Köprü Anasayfa

Said Nursi’nin İslam Dünyası Tasavvuru: Hutbe-i Şamiye

"Bahar 2011" 114. Sayı

  • Said Nursi'de Hürriyet İman İlişkisi

    Freedom-Belief Relation in Said Nursi

    Levent BİLGİ

    Doç. Dr., Harran Üniversitesi öğretim üyesi

    Said Nursi’ye göre hürriyetin pek çok unsuru, pek çok argümanı olmakla beraber, temelinde iman vardır. Ona göre “Hürriyet Rahman olan Allah’ın bir hediyesidir. Çünkü hürriyet imanın bir özelliğidir.”1 Hürriyet hayat gibi, vücut gibi, Rabbin bir hediyesidir. Bir nimettir. Allah’ın verdiği bir nimeti ancak O geri alabilir. Öyle olunca kimseden hürriyetimizi talep etme, isteme durumunda değiliz. Hürriyet, varlığımız gibi Rabbin malıdır. O verir ve sadece o alır.

    Nursi’ye göre; hürriyet ile iman arasında olmazsa olmaz bir ilişki vardır. İman Rabbe intisaptır. İman insanı Sani-i Zülcelal’ine nispet eder. Ona bağlar, Onunla irtibatlandırır. İmansızlık ise bu bağı kırar. İnsana kendi kendisine sahiplik, serbestiyet vehmini verir. Öyleyse hürriyet anlayışı, kişinin bir yaratıcıya inanmasıyla inanmaması arasında farklılıklar gösterir.

    Rabbe olan intisabını kesen biri için hürriyet, başkasına zarar verilmediği takdirde her istediğini yapabilme halidir. Oysa bir Rabbin kulu olduğunu bilen, her an kendi varlığını devam ettiren, her an hayatı veren bir yaratıcıya inanan birisi için hürriyet daha farklı özellikler taşır. İmani bir bakış açısıyla var olan her şey, tüm eşya, yaratılan her hadise, her duygu, her anlam Rabbin bir mahlukudur; ve her şey Rable bir mahlukiyet-yaratıcı ilişkisi içindedir. Doğumdan ölüme, depremden baş ağrısına, büyümekten düşünmeye ve daha var olan her şey onunla bir ilişki içindedir. Yaratılmıştır ve yaratıcısız düşünülemez. Laiklik, sekülerizm gibi düşünce tarzları, insanın Rabbiyle olan bağını kopardığı için, onların teklif ettikleri bir hürriyet anlayışının, Bediüzzaman’ın hürriyet anlayışı ile denk düşmesi mümkün değildir. Said Nursi’ye göre hürriyetin temelinde iman vardır. Hürriyet imanın bir özelliğidir. Kaynağı da, her şeyin olduğu gibi yaratıcıdır. Hürriyet duygusu, bu kadar güçlü bir hürriyet isteği, bizim kendi kendisine, öylesine elde ettiğimiz bir şey olmayıp; Rabbimizin bize bir ikramı, bir nimetidir.

    Bediüzzaman, Hutbe-i Şamiye’de “İmandan gelen hürriyet-i şer’iye iki esası emreder”2 diyerek, imani hürriyetin iki unsuruna vurgu yapar:

    “Yani, iman bunu iktiza ediyor ki,

    Tahakküm ve istibdat ile başkasını tezlil etmemek ve zillete düşürmemek ve zâlimlere tezellül etmemek…”3

    Said Nursi, Şam hutbesinde kısa ve veciz bir şekilde ifade ettiği, başkalarının hürriyetini kısıtlamama, onların tahakkümü ve istibdadı altına girmeme ve başkalarının hürriyetimizi kısıtlamasına izin vermeme, zalimlerin zilleti altına girmeme formülünü imani bir nazarla Münazarat’ta şöyle açıklar:

    “Zirâ, rabıta-i iman ile Sultan-ı Kâinata hizmetkâr olan adam, başkasına tezellül ile tenezzül etmeye ve başkasının tahakküm ve istibdadı altına girmeye o adamın izzet ve şehamet-i imaniyesi bırakmadığı gibi; başkasının hürriyet ve hukukuna tecavüz etmeyi dahi, o adamın şefkat-i imaniyesi bırakmaz. Evet, bir padişahın doğru bir hizmetkârı, bir çobanın tahakkümüne tezellül etmez. Bir biçareye tahakküme dahi o hizmetkâr tenezzül etmez. Demek iman ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar. İşte Asr-ı Saâdet…”4

    İman insanı doğrudan doğruya Sultan-ı kainata bağlar. Kainatın sultanına bağlanan birisinin, başkasının tahakkümü altına girmesine, başkaları istiyor diye hürriyetinin kısıtlamasına razı olmasına imkan yoktur. İmanlı insan Rabbinden daha büyük hiçbir şeyi görmez ki onun yüzünden hürriyetini feda etsin. İmanlı insana göre, karşısındaki kişi zorba da olsa, alacağı en fazla şu fani hayatıdır. Mü’min için şehadet en üstün bir mertebedir. Hürriyeti için ölmek onun kaçacağı değil, seve seve yöneleceği terciğidir. Allah’a hakkıyla kul olan hiç kimse ne ölümden ne de zorbaların zulmünden korkar. Ki Said Nursi’nin hayatı, dahili ve harici zorbalar karşısında sürekli ölüme meydan okumalarla geçmiştir.

    Öte yandan mü’minin imanı, onun, başkasının hürriyetine ve hukukuna tecavüz etmesine de izin vermez. İnançlı kişinin imanından gelen şefkati başkalarının hürriyetini ve hukukunu kısıtlamaya en büyük engeldir. İmani şefkat bir karıncayı bile incitmeye izin vermezken, nasıl olur da insanların en temel haklarını ellerinden almaya izin verebilir. Onun içindir ki Müslümanların kurdukları devletlerde, bilhassa Asr-ı Saadette, her dinden insanlar kendi inançları doğrultusunda yaşayabilmişler, asla zulüm görmedikleri gibi her türlü hakları da korunmuştur. İhtilaf durumlarında ise İslami mahkemeler kişinin dinine, makamına ve milliyetine bakmadan adaletli hükümler vermişlerdir.

    Diğer bir taraftan bir insanın haklarını, hürriyetini kısıtlamak ciddi bir kul hakkıdır ve bir mü’min için ateş kadar yakıcıdır. Günahları affedebileceğini söyleyen yaratıcı, kul hakkını affetmeyeceğini, onu affetmenin, hakkı yenen kişiye ait olduğunu defalarca tekrarlamaktadır. Bu anlamda mü’min sadece insanların değil, tüm canlıların, hatta tüm varlıkların hakkına riayet etme durumundadır. Allah’ın yarattığı mahluklar olma bakımından kişinin tüm yaratılmışlarla bir kardeşliği vardır. Mümin kardeşine zulmedemez, zulmedilmesine razı olamaz, onu kendinden aşağı göremez, ona sömürülecek bir meta olarak bakamaz.

    Bu noktada mü’min için, ormanlardaki ağaçlar, hayvanlar bile milli hazine olan para demek değil, kardeşlerimiz olan, Allah’ın kullarıdır. İnanç, tüm varlıkların bir hakkının, hukukunun olmasını gerektirir. İnsanların maddi üstünlüğü, güçlü oluşları, diğer varlıkların haklarına zulmetmeye, hürriyetlerini ellerinden almaya sebep değildir. İman kişiye, her varlığı kardeş sayan bir ruh verir. Mü’min, ormanların yanmasına paralarımız gidiyor, ciğerlerimiz bitiyor diye değil; kardeşlerimize zulmediliyor, kardeşlerimize tecavüz ediliyor, kardeşlerimiz katlediliyor diye karşı çıkar. Mü’min için çöp bile, çürüme bile nefret edilesi, iğrenilesi bir durum değil, imani bir bakış açısıyla Allah’ın Kuddüs isminin bir yansımasıdır.

    Yukarıdaki alıntının son cümlesinde söylendiği gibi; “İman ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar.” Biz burada Nursi’nin tüm hayat görüşünü, hayat algısını görebilmekteyiz. O, her şeye mana-yı ismiyle değil, mana-yı harfiyle bakan insandır. Her şey yaratıcısı ile güzeldir, yaratıcısı ile anlamlıdır. Bu noktada Bediüzzaman, dünyanın üç yüzünün bulunduğunu ve her şeyin bu ölçü ile değerlendirilmesini ifade eder:

    “Dünyanın üç yüzü var.

    Birinci yüzü, Cenab-ı Hakk’ın esmasına bakar; onların nukuşunu gösterir, mana-i harfiyle, onlara ayinedarlık eder. Dünyanın şu yüzü, hadsiz mektubat-ı Samedaniyedir. Bu yüzü gayet güzeldir, nefrete değil aşka layıktır.

    İkinci yüzü, ahirete bakar; ahiretin tarlasıdır, Cennetin mezrasıdır, rahmetin mezheresidir. Şu yüzü dahi, evvelki yüzü gibi güzeldir; tahkire değil, muhabbete layıktır.

    Üçüncü yüzü, insanın hevesatına bakan ve gaflet perdesi olan ve ehl-i dünyanın mel’abe-i hevesatı olan yüzdür. Şu yüz çirkindir. Çünkü fanidir, zaildir, elemlidir, aldatır. İşte hadiste varid olan tahkir ve ehl-i hakikatin ettiği nefret, bu yüzdedir.”5

    Said Nursi’nin imani bir tavırla yaklaştığı hürriyet anlayışını, yukarıdaki dünyanın üç yüzüne göre değerlendirebiliriz. Hürriyet, Allah’ın esmasına muhatap olma bakımında mü’minin vazgeçilmezidir. Rabbin esmasını gösteren nakışlar, mu’cizeler, Samedani mektuplar, ancak hür bir akıl, hür bir ruh ile okunabilirler. Mesnevi’de belirtilen “Mahiyeti meçhul, mu’ciyatıyla malum olan kudret-i ezeliye”6 ancak hür bir bakış açısıyla algılanabilir. Yaratıcının esmasına ancak hürriyetimiz ile muhatap olabildiğimiz gibi, Allah’ın Rahman, Rahim, Melik, Müheymin, Cebbar, Kahhar, Kayyum, Vâli gibi pek çok isimleri de insanın hürriyetini gerektirir. Bu anlamdaki dünyanın yüzü gayet güzeldir, rahmanidir, nefrete değil, aşka, ilgiye, tefekküre layıktır.

    Rabbin esmasına muhatap olabilmek için her şeyden önce özgür bir ruha sahip olmak gerekir. Kafası dünyanın şartlanmışlıkları ile, imani olmayan bir kültür ve geleneklerle, milliyetçilik, devletçilik, dünyevilik, laiklik tabularıyla doldurulmuş bir insanın, özgür bir imani düşünce tarzına sahip olması mümkün değildir. Özgürlük önce kafalarımızda, ruhlarımızda, gönüllerimizde, inançlarımızda başlar.

    Dünyanın ikinci yüzü ahirete bakar. Oysa esaret; vücutlarımızın, akıllarımızın, ruhlarımızın esareti, kişinin bakışını dünyaya çeviren, arzileştiren bir fenomendir. Hürriyetsizlik dünyayı dünya için, nefsimiz için algılamaktır. Halbuki insan ve içindeki her şeyle beraber, dünya önce esma, sonra da ahiretin tarlası olmak için yaratılmışlardır. Hürriyetsizlik hali bir mücadele, bir zulüm, isyan halidir. Oysa dünya bir çiçek bahçesidir. Bir seyirlik, bizi yaratanla karşılaştıran bir tefekkür diyarıdır. Dünyanın şu yüzü de güzeldir. Tahkire, kavgaya, mücadeleye değil, muhabbete, kardeşliğe, sevgiye layıktır. Ahireti isteyenler, önce bu dünyada; bu dünyaya, insanlara ve nefislerine karşı, ruhları, kafaları ve gönülleriyle hür olmalıdırlar.

    Dünyanın üçüncü yüzü ise insanın heveslerine bakar ki, dünyevi bir bakış açısının hürriyeti algılama şeklidir. Hürriyeti heveslerimiz için istemek gaflet halidir. Ehl-i dünyanın heveslerinin çatışma noktasıdır. Böylesine Allah’sız algılanan bir hürriyet, günümüz medeniyetinde olduğu gibi savaşları, diktatörlükleri, yalanları, her türlü haksızlıkları, hırsızlıkları netice verir. Bu hal hadsiz arzularla, hırslarla donanan insanı kainatın en mutsuz varlığı yapacak, anarşiyi, intiharları, mücadeleleri netice verecektir. Mutlak hürriyet diye adlandırılan bu tavır, aslında mutlak hürriyetsizlik, kişinin nefsine esir olmasıdır. En büyük esaret, insanın belki kendisinin bile farkında olmadığı tabularının esiri olmasıdır. Ellerimize zincirler bağlanırsa esaretimizin farkında oluruz ve kurtulmaya çalışırız. Ancak kafalarımızdaki ve nefsimizdeki zincirleri görmek zordur. Onların esiri olur, ancak bu esirliğimizin farkına varamayabiliriz. Fark edilmeyen bir esaretten de kurtulma gibi, kurtulmaya çabalama gibi bir şansımız hiç olmaz.

    Said Nursi’ye göre “insanlar hür oldular, ama yine abdullahtırlar”7 İnsanların Allah’ın kulu olarak ve yaratıcısına göre, onunla intisap kurarak yaşamalarını engelleyen argüman laisizmdir. Fransızca “laik” sözcüğünden dilimize giren laisizmin kökü, Latince “laicus” kelimesinden gelmektedir. “Din adamı olmayan kimse, din adamı dışında kalan halk” anlamındadır. Oysa Nursi’ye göre herkes ve her şey Allah’ın kuludur. Onun yaratmasıyla var olmuşlardır. Bu anlamda varlık âleminde din dışı denilen bir şey yoktur. Hele din adamı veya din adamı olmayan şeklinde bir tasnif hiç yoktur. Çünkü herkes Allah’ın kuludur. Kabul etsin veya etmesin herkes ve her şey varlığını devam ettirebilmek için Allah’ın hayat vericiliğine, kayyumiyetine muhtaçtır. Bir Allah’a kul olmak, insanın tüm varlığa, tüm insanlığa karşı hür olmasını netice verir. Aksi takdirde, Nursi’ye göre bir Allah’ın kulluğundan kaçmaya çalışmak, tüm varlığın kulu, kölesi olmayı netice verir. İnsanı her hadise, düşman gördüğü her kuvvetli şey karşısında titreyen zavallı bir mahluk haline getirir.

    Said Nursi’nin ifadesiyle; “Kalbin sadefinde din-i hakkın cevheri bulunmazsa, beşerin başında maddi manevi kıyametler kopacak ve hayvanatın en bedbahtı, en perişanı olacak.”8 Bu cihetiyle dünya hakikat ehli tarafından tahkir edilmiş, hor görülmüş, nefret edilmiştir.

    Said Nursi, “İman ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar”9 tezine Asr-ı Saadeti örnek göstermektedir. Bu dönem, yazımızın çok ötesinde örnekleri olan muhteşem sahneler taşımaktadır. Nursi, Şualarda asr-ı saadetin bu hürriyet güzelliğine, “İmam-ı Ali’nin (r.a.) hilâfeti zamanında bir Yahudi ile beraber mahkemede oturup muhakeme olmalarını”10 örnek olarak verir. 

    Bediüzzaman’a göre; “Nev-i beşer, hususan medeniyet fenlerinin ikazatıyla uyanmış, intibaha gelmiş, insaniyetin mahiyetini anlamış. Elbette ve elbette dinsiz, başıboş yaşamazlar. Ve olamazlar. En dinsizi de dine iltica etmeye mecburdur. Çünkü, acz-i beşerî ile beraber hadsiz musibetler ve onu inciten hâricî ve dahilî düşmanlara karşı istinat noktası; ve fakrıyla beraber hadsiz ihtiyâcâta müptelâ ve ebede kadar uzanmış arzularına medet ve yardım edecek istimdad noktası, yalnız ve yalnız Sâni-i Âlemi tanımak ve iman etmek ve âhirete inanmak ve tasdik etmekten başka, uyanmış beşerin çaresi yok…”11

    Öyleyse insan sadece imanla hakiki hür olabilir. Önümüzde iki yol var: Ya Allah’ın izzetli, şerefli, hür bir kulu olacağız. Veya başta nefsimiz olmak üzere, kainattaki her şeye dilenci, köle olacağız. Allah’a dayanmayan bir insan için her şey düşmandır. Allah’sız bir insanın istinat noktası yoktur. Veya istinat noktası olarak gördüğü şeyler kendisi gibi fani varlıklardır. Allah’sız insan istinat noktası olarak göreceği her şeyin kulu, kölesi olma durumundadır. Sosyal hayattaki riyakârlıkların, yalancılıkların, olduğumuzdan farklı görünme çabalarının sebebi de bu fani varlıkları istinat noktası olarak görme zafiyetidir.

    Bediüzzaman’a göre “Allah’a hakikî abd olan, başkalara abd olamaz. Birbirinizi, Allah’tan başka kendinize Rab yapmayınız. Yani, Allah’ı tanımayan her şeye, herkese nispetine göre bir rububiyet tevehhüm eder, başına musallat eder. Evet, hürriyet-i şer’iye Cenab-ı Hakkın Rahman, Rahîm tecellîsiyle bir ihsanıdır ve imanın bir hassasıdır.”12

    İman ne kadar genişler ve tahkiki olursa, kişinin hürriyeti de o derece genişler ve anlam kazanır. Allah’ı bilen ve tanıyan sadece Allah’ın rızası için çabalar. Başkalarını Rab olarak tanımaz. Dünyamızdaki savaşların, kargaşaların, kinlerin, nefretlerin en büyük sebebi; Allah’ı tanımamaktan gelen, insanların birbirlerini köleleştirme ve birbirlerini rableştirmeye çalışmalarının sonucudur. Aynen bunun gibi de insanın iç dünyasındaki karışıklıkların, üzüntülerinin, sıkıntılarının, psikolojik problemlerinin kaynağı da kişinin kendi nefsine karşı hür olamamasıdır.

    Sonuç

    Sonuç olarak, yukarıdan beri söylediklerimizi şu 11 maddede özetleyebiliriz: Bediüzzaman’a göre hürriyet-i şer’iyenin özellikleri, olmazsa olmazları şunlardır:

    1. Hürriyet-i şer’iye, Cenab-ı Hakkın Rahman, Rahîm tecellîsiyle bir ihsanıdır ve imanın bir hassasıdır. Öyleyse hürriyetimizi kimseden istemeye ihtiyacımız yoktur. Hürriyet kimsenin hiçbir kulun lütfu değildir. Allah’ın verdiği her hakkı sonuna kadar kullanırız.

    2. İman ne kadar mükemmel olursa, hürriyet o derece parlar.

    3. İmanla donanmış bir hürriyet-i şer’iye, Müslüman olsun olmasın hiçbir insana, hiçbir mahluka tahakküm ve istibdat etmememizi gerektirir. Hayvanlara, bitkilere, hatta kendimize bile zulmetmenin mesuliyeti vardır.

    4. Allah’a kul olan başkalarına kul olmaz. Allah’tan başka, peygamberler dahil herkes yaratılmıştır ve kuldur. Yaratılış noktasında herkes eşittir. Üstünlük sadece takva, ihlas, tevazu iledir. Tek efendi vardır, o da Allah’tır. Sahabeler Peygamberimize (asm) bile efendi, Efendimiz diye hitap etmemişlerdir. Resulullah Efendimiz (asm), Peygamber efendimiz (asm), diye hitap etmişlerdir. Hz. Muhammed’in şerefi, büyüklüğü, peygamberliği, efendiliği Allah’ın resulu olmasından gelir.

    5. “Bir kısmınız, Allah’ı bırakıp da bir kısmınızı ilahlaştırmasın.”13 Firavunlardan, deccallardan, krallarda zıllullah sayılan padişahlardan beri, âlemdeki zulümlerin, kavgaların, haksızlıkların çoğu sebebi insanların birbirlerini ilahlaştırmalarıdır.

    6. Allah’ı tanımayan herkese, her şeye bir rububiyet tevehhüm eder ve her şeyin kulu, kölesi olur.

    7. İmanla cihazlanmayan bir hürriyette kişi nefsinin, arzularının kölesi haline gelir. Hakiki mü’min ne başkasına, ne de kendisine zulmetmez. Nefsine zulmeden hür değil, olsa olsa şeytanın kölesidir.

    8. Hürriyet her istediğini yapabilmek değil, Rab ile yaratılan-yaratıcı ilişkisi kurarak hayatımızı tanzim etmektir.

    9. Allah’ın isimleri insanın hür olmasını gerektirirken, Rabbin esmasına muhatap olabilmenin yolu da hür olmaktan, hür yaşamaktan geçer.

    10. En büyük esaret insanların ellerinin kelepçelenmesi değil, akıllarının, ruhlarının, gönüllerinin kelepçelenmesidir. Varlığımızın kelepçelerinden ancak imani bir hürriyetle kurtulabiliriz.

    11. İnsanlar hür oldular ama yine Allah’ın kuludurlar. Rabbe intisabı olan hayatı, dünyevi ve uhrevi diye ikiye ayırmaz. Hayat Rable kurulan intisapla güzeldir, anlamlıdır, hürdür.

    Öz

    Said Nursi’ye göre hürriyetin temelinde iman vardır. Ona göre hürriyet, Rahman olan Allah’ın bir hediyesidir. Çünkü hürriyet imanın bir özelliğidir. Bu açıdan hürriyet anlayışlarının kişinin bir yaratıcıya inanmasıyla inanmaması arasında farklılıklar gösterdiğini söyleyebiliriz. Yaratıcısı ile olan bağını kesen biri için hürriyet, başkasına zarar verilmediği takdirde her istediğini yapabilme hali iken; Rabbi ile bağını koparmayan biri için ise ne kendisine ne de başkasına zarar vermeden istediğini yapabilme durumudur. Bu çalışmada hürriyet-iman ilişkisi Said Nursi’nin fikirleri ışığında irdelenmektedir.

    Anahtar Kelimeler: Hürriyet, hürriyet-i şeriye, iman, kul hakkı, istibdad, tahakküm

    Abstract

    For Said Nursi, in the basis of freedom lies belief. For him, freedom is a gift from Allah, the Compassionate. Because freedom is a characteristic of belief. In this sense, we can say that understandings of freedom show differences in the context that whether one believes in a creator. For someone that cut her link to the creator, freedom is the ability do anything unless it gives harm to another one, while for someone, who did not cut her link to the creator, it is the situation of ability to anything without giving harm to herself and the others. In this study, freedom-belief relation is analyzed in the light of Said Nursi’s ideas.

    Keywords: Freedom, freedom in Islamic law, belief, rightful share, domination, tyranny

    Dipnotlar

    1. Said Nursi, Eski Dönem Eserleri, Münazarat, İstanbul, 2009, s. 238.

    2. Said Nursi, Eski Dönem Eserleri, Hutbe-i Şamiye, İstanbul, 2009, s. 355.

    3. A.g.e., s. 355.

    4. A.g.e., s. 238.

    5. Said Nursi, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1996, s. 571.

    6. Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, Hubab, s. 85.

    7. Said Nursi, Volkan, Sayı 70, 11 Mart 1909, s. 1.

    8. Said Nursi, Eski Dönem Eserleri, Hutbe-i Şamiye, s. 328.

    9. Said Nursi, Eski Dönem Eserleri, Münazarat, s. 238.

    10. Said Nursi, Şualar, Risale-i Nur Enstitüsü, s. 330.

    11. Said Nursi, Eski Dönem Eserleri, Hutbe-i Şamiye, s. 328.

    12. A.g.e., s. 355.

    13. Said Nursi, Eski Dönem Eserleri, Münazarat, s. 237.