Köprü Anasayfa

Said Nursi’nin İslam Dünyası Tasavvuru: Hutbe-i Şamiye

"Bahar 2011" 114. Sayı

  • Hutbe-i Şâmiyye'nin Işığında: "Yeniden Kardeşleştirme"

    In the Light of Hutbe-i Şâmiyye: “Ensuring Brotherhood Again”

    Ramazan ALTINTAŞ

    Prof. Dr., Selçuk Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi

    Giriş

    Yaşadığımız yüzyılda, bütün bir Batı dünyası “ümmetleşme” süreci yaşarken, İslam dünyasında aynı emperyalist Batı; etnik ve mezhep bağlamında yapay ayrılıkçı sorunlar üretmektedir. Bütün bunlara rağmen, Müslümanlar arasında kardeşliği, uhuvvet ve vahdeti sağlamada yeniden geleneğimizi üretmekte fayda vardır. Bu konuda Resul-i Ekrem’in (asm) gerek İslam’ın Mekke ve gerekse Medine döneminde “muâhât” projesini uygulamaya koyması bizim için bir çıkış yolu ve yöntemi olabilir. Ortak tarihimizde bunun en güzel örneklerinden bir diğeri de on binlerce Müslümanın huzurunda Bediüzzamân Said Nursî’nin Emeviyye Camiinde “Hutbe-i Şâmiyye”de dile getirdiği birliğimizin temel inanç ve ahlak ilkeleridir. Onun konuşma metninde sık sık: “Ey bu Câmi’-i Emevî’deki kardeşlerim”, âlem-i İslâm’ın câmi’-i kebîrinde olan kardeşlerim!”, “ittihad-ı İslam”, “milliyet-i İslam”, “tevhid-i kulûb”, “tevhid-i imani” gibi tabirleri kullanması çok anlamlıdır.

    Birliğimizin Kökleri

    Ünlü İslam bilgesi İmam-ı Gazali, “kötülükler kılık değiştirmiş iyilikler gibidir” der. Bu sözden hareketle söylemek gerekirse, nasıl ki jeolojik bir olay olan depremler, yeni su ve enerji kaynaklarının ortaya çıkmasını tetiklerse, aynı şekilde, toplumların hayatında meydana gelen büyük krizler de yol gösterici büyük önderlerin ortaya çıkmasını tetikler. İslâm tarihinde Moğol istilasının yol açtığı kriz, Hz. Mevlâna gibi büyük bir düşünce ve irfan adamını oraya çıkarmıştır. Tam bir kaos ortasında Hz. Mevlâna’nın; “biz fasletmeye/ayırmaya değil, vasletmeye/birleştirmeye geldik,” demesi, İslam’ın birleştirici ruhunu temsil eder. Said-i Nursî’nin ise, bir Müslümanın benim “mesleğim haktır” yahut “daha güzeldir” diyebileceğini, ancak, başkasının mesleğinin haksızlığını veya çirkinliğini ima eder tarzda “hak yalnız benim mesleğimdir” veyahut “güzel benim meşrebimdir” diyemeyeceğini vurgulaması, ittihad-ı İslam’ın oluşumuna hizmet eder. Zaten, İslam dünyasının düşünce semasında parlayan bu yıldızları evrensel kılan mesajları değil midir?

    Eğer insanlar, aynı gönlü paylaşmıyorlarsa, aynı dili konuşsalar da onlar, asla vasletme/birleştirme yanlısı olamazlar. Çünkü onların dili birleştirici değil, ayrımcıdır. Önce, içte, gönülde birlik olmalıdır. Bu birliktelik, dolaylı olarak zaten dıştaki, kalıpların, bedenlerin ve coğrafyaların birlikteliğini beraberinde getirecektir. Kendi içinde ikilikler ve zıtlıklar yaşayan insanların dış dünyada birlik pozları sahtedir, sun’idir, yapmacıktır. Manada birlik olmazsa, surette birlik olmaz. Manada birliği kurduktan sonra, suretlerin farklılığı salt ayrıntıdan ibaret kalır.

    Tam da bu noktada Hz. Mevlânâ, Yunus Emre, Muhyiddin İbn Arabi, Sadreddin-i Konevî ve Said Nursi gibi bilumum gönül ve fikir mimarlarının, farklılıkları varlık âlemindeki renkli vitraylar gibi görmeyi temel alan mesajlar taşımaları, insanlığın yüzünü yeniden İslâm medeniyetine döndürmelerinde etkili oluyor. Bizler birliğimizin ve dirliğimizin şifrelerini çok zengin olan kültür hayatımızda bulabiliriz. Yeter ki, önyargılı olmayalım ve birbirimize saygı eksenli tahammül göstermeyi özümseyelim. Hayatı güzelleştirecek olan insanın kendisidir. Bu sebeple çağımızın bir bilgesi olan Bediüzzaman’ın dediği gibi, hayata güzel bakan, güzel görür. Küçük şeylerden bile mutluluklar çıkarır. Üstad’ın, ümitsizliği tel’in etmesinin sebebi budur. Birliğimizin ve geniş ufuklu bakışımızın yegâne çaresi, referans köklerimize yeniden dönüp, uhuvvetin kök değerlerine hayat vermekten geçiyor. Burada Said Nursî’nin uyarısı devreye giriyor. O, yeryüzünde yaşayan bütün Müslümanlara gönül diliyle şöyle sesleniyor:

    “Ey ehl-i iman! Zillet içinde esaret altına girmemek isterseniz, aklınızı başınıza alınız. İhtilâfınızdan istifade eden zalimlere karşı 1 kale-i kudsiyesi içine giriniz, tahassun ediniz. Yoksa ne hayatınızı muhafaza ve ne de hukukunuzu müdafaa edebilirsiniz.” O, hep küresel ölçekte İslam milletlerinin ittifak ve ittihadını haykırmıştır. Çünkü dâhili ve harici sorun çıkaranlara karşı içyapımızı böyle koruyabiliriz.

    Yeni Oryantalist Stratejilere Dikkat

    Yaşadığımız modern zamanların Batı toplumlarında Yeni Oryantalist stratejistler, İslam dünyası üzerinde hem fiziksel ve hem de fikri planda yeni değişim ve dönüşümleri gerçekleştirmek için uygulayıcılara birbirinden farklı projeler sunuyorlar. Bu stratejistlerin başında H. Kissinger ve Bernard Lewis gibi oryantalistler geliyor. Onların ileri sürdüğü tezlere göre, dünyada; “medeniyetler çatışması değil, asıl medeniyet içi çatışmalar yaşanacak, İslam kendi içinde çatışacaktır.” Özellikle H. Kissinger’in iddiası bu.

    Batılı stratejistler, Müslümanların kendi içinde nasıl çatıştırılacaklarını da planlamakla kalmıyorlar, özellikle farklı mezhep ve etnik kökene haiz Müslümanların yoğun yaşadığı ülkelerde bu oyunu sahneye koymaya da çalışıyorlar. Bugün biz, bu tezin Irak, Pakistan, Lübnan, Afganistan ve Sudan gibi Müslüman ülkelerde nasıl uygulandığını hep birlikte görüyoruz. Aynı oyun Filistin’deki gruplar üzerinde de tekrarlanıyor. Farklı grupların birbirleriyle çatıştırılması özendiriliyor. Böylece ortak düşmana ve ülkenin kalkınmasına karşı güç birliği yapma zayıflatılıyor. Bütün bu gelişmeler karşısında, hiç kuşkusuz, Said Nursi’nin “Hutbe-i Şâmiye”si üzerinde durmak büyük anlamlar ifade ediyor.

    Bilindiği gibi, XVII. yüzyılın başlarında Yahudilerle-Hıristiyanlar, Hıristiyanlar içinde farklı mezhepler arasında kanlı savaşlar uzun yıllar sürmüştür. Bir din ya da Hıristiyan bir mezhep diğer mezhebin yorumunu meşru görmediği için ötekileştirdiği din ya da mezhep mensuplarına ya savaş açmış ya doğup büyüdükleri topraklarından sürmüş ya da zorla mülteci konumuna düşürmüştür. İslam tarihine dönüp baktığımız zaman Batı’da olduğu gibi ne aynı dine inanan ne de ayrı mezhebe mensup olan Müslümanlar arasında Batı toplumlarının bir benzeri ve büyük çaplı din ve mezhep kaynaklı çatışmalar yaşanmıştır. Bizde mezhepler İslam’ın farklı yorum biçimleridir. Eğer farklı mezhep mensupları arasında kimi çatışmalar yaşanmışsa, bunun sebebi mezhep farklılığı değil, siyasi ve ekonomik nedenlere bağlı faktörlerdir. Aksine İslam toplumlarında Said Nursi’nin dediği gibi, fikir ayrılığı müspet rahmet olarak görülmüştür. Çünkü Hz. Peygamber’den (asm) gelen bir rivayette: (“Ümmetimin ihtilâfı rahmettir”), buyrulmuştur.2 Bu rivayette geçen ihtilaftan maksat, hedeflerin bir, yol ve yöntemlerin farklılığıdır. Bu yönüyle ihtilaf, aynı ilke ve gayeleri paylaşan insanların, sadece dini anlatmada yöntem yönüyle farklılaştıklarını gösterir. Muhteşem tarihimize dönüp baktığımızda, Müslümanların kendi içinde çatışmadığını görürüz. Hatta Ehl-i kitap dediğimiz farklı din mensuplarıyla birlikte barış içinde yaşama tecrübesi gösterilmiş, savaş şartlarında ele geçirilen Budist vb. gibi inanç mensupları bile Ehl-i Kitap kapsamında değerlendirilmiştir. Elbette İslam, Müslümanlara, din farkından dolayı savaş açan kimselere karşı kendini savunma hakkı vermiştir. (Bkz. Mümtehine, 9).

    Azami Müştereklerimiz Asgari Müştereklerimizden Çoktur

    Aynı İslam akidesine inanan ve bağlanan Müslümanlar arasında asla mezhep ya da etnik köken farklılığı bir çatışma sebebi olamaz. Çünkü Müslümanlar arasında asgari müşterekler değil, birlikteliği sağlayacak ve her türlü çatışmayı ortadan kaldıracak şekilde azami müşterekler vardır. Maalesef bugün Müslümanlar, sadece Irak’ta değil, dünyanın her tarafında etnik ve mezhep farklılığı kaşınarak birbirine kırdırılmak isteniyor. Müslüman toplumların yumuşak karnı dediğimiz hassas noktalar, alabildiğine tahrik ediliyor. Bu konuda azami hassasiyetin gösterilmesi insani ve dini bir zorunluluktur. Müslümanlar arasında bizim farklılığımız asılda değil, yorumdadır. Dinin usulünde, yani iman esaslarında bütün mezhepler görüş birliğine sahiptir. Yüzyıllardır Müslümanlar, nasıl kardeşçe yaşamışlarsa bundan sonra da yaşamaya devam etmelidirler.

    Farklılıklarımız ayrılıklarımız değil, zenginliklerimiz olarak görülmelidir. Hepimiz bütün renkleriyle bir halının ya da bir kilimin desenindeki çizgiler gibiyiz. İttifak noktalarımız gündemde tutulmalıdır. Bu konuda siyaset, ilim, fikir ve kanaat önderlerine tarihi sorumluluk düşmektedir. Özellikle basın yayın organları bu ateşi yükseltmede değil, aksine düşürmede rol oynamalıdırlar. Kur’an’ın emrine ve Peygamber’imizin (asm) buyruklarına göre, nasıl ki Kilise ve Havralara herhangi bir Müslüman’ın saldırma hakkı yoksa, nasıl oluyor da Irak’ta, Pakistan’da bir başka dini akım mensupları bir başka dini akım mensuplarınca kutsal kabul edilen türbelere ya da camilere saldırabiliyor? 

    Bu soru şöyle de sorulabilir. Nasıl oluyor da Sünni Müslümanların yoğun yaşadığı bölgelerde camiler Şii Müslümanlar tarafından, Şii Müslümanların yoğun olarak yaşadığı bölgelerdeki camiler, Sünni Müslümanlar tarafından kundaklanabiliyor? Şiisiyle-Sünnisiyle Müslümanların camileri bir değil midir? Camiler kurtarılmış bölge midir? Maalesef bugün Irak’ta bu soruların cevapları olumsuz anlamda yaşanıyor. Mezhep savaşları körükleniyor, Müslümanlar oyuna geliyor. İslam dünyasının balkanlaştırılması isteniyor. Bu konuda duyarlılık göstermek ve her çeşidiyle Müslümanlar arasında vahdet ve ittihadı sağlamak adına, saldırgan durumunda olan Müslümanların durdurulması diğer Müslümanlar üzerinde imanî bir görevdir. Ancak İslam topraklarından müstevlilerin kirli emelleri ve gizli planları böyle bir dik duruş sayesinde akamete uğratılabilir.

    Dışlamacı Değil, Kapsayıcı İslam Anlayışı

    İslam "hoşgörü" dinidir. İslam düşüncesinde hoşgörü, inanışların, fikirlerin ve uygulamaların konuşulmasında, tartışılmasında ve gerekiyorsa uygulanmasında ikna etme yönteminden ayrılmamak veya en azından ayrılmamaya azami ölçüde dikkat sarf etmek demektir. Elbette, hoşgörü sözcüğü ile Batı dillerinde kullanılan tolerans teriminin anlam alanından farklılıklar taşır. Her ne kadar ötekine katlanma anlamına gelen toleransın anlamlar dünyasında hoşgörü varsa da bu İslami literatürde kullandığımız tesâmuh sözcüğünün anlamını tam olarak yansıtmaz. Toleransta tekebbür, ikrah ve kabullenmemeye rağmen katlanma; hoşgörü de ise içten bir kabullenme ve ikna vardır.

    İşte İslam Dünyasında Said Nursî gibi âlimlerin temsil ettiği kapsayıcılık fikri ve hoşgörü ahlakı, gücünü böyle bir özgürlükçü teolojiden alır. Çünkü o, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, bir Müslüman’ın benim mezhebime haktır diyebileceğini, ama hak yalnız benim mesleğimdir diyemeyeceğini ifade etmiştir. Bu bakış açısı sadece gayr-i Müslimlere değil, İslam toplumlarında yaşayan ama farklı İslam yorumunu benimseyen kimseler için de geçerlidir. Bunun için Sünni akidede "ehl-i kıble tekfir edilemez" denilir. Çünkü bir Müslüman’ın "ben Müslümanım" diyen bir kimseye sen mü’min değilsin deme hakkı yoktur. İslam düşüncesi bağlamında "hoşgörü" kavramının özünde, her ne kadar ‘öteki’ benden farklı düşünüyorsa da ben önyargısız olarak onun farklı olan ontolojik varlığını benimsiyorum ve onun ahlaki sorumluluğunu üzerime alıyorum düşüncesi vardır.

    İslam’ın zengin entelektüel geleneği “öteki”ni bir realite kabul edip “ötekileştirmeden” onunla kendi anlam çerçevesinde ilişki kurmayı, onu kendi beyanıyla esas alıp konuşmayı temel alır. Burada "öteki" konumunda olan kimselerin kendilerini nasıl tanımlıyorlarsa öyle tanımlamayı önceler. Dini ve sosyal grupları, kendi beyanlarının dışında adlandırma, çoğu zaman dışlama, aşağılama, tahkir etme gibi tanımlayıcı dil kullanmaya götürür ki, böyle bir davranış İslam’la asla bağdaşmaz. Bu açıdan olaya bakıldığında İslam, kendi içinde kapalı bir gelenek halinde tezahür etmez. Eğer aksi olursa, İslam dar ideolojik kalıplar içerisine sıkıştırılır ve böyle bir bakış açısında ötekini içten samimiyetle kabullenme değil, "ötekileştirme" anlayışı çıkar. Din dogmalaştırıldığı için de içe kapanma beraberinde dışlamacı İslam yorumunu ve anlayışını getirir. İşte İslam dünyasında bütün fırkaların ortak İslam zemininde buluşulması gerekir iddiasına rağmen, maalesef dışlamacı İslam yorumunu benimseyen neo-hârici akımların arka planında böyle bir yaklaşım yatar. Onun için yeniden ümmet arasında birlik köklerimiz olan ana inanç ilkelerine kuvvetli bir şekilde değinmekte fayda vardır.

    Günümüz dünyasında birçok Müslüman, ya kendi ülkelerinde ya da başka ülkelerde farklı din ve inanç mensuplarıyla bir arada yaşamaktadır. Hatta bu Müslümanlar, farklı inanç mensuplarıyla evrensel ölçekte özellikle ortak çıkarlar uğruna birlikte dayanışma örneklileri sergilemektedirler. İlhadî akımlara karşı birlikte dayanışma, sosyal adaletsizliklere karşı ortak tepkide bulunma ve insan hakları alanında güç birliği yapma gibi örneklikler bunlar arasında sayılabilir. Özellikle ABD ve Batı ülkelerinde adalet ve merhameti eksen alan gayr-i Müslim kimi unsurların, Siyonist İsrail’in Filistin halkına karşı uyguladığı insafsız ve haksız saldırılarına karşı sert tepkide bulunmaları bir başka fazilet örneğini oluşturmaktadır.

    Dinamizm, Biraz da Farklı Olanla Sağlanır

    İslam, farklı kültür ve din mensuplarıyla bir arada yaşamaktan bir rahatsızlık duymaz. Bunun en iyi ve görünür laboratuarı, İslam coğrafyalarıdır. Çünkü bu topraklarda asırlar boyu; İsevisi, Musevisi, Zerdüştü, Kıpti’si vb. bilumum farklı din, felsefi inanç ve kültürlere mensup insanlar iç içe barış içerisinde yaşamışlardır. Bütün bu farklılıklar temelinde oluşturulan toplumların dokusu, asla çatışmacı ve ayrıştırmacı olmamış, aksine, her bir kültür deseni, İslam medeniyetinin inkişafında düşünce verimliliğinin yegâne unsuru olmuştur. Çünkü dinamizm, biraz da farklı olanla sağlanır. Düşüncede sürekli bir istikrar, durgunluğu getirir. Bu nedenle aklın, fikir üretme yönünden geliştirilmesi gerekir. Nitekim İmâm-ı Şâfiî bir mısraında: “Ben, (akmayan) durgun suların bozulduğunu (kokuştuğunu) bilirim/Ama su akarsa temiz ve güzel olur”3, demektedir. O, âtıl duran aklı ve düşünceyi kokuşmuş suya, işlevsel hale getirilen akıl ve düşünceyi de akar suya benzetmiştir. Bu açıdan meseleye bakacak olursak, nasıl ki bir insanın kendine özgü karakter farklılığı varsa4, insan ürünü olan medeniyetlerin ve kendisini ilahi bir kaynağa dayandıran dinlerin dokusal anlamda farklılaşması gayet doğal karşılanmalıdır. Kaldı ki, çoğulculuk, kevni yasalardan bir yasadır. Çünkü Yüce Allah, varlığı, çeşitli renklerle yaratmıştır. Bitkiler, hayvanlar, kuşlar, dağlar, ovalar, tabiattaki renklilik vb. gibi çeşitlilikler, insandan önce varılan temel esaslardır. Buna gece ve gündüzün farklılığı, yiyeceklerin çeşitliliği de eklenebilir. Dolayısıyla çeşitlilik, yaratılış ve tabiatın bir yasası, sünnetidir. Kavimlerin, halkların, dillerin, meşreplerin, metotların, diyanetlerin, mezheplerin ve inançların farklılığı noktasında insanlar hep birbirinden farklıdır. Ağacın gövdesi tektir ama kolları çok olup semaya yayılmıştır. Hayat tek bir hücreden doğar, daha sonra da çoğalır. Hayret edilmesi gereken, bu farklılığı görmemektir.5

    Bugün yaşadığımız çağdaş Batı toplumlarında farklı din ve felsefi inançlara mensup azınlıklar, toplumun büyük bir parçasını temsil etmektedirler. Dini öğretilerini yaşamaları, bu azınlıkların haklarındandır. Maalesef bugün “öteki”ne tolerans tanıma ve insani değerleri yüceltme ile ünlü Batı uygarlığı, bugün bütün bu değerlerden uzaklaşarak; hoşgörüye karşılık fanatizme, genişliğe karşılık darlığa, diğer din ve farklı ırklara nefret etmeye kaymıştır. Kısaca, dün, "öteki"ni tanıma, saygı gösterme özgürlüğü ve tolerans gösterme tahammülünü savunurken, bugün tam aksi bir istikamette politik davranış ve tutumlar sergilemeye başlamıştır. Bunun en açık örneği, Danimarka gibi bazı Batı toplumlarında Hz. Peygamber’e (asm) karşı çirkin karikatürlerle tezyif etme girişimlerinin “ifade özgürlüğü” adı altında işlenmiş olmasıdır. Başkasının inançlarına hakaret ne zaman özgürlük olmuştur? Bir arada yaşama kültürü ve “öteki”ne tolerans temeline dayalı bakış açısı, yerini tehdit algılamasına bırakmıştır. Karikatür krizini protesto eden dünya Müslümanlarının verdiği tepkiler, aynı çevreler tarafından müsamaha içinde karşılanması gerekirken, fikir özgürlüğüne darbe olarak yorumlanabilmiştir. Yine aynı çevreler, Rusya’nın Gürcistan’a saldırısında ayağa kalmışken, Siyonist İsrail’in Gazze’ye saldırısı karşısında kör, sağır ve lal kesilmişlerdir. Darfur için sesini yükselten uluslararası kuruluşlar, yıllardır milyonlarca Müslüman’ın katledildiği müessif olaylar karşısında sessiz kalmışlardır. Bugün gelinen noktada, Batı tarafından Müslüman toplumlara karşı, çifte değil, çok yüzlü bir standart izlenmektedir. Çünkü batı ile Müslüman halklar arasında doku uyuşmazlığı vardır. Bu gayet doğaldır. Bu doğallık hiçbir zaman, “öteki”ne yaşama hakkını ortadan kaldırma gibi bir yola girmemeli ve inançlara saygılı bir tutum takınmaya engel olmamalıdır. İslam ve Müslümanlar, farklı din mensuplarının ve dinlerinin varlığını bir realite olarak görmüşler ve saygı duymuşlardır. Aynı tutum ve saygıyı beslemek onların haklarıdır.

    Sonuç

    Netice olarak söylemek gerekirse, Müslümanlar önce içinde yaşadıkları toplumlarda sonra da İslam milletleri arasında uhuvveti tahrip edecek davranışlardan uzak durmalıdırlar. Bu noktada, yıpranan kardeşlikler tamir edilmeli, birlikteliği pekiştirici değerler ise korunmalıdır. Uluslararası düzeyde, Müslümanlar arası birliği pekiştirme yolunda fikri, harsi, iktisadi, sosyal ve dini ilişkileri artırıcı organizasyonlara imza atmalıdırlar. Öte yandan, İslami öğreti, bir insan olarak hiçbir inanç, mezhep ayrımı yapmadan bütün insanlara Allah’ın yarattığı bir varlık olarak bakar. Bu ilahi ilke uğruna, gerektiği zaman, aynı kaderi paylaştığı insanların hakkını ve hukukunu savunmaktan da geri durmaz. Her ne kadar o, kendisinden inanç ya da felsefi görüş olarak farklı ise de onun varlığını bir realite olarak görür. Önemli olan bundan sonra da Müslümanların, gerek İslam içi farklı yorumlara sahip olan kardeşleriyle ve gerekse İslam dışı farklı din ve inançlara mensup vatandaşlarla aynı barış ortamını sürdürmeleridir.

    Öz

    Yaşadığımız yüzyılda, bütün bir Batı dünyası “ümmetleşme” süreci yaşarken, İslam dünyasında aynı emperyalist Batı; etnik ve mezhep bağlamında yapay ayrılıkçı sorunlar üretmektedir. Bütün bunlara rağmen, Müslümanlar arasında kardeşliği, uhuvvet ve vahdeti sağlamada yeniden geleneğimizi üretmekte fayda vardır. Bu konuda Resul-i Ekrem’in (asm) gerek İslam’ın Mekke ve gerekse Medine döneminde “muâhât” projesini uygulamaya koyması bizim için bir çıkış yolu ve yöntemi olabilir. Ortak tarihimizde bunun en güzel örneklerinden bir diğeri de Bediüzzamân Saîd Nursî’nin tarihe “el-Hutbetü’ş-Şâmiyye” diye geçen Emeviyye Camii’nde verdiği hutbedir. Bilindiği gibi bu hutbede, İslam ümmetinin içinde bulunduğu durum ve çözüm yolları çok net bir şekilde tasvir edilmiştir. Said Nursî’nin konuşma metninde sık sık: “Ey bu Câmi’-i Emevî’deki kardeşlerim”, “Ey âlem-i İslâm’ın câmi’-i kebîrinde olan kardeşlerim!” ifadesini kullanması çok anlamlıdır. İşte “Hutbe-i Şâmiyye Işığında Yeniden Kardeşleştirme” adını verdiğim bu bildiride günümüz İslam âleminin içinde bulunduğu durum ve çıkış yolları üzerinde durulacaktır.

    Anahtar Kelimeler: Yeniden kardeşleştirme, İslam âlemi, İslam birliği, etnik ve mezhep ayrılığı, öteki, ötekileştirme.

    Abstract

    In the current century, while the whole Western world is in the process of “becoming a religious community”, in the Islamic world, the same imperialist West produces artificial separatist problems in the contexts of ethnicity and sect. Despite all these, it is useful to reproduce our tradition of ensuring brotherhood, friendship and unity among the Muslim people. In this issue, application of “brotherhood” project by Resul-i Ekrem both during Islam’s Mecca and Medina periods can be a way out and method for us. Another good example of the same in our common history is the sermon Bediüzzamân Saîd-i Nursî gave in Emeviyye Mosque, which is called “el-Hutbetü’ş-Şâmiyye”. As it is known, in this sermon, situation of Islamic community and solution ways were clearly depicted. It is very meaningful that S. Nursî’s in his speech frequently used the expressions “You, my brothers in this Câmi’-i Emevî”, “You, my brothers in the heart of Islam’s great mosque!”. In this text titled “In the Light of Hutbe-i Şâmiyye: Ensuring Brotherhood Again”, current situation of the Islamic world and solution ways will be emphasized.

    Keywords: Ensuring Brotherhood Again, Islamic World, Islamic Unity, Ethnical and Sect Separation, Other, Othering.

    Dipnotlar

    1. “Mü’minler ancak kardeştirler.” Hucurat Sûresi, 49/10.

    2. Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, I, 64; el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, I, 210–212.

    3. Şâfiî, Muhammed b. İdrîs, Divân, Beyrut, 1974, s. 26–27.

    4. el-İsra, 17/84.

    5. Hasan Hanefi, Hısaru’z-Zeman, Kahire, 2006, s. 739.