s.a.s.)’in cevabı karşısında müteessir olan yaşlı kadını, Nebiler Nebisi (s.a.s.) ‘Ben yaşlı kadının yaşlı olarak değil genç olarak cennete gireceğini söylemek istedim’ buyurarak üzgün kadının gönlünü sevinçle coşturur.

    Allah Resûlü (s.a.s.)’in hakikat dolu latifeleri yukarıdakilerden ibaret değildir. Fahri Kainat Efendimiz’in (s.a.s.) rahle-i tedrisinde yetişen sahabe ve takip eden nesillerde de benzer ölçülerin korunduğuna şahitlik etmekteyiz. İbn Abbas (ra)’ın konuyla ilgili tutumunu nakleden İbn İshak bizlere şunları nakletmektedir: İbn Abbas arkadaşlarına bir saat sohbet ve müzakerelerde bulunur, sonra da onların sıkılmalarını önlemek için eski Arapların nüktelerinden ya da şiirlerinden bazılarını zikrederdi. İmam Zuhri ise İbn Abbas’ın bizzat muhataplarından zihinlerin dinlenmesi, kalbin rahatlaması için şiir ya da güzel sözlerle ortamı yenilemelerini istediğini nakletmektedir. Atâ b. Yesâr’ın sohbetine iştirak edenler, tabiînin büyük imamının hem insanları ağlattığını hem de aynı mecliste bazı latifelerle onları tebessüm ettirdiğini kaydetmektedirler.8 Bu, Allah Resûlü’nün Hz. Hanzale’ye buyurduğu gibi bazen haşyet bazen de sürûr içinde olmak (sâaten ve sâaten) gibidir. Yalnız bu anlatımların hedefi insanları sadece güldürmekten ibaret değildir. Bu tür anekdotlar belirli ölçülerin korunduğu, insanları düşündüren ve oldukça kıvamında yapılmış nükte ve latiflerdir. Zaten ulema, sohbetlerde serdedilen bu tür nükte ve latifeleri, yemeklere ölçülü bir şekilde katıldığında ayrı bir lezzet veren tuza benzetmişlerdir. İbn Cevzi’nin ifadesiyle ‘seçkin alimler (sohbetlerinde ölçülü) tuzu severler’ (el-ulemau’l-efadilu yuhibbune’l-milh). Tuzun miktarı iyi ayarlanamazsa nasıl yemek acılaşırsa, nükte ve latifelerdeki dengesizliğin de sohbetin tadını kaçıracağı muhakkaktır. Bir defasında Hz. İbn Abbas’ın bulunduğu bir mecliste adamın birinin yanlışlık ve ölçüsüzlüklerle dolu yaptığı konuşma sonrasında, ümmetin ilim deryası İbn Abbas (r.a.) yanındaki kölesine döner ve onu hürriyetine kavuşturduğunu söyler. İbn Abbas’ın kölesini azat etmesine şaşıran geveze adam, ona niçin böyle yaptığını (şükür için kölesini azat ettiğini) sorar. İbn Abbas (r.a.) da cevap olarak, Cenab-ı Hakk’ın kendisini bu adam gibi yaratmadığı için (nükte ve latifelerinde ölçüyü koruyamayan bir kimse olarak yaratmadığı için) kölesini azat ettiğini söyler.9 Özetle, Efendiler Efendisi’nin terbiyesinde yetişen bu kutlu nesil ve takipçileri de nükte ve latifelerinde hep ölçünün temsilcileri olmuşlardır.

    Bir Peygamber varisi olarak Bediüzzaman Hazretleri de pek çok meselede olduğu gibi nükte ve latifelerinde Peygamberane bir yolu tercih etmiştir. Bütün hedefi iman ve Kur’ân hizmeti olan asrın dertlisi taşıdığı sorumluluklardan kendisini düşünecek vakit bulamadığını Risalelerde sık sık dile getirmiştir:

    “Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, âhiretimi de. Seksen küsur senelik bütün hayatımda dünya zevki namına birşey bilmiyorum. Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı harplerde bir câni gibi muamele gördüm; bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan men edildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere mâruz kaldım…

    “Sonra, ben cemiyetin iman selâmeti yolunda âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmi beş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur’ân’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa, Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.”

    Görüldüğü üzere, hamiyeti diniyesi ve milliyesi pek ziyade olan Bediüzzaman’ın yegane varlık sebebi, Müslümanları düştüğü maddi ve manevi zilletten kurtarma gayretidir. O bir yerde ‘Hayatın yarası iltiyam bulur (iyileşir). İzzet-i İslamiyyenin ve namusun ve izzeti milliyenin yaraları pek derindir’ demektedir.10 Bu ciddi yaraların tedavisi hazik doktorların varlığına vabestedir. Feyzini doğrudan Arş-ı A’zama bağlı olan Kur’an-ı Kerim’den alan Risalelerde söz konusu yaraların teşhisiyle ilgili reçeteler Bediüzzaman tarafından detaylı bir şekilde sunulmuştur. Her işinde ciddiyeti prensip edinen Üstad hazretlerinin bu reçetelerde belki sayısal olarak az da olsa kalite açısından oldukça zengin ve derin bir zevke sahip latife ve nükteleriyle karşılaşmaktayız. Eserlerin, Üstad hazretleri tarafından şifai olarak dikte ettirildiği nazarı itibare alınırsa, zaman zaman talebelerini dinlendirecek, sürûrlandıracak, düşündürecek, rahatlatacak nükte ve latifeler yapmış olması gayet tabiidir. Hikmet dolu nükte ve latifeleriyle muhataplarının tebessüm etmesini, nefes almasını sağlarken onları Risalelerin yazımı ve dağıtımı konusunda teşvik etmesi oldukça muhtemeldir. Son Şahitler Bediüzzaman’ı Anlatıyor adlı eserdeki hatıralara bakıldığında Üstad Hazretlerinin nükte ve latifelerinde ince ve edebi zevki hemen ortaya çıkmaktadır.11 Bununla birlikte bu Rabbânî zat, eserlerini nükte ve latife yapmak için yazdırmamıştır. Din mevzuu ciddi bir meseledir, bu nedenle Üstad hazretlerinin nükte ve latifelerinde dahi konuşanın sadece hakikat olduğu ilk bakışta anlaşılmaktadır. Yukarıda da izah edildiği üzere daimi ciddiyet bazen alıcıda sektelere sebep olabilir, bu tür bir ihtimalin tek ilacı da kıvamında yapılacak olan nükte ve latifelerdir. Risalelerde makam ve halin müsaadesi nispetinde serdedilen nükte ve latifeler çoğu zaman anlatılan bir meselenin fezlekesi şeklinde sunulmakta ya da meselenin ehemmiyetine binaen tekit vazifesi görmektedir. Bu nedenle Risalelerde bir meselenin nükte ya da latife ile ele alınması o meselenin hafife alınması olarak değil, bilakis daha iyi anlaşılması ya da çok söz sarfetmektense kısa yoldan okuyucunun anlayacağı tarzda dile getirilmesi şeklinde değerlendirilmelidir. Hiciv nasıl edebi bir tarz ise, nükte ve latife de farklı bir uslûptur. Tıpkı yemekteki tuz gibi Risalelerde nükte ve latife dozajını çok iyi ayarlayan Üstad hazretleri, çoğu zaman bu tür yaklaşımlarını bazı şahısları ya da grupları karakterize ederken kullanmaktadır. Zaman zaman naklettiği Arapça, Türkçe ve Farsça şiirlerle nükteler yaparken bazen de eşyayı ya da hayvanları konuşturarak okuyucuya zindelik kazandırmaktadır. Bediüzzaman, Muhakemat’ta ‘Lübbü (özü) bulmayan kışır (kabuk) ile uğraşır demektedir. Bediüzzaman’ın bu temel anlayışı, Risalelerin her bir satırında müşahade edildiği gibi, hakikat soluklu nükte ve latifelerinde de görülmektedir. Üstadın nüktelerinde dikkat çeken bir başka husus da onun nevi şahsına münhasır enfes tabirleridir. Aşağıda vereceğimiz misallerden de anlaşılacağı üzere, o bazen de bir meseleyi arzettikten sonra özet mahiyetinde kaydettiği nükteli bir kelime, yada cinaslı bir kaç kelime ya da cümle ile adeta okuyucunun hafızasına bütün bir bölümü kazımaktadır.

    Bediüzzaman’ın nükte ve latifeleri, hemen hemen her Risalede ayrı boyut ve buutlarda mevcuttur. Şimdilik bu gülistandan sadece bir kaç demet devşirerek dikkatli nazarlara örnek olarak sunmak istiyoruz.

    1. Şiirle Yapılan Nükte ve Latifeler

    Bediüzzaman, Kur’an’daki tekrarların faydalarından bahseder ve insanın fıtratı bozulmamışsa bu tekrarların faydasına o da şahitlik eder, der. Sonra da bu konuda tek itirazın maddecilik hastalığına (maddiyyun taunuyla)12 tutulmuş bozuk kalplilerden gelebileceğini hatırlatarak aşağıdaki enfes şiiri zikreder:

    ‘Göz, rahatsızlığından dolayı güneşin ışığını, ağız da hastalıktan dolayı suyun tadını inkar eder’13

    Başka bir yerde ise, Kur’an’da nahiv (gramer) hatalarının varlığı ihtimalini dile getiren nâdanlara karşı ise, kıyamete kadar seslerini kesecek olan şu harika mısraları kaydeder:

    ‘Her üren köpeğin ağzına bir taş atacak olsan, dünyada taş kalmaz.’14

    Yukarıdaki iki misal Bediüzzaman’ın kesinlikle kolaycılığı tercihi olarak algılanmamalıdır. O değişik Risalelerde Kur’an-ı Mu’cizi’l-Beyân’ın i’caz ve îcazını objektif kriterler çerçevesinde tafsilatlı ve ikna edici bir şekilde anlattıktan sonra ne kalbi ne de aklı hakikatı anlama gayreti içinde olan peşin hükümlü kimseler konusunda, bunlarla uğraşmaya değmez kabilinden söz konusu şiirleri nakletmektedir. Kanaatimizce oldukça yerinde aktarılan bu şiirler bazen tafsilatlı izahlardan çok daha etkin bir hüviyet arzetmektedir. Ayrıca, Hz. Üstadın ince edebi zevki ve derin nükte anlayışı şiirlerde de gözden kaçmamaktadır. Üstadın Arapça şiirlerin yanısıra Farsça ve Türkçe şiirleri de zaman zaman kullandığı görülmektedir. Mesela Bediüzzaman Hazretleri ‘Bir de sakın zulmedenlere meyletmeyin, sempati duymayın. Yoksa size ateş dokunur. Aslında sizin Allah’tan başka yardımcınız yoktur. Sonra O’ndan da yardım görmezsiniz’ (11:113) âyetinin pek çok cevherinden bir cevherini ehli kemal birisinin şu şekilde yorumladığını söyler ve Namık Kemal’in şu mısralarını nakleder:

    “Muîni zalimin dünyada erbab-ı denâettir/Köpektir zevk alan sayyâd-ı bî insâfa hizmetten” (Zalime dünyada yardım eden alçak birisidir, insafsız avcıya hizmetten zevk duyan sadece köpektir).15

    Bazen şair ve şiirdeki ifrat ve tefritlere hakikat noktası açısından müdahalede bulunur ve kendi nezih ve nezaketli uslûbuyla meseleyi izah eder. Söz konusu mesele dinin bizzat Şâriî’ne (cc) terettüp ediyorsa, hakkın hatırı için Üstad Hazretlerinin zaman kaybetmeden dimağları bulandıran bulutları dağıttığı görülmektedir. Burada daha da dikkat çekici olan husus, bazen söz konusu ameliyede muhatabın gözünü ve gönlünü açarken, tebessüm etmesini de sağlamış olmasıdır. Bir âşık şairden bize aktardığı şu mısralar ve kendisinin cevabı kayda değer bir misaldir: ‘Mesela biri demiş “Güneş mahbubumun hüsnünü görüp utanıyor, görmemek için bulut perdesini başına çekiyor. Hey aşık efendi! Ne hakkın var, sekiz ismi A’zam’ın bir sahifeyi nuraniyesi olan Güneşi böyle utandırıyorsun?16

    Şiirlerin yanısıra bazı atasözlerini ya da deyimleri de kullanan Üstad hazretleri, risalelere dalmış okuyucuyu, adeta zindeliğini koruması için bir teneffüs aldırtmakta ve taze bir şekilde kaldığı yerden devam etmesini sağlamaktadır. Konuyla ilgili güzel örneklerden birini Mektubat’ta görüyoruz. Üstad ‘insan suretindeki yılanlara hakaiki söylemenin, hakaika karşı bir hürmetsizlik olduğunu’ belirtmekte ve hemen arkasından meşhur darb-ı meseli zikretmektedir: ke-ta’liki’d-dureri fi a’nâki’l-bakar (Öküzün boynuna inci takmak gibidir).17

    2. Fezleke

    Fezlekeden maksadımız özellikle Bediüzzaman’ın bir meseleyi değişik açılardan ele aldıktan sonra bazen bir, bazen birkaç kelimeden ya da cümleden oluşan hatimeleridir. Söz konusu hatimelerde Üstadın kuvve-i imaniyesinden fışkıran bir coşku, şeâire karşı takınılan tavırsızlık karşısındaki haşmeti, zaman zaman da sözün özünü muhataba sunma gayretleriyle karşılaşmaktayız. Risalelerde çok sık karşımıza çıkan bu yaklaşımla ilgili misalleri çoğaltmak mümkün, fakat biz burada sadece bir kaçıyla iktifa etmeye çalışacağız.

    İşaratu’l-İ’caz’da Üstad hazretleri Kur’an’da müşkilat var diyenlere kısa bir cevaptan sonra gayreti diniyyeden gelen ve insanın nefesini kesen bir hâtimeyle meseleyi noktalar: ‘Acaba cumhurun zihninden uzak ve pek derin hakikatleri kolay ve kısa bir surette avam-ı nasın fehimlerine yakınlaştırmak ayn-ı belağat değil midir? Belağat, muktezây-ı hali muraâttan ibaret değil midir? Hey gözlerin kör olsun herif…18

    Kendisine yapılan her türlü zulüm karşısında hakkını helal ettiğini belirten Üstad Hazretlerinin hak ve hakikat namına gösterdiği celâdet, kullandığı uslûp ile yeni bir karışım ortaya çıkarmaktadır. Allah’u a’lem, bu sözü sarfettiği zaman pek çok talebesi de bizim gibi hamiyeti diniyeden kaynaklanan bu hassasiyetin traji-komik arzı karşısında hem irkilmiş hem de tebessüm etmişlerdir. Başka bir yerde Bediüzzaman’ın tonunun daha da netleştiği bir örnekle karşılaşıyoruz. Konuyu dile getirdikten sonra adeta şiir gibi neticeyi bağlayan Bediüzzaman Hazretleri bir taraftan hakikat inkârcısına adeta Osmanlı tokadı atarken, yakın halkasını da hikmet ve nükte dolu ifadesiyle düşündürmekte, tebessüm ettirmektedir: ‘Bir baharda, üçyüz bin enva-ı zihayat mahlûkatın, şekillerini, sıfatlarını, belki zerratlarından başka bütün keyfiyat ve ahvallerini hiçten var eden bir kudrete karşı ‘yoğu var edemez diyen adam yok olmalı…’19

    Yukarıda da ifade edildiği gibi, hakikat söz konusu olduğunda Bediüzzaman’ın sözünü esirgemediğini görmekteyiz. Hele hele insanın varlığından kâinatın varlığına kadar her bir mevcudun Mutlak Hakikat (el-Hakk) olan Allah’ı (cc) göstermesi karşısında gözlerini kapayanlara karşı Kur’an namına hiç tahammulünün olmadığına şahit oluyoruz. Yalnız bu hassasiyeti serdederken de derin Kur’an anlayışı, ince bir zevk ve nezih bir latife de gözlerden kaçmamaktadır. Aşağıdaki örnek bu konunun canlı tanığıdır: ‘Evet, yaşadığın ömürden dünyada göreceğin istifade ancak yüz sene olur. Bu yüz sene ömrünü yüz tane hurma çekirdeği farz edelim. Bu çekirdekler iska edilip muhafaza edilirse, ilâ-mâşaallah semere verecek yüz tane ağaç olur. Aksi takdirde, ateşe atıp yakmaktan başka bir istifadeyi temin etmez. Kezâlik, senin o yüz senelik ömrün de, şeriat suyuyla iska ve âhirete sarf edilirse, âlem-i bekada ilelebed semerelerinden istifade edeceksin. Binaenaleyh, semeredar yüz tane hurma ağacını terk ve yüz tane çekirdeklerine kanaatla aldanırsa, o adam, hutameye (Cehenneme) hatab olmaya lâyıktır.20

    Üstadın fezlekeleri hep cinaslı uslûplardan oluşmamaktadır. Bir konudaki genel kaanati, meselenin ciddiyetine halel gelmeyecek şekilde dakik bir nükte ya da latife ile anlatarak okurun zihnine sayfalarca yapılan tahlillerden daha kolay yerleşmesini sağlamaktadır. İctihad risalesinde meseleyi değişik yönleriyle ele alan Üstad hazretleri, ictihad kapısının açık mı kapalı mı olduğu şeklindeki soruyu; enfes, bir o kadar da nükte dolu şu cümleyle özetlemektedir: ‘Fırtına ve zelzele zamanında, değil ictihad kapısını açmak, belki pencerelerini de kapatmak maslahattır.’21 Şayet müslümanların son üç asırlık serüveni göz önüne alınırsa Hz. Üstadın ne kadar haklı olduğu ortaya çıkacaktır.

    Şu anekdotla Bediüzzaman’ın bu konudaki genel yaklaşımını noktalayalım: ‘Sonra o müddeî gider. “Belki küre-i arzı kandırıp orada bir yer bulurum” der. Gider, küre-i arza yine esbab namına ve tabiat lisaniyle der ki: “Böyle serseri gezdiğinden, sahipsiz olduğunu gösteriyorsun. Öyle ise, sen benim olabilirsin.” O vakit küre-i arz, hak namına ve hakikat diliyle gök gürültüsü gibi bir sada ile ona der ki: “ Haltetme, ben nasıl serseri, sahipsiz olabilirim…”.22

    3. Kısa Anekdot ve Tasvirler

    Risalelerde Üstadın zaman zaman latifeli sözleri, bazı tanım ve tarifleri ya da anekdotlarıyla karşılaşmaktayız. Sarf ve nahiv ilmini okuyan bir medrese talebesinin vefat edip, kabirde Münker ve Nekir’in: “Men Rabbüke” (Senin Rabbin kimdir?) diye suallerine karşı, kendini medresede zannedip nahiv ilmiyle cevap vererek, “Men mübtedâdır, Rabbüke onun haberidir. Müşkül bir meseleyi benden sorunuz, bu kolaydır” diyerek, hem o melâikeleri, hem hazır ruhları, hem o vâkıayı müşahede eden orada bulunan bir keşfü’l-kubur velîsini güldürdü ve rahmet-i İlâhiyeyi tebessüme getirdi.’ tarzındaki anekdot bu konuda ufuk açıcıdır. Bir taraftan nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl öldüyseniz de öyle dirilirsiniz şeklindeki Nebevi beyanı hatırlatırken diğer taraftan da sadece melaike, hazır ruhlar ve keşfu’l-kuburu değil bizleri de tebessüm ettirmektedir. Bunlar hikmet ve latifenin bir arada mezc olunduğu harika anekdotlardır.

    İnsanın kader karşısındaki durumunu anlatan şu tasvir ise akıllara durgunluk verecek kadar nefis ve hikmet doludur. ‘Nefis daima ıztıraplar, kalâklar içinde evhamdan kurtulup tevekküle yanaşmıyor. Hükm-ü kadere razı olmuyor. Halbuki, şemsin tulû ve gurubu muayyen ve mukadder olduğu gibi, insanın da bu dünyada tulû ve gurubu ve sair mukadderat, kalem-i kaderle cephesinde yazılıdır. İsterse başını taşa vursun ki, o yazıları silsin-fakat başı kırılır, yazılara birşey olmaz hâ.’23 Bu kadar nefis ve kat’i kader tarifi gördünüz mü? Hele sonundaki ‘hâ’ kelimesi ne kadar harika değil mi? Başka bir yerde ise, ‘Cennet olmazsa cehennem tazib etmez. Kaderi tenkit eden başını örse vurur, kırar’ diyerek adeta yukarıdaki tarifin bir nevi tetimmesini sunmaktadır.

    ‘Sanki yedim’ mescidiyle ilgili şu enfes anlatımı da hatırlamakta fayda vardır. ‘Lezaiz çağırdıkça sanki yedim demeli. Sanki yedimi dustûr yapan sanki yedim namında bir mescidi yiyebilirdi. Yemedi.’ Dünyevileşme ve aşırı tüketim kıskacında boğulan modern insana yukarıdaki hikmet dolu anekdotun latife boyutlu anlatımı belki ütopik gelebilir; fakat hakikat gözlüğüyle yeniden okunduğunda iktisadi öğretilerin tamamına şamil canlı bir örnek olduğu görülecektir. Üstadın bu anekdotu anlatırken kullandığı kelimelerde bile iktisad yaptığı da gözden kaçmamalıdır.

    Bu başlığı birbiriyle bağlantılı iki kısa misalle bitirmek istiyoruz. Şirk ile ilgili Bediüzzaman şu yorumu yapmaktadır: ‘Şirk öyle bir cürümdür ki her bir mahlukun hakkına ve şerefine ve haysiyetine bir tecavüzdür. Ancak onu cehennem temizler.’ Başka bir yerde de adeta bugünleri görüyor gibi ve günümüz çevrecilerini hayrete düşürecek şu enfes tabiri kullanmaktadır: ‘Beşerin bulaşık eli karışmamak şartıyla hiçbir şeyde hakiki nezafetsizlik ve çirkinlik görülmüyor.’ Ölçüsüz müdahalelerimiz ve bugün karşı karşıya kaldığımız çevre felaketleri, yok ettiğimiz canlı ve bitkiler, sebep olduğumuz küresel felaketler vs. Hepsi beşerin bulaşık elinin karışmasından kaynaklanmaktadır. Burada ince bir nükte daha vardır. Özellikle insan yerine Bediüzzaman’ın beşer kelimesini kullanması oldukça dikkat çekicidir. Çünkü Kur’an açısından meseleye bakıldığında insan sorumluluk taşıyan, beşer ise biraz daha biyolojik bir varlık olarak karşımıza çıkmaktadır. Üstad’ın beşer tercihi adeta kendi vucüduyla birlikte bütün bir kainatın kendisine emanet edildiği halifeyi değil, bilakis ‘hayvanlardan daha aşağı’ olacağı söylenen maddiyata gömülmüş, gerçek insani ve imani hakikatlere açılamamış kimsenin kastedilmesi anlaşılmaktadır.

    4. Teşbih ve Temsiller ile Yapılan Nükteler

    ‘Nur-u fikir ziyayı kalp ile ışıklanıp mezcolmazsa, zulmettir, zulüm fışkırır. Gözün muzlim nehar-ı beyazı, muzîi leyle-i suveydâ ile mezcolmazsa basarsız olduğu gibi, fikret-i beyzâda suveydâ-ı kalp bulunmazsa basiretsizdir.’24 Yapacağımız yorumun bu harika teşbih ve temsilin ifade ettiği hakikatın seviyesini düşürür endişesiyle konu hakkında fazla bir şey söylemek bize zait gibi gelmektedir. Akıl ve kalbin imtizacını beyza (beyaz) ve suveyda (siyah) kelimeleri çerçevesinde derin bir tefekkür ve ince bir latife anlayışıyla tekrar tekrar okunmasını tavsiye edip ikinci bir misale geçmek istiyoruz.

    Tabiat risalesinde tesadüfe takılıp kalan insanın durumunu anlatırken, Üstadın yaptığı teşbih de gerçekten ayrı bir derinlik, güzellik ve latife içermektedir: ‘Tesadüfle şişelerden alınan miktarlar macunu teşkil etsin… Eşek muzaaf bir eşekliğe girse, sonra insan olsa “bu fikri kabul etmem diyecek ve kaçacaktır.”25 Burada sadece kaçan bir eşeği ve sizin de onu kaçarken arkadan seyrettiğinizi düşünün. Delilleriyle mesele ortaya konulduktan sonra mulhidin ısrarına karşı yapılacak benzetme bundan daha güzel olamazdı.

    Bu tür teşbih ve temsiller o kadar çoktur ki, bunların her birinin farklı açılardan incelenmesi gerekmektedir. Ümmetin silkinip yeniden kendisine gelmesi için cemiyetteki hastalıkları teşhis ederken gerekli reçeteyi de yazmayı ihmal etmeyen Bediüzzaman’ın şu tesbiti de kulaklara küpe olmalıdır: ‘En bedbaht, en muzdarip en sıkıntılı işsiz adamdır. Zira atalet, ademin biraderzadesidir. Sa’y, vucudün hayatı ve hayatın yakazasıdır.26

    5. Şeytan ile İlgili Nükte ve Latifeler

    Bediüzzaman hazretlerinin sık sık karşılaştırmalar yaptığı bir latife ve nükte türü de şeytanla mukayese ya da yapılan ya da söylenilen şeylerin şeytanların bile aklına gelemeyeceği ya da şeytanı arkada bırakacağı vurgusudur. Bu misaller açısından da risalelerin oldukça zengin olduğu görülmektedir.

    İnadın zararını dile getirdiği bir yerde, Bediüzzaman şunları söylemektedir: ‘İnadın işi, şeytan birisine yardım etse melektir der, rahmet okur; muhalifinde melek görse, libasını değiştirmiş şeytandır der, lanet eder.’ Kur’an ve Sünnet’ten süzülen bu hakikatın günümüz çok partili demokrasisinde, dernekleşmesinde, kulüpleşmesinde ve gruplaşmasında ne kadar anlamlı olduğu açıktır. Fakat burada açık olan bir başka mesele daha vardır; hikmet dolu bu sözün sunum tarzıdır.

    Efendimiz (s.a.s.)’in gösterdiği bereket mucizeleri karşısında tereddüt eden kimselere hitaben Üstad’ın söylediği şu sözleri de bu açıdan ayrı bir önem arzetmektedir: ‘Acaba niçin bu nurani yüksek silsile-i rivayetten gelen şu mucize-i berekete karşı gözün ile görmüş gibi inanmıyorsun. Evet, buna karşı şeytan bile bahane bulamaz.27 Şüpheler asrında yakinin temsilcisi Üstad’ın şeytanı bile pes ettirdiği bu güzel anektotta, nüktenin letafeti ile hakikatın nuraniyeti ne kadar da birbirleriyle uyum içinde oldukları hemen dikkatleri çekmektedir.

    Başka bir yerde muhatabın zihninde nefis, heva ve şeytanın konumunu canlandırırken nadide güzellikte bir benzetmeyle meseleyi ele aldığına şahit oluyoruz: ‘Nefis deve kuşu, şeytan sofestai, heva da bektaşidir.28 Her birinin farklı özelliklerini ön plana çıkaran Üstad Hazretlerinin bu tarifi de hem hikmet, hem de nükte doludur.

    Her şeyi kendinden bilen nefse karşı söylediği şu sözlerde de Üstad Hazretleri, insi şeytanların gerçek şeytanlardan daha ileriye gidebileceğini nükteli bir şekilde göstermektedir: ‘Ve kendisini, yaptığı fiillerinde, fiil içinde müstetir hüve/hu gibi görür. Tecelliyatın genişliğini imtina, büyüklüğünü ademe hamletmekle şeytanı bile yaptığı muğalatadan utandırıyor.’29

    6. Efendimizin Dualarına İştiraki ile

    Bu konuda da Risale-i Nur’un oldukça zengin olduğunu görüyoruz. Bu dualarda bir taraftan Üstad Hazretlerinin diğergamlığını, geniş yürekliliğini ve hayırhahlığını müşahede ederken diğer taraftan da onun bu konudaki rehberinin doğrudan Rehber-i Ekmel (s.a.s.)’in mubarek söz ve davranışları olduğu anlaşılmaktadır. Efendimiz (s.a.s.)’in duaları neticesi servet ve berekete medar olan Abdurrahman b. Avf (ra) ile ilgili mucizevi duayı zikrettikten sonra ‘Duayı Nebeviye’nin bereketine bakınız ve bârekallah deyiniz’ ifadesi ne kadar içten ve canlı değil mi!

    Başka bir misal de Hz. Ebu Hureyre’yle ilgili: ‘Hazret-i Ebu Hüreyre aç olmuş. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın arkasından gidip menzil-i saadete gitmişler. Bakarlar ki, bir kadeh süt oraya hediye getirilmiş. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm emretti ki: “Ehl-i Suffeyi çağır.” Ben kalbimden dedim ki: “Bu sütün bütününü ben içebilirim; ben daha ziyade muhtacım.” Fakat emr-i Nebevî için onları topladım, getirdim. Yüzü mütecaviz idiler. Ferman etti: “Onlara içir.” Ben de o kadehteki sütü birer birer verdim. Herbirisi doyuncaya kadar içer, diğerine veririm. Böyle birer birer içirerek bütün Ehl-i Suffe o sâfi sütten içtiler. Sonra ferman etti ki: bakitu ene ve ente fe-şrab Ben içtim. İçtikçe, “İç” ferman eder. Tâ, ben dedim: “Seni hak ile irsal eden Zât-ı Zülcelâle kasem ederim, yer kalmadı ki içeyim.” Sonra kendisi aldı, Bismillâh deyip hamd ederek bakıyesini içti. Yüz bin âfiyet olsun.30

    7. Tarif ve Karakterizeler

    Üstad Hazretlerinin büyük sahabe Hz. Ebu Hureyre’den bahsederken kullandığı tabir -ki ben şahsen hiç bir yerde görmedim-bir taraftan Ebu Hureyre’yi diğer taraftan da onu (ra) Allah’ın izin ve inayetiyle Ebu Hureyre yapan Hocasını (s.a.s.) nefis bir şekilde tanımlamaktadır: ‘Ebu Hureyre kimdir?’ sorusunun cevabını şu şekilde özetlemek mümkündür: ‘Hoca-ı kainat olan Fahr-i Alem (a.s.)’ın kudsi medresesi ve tekyesi olan Ashab-ı Suffe’nin demirbaş bir mühim talebesi ve müridi…31

    Başka bir yerde Üstad Hazretleri karınca ve arıyı insana benzeterek onların hayat algılamalarını hırs ve şükür noktayı nazarından değerlendir. Sonra da şu hikmet ve nükte dolu tabloyu bize anlatır: ‘Evet, hırs, şükürsüzlük olduğu gibi, hem sebeb-i mahrumiyettir, hem vasıta-i zillettir. Hattâ hayat-ı içtimaiyeye sahip olan mübarek karınca dahi, güya hırs vasıtasıyla ayaklar altında kalmış, ezilir. Çünkü kanaat etmeyip, senede birkaç tane buğday kâfi gelirken, elinden gelse binler taneyi toplar. Güya mübarek arı, kanaatinden dolayı başlar üstünde uçar. Kanaat ettiğinden, balı insanlara emr-i İlâhî ile ihsan eder, yedirir.’32

    Üstad bir denge insanıdır. Bu konudaki hassasiyetini hak namına her yerde göstermektedir. Yukarıda nazikçe hırsını eleştirdiği mubarek karıncanın burada cumhuriyetçiliğini övmesi de bu dengenin bir eseridir. Fakat bütün bu sunumlarda mesajın sağlam anlaşılabilmesi, daha da doğrusu meselenin bize bakan yönünün hikmet ve nükteyle anlatılması latif ve bir o kadar da latifelidir. Kendisine cumhuriyet hakkındaki fikri sorulduğunda şunları söylemektedir: ‘Ben de dedim: “Eskişehir mahkeme reisinden başka daha sizler dünyaya gelmeden ben dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım ispat eder. Hülâsası şudur ki: O zaman şimdiki gibi, hâli bir türbe kubbesinde inzivada idim. Bana çorba geliyordu. Ben de tanelerini karıncalara verirdim, ekmeğimi onun suyuyla yerdim. İşitenler benden soruyordular. Ben de derdim: Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. O cumhuriyetperverliklerine hürmeten, tanelerini karıncalara verirdim.”33

    8. Kafiye ve Cinaslı Nükte ve Latifeler

    Üstad zaman zaman şiir gibi ama şiir olmayan ifadelerle harika nükteleri ortaya koymaktadır. Hem zevki, hem ilmi hem de ahlaki içerik taşıyan bu şiirsel ifadelerden bir kaç misalle Bediüzzaman’ın konu hakkındaki genel yaklaşımlarını noktalamaya çalışalım.

    Asay-ı Musâ’da Üstad Hazretleri bir kelimenin farklı yapılarından teşekkül eden nefis ve bir o kadar da manidar şu ifadeyi kullanmaktadır: ‘Ey ahmaku’l-humakadan tahammuk etmiş sarhoş ahmak.’34 Özellikle sondaki sarhoş ifadesinin ahmakla izdivacı ince bir latife anlayışını göstermesi açısından oldukça yerinde değil mi?

    Benzer bir yaklaşımı Mesnevi’de nefis ve heva arasında sıkışıp kalan bir insanın haleti ruhiyesini anlatırken sergilemektedir: ‘Hasenat yaptığı zaman habbe habbe yapar, seyyiat yaptığı zaman ise kubbe kubbe yapar.35

    Hem mana hem de kullanılan kelimeler açısından ayrı bir yere sahip olan şu tasvirde Üstad Hazretlerinin şakirtlere hem nefes aldırmakta hem de derin hakikatleri nükte ve hikmet karışımı bir uslûpla sunmaktadır: ‘Evet, meşhurdur ki, hilâl-i îde bakarlardı. Kimse birşey görmedi. İhtiyar bir zat yemin etti: “Hilâli gördüm.” Halbuki gördüğü hilâl, kirpiğinin takavvüs etmiş beyaz bir kılı idi. Kıl nerede, kamer nerede? Harekât-ı zerrat nerede, sebeb-i teşkil-i envâ nerede?

    Başka bir yerde ise şükür ile şirk arasındaki derin uçurumu göremeyenlerin ansızın şükürden şirke kayışlarını şiir gibi anlatma tarzında da nükte ve hikmetin harika izdivacına şahit oluyoruz: ‘Telezzüz ve zevk dahi gayri şuuri bir şükürdür ki bütün hayvanatta bu şükür vardır. Yalnız insan dalalet ve küfür ile, o fıtri şükrün mahiyetini değiştiriyor, şükürden şirke gidiyor.36 Bu kadar hayati bir meseleyi bu kadar manidar ve bir o kadar da latif bir şekilde sunmak herhalde Üstada has bir meziyet olsa gerektir.

    Aynı Risalenin bir başka yerinde hayatta olduğu halde hakikati göremeyen canlı cansızlar için şu latif, hikmet dolu sözleri söylemektedir: ‘İşte cansız cenazeler onun risaletini tasdik etse, canlı olanlar tasdik etmese, elbette o cani canlılar, cansızlardan daha cansız ve ölülerden daha ölüdürler.’ Şayet bu cümleyi gözlerimizi kapatıp kalp ve kulaklarımızı sonuna kadar açarak yeniden okumayı denersek sanırım pek çoğumuzun kalbi, çınlayan ‘can’ hecesiyle birlikte yeniden canlanacaktır.

    Sonuç

    Nükteli sözler, yerinde yapılan latifeler tabiatımızın bir parçasıdır. Her konuda olduğu gibi bu konudaki rehberimiz de Efendimiz (s.a.s.)’dir. Onun hakikat yörüngeli, sıdk temelli ve sonuna kadar yalana kapalı nükte ve latifeleri yegane ölçü ve kriterimizdir. Asrımızın büyük kâmeti Bediüzzaman Hazretleri de nükte ve latifelerinde Efendiler Efendisi’nin (s.a.s.) yolunu kendisine rehber edinerek hak ve hakikatı nükte ve latifelerine yegane ölçüt kılmıştır. İnsanları zaman zaman tebessüm ettirirken tefekküre sevkeden, hikmetli sözlerinde nükteleri gizleyen, dikkatli okurlar için daha pek çok kapıların açıldığı enfes eserlerinde bazen aktardığı bir şiir ile, bazen bir iki kelimeden oluşan fezlekelerle, bazen de teşbih, temsil ve cinaslı kafiyeli sözlerle kendine has bir uslûp ortaya koymuştur.

    Öz

    Nükteli sözler, yerinde yapılan latifeler tabiatımızın bir parçasıdır. Bu makalede öncelikle nükte ve latifenin Kur’an-ı Kerim ve hadisler ışığında dindeki yeri ve sınırları üzerinde durulacaktır. Daha sonra da Risale-i Nur Külliyatı’nda dikkat çeken bazı nükte ve latifeleri farklı hususiyetler çerçevesinde tahlil edilecektir.

    Anahtar Kelimeler: Nükte, latife, hakikat, teşbih, temsil, fezleke

    Abstract

    Witty remarks and pursuant jests are all part of our nature. In this text, place and limits of wits and jests in religion shall be highlighted on the basis of Koran and hadiths. Then, wits and jests drawing attention in Risale-i Nur Corpus shall be analyzed in the framework of different considerations.

    Key words: Wits, jests, reality, smile, representation, summary

    Dipnotlar

    1. Ahmed b. Hanbel, (Hadis no:8411).

    2. Ahmed b. Hanbel, Musned, (hadis no:19897).

    3. İbn Mace, Sunen, (Hadis no:4207).

    4. İbn Ebi Şeybe, Musannaf, VIII.322; Mufessir Suyuti’nin ed-Durru’l-Mensûr’unda da benzer rivayetler vardır.)

    5. Ebu Davut, Sunen, (Hadis no:4346)

    6. Ebu Davut, Sunen,187

    7. Tirmizi, Sunen, (Hadis no:1912).

    8. İbn Cevzi, Ahbaru’l-humka ve’l-muğaffilin, Mektebetu’ş-Şamile CD

    9. Yukarıdaki alıntılar için bkz. İbn Cevzi, Ahbâru’l-Humkâ ve’l-Muğaffilin, (Mektebetu’ş-Şamile CD)

    10. Bediuzzaman Said Nursi, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, İst. 1994, s. 456.

    11. Güzel bir örnek için bkz. ‘Nurlar içinde kalmışım’ başlıklı anekdot:

    “Nurşin Camii deyince hatırladım: Camide kaldığımız günlerde oturduğu odada bana hitaben:

    “Molla Hamid, bak ben Nurlar içinde kalmışım’ deyince ben anlayamadım.

    “Bu defa Üstad anlatmaya devam etti.

    “Doğduğum köy Nurs, annemin ismi Nuriye, hocam Nuri, kaldığım cami Nurşin, bak duvarda Osman-ı Zinnureyn yazılı’ diye duvarda asılı duran levhayı tebessüm ederek gösterdi. (Necmettin Şahiner, Son Şahitler 1)

    12. Taûn, veba anlamına gelmektedir. Burada bile Üstad Hazretleri hikmet dolu bir nükteyle okuyucuyu tefekküre sevketmektedir. Evet ‘materyalizm’ veba gibi bir hastalıkltır, insanı yer ve bitirir.

    13. Bediuzzaman Said Nursi, Asa-yı Musa, Yeni Asya Neşriyat, İst. 1994, s. 62.

    14. Bediuzzaman Said Nursi, İşâratu’l-İcaz, Yeni Asya Neşriyat, İst. 1994, s. 111.

    15. Bediuzzaman Said Nursi, Mektubat, s. 345.

    16. A.g.e., s. 35.

    17. A.g.e., s. 346.

    18. Bediuzzaman Said Nursi, İşaratu’l-İ’caz, s. 170.

    19. Bediuzzaman Said Nursi, Asa-yı Musa, s. 157.

    20. Bediuzzaman Said Nursi, Yeni Asya Neşriyat, İst. 1994, Mesnevi-i Nuriye, s. 153.

    21. Bediuzzaman Said Nursi, Mektubat, s. 462,

    22. Bediuzzaman Said Nursi, Asa-yı Musa, s. 132.

    23. Bediuzzaman Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, s. 104.

    24. Bediuzzaman Said Nursi, Mektubat, s. 455.

    25. Bediuzzaman Said Nursi, Asa-yı Musa, s. 143.

    26. Bediuzzaman Said Nursi, Mektubat, s. 463.

    27. A.g.e., s. 110.

    28. Bediuzzaman Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, s. 123.

    29. A.g.e., s. 122.

    30. Bediuzzaman Said Nursi, Mektubat, s. 111.

    31. A.g.e., s. 111.

    32. A.g.e., s. 512.

    33. Bediuzzaman Said Nursi, Yeni Asya Neşriyat, İst. 1994, Tarihçe-i Hayat, s. 357.

    34. Bediuzzaman Said Nursi, Asa-yı Musa, s. 148.

    35. Bediuzzaman Said Nursi, Mesnev-i Nuriye, s. 187.

    36. Bediuzzaman Said Nursi, Mektubat, s. 350.