Köprü Anasayfa

Said Nursi’nin İslam Dünyası Tasavvuru: Hutbe-i Şamiye

"Bahar 2011" 114. Sayı

  • Bediüzzaman'ın Öğretisinde Ümit

    Hope in Bediüzzaman’s Thought

    Doğu ERGİL

    Prof. Dr., Fatih Üniversitesi Öğretim Üyesi

    “Ümit, kişinin hayatında olayların ve gelişmelerin iyi sonlanacağına ilişkin inançtır.”1

    Ümit, karamsarlığı dönüştürmek için genellikle psikolojide kullanılan "olumlu düşünmek" sürecinden farklı bir olgudur. "Sahte ümit", bir fantazi veya gerçekleşmesi imkansıza yakın bir sonuçla ilgilidir. Ümit ise iyi ve faydalı bir şeyin gerçekleşeceği beklentisini ve inancını taşımaktır. Ümit, güven duygusunun kaynağıdır. Kur’an’da ümit kavramı reca kelimesi ile ifade edilmiştir ve birçok defa tekrarlanmıştır.

    Yunan mitolojisinde Pandora kutusunu açınca, dışarı ümit dışında her türlü zararlı şeyin çıkmasına izin verdiği belirtilir. Bunun nedeni, ümidin ihtiras ve kıskançlık dahil tüm zararlılardan daha güçlü olduğuna inanılıyor olmasıdır.

    Bu düşünceden hareket eden filozof Friedrich Nietzsche, Yunan tanrılarının başı Zeus’un, insanların hayatlarından vaz geçmelerine izin vermediği için acı çekmelerini uygun gördüğünü söyler. Zeus, acıları karşılığında insana ümit vermiştir. Bu nedenle ümit, bütün kötülüklerin en kötüsüdür; çünkü insanın sürekli azap çekmesine ve acılarına katlanmasına neden olur. Unutmamalı ki, Nietzsche bir tanrı tanımazdır ve kurtuluşu ilahi bir güçte değil, insanın kendi çabasında arar.

    Oysa ümit, dünya yüzündeki tüm inançlar ve dinler açısından merkezi konumdadır. İnsan kendisinden çalınan mutlu olmak, onurlu ve etkin olmak imkanlarına kavuşma ümidini korumalıdır ki imanını koruyabilsin. İman olmadan, onun dayandığı ümit olmadan inanç olması mümkün değildir.

    Sosyal psikologlara göre ümit, bir dilek olarak pasif olabilir. Ya da geleceğe ilişkin bir düşünce veya plan olarak etkinlik kazanabilir. İnsanlar o planı veya düşünceyi gerçekleştirmek için çaba gösterirler. Bir savaş esirinin hiç dinmeyen ümidi, bir gün kaçıp özgürlüğüne kavuşmaktır. Onun için planlar yapar ve onları gerçekleştirmeye çalışır. Kimi zaman da başarır. Onun başarısı, geride kalanlar için ümit ateşini canlı tutar. Kimi tutsaklar ise umutlarını ateşleyecek bir plan yapmazlar, kurtuluş anı için edilgin bir beklentiye sığınırlar. Onların ümidi pasiftir.

    Ernst Bloch (“Ümidin Prensibi” adlı eserinde 1986), ümit ile ütopya arasında köprü kurar. Bloch, ümidin taşıyıcısı olan ütopyaları, büyük dönüşümlerin (ihtilallerin) siyasal, kültürel, düşünsel ve sanatsal (müzik, tiyatro, ededbiyat, dans) ve teknik unsurlarını içeren “sıçrama tahtaları” veya “fırlatma rampaları” olarak görüyor. Bloch ümidin; fıkralar, masallar, moda ve ölüme ilişkin imgelerle popüler kültürün her alanına sinmiş olduğuna inanıyor. Kısaca ümit, günlük hayatımızda açık veya kapalı olarak davranışımızı, eğilimlerimizi, beklentilerimizi belirliyor.

    Genelde İslam dini, özelde Bediüzzaman Said Nursi (BSN) de ümide bu açıdan bakıyor. Bu akış açısı Katolik Kilise’sinin konuya ilişkin değerlendirmesiyle çelişiyor. Martin Seligman (Öğrenilmiş İyimserlik kitabında, 1990), bireyin kendi hayatını değiştirmek için fazla bir şansı olmadığı fikrini yaydığı için Katolik Kilisesi’ni şiddetle eleştiriyor. Bu durumda insanlar, kendilerini tutsak eden esaret veya kast sistemine karşı çıkmak gücünü ve hakkını kendilerinde göremeyecekler. Oysa insanlar, sosyal şartlardan kaynaklanan olumsuzlukları değiştirmek hakkını kendilerinde görmeliler ki daha özgür ve güçlü hissedebilsinler.

    Psikolojide ümidin iki bileşeni olduğu ileri sürülür: 1- Olumlu sonuçlar beklemek; 2- olumlu sonuçlar elde etmeye yarayacak yol ve araçlara sahip olmak.2 Bu duygulara sahip olan insanların kendilerini daha iyi hissettikleri, daha az kaygılı ve depresif oldukları gibi, daha kolay öğrendikleri saptanmıştır.3

    Bediüzzaman’ın Öğretisinde Ümit

    Ümit, Üstat için güven duygusunun kaynağıdır. Hayat üç zaman diliminden geçer. Geçmiş; artık geride kalmış bir zaman dilimidir. Anıların kasası ve unutulmuşların mekanıdır. Yaşadığımız ve eylemlerimizi gerçekleştirdiğimiz an veya şimdiki zaman, birazdan tükenecektir. Ne yapacaksak şimdi yapmalıyız. Başarı veya başarısızlık; tatmin veya tatminsizlik bu günün olgularıdır. Ama gelecek için ümitler taşıyabiliriz; iyi şeyler bekleyebilir ve olmaları için çalışabiliriz. Hedeflerimizi gerçekleştirmek için çalışırken Yaradan’a sığınır ondan yardım ve destek bekleriz. Ümit, imanın diğer yüzüdür. Allah’ın cömertliğine, gayreti ve iyi niyeti ödüllendireceğine inanmak ibadetin bir parçasıdır.

    Diğer yandan, ümitsizlik iradenin felç olması demektir.

    Bediüzzaman için ümitsizlik, “kanser gibi bir hastalıktır”. Kur’ân’dan bir örnekle (Zümer, 53), “Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin” önermesiyle imanımızı tazelemek ister.

    Ümitsizlik mü’minde olmamalıdır. Ona göre ümitsizlik, amaçları için yeterince çabalamayan, çabalarının ödüllendirileceğine inanmayan ve iman etmeyen insanların ruh halidir. Ümidin yitirilmesi insanın şevkini kırdığı gibi güvenini yitirmesine, hatta hastalıklarla mücadelede bağışıklığını yitirmesine neden olur. En ümitsiz olanlar görevlerini yapmayanlar, diğer insanlarla sevgi ve saygı bağını ve inancını yitirmiş olanlardır.

    BSN’ye göre her şeyi bilen, gözeten ve koruyan Allah olduğuna göre ümitsizliğe kapılmamalıyız. Din insanlara ilahi adaletin var olduğunu; bağışlanmanın, iyi niyetin, çok çalışmanın, başkalarına hizmetin ödüllendirileceğini müjdelemek için vardır.

    Ancak İslam’da ümit ve ümitli olmayı sağlayacak olan şeyler, yanlış yapıldığında, başka insanlara zarar verildiğinde ceza ve korku ile dengelenmiştir. Arapça’da ümit demek olan reca’nın karşısında havf yani korku vardır. Bu ikili kavram, insan ruhunun iki halini yansıtır. Biri Allah’tan iyi şeyler olmasını ummayı, diğeri kötü şeyler yaptığında ondan korkmayı belirtir.

    Söz konusu duygular bu güne aittir; ama gelecekteki bir hali çağrıştırırlar. Ne var ki aşırı biçimde yaşanmaları, kendisinden itidal ve tevazu beklenen insan için sakıncalıdır. Korku, insanı umutsuzluğun karanlığına mahkûm etmemelidir. Ümit de tembelliği, sorumsuzluğu ve kötülükleri önemsiz görme derecesine varmamalıdır.

    Korkuya atıf yapan ayetler Kuran’da bu duygunun sınırlarını da belirlemişlerdir. İnananlar, yalnız Allah’tan, kıyamet gününün dehşetinden, Cehennem azabından korkmalıdır (el-Bakara, 2/212; Âl-i İmrân, 3/175; el-Mâide, 5/57).

    Madem dünyada ve dünyevi yaşamda Allah’tan başka hiçbir şeyden korkulmamalıdır (en-Nahl, 16/51-52), korku insanı edilginliğe, çekimserliğe yöneltmemelidir. Aksine, insanı korkusunun kaynaklarını ortadan kaldıracak davranış ve girişimlere yöneltmelidir.

    Allah korkusu, insanın onun emirleri doğrultusundan iyilik yapmasını, iyi yaşamasını, başkalarıyla sağlıklı ilişkiler kurmasını sağlamak içindir. Allah’tan korkan insan takva sahibi olur. Yani günahlardan sakınır, olgun ve duyarlı bir insan olmaya çabalar. Takva, inananların ulaşabileceği en yüksek mertebedir.

    İnançlı insanlar, ondan korkmak kadar “Allah’ın rahmetinden umut kesmeyin” (ez-Zümer, 39/53) ayetinde dendiği gibi Allah’tan umut kesmemekle de yükümlüdürler. Daha önce belirtildiği gibi, çaba göstermeden her iyi şeyi ondan beklemek gibi sahte bir ümidi yaşatmak için değil; ama umutsuzluğun insanı kendini düzeltme, kötü huylardan arındırma çabalarından yoksun bırakacağı için Kur’an, inananlardan ümitlerini kaybetmemelerini ister. Bunu yapabilenlere de müjdesi vardır: “Rabbiniz bol rahmet sahibidir” (el-En’am, 6/147).

    Ancak Rabb’in rahmetiyle beslenen ümit, iyi niyetli davranış ve samimi çaba sonrasında vaat edilmiştir (fel-Hadid, 57/28). Peygamberimiz, “Nefsini hevasına tabi kılıp şehevi arzularının peşinde ömrünü tükettikten sonra Allah’tan Cennet isteyen ahmaktır” hadisinde Allah’ın ne beklediğini açıkça belirtmiştir.

    "Havf"ın ima ettiği korku ve kaygı, BSN için itici bir güç olarak görülmelidir. Tembelliğin, adamsendeciliğin, duyarsızlığın ve sorumsuzluğun ataletine düşmekten korkmak ve bunların sonuçlarından kaygılanmak; insanları harekete geçirmek, daha iyisini yapmak konusunda teşvik edecektir.

    Mü’min her an, hem ümit (reca) hem de korku (havf) içinde olmalıdır. Bu zıtların birliği ruhun dengesini sağlar. Tıpkı Uzak Doğu felsefesindeki "ying" ve "yeng" gibi…

    Tasavvufi kaynaklarda üç tür Recâ’dan bahsedilir: 1) Recâ’nın birinci türü insanın güzel bir davranış veya eylem sonunda bu yararlı sonucun kabulünü Allah’tan niyaz etmesidir. 2) Recâ’nın ikinci türü insanın kötü bir iş yaptıktan sonra tövbe ederek Allah’tan bağışlanmasını beklemesidir. 3) Recâ’nın üçüncü türü, insanın günah işlemeyi sürdürürken Allah’ın kendisini bağışlamasını ümit etmesidir. Bu sahte bir ümittir.

    İnsanın manevi gelişmesi "havf"a karşı verdiği mücadele ile olur. Bu, bir anlamda iyilikle kötülüğün mücadelesidir. Söz konusu mücadeleyi kazanan insan kendisini çok daha arınmış, güçlü ve ümitli hisseder. Eğer Allah’ın beklediği iyi ve ahlaklı davranış ölçülerine uyulmamasının sonuçlarından korkulur ve gerektiği gibi davranılırsa havf edilecek bir şey kalmayacak; insanlar, iyi davranışlarıyla dünyada başka insanlar tarafından, ahirette de Allah tararından Cennetle ödüllendirilecektir.

    Havf ve recâ arasındaki ilişkinin üç hali vardır. 1) Bunlardan birincisi ilimdir. İlim, insanların kendilerine kötülüğü dokunacak şeylerden sakınmaları veya korunmaları için gereken bilgi hazinesidir. Yanılmak ve aldanmak fiillerinin gerçekleşmesini bilgi ile engeller, iyiyi ve doğru davranışı bulmayı kolaylaştırır. 2) İkincisi haldir. Öğrenme, tartma ve doğruyu bulma sürecinin yaşandığı andır. Doğru ile yanlış arasında ayırım yapan insanın doğruyu, iyiyi benimsemesi halde gerçekleşir. 3) Üçüncüsü ameldir. İnsanın iyiyi ve doğruyu keşfettikten sonra, kötüden ve zararlıdan sakınması eylemidir. Bu süreçte birey, Allah’ın emir ve yasaklarına uyar. Kötüden kaçınır; iyiyi yapar, iyiliği çoğaltır. Bu durumu bir karakter özelline dönüştürür.

    Recâ, yani ümit faslında bireyin, Allah’ın kendisinden hoşnut olacağı şeyleri yapması, günahtan/kötülükten sakınması esastır. Ancak bunu yaparken doğru bilgiye sahip olması gerekir. Başka bir deyişle, birey, bağışlamasına neden olacak şeyleri bilmek durumundadır. Bu bilgiye eriştiği zaman aklı durulaşır, ruhu arınır. Bu anlamda ümit insanın hem günlük hayatında iyi olmasını sağlar, hem de iyilik onun amelinden kaynaklanır. Reca bu aşamada hem maddi hem de manevi bir karakter kazanır.

    Dolayısıyla ruhi ve sosyal dengelerin kurulmasında korku (buna olumlu korku demek daha doğrudur) ile ümidin bir arada olması önemlidir. BSN’nin sözünü ettiği korku kahreden, cezalandıran bir ilahın gazabından çok, bireyin kendisine ve başkalarına zarar verecek kötü davranışların sonuçlarından ve onların Allah katında hoş görülmeyeceğindendir. Bu da iman ile ilişkili bir konudur. İslâm’da karamsarlığa yer yoktur. Çünkü Kur’an’da “Rabbimizin rahmeti, gazabından çoktur” teması bir çok kere tekrarlanmıştır.

    Ümit ve korkuyu bir arada yaşamak, bunlar arasında bir denge kurmak, insanın ahlaklı olmasına da katkıda bulunur. Ümitli olmanın verdiği şevk ve coşku ile Allah korkusunun kazandırdığı ölçülülük, sakınma, titizlik ve duyarlılık, ahlakının güzelleşmesine ve inananın Allah’a olan yakınlığının artmasına da katkı sağlar.

    BSN’ye göre ümidin kaynağı îmandır (Şuâlar, s. 85). İman sahibi olan insan, Allah’ın kendisini gözettiğini ve esirgediğini bilir, ümidini yitirmez. (İşârâtü’l-İ’câz, s. 38) Ölüm bile inanan insanının ümidini çalamaz. (Mektûbât, s. 13) Onun için ölüm, mekân değiştirmekten ibârettir. Mezar, insanı yutan karanlık bir kuyu ağzı değil, nurlu âlemlere açılan bir kapıdır. Madde ve mana dünyaları arasındaki bir geçittir. Bin bir sıkıntının ve acının yaşandığı dünyadan Rahmân’ın huzur vaat ettiği Cennete geçiştir ölüm. (Sözler, s. 31)

    BSN’ye göre ümit, soyut bir duygudan ibaret değildir. İnsan ümidini canlı tutacak doğal donanıma sahiptir. Bu donanım veya organlarla, duyar, görür, duyumsar, anlar ve düşünür. Söz konusu donanım, onu diğer bütün canlılardan daha üstün ve “yapabilir” kılar. Allah, bu donanımı sağladığı, yani ayrıcalıklı kıldığı insanlardan, onları en iyi şekilde kullanmalarını bekler. Çünkü Allah’ın lütfu ile sahip olduğu donanım sayesinde insan güçlü ve muktedirdir. İşte bu güç ve donanım onun ümit kaynağıdır. Ancak, söz konusu kudreti veya imkanı kötüye kullanmaktan korkmalıdır. Çünkü, yaptığı yanlışlarla diğer canlılara zarar verebilir ve ilahi nizamı bozabilir (Şuâlar, s. 84). Bu da Allah’ı hoşnut etmez.

    Havf (Korku) ve Reca (Ümit) Dengesi

    İnsan aklı ve ruhu, biri “korku/çekinme”, diğeri “ümit” direkleri arasında gerilmiş vicdan ve muhakeme ipi üzerinde denge bulmaya çalışır. Korkuya neden olacak şeylerin bir bölümü somuttur. Ama bir bölümü de soyuttur. Kolay kolay açıklanamaz.

    Söz konusu nedenler belirginse, uyardıkları duygu korkudur. Ama yeterince belirgin değillerse duyduğumuz şey kaygı veya endişedir. İkisi arasındaki başka bir fark da korkunun daha şiddetli ve kısa süreli, kaygının ise daha hafif ama daha uzun süreli olmasıdır.

    İnsanın korkularının veya kaygılarının üç kaynağı olduğu ileri sürülmektedir: 1) Varlık korkusu veya kaygısı. Bu daha çok bedensel güçsüzlük, saldırı, acı, sakatlanma veya ölüm kökenli endişelerden kaynaklanır. 2) Başarısızlık korkusu veya kaygısı. Bu tür endişeler, bir ölçüde kişinin öz-güveniyle ilişkilidir. Yaşamın sürekli bir sınav niteliği taşıması ve insanın kendisini devamlı ispat etmek zorunda hissetmesi sonucunda doğarlar. 3) Toplumsal ilişkilerden kaynaklanan korkular ve kaygılar. Bunlar, kişinin ilişkilerinde başarısızlığa uğraması, sevdiklerini veya önemsediklerini yitirmesi, itibar kaybı, beğenilmeme, dışlanma gibi olgulardan kaynaklanır.

    Ümit, tüm bu korku ve kaygıların panzehiridir. Kaybetmek veya zarar görmek yerine iyi şeylerin olacağına, iyi şeylerin başarılacağına ilişkin beklentiyi diri tutar. Ümit, güven duygusunun kaynağıdır. Madem insan “bir iyiliğine on sevap almak” vaadiyle iyiliğe yöneltilmiştir, o halde ümitsizliğe kapılmaması Allah’ın kendisinden istediği bir şeydir. Kur’an’da bu durum bir çok kez vurgulanmıştır. O halde kişi, ye’se kapılmadan, inancını kaybetmeden iyiliği(ni) çoğaltmayı hedef almalıdır: “…Allah’ın rahmetinden umut kesmeyin… Allah’ın rahmetinden umut kesmez.” (Yusuf: 87, Zümer, 53)

    BSN, Müslümanların ümidini yitirmemesi için Cenâb-ı Hakk’ın, bütün kapıların kapandığı zamanlarda kullarına yeni kapılar açmasını, yeni çıkış yolları göstermesini delil olarak sunar. (İşârâtü’l-İ’câz, s. 32).

    Ölüm de bir korku nedeni olmamalıdır. Belki insanlar ölünce bedenlerini kaybedeceklerdir; ama ruh yokluğa mahkum olmayacaktır. İnanan bir insan için ölüm, ruhun "terhis teskeresi"dir. Dünyada yapılan iyiliklerin ve hizmetlerin Allah tarafından ödüllendirilmesi için onun huzuruna çıkmaya ve sonsuz saadete kavuşmaya bir davetiyedir. Bu nedenle ölümü yok oluş olarak görmek, hem hayatı hem de ölümü anlamsızlaştırmaktadır. Hayatı anlamlandıran, yaşarken yapılan iyi şeylerdir. Onlar da Allah’ın Cennetine kavuşmanın güvencesidir. Bu nedenle, ölüm ebedi hayata/aleme açılan bir kapıdır; sonranın huzur ve mutluluk ümidini müjdeler. Ondan korkmamak gerekir. Korkulması gereken, Allah’ın kullarına lutfu olan hayatı iyi (iyilik ve fayda üreterek) yaşayamamaktır. Bu, ilahi amaca ters düşmektir. Ümitsizliğin asıl kaynağı iyi değerlendirilmeyen bir hayattır, ölüm değil. Böyle bir hayat zaten yaşarken ölmektir. Dolayısıyla ümit, insanı Allah’a yaklaştırır.

    Ümitsiz olanın yol göstericisi yoktur. Önünü göremeyen korkar. Korkan insan genellikle sahte kurtarıcılara ve kurtuluşlara yönelir. Olayları yönlendiren şeylerin, görüş alnına giren maddi dünya, rastlantılar ve ölçülebilir şeyler olduğunu düşünür. Oysa araştırmalar ortaya koymuştur ki düşünceyi yöneten beynimiz, vücudumuzun ağırlığının % 2-3’nü oluşturuyor ve enerjimizin % 20’sini kullanıyor. Düşünceyi ve çeşitli duyuları, hareketi düzenleyen beyin hücrelerinin % 10’nunu nöronlar oluşturuyor. Beyinde 10 milyar nöron var ve görevleri aşağı yukarı biliniyor. Geri kalan % 90 gliyal hücreler. Nöronları saran ve destekleyen hücreler ve bunların (glia’nın) ne iş yaptıkları (fonksiyonları) bilinmiyor. Yani, insan beyni mûcizelere gebe.4

    Ya insan davranışının ne kadarı akılla (hedefi belirlenmiş irade ile) yönlendiriliyor? Sosyal bilimciler bu konuda anlaşamamakla birlikte, insan davranışının ancak yaklaşık % 20’sinin akıllı (nedeni açıklanabilir) tercihlere dayandığı, gerisinin nedenlerinin bilinmediği kanısındadırlar. Örneğin büyük iktisatçı Hayek, “Hiç kimse, aklımızın [hareketlerimizi belirleyen amil olarak] kritik pozisyonda bulunduğunu ve aklın onayladığı ahlaki değerlerin geçerli olduğunu sanmasın” der. “Uygarlığımızı anlamak için [kurulan] işbirliğinin insan tasarımı veya niyetinin eseri olmadığını, pek çoğunu sevmediğimiz ve önemini genellikle anlamadığımız geleneklerden ve ahlaki uygulamalardan kaynaklandığını kabul etmeliyiz…[Ayrıca] Bunların geçerliliği de ispat edilemez” diye ekler.5

    Bu değerlendirmenin ışığında insana ümit ve güven verecek çok şey yoktur. İşte bu boşluğu inanç doldurur ve ümit arayışı insanı Yaratana ve yaratılışın anlamına götürür. Bedîüzzaman Saîd Nursî’ye göre Allah’ın rahmetine inanan ve onu arayan için ümitsizliğe kapılmak söz konusu değildir.

    Ancak bunun için, Müslümanların vazgeçilmez görevleri vardır. (Bakara Sûresi, 2/156). Mü’minler tembellik yapamazlar, yapmamalıdırlar. Hayat ne kadar dinamik ve değişkense, insan da bu değişime ayak uydurmak hatta onu yönetmek durumundadır. “İnsan ancak çalıştığına erişir” âyeti bu konuda inanana yol göstericidir. (Necm Sûresi, 53/39).

    Ancak başarıları ve çabaları karşılığında elde ettiği güç ve makam onun başını döndürüp mağrur etmemelidir. Mağrur insan ölçüyü elden kaçırır, üstünlük duygusu görev duygusunu köreltir. Mesaisini başkalarına yararlı olmak için değil, mevkiini ve mevziini korumak için harcar. İkiliğe yol açar. (Münâzarât, s. 85)

    BSN, inananları edilgin bir ümide değil, bizzat ümidi inşa ve üretmeye davet etmektedir. Çalışın ve iyilik yapmakta yarışın diye salık verir.

    Bütün bunları söylerken, çağdaş uygarlığın dışında bir hayal dünyası da tasavvur etmez. Onun içinde yer almak; ama edilgin, değil etkin bir unsur olarak yer almayı önerir. Bir anlamda “uygarlıklar izdivacı"nı savunur: “Avrupa ve Amerika İslamiyet’le hamiledir; günün birinde bir İslami devlet doğuracak. Nasıl ki Osmanlılar, Avrupa ile hamile olup bir Avrupa devleti doğurdu.” Bunun nasıl olacağını da şöyle açıklıyor: “…Maneviyat cihetinde terakkiyat (ilerleme)… maddi terakkiyat…istikbaldeki hakimiyeti [hazırlayacak].”

    Bu sonucu doğuracak beş kuvvetin gerekirliliğine dikkat çekiyor:

    1- “…Hakiki bir medeniyetle ve müspet ve doğru fenlerle teçhiz edilmiş olma[k]…”

    2- “Medeniyet ve sanata…olan…ihtiyaç…”

    3- [İnanç özgürlüğü de dahil] “Hürriyet”.

    4- “Şefkatle (desteklenmiş) cesaret”. (Yıkıcı değil, yapıcı cesaret.)

    5- “İzzet-i İslamiye” yani şerefle, haysiyetle İslamiyet’in yüceltilmesi. Onun bir yoksullar ve cahiller dini olmaktan kurtarılması. (Hutbe-i Şamiye, s. 40)

    Bu "savaşın" nasıl kazanılacağını da şu sözlerle açıklıyor: “…İstikbalde, silah, kılıç yerine hakiki medeniyet ve maddi terakki ve hak ve hakkaniyetin (adaletin) manevi kılıçları ile [elde edilecek bir zaferle…]

    Kısaca Bediüzzaman Said Nursi, ümitsizliğin; yoksulluğa, cehalete, gerilik, esaret ve yabancı egemenliğine karşı verilecek bir uygarlık savaşı ile yok edileceğine inanıyor. Bunun için ilim ve imanın el ele vererek Doğu’dan yükselecek bir medeniyetin zaruretine vurgu yapıyor. Sanıyorum bugün onun mesajı, inanlara daha anlamlı ve “yapılabilir” geliyor. Bu anlamda Şam Hutbesi, bundan 100 sene önce Bediüzzaman’ın bu kentte yaktığı ümit ateşinin bugün İslam dünyasında daha gür bir aydınlığa dönüştüğünü müjdeliyor.

    Öz

    Ümit, karamsarlığı dönüştürmek için genellikle psikolojide kullanılan "olumlu düşünmek" sürecinden farklı bir olgudur. "Sahte ümit", bir fantazi veya gerçekleşmesi imkânsıza yakın bir sonuçla ilgilidir. Ümit ise iyi ve faydalı bir şeyin gerçekleşeceği beklentisini ve inancını taşımaktır ve güven duygusunun kaynağıdır. Çağımız İslam düşünürlerinden Bediüzzaman Said Nursi ümidi iman ile özdeşleştiren ve ibadetin bir parçası olarak gören bir bakış açısına sahiptir. Bu çalışmada ümit kavramının Bediüzzaman’ın öğretisindeki yeri irdelenmektedir.

    Anahtar Kelimeler: Ümit, sahte ümit, iman, korku, maddi ilerleme

    Abstract

    Hope is generally a different fact that ‘thinking positively’ used in psychology to transform the pessimism. ‘Fake hope’ is associated with a fantasy or a consequence that is almost impossible to realize. On the other hand, hope is holding the expectation and belief that a good and beneficial thing will realize and is the source of the feeling of trust. As one of the Islamic thinkers of our age, Bediüzzaman Said Nursi has a perspective that identifies hope with belief and considering it as a part of prayer. In this study, position of the concept of hope in Bediüzzaman’s thought is analyzed.

    Keywords: Hope, fake hope, belief, fear, material progress

    Dipnotlar

    1. The American Heritage Dictionary of the English Language, Fourth Edition. Retrieved March 18, 2008, from Dictionary.com

    2. Geraghty, A. W. A., Wood, A. M., & Hyland, M. E. (2010). ”Dissociating the facets of hope: Agency and pathways predict dropout from unguided self-help therapy in opposite directions.” Journal of Research in Personality, 44, 155-158.

    3. Day, L., Hanson, K., Maltby, J., Proctor, C. L., & Wood, A. M. (in press). “Hope uniquely predicts objective academic achievement above intelligence, personality, and previous academic achievement.” Journal of Research in Personality.

    4. Nöroloji dalında Nobel ödülü olan Avustralyalı bilim adamı Sir John Eccles’in 31 Temmuz 1974’te Colorado Üniversitesi, Boulder’da verdiği konferans: “Beyin, Gücünün Sonsuz Olduğunu Gösteriyor” adlı konferans’tan.

    5. Hayek, F.A. (1988) The Fatal Conceit. Chicago: University of Chicago Pres, s. 21.