Köprü Anasayfa

Said Nursi’nin İslam Dünyası Tasavvuru: Hutbe-i Şamiye

"Bahar 2011" 114. Sayı

  • Şam'dan Yükselen Kardeşlik Çağrısı

    Call for Brotherhood Rising from Damascus

    Veysel KASAR

    Yrd. Doç. Dr., Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi.

    Giriş

    Hutbe-i Şâmiye, Bediüzzaman’ın, Doğu Anadolu’daki aşiretlere meşrutiyeti anlattığı gezisinden sonraki döneme rastlar.

    Şam hutbesinin önemi, verildiği dönemle yakından ilgilidir. 1911’lerde İslam dünyası nasıl bir durumdadır?

    Bilindiği gibi Osmanlı çokuluslu bir devletti. Yönetime hakim olan İslami duyarlılık, üç kıtada farklı ırk ve renkteki insanları asırlarca huzur ve barış içinde tutmayı başarmıştı. Bu huzur ve sükûnet 1789’deki Fransız İhtilali’nden itibaren sarsılmaya başladı. Avrupa’da Fransız İhtilali’nin yaktığı isyan ateşi, bütün dünyada etkisini gösterdi. “Fransız İhtilali ile birlikte Milliyetçilik akımları çok uluslu devletler için yıkım oldu. Avrupa’da büyük savaşları tetikledi.

    Avrupa, zaten iki asırdır Osmanlı’yı parçalama planları kurmakta idi. Avrupa bu durumdan, “Şark Meselesi” diye söz ediyordu. Yıllara göre Osmanlı’nın elindeki kalelerin tek tek düşmesine bakılınca, Hutbe’nin verildiği dönemin ne kadar çetin bir süreç olduğu anlaşılmaktadır. Şöyle ki:

    1878’de İngilizler Kıbrıs’ı; 1881-1882’de Fransızlar Tunus’u, İngilizler de Mısır’ı işgal ettiler. 1896 ile 1905 tarihleri arasında Girit ile Yunanistan Osmanlı’dan koparıldı. Öte yandan 1908’de Bosna Hersek Avusturya yönetimine geçirildi. 1911 ve 1912’lerde İtalya, Trablusgarb’a gözünü koydu. Osmanlı askerleri bu bölgelerde pek varlık gösteremeyince, savunmayı yerli halka bıraktı.

    Karadağ’ın Osmanlı Devleti’ne saldırması üzerine Balkan Savaşı başladı. (18 Ekim 1912). Osmanlı ordusunda ise “İttihatçı ve Halaskâr” adı verilen siyasî bölünmeler ve ikilikler vardı. Yunanlılar, Selanik’i işgal ettiler. Arnavutluk da bağımsızlığını ilan etti (1912).

    Hutbe’nin Genel Çerçevesi

    Görülen o ki, Hutbe-i Şamiye, kurulduğu günden beri İslam’ın en büyük hamisi olan Osmanlı’nın kurtlar sofrasına düştüğü bir zamanda verilmiştir. Ancak, buradaki mesajlar siyasi değil, dînîdir. Çünkü din, insanları birleştiren en önemli unsurdur. Bediüzzaman bu hutbede İslâm dünyasının içinde bulunduğu parçalanmışlık ve dağılma sürecini bir tür hastalık olarak ele alıyor. Avrupalı’lar, “terakkide istikbale uçarken, Müslümanların orta çağ şartlarında kalmasını altı hastalıkla açıklıyor. Bu hastalıklar kendi ifadeleri ile şöyle tespit edilmiştir:

    1- ”Ye’sin, ümitsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi.”

    2- ”Sıdkın hayat-ı siyasiye-i içtimaiyede ölmesi.”

    3- ”Adavete muhabbet.”

    4- ”Ehl-i imanı birbirine bağlayan nurani rabıtaları bilmemek”

    5- ”Çeşit çeşit bulaşıcı hastalıklar gibi intişar eden istibdat.”

    6- ”Menfaat-ı şahsiyesine himmeti hasretmek.”

    Ye’s, yalancılık, adavet, kardeşlik bağlarından gafil olmak, güçlünün zayıfı ezmesi, gayretini sadece kendi nefsine yöneltmiş olmak… Bütün bunlar İslam alemini saran bulaşıcı birer hastalıktır.

    Said Nursi, Şam hutbesinde, İslâm toplumunu çökertme istidadı gösteren bu hastalıklara, “Kur’an eczanesinden” ilaçlar sunmuştur. Biz burada onun, dikkatimize verdiği tedavi araçlarından, “uhuvvet / kardeşlik” vurgusuna dikkat çekmek istiyoruz. Onun bu konuda hutbede dikkat çektiği husus mü’minler arasında sevginin yerleşmesidir. Düşmanlık Müslümanlara ve insanlık alemine yıkım getirmiştir. Bedîüzzaman’ın bu hayatî konuyla ilgili tespitlerine girmeden İslâm’da “kardeşlik” kavramının gelişim süreci ve kurum olarak teşekkülüne bakmak gerekir.

    İslâm’da Kardeşlik

    İslâm’da kardeşlik, nesep ya da kan kardeşliği olarak da ifade edilir. Gerçek kardeşlik ise, din, inanç ve ideal kardeşliğidir. Kan bağı, kişileri birbirine yaklaştıran bir vakıa olmakla birlikte, inancın yerini alamaz. İslam’ın gözünde kan bağını öne çıkarıp idealize etme ve bunun için yaşayıp vuruşma bir Cahiliyye hamiyeti olarak görülmüştür. İslâm, gerçek ve ebedi kardeşlik olan "İman kardeşliği"ni yüceltmiştir. Çünkü iman ebedi ve gerçek hayatın sebebi olduğundan ölmez bir kardeşliktir.1

    Kur’an’da çoğunlukla din kardeşliğine vurgu yapılmakla birlikte, kan bağı ile oluşan kardeşlik haklarına riayet etmenin de Allah’ın emri olduğu bildirilmiştir.

    Hz. Muhammed’in (a.s.m) hem amcası, hem de sütkardeşi olan Hz. Hamza (r.a.) bu fıtri ülfetin verdiği gayretle, İslâmiyet’i seçmiştir. Bilindiği gibi, Hz. Hamza (r.a.) bir av dönüşü Ebu Cehil’in Peygamberimize (a.s.m.) kötü söz söylemesine kızdı; hemen gidip müşriklerin arasında oturan Ebu Cehil’in başını yaraladı. Sonra da yeğeni Muhammed’in (a.s.m) dinine girdiğini ilan etti.

    Gerçek kardeşlik ise, vakıaların ortaya koyduğu bir realite olarak din kardeşliği, inanç ve ideal kardeşliğidir. Kan bağı, kişileri birbirine yaklaştıran bir vakıa olmakla birlikte, hiçbir zaman idealize edilemez, inancın yerini alamaz. Tarih, kan bağını idealize eden toplumların daha çok ilkel toplumlar, bedeviler ve yüce bir ideale ulaşamamış kabileler olduğuna şahitlik etmektedir; İslam’ın gözünde kan bağını öne çıkarıp idealize etme ve bunun için yaşayıp, bunun için vuruşma bir Cahiliyye hamiyeti olarak görülmüştür. Buna karşılık İslâm, gerçek ve ebedi kardeşlik olan "İman kardeşliği"ni yüceltmiştir. Çünkü iman ebedi ve gerçek hayatın sebebi olduğundan ölmez bir kardeşliktir.2

    “Ey insanlar! Sizi bir tek kişiden yaratan ve ondan da eşini yaratıp o ikisinden bir çok erkekler ve kadınlar türeten Rabbinize karşı gelmekten sakının.”

    “Adını anıp kendisini vesile ederek birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’a saygısızlık etmekten ve akrabalık bağlarını koparmaktan sakınınız. Allah sizin üzerinizde tam bir gözeticidir.” (Nisa, 4/1) Bu âyet, özelde akraba haklarından, genelde de insan haklarından söz eder.

    Ayetin, “ey insanlar” hitabı ile başlaması evrensel bir gerçeğin altını çizmektedir: Bütün insanlar tek bir kökene dayanır. Aynı anne babanın çocukları olduğu için akrabadırlar. Bu âyet, ırk, dil, bölge ayırımı gözetmeden bütün insanlığa hitap eden İslâm’ın evrensel; toplayıcı, birleştirici ezelî bir prensibidir.

    Ayette geçen, “rahim” kadının döl yatağı anlamınadır. Aynı rahimden dünyaya gelen insanlara mecazi olarak, birbirinin yakını/akrabası anlamında, “rahim sahipleri” denmiştir. Bu ayette erhâm hakkına ri’âyet edilmesi, kadınlara karşı şefkatle davranılması, aile hukukunun gözetilip aralarında rahim bağı bulunan insanların, birbirlerine karşı sevgi ve şefkatle hareket etmeleri, akraba ile ilgiyi kesmemeleri emredilmektedir. 3

    Medine’de Kardeşlik Anlaşması

    İslâm kardeşliği kişilerin birbirinde gördükleri fazilet ve ahlaki özellikler dikkate alınarak kurulan bir samimiyet ilişkisidir. Bu Kur’an’da kalplerin birbirine “te’lif olması”, ülfet kelimesi ile ifade edilmiştir. Bu ülfet Allah’ın bir lûtfudur. Bu lûtuf İslamiyet’in geldiği dönem dikkate alınınca daha iyi anlaşılır.

    Cahiliye toplumu değişik sebeplerle düşman kamplara bölünmüştü. Kötü ahlaklar toplumu kemirmekte idi. Bunun tipik örneği, Evs ve Hazreç kabileleri arasında yaklaşık 120 yıldır sürüp giden kan davalarıdır. Bu iki kabilenin her ikisi de Kahtanoğulları isimli bir kabileye mensup idiler. Yemen’den gelip Medine’ye yerleşmişlerdi. Buradaki Yahudilerle de yıllarca barış içinde yaşadılar. Aralarında idareye hakim olma rekabetiyle kan davaları baş gösterdi. Evs’e karşı Kureyş’in desteğini sağlamak için Mekke’ye giden bir grup Hazrecliden birisi, Mekke’de Hz. Peygamberle (a.s.m.) karşılaştı. Hz. Peygamber’e (a.s.m.) iman ederek Müslüman oldu. Bu değişimle iki kardeş kabile kan davalarına son verdikleri gibi Akabe biatlarına da temsilciler göndermek suretiyle Hz. Peygambere (a.s.m.) destekçi oldular.

    Evs ve Hazreçliler daha sonra kendi şehirlerine hicret ettiği takdirde Resulullah’ı ve Mekkeli Müslümanları, kendi canlarını, korudukları gibi koruyacaklarına yemin ettiler.4

    Bu bir inkılâptı. Böyle bir dönüşüm sadece Allah’ın bir ihsanı idi.

    “Onların kalplerini birleştiren Allah’tır. Eğer yeryüzünde olanların hepsini (infak olarak) verseydin yine de onların kalplerinin arasını birleştiremezdin. Fakat Allah Teâlâ onların kalplerini birleştirdi.” (Enfal, 8/63)

    Yüce Allah’ın bu beyanları gösteriyor ki, İslâm’ın getirdiği kardeşlik, iman, ibadet ve ahlak gibi, manevi değerlerde birlik üzerine kurulmuştur.

    Sadece Müslümanlar değil, tüm insanlık, şu ilahi mesaja muhtaçtır. Dinin birinci hedefi kalplerin birleşmesi ise, ikincisi de, inanan insanların yaptıkları ortak ibadet ve uygulamalar ile insanlar arasındaki uçurumları kaldırıp, insanları birbirine kardeş haline getirmektir. Hamdi Yazır bu ayetin yorumunda, “Allah’ın eli cemaatle birliktedir” deyişini hatırlatır.5

    Aynı Allah’a inanıp, onun emirleri etrafında gerçekleşen kardeşliğin eşsiz örneği hicrette yaşanmıştır.

    Maddi varlıklarını bırakıp Mekke’den Medine’ye hicret eden Müslümanlar, “Allah’ın emri için gösterdikleri” bu fedakârlıkları sebebi ile Medine’deki mü’minler tarafından sevgi ile karşılandı. Ne var ki, Ensar ile aynı ortamları paylaşan Muhacirler, Medineli Müslümanların sürekli yardımları ile yaşamaktan sıkılıyordu. Çünkü Muhacirler arasında Mekke’de iken zengin olanlar da vardı. Bu problemi çözmek için Hz. Peygamber (a.s.m.) Ensar ile Muhacirler arasında “kardeşlik” kurmaya karar verdi.

    45 Muhacir Enes b. Malik’in evinde Ensar’la bir araya getirildi. Efendimiz, (a.s.m.) “Ey Ensar, bu Muhacirler sizin kardeşlerinizdir” dedi. Ensar’dan her biri, Muhacir bir kardeşini evine götürmüş mallarının yarısını onlara vermişti.

    İmanın getirdiği kardeşlikle oluşan bu sıcak atmosferin dünya tarihinde bir benzerini göstermek mümkün değildi. Öyle ki Ensar’dan birden fazla hanımı olan sahabiler, nikahları altındaki eşlerinden birini bırakıp Muhacir kardeşine vermeyi bile teklif etmişlerdi. Sa’d bin Ebi Rabî’ muhacir kardeşi Abdurrahman b. Avf’a malının yarısını verdikten sonra, “Bak kardeşim. Benim iki eşim var. Birisini boşayayım, onunla sen evlen” demişti. Abdurrahman bu teklifi nazik bir teşekkürle reddetti. Onların bu tavırları Kur’an’da, isar hasleti olarak övülmüştür. (Haşir, 59/9 )

    İslam’ın kuruluş devrindeki bu samimi ilişki, öz kardeşlikten daha ileriydi. Hatta Ensar’dan birisi ölürse, özkardeşi yerine onun malına Muhacirlerden olan kardeşi varis oluyordu.

    “İman edip Allah yolunda hicret edenler, mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenlerle onları barındıran ve onlara yardım eden Ensar var ya, işte bunlar birbirlerinin velileridir.”(Malda da birbirlerinin vârisidirler). (Enfal, 8/72)

    Bu durum Bedir savaşına kadar sürdü.6

    Hz. Peygamber’in (a.s.m.) etrafında oluşan bu nurani halkadaki insanlar birbirine karşı, kin, haset, husumet gibi duygulardan tamamen uzak bir duruma gelmişti. İmanın getirdiği bu hasletler sayesinde de cennetle müjdelendiler.

    İbn Kesir’in, Ahmed İbn Hanbel’den naklettiği bir hadise göre, Hz. Peygamber (a.s.m.) şöyle der: “Şimdi size Cennet ehlinden bir adam çıkıp gelecektir.”

    Ensâr’dan, henüz abdest almış birisi geldi. Ertesi gün Rasûlullah (a.s.m.) yine aynı şeyi söyledi. Bu durum üç kere tekrarladı.

    Rasûlullah (a.s.m.) kalkınca, Amr İbn As’ın oğlu Abdullah bu adamı izledi. Dedi ki: “Ben, babamla tartıştım ve onun yanına girmemek üzere üç kere yemîn ettim. Beni yanına alıp da ona gitmemizi uygun görürsen giderim.” O, peki, dedi. Abdullah o adamla beraber üç gece kaldı. Fakat, onun gece ibadetine kalktığını hiç görmedi; gece uyanınca sadece Allah’ı tesbih etti. Sabah namazına kadar her uyandığında tesbihi tekrarladı.

    Abdullah der ki: Ondan hayırdan başka bir şey söylediğini duymadım. Üç gece geçince ben onun amelini küçümsemeye başladım. Dedim ki: Ey Allah’ın kulu, benimle babam arasında ne bir kırgınlık ne de düşmanlık oldu. Ancak Rasûlullah’ın (a.s.m.) senin için üç kez şöyle dediğini işittim: “Şimdi size cennet ehlinden bir adam çıkıp gelecektir.” Bu sözden sonra üç kez sen çıkıp geldin. Ben, senin yanına gelip ne gibi amel yaptığını öğrenmek ve ona göre davranmak istedim. Senin pek fazla amel yapmadığını gördüm. Rasûlullah’ın (a.s.m.) senin hakkında söylediği sözü doğrulayacak nelerin var?

    O, "gördüğün gibi hiç bir şey yok," dedi. Ben söylemesi için ısrarlı olunca, “Ancak kalbimde hiç bir Müslüman’a karşı hîle bulunmaz. Allah’ın bir kuluna verdiği hayırdan dolayı hiç bir kulu kıskanmam” dedi. Abdullah ona şöyle der: “İşte seni bu mertebeye ulaştıran odur. Buna herkes güç yetiremez.”

    Bediüzzaman ve Kardeşlik

    1- Kardeşliğin mayası: Sevgi

    Said Nursi, Şam’da verdiği hutbede İslam kardeşliğinin temeli olarak sevgiyi göstermektedir. O, sosyal hayattaki tecrübe ve araştırmalarından çıkardığı en mühim neticeyi şu cümleler ile ifade etmiştir:

    “Muhabbete lâyık şey muhabbettir ve husumete lâyık sıfat husumettir.”

    Bu tespitten şunları anlamak mümkün:

    Müslümanların sosyal hayatı sevgiye bağlıdır. İnsanın en hayati ihtiyacı sevgidir. Bu sebeple sevgi sıfatı, kendisi sevilmeye lâyıktır. Düşmanlık ise, insanlar arası ilişkiyi kesip attığı, insanı mutsuz ettiği için düşmanlığa lâyıktır.

    Dünya savaşları sevgisizliğin, düşmanlığın insanlık için yıkıcı sonuçlarını göstermiştir. Müellif bu gerçekten hareketle tecavüz etmeyen düşmanlara karşı lüzumsuz yere adavete kapılmamak gerektiğini ifade eder:

    “Düşmanlarımızın seyyiatı, tecavüz olmamak şartıyle, adavetinizi celbetmesin. Cehennem ve azab-ı ilahi kafidir onlara.”7

    Bu tespit, Kur’an ve Sünnet’in muhkem prensiplerine dayanır. Şöyle ki: Bilindiği gibi hicret ederek Medine’ye yerleşen Müslümanların toparlanma sürecine girdiği müşrikler tarafından biliniyordu. Müslümanları imha etmek için yeni planlar kurmakta idiler. Mü’minler henüz rahat bir nefes almaya başlamışken, müşriklerin savaş hazırlıkları ile karşı karşıya geldiler. İslam’ın var ya da yok olma riski karşısında, Allah vahiyle savaşa izin verdi. Savaşa izin verilen bu ayetlerde düşmanlara karşı haddi aşmama uyarısı vardır. “Size savaş açanlarla Allah yolunda savaşın. Aşırı gitmeyin. Şüphesiz ki Allah aşırı gidenleri sevmez.” (Bakara, 2/190) Aynı husus değişik hadislerde de ifade edilmiş; savaşlarda savunmasız kadınların, çocukların ve hastaların öldürülmemesi; meyve bahçelerine zarar verilmemesi ilke olarak benimsenmiştir.8 Bediüzzaman, bu tür ayet ve hadislere dayanarak, “düşman tecavüz etmediği sürece” ona düşmanlıkla meşgul olmanın faydasız olduğuna dikkat çekmektedir.

    2- Mü’mini Sevmenin Sebepleri

    Said Nursi’ye göre, iman, İslâmiyet ve cinsiyet insanlar arasında sevgi sebebi olup, yerine göre “kuvvetli birer zincir ve manevi kale” gibidirler.9

    Said Nursi, iman kardeşliğinin önemini şu cümlelerle anlatmaktadır:

    “…Sen âdi, küçük taşları Kâbeden daha ehemmiyetli ve Cebel-i Uhud’dan daha büyük desen, çirkin bir akılsızlık edersin. Aynen öyle de, Kâbe hürmetinde olan iman ve Cebel-i Uhud azametinde olan İslâmiyet gibi çok evsâf-ı İslâmiye muhabbeti ve ittifakı istediği halde, mü’mine karşı adâvete sebebiyet veren ve âdi taşlar hükmünde olan bazı kusurâtı iman ve İslâmiyete tercih etmek, o derece insafsızlık ve akılsızlık ve pek büyük bir zulüm olduğunu, aklın varsa anlarsın.”10

    Ona göre iman, Kâbe gibi hürmete lâyıktır. Namaz, oruç, iffet ve namus gibi her bir İslami özellik Uhud dağı kadar büyük gerçeklerdir. İslam’a ve Müslümanlara karşı çok farklı fitnelerin toplumu istila ettiği bir zamanda, mü’minlerin çakıl taşları kadar ehemmiyeti olmayan sebeplerle birbirine düşmanlık yapması büyük bir gaflettir.

    Müellifin, tevhid-birlik ve sevgi ilişkisi üzerine söylediği oldukça açıktır: “Sen bir adamla beraber bir taburda bulunmakla, o adama karşı dostâne bir rabıta anlarsın ve bir kumandanın emri altında beraber bulunduğunuzdan, arkadaşâne bir alâka telâkki edersin. Ve bir memlekette beraber bulunmakla, uhuvvetkârâne bir münasebet hissedersin”

    Hiç kimse, askerlik, öğrencilik, hemşehrilik ve aşiret ilişkisi ve vatandaşlık bağını inkâr edemez. Bu sosyal bağlar ile insanlar, hayale gelmedik işler yaparlar. Aşk ilişkisi yüzünden ölen, öldüren, intihar eden onlarca genç vardır. Hakikatte bu bağların birçokları, gelip geçici, hatta yalan, hileli, istismara dayalı ve zararlı da olabilir. Ama insan inanmaya görsün! Çünkü insan ruhunda inanma ihtiyacı vardır.

    3- Algı yanılması ve kardeşlik

    Said Nursi, “Hiçbir günahkâr başkasının günahını taşımaz.” (Fatır, 18) ayetinden hareketle kardeşlikle ilgili psikolojik bir tahlile yer verir. Bu tahlil, düşmanlık sebebi olan fenalıklar ve sıfatların masum ve suçsuz insanlara da teşmil edilme hatasını önlemeye yöneliktir. Çünkü, birtakım kötüler yüzünden, kimi yerde bir aile, bir aşiret, bir bölge insanı, hatta bir etnik ırkın tamamı, “genelleme” ile suçlu ve zalim ilan edilebilmektedir. Üstteki ayetten aldığı ilhamla müellif, “Düşmanlığın sebebi olan fenalık ve şerler, toprak gibi kesiftir; başkasına aksetmez, bulaşmaz. Ancak, başkası kötü adama bakıp şer işlese başka mesele” der. Suçun şahsiliği prensibinin çoğu zaman ihmal edildiğini söyler. Bu husus kötülük ve şerlerde özellikle dikkate alınmalı ki, adaletten kayılmasın.

    Ancak iyilikte ve güzel sıfatlarda durum böyle değildir. “Dostun dostu dosttur; bir göz hatırı için çok gözler sevilir” deyişinde ifade edildiği gibi.

    İman en önemli ülfet ve kardeşlik sebebidir. İman bizatihi güzeldir ve kemaldir. Güzellik ve kemal ise kendiliğinden sevgiye lâyıktırlar. Kötü sıfatlar yerine güzel özellikler dikkate alınırsa, kardeşlik engelleri ortadan kaldırılır.

    Özellikle İslâm imanı, fertleri, hakiki insan mertebesine çıkarır. Hz. Peygamber (a.s.m.) bir hadiste buna işaretle şöyle buyurur: “Mü’min ülfet eden (dostluk kuran ve iyi geçinen) ve kendisi ile ülfet edilendir. Ülfet etmeyen ve kendisi ile ülfet edilmeyen kimsede hayır yoktur. İnsanların en hayırlısı insanlara yararlı olanıdır.”11 İnsanlar birbirine nasıl ülfet eder, dost haline gelirler? Bu sorunun cevabı Hz. Peygamberin (a.s.m) ahlakında gizlidir. Hz. Ali (k.s) onun yüce ahlâkını şöyle anlatır:

    “Hz. Peygamber (a.s.m.) güler yüzlü, güzel huylu, nazik kalpli idi. Hiçbir vakit sert ve kaba değildi. Onun ağzından hiçbir müstehcen kelime çıkmazdı. Başkalarının hareket tarzını tenkit veya takbih etmezdi. Sevmediği bir hareket veya durum karşısında birşey söylemez; ona göz yummakla iktifa ederdi. Böyle birisi, kendi hareket tarzının tasvibini isteyecek olursa, Rasûlullah onu, kınamadan, kalbini kırmadan vazgeçirir, yahut susarak muhatabına memnun olmadığını hissettirirdi.

    Resul-i Ekrem (a.s.m) İslam kardeşliğini tesis etmede, kendi zatı hesabına şunlardan sakınmaya özellikle itina gösterirdi:

    1. İnsanlarla münakaşa ve mücâdele etmekten,

    2. İnsanlara lüzumundan fazla söz söylemekten,

    3. Kendisini alâkadar etmeyen işlerle meşgul olmaktan,

    Başkaları hesabına da üç şeyden uzak dururdu:

    1. Kimseyi tenkid etmezdi.

    2. Kimseye hakarette bulunmazdı.

    3. Başkalarının sırlarına muttali olmak istemezdi."12

    Böyle bir ahlâk sahibine, ülfet edilmez, dost olunmaz mı?

    Şam hutbesine birer çekirdek halinde serpiştirilen kardeşlik ilkeleri, Bediüzzaman’ın Mektubat’ında ayrıntılı olarak ele alınmıştır. Bu risalede İslâm kardeşliğini engelleyen faktörler ve bunlara karşı alınması gereken tedbirler, ferdi, sosyal, psikolojik ve sosyolojik boyutları ile tahlil edilmiştir.

    4- Mü’min hürmete lâyıktır

    Bediüzzaman, mü’mine düşman olmanın hakikat ve hikmet açısından zulüm olduğunu ifade etmiştir. Mü’min, hürmete lâyıktır. Mü’mine düşmanlık sebebi teşkil eden huylar ve günahlar, sağlam bir gemiyi istilâ eden câniler gibidir. Bir gemide dokuz masum bir cani olsa o gemi hiçbir adalet prensibi ile batırılamaz. Hatta bir masum, dokuz cani olsa, gemi yine batırılamaz. Bir günah yüzünden yirmi masum sıfatı olan mü’mine düşman olmak da böyledir. Nursi, bu örnekleme ile, günah ve hataları sebebi ile mü’mine düşman olmanın, onunla ilişkiyi kesmenin, bir cani yüzünden kocaman bir gemiyi batırmak gibi, dehşetli bir zulüm olduğunu söylemektedir.

    O, bu türden bir cahillik ve şuursuzluğu, insan ruhuna arız olan marazi bir durum olarak görür. Bu illeti söküp atacak tedbirleri ise şöyle sıralamıştır:

    “Adâvet ve muhabbet, nur ve zulmet gibi zıttırlar. İkisi, mânâ-yı hakikîsinde olarak beraber cem olamazlar. Eğer muhabbet, kendi esbabının rüçhaniyetine göre bir kalbde hakikî bulunsa, o vakit adâvet mecazî olur, acımak suretine inkılâp eder. Evet, mü’min, kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle değil, belki lûtufla ıslahına çalışır. Onun için, nass-ı hadisle, ‘Üç günden fazla mü’min mü’mine küsüp kat-ı mükâleme etmeyecek.’ Eğer esbab-ı adâvet galebe çalıp, adâvet, hakikatiyle bir kalbde bulunsa, o vakit muhabbet mecazî olur, tasannu ve temellük suretine girer.”

    Çakıl taşlarına, Kâbe’den daha ehemmiyetli, Uhud dağından daha büyük demek nasıl çirkin bir akılsızlık ise, bir mü’minin de iman ve İslam’dan gelen sıfatlarını görmeyip, hata ve günahları sebebi ile ona düşman olmak da böyledir.

    İnançta birlik, kalpleri birleştirir. Kalp ve yüreklerin birleşmesi ise toplumları bir araya getirir. Müslümanlar olarak birlik bağlarının tam şuurunda olmadığımız gibi, bir ve beraber olma nimetinin de kıymetini hakkı ile takdir ettiğimiz söylenemez. İnsanların sosyolojik olarak uyguladıkları birlik unsurlarına göre, İslami rabıtalar sıradan değil, kutsal değerler ile örülüdür.

    İslâm Kardeşliğinin Psikolojik Engelleri

    Kardeşlik sıhhatli bir bünyenin işidir. Toplumun bünyesi bazı hastalıkların üremesine uygun bir ortam haline gelmişse bunların teşhis ve tedavisi gerekir. Bediüzzaman bu illetlerden bir kısmını şöyle tespit etmiştir:

    1- İnhisarcılık

    İslam toplumu karmaşık bir yapıdadır. Ülke ve bölgelere göre farklı tarzda hizmetlere ihtiyacın olduğu, sosyolojik bir gerçektir. Vakıa, Müslümanlar farklı meslek ve meşrepler halinde hizmet etmektedir. Her grup kendini, İslam toplumunun bir hizmetini görmekle vazifeli saymalı. Başkasına da bu gözle bakmalıdır. İslam toplumu içindeki farklı cemaat ve gruplar, ülkedeki ordunun kara, deniz ve hava kuvvetleri gibidir. Herkesin güzel yaptığı bir işi, mesleği, tarzı ve metodu vardır. Bir ülkenin ordusunda karacılara olduğu gibi, havacılara da, denizcilere de ihtiyaç vardır. Bu kuvvetler neticede ülkeye değişik cephelerden gelen saldırılara göre teçhiz edilmişlerdir. İslam cemiyetindeki meslek ve meşrepler de böyle kabul edilebilir.

    Said Nursi’ye göre, bu dine hizmet metodu olan meslek ve meşrepler, herkes, “Mesleğim haktır ya da daha güzeldir” diyebilir. “Yalnız hak benim mesleğimdir” diyemez. Çünkü, bu cümlede inhisarcılık vardır; böyle diyen kendi dışındakileri batıl ilân etmektedir. İnhisarcılık ise İslâm kardeşliğini zedeler.

    2- Damara dokundurmak

    İnsanın vazifesi hakkı ve doğruyu söylemektir. Ancak her doğruyu söylemek, herkesin hakkı değildir. Sözü söyleyen, söylenilen ortam ve kişi, sözün nasıl bir etkide bulunacağına tesir eden faktörlerdir. Çünkü niyeti halis olmayan bir adama söylenen bir söz, kişi üzerinde tam tersi istikamette bir etki bırakabilir. Bu tür yanlışlıklar, İslam kardeşliğini etkisiz hale getirmektedir.

    3- Adavet duygusu

    Fıtratta düşmanlık duygusu vardır. İnsan, “düşmanlık hissini” kendine en fazla zarar veren nefs-i emmaraye ve şeytana çevirmeli. Bir Müslümana düşman olmak yerine, zındıklara ve İslâm’a zararlı akımlara düşmanlık etmeli; onlara karşı mücadele azmini bilemelidir. Müslümanlar çevresinde birbirine geçmiş fasit daireler gibi çok sayıda kötülük varken sırf nefsin hatırına, mü’min kardeşine düşmanlık göstermek, büyük bir yanlışlık ve gaflettir.

    Sevgi hissi sevilmeye lâyık olduğu gibi, adavet duygusu da düşmanlığa lâyıktır. İnsan beşeri zaaf olarak mü’mine düşman olmuşsa, bu yanlışı düzeltmenin de usulü olmalıdır. Şu ifadeler nefsin bu türden hilesine karşı oldukça hakimane bir çözüm getirmektedir.

    “Eğer hasmını mağlûp etmek istersen, fenalığına karşı iyilikle mukabele et. Çünkü, eğer fenalıkla mukabele edersen, husumet tezayüd eder. Zâhiren mağlûp bile olsa, kalben kin bağlar, adâveti idame eder. Eğer iyilikle mukabele etsen, nedâmet eder, sana dost olur.”13

    Mü’minin şe’ni (ondan beklenen iş) kerim olmaktır. İhsan ve ikram, düşmanı bile insana musahhar eder. Kaldı ki, mü’min, iyilik edilmeye lâyık bir kişidir. Said Nursi, Uhuvvet Risalesi’nde, halk arasında yaşanan psikolojik bir durumu hatırlatır: “Fena bir adama ‘iyisin iyisin’ desen iyileşmesi; ‘kötüsün kötüsün’ desen kötüleşmesi çok vuku’ bulur.” Gerçekten cemiyette, bu deyişleri tasdik eden çok hadiseler cereyan etmektedir. Kötü sıfatlarla anılan insanların, “zaten insanlar beni böyle biliyor” diyerek günaha ve kötülüklere daha bir cesaretle yöneldiklerine şahit olunur. “İyilikleri” ile anılan kişilerin de kendi kusurlarını bertaraf etmek için ciddi gayret içine girdiklerini görmekteyiz.

    4- Kıskançlık

    Kıskançlık duygusunun ilerlemiş boyutu olan haset, kardeşliği zedeleyen önemli bir hastalık ve psikolojik bir haldir. Bu duygu hem yıkıcı hem yapıcı bir şekilde tecelli edebilir. Kıskançlığı iyi yönde kullanmak mümkündür. Eşini kıskanan birinin, sevgi ve ilgisini eşine yoğunlaştırması gibi. Toplumda kıskançlık, ekseriyetle olumsuz kullanımı ile dikkat çekmektedir. Mal, karşılıklı sevgi, itibar, nüfuz gibi maddi manevi özelliklerin kıskanılması, sıkça görülür. Kıskançlık sebebi olan şeyler meşru dairede ise bunlar, haset yerine, imrendirici bir sebep olarak kabul edilebilirler.14

    Said Nursi, kardeşliği zehirleyen bir unsur olarak kıskançlığın dünyevi ve uhrevi işler olmak üzere iki şekilde görüldüğünü söyler. Dünyevi kıskançlık tam bir gaflet eseridir. Uhrevi özellikleri kıskanmak ise, kadere ve Allah’ın takdirine karşı itirazı içeren; insanı inanç bakımından tehlikeye sürükleyen ciddi bir hatadır. Kıskanç kişi, kardeşine gelen nimetten mahzun, musibetten mesrur olur. Şu hal, âdetâ ilahi rahmete küsmek ve itiraz etmektir. Bu durumdaki bir insan, şu ikaza kulak vermelidir: “Kaderi tenkit eden başını örse vurur kırar; rahmete itiraz eden rahmetten mahrum kalır.”15

    Hasetin yıkıcı olanı şeytani bir duygudur. Hz. Peygamber, (a.s.m.) şeytanın telkin ve etkisine karşı ümmetini uyarmış, “Şeytan insanın damarında dolaşan kan gibidir”16 buyurmuştur.

    Her kötü ahlâk gibi, haset de önce sahibine zarar verir. Haset etmekte, hazır bir ceza vardır. Kıskanç kişi kendisi psikolojik bir sıkıntı içindedir. Haset edilenin bundan, çoğu kez haberi olmaz.17

    Bediüzzaman kıskançlığın, manevi hizmetleri engelleyen ciddi bir tehlike olduğuna şu ifadelerle dikkat çeker:

    “Kardeşlerim, enâniyetin işimizde en tehlikeli ciheti kıskançlıktır. Eğer sırf lillâh için olmazsa, kıskançlık müdahale eder, bozar. Nasıl ki bir insanın bir eli bir elini kıskanmaz ve gözü kulağına haset etmez ve kalbi aklına rekabet etmez. Öyle de, bu heyetimizin şahs-ı mânevîsinde, herbiriniz bir duygu, bir âzâ hükmündesiniz. Birbirinize karşı rekabet değil, bilâkis birbirinizin meziyetiyle iftihar etmek, mütelezziz olmak bir vazife-i vicdaniyenizdir.”18

    Bu tespit Hz. Peygamberin (a.s.m) şu hadisine dayanmaktadır: “Birbirlerini sevmede, merhamet etmede ve ilişkilerini geliştirmede mü’minlerin durumu tek bir bünyenin (azaları) gibidir.”19

    5- Değerlendirmede adaletsizlik

    Kardeşlik ilişkisini kıran bir husus insan hatalarını konuşurken yapılan ölçüsüz değerlenme şeklidir. Bazı insanlar kendi günah ve hatalarına gösterdiği “hoşgörüyü”, mü’min kardeşine göstermez. Mü’min kardeşindeki bir günaha ya da ondan “gelen bir kötülüğe” karşı, kılı kırk yararcasına hassas davranır. Burası, “şeytan üçgeni” gibi bir kavşaktır. Trafik işareti, Kur’an ve hadisin kriterleri olmalıdır. Aksi halde, “hak ve adalet” terazisinin kayması muhtemeldir. Kötülük, hata ve günahların mü’minlerin arasındaki kardeşlik ilişkisini zedelememesi için Said Nursi’nin hatırlattığı formül şudur:

    “…Mü’min kardeşinden sana gelen bir fenalığı bütün bütün ona verip onu mahkûm edemezsin. Çünkü, evvelâ kaderin onda bir hissesi var. Onu çıkarıp, o kader ve kazâ hissesine karşı rıza ile mukabele etmek gerektir.

    Saniyen, nefis ve şeytanın hissesini de ayırıp, o adama adâvet değil, belki (o adam) nefsine mağlûp olduğundan, acımak ve nedamet edeceğini beklemek (gerekir.)

    Salisen, sen kendi nefsinde görmediğin veya görmek istemediğin kusurunu gör, bir hisse de ona ver.

    Sonra bâki kalan küçük bir hisseye karşı, en selâmetli ve en çabuk hasmını mağlûp edecek af ve safh ile ve ulüvvücenaplıkla mukabele etsen, zulümden ve zarardan kurtulursun.”20

    Mü’minler birbiri hakkında Cenab-ı Hakk’ın ahirette yapacağını vaad buyurduğu “değerlendirmeyi” örnek almalılar. Allah kulları hakkında, hasenatın seyyiata galibiyetine göre hüküm verecektir. Biz insanlar ise, kimi zaman bir seyyieyi, gözümüz önüne getirmek suretiyle, kişinin bütün hasenatını örteriz. Şu vaziyet, bir anlamda kişinin lehine olan delilleri karartmaktır. Bu ise zulümdür.

    6- Câhilâne tarafgirlik

    İslâm kardeşliği önündeki psikolojik ve sosyolojik bariyerlerden birisi de tarafgirliktir. İnsanın cüz’i iradesine bağlı olmayan ırk; bulunduğu ortamın etkisi ile benimsenen mezhep; yaşanan bölge/şehir, insanın çevresindeki aile fertleri ve eğitim gibi faktörlerin etkisi altında benimsenmiş siyasi partiler, tarafgirlik denen psiko-sosyal gerçeği meydana getiriyor. Taraftarlığın, sosyal statü, arkadaş ilişkisi, mizaç-karakter gibi, kişilik özelliklerine kadar uzanan yansımaları olabilir.

    Esasen, tarafgirlik, insan fıtratındaki mensub olma duygusuna paralel şekilde oluşan bir sonuçtur ve fıtri bir ihtiyaçtır. Her duygu gibi bu duygu da sağlam kriterlere göre şekillenmezse ifrat ve tefrite sapabilir. Said Nursi, tarafgirliğin, inat, haset, kin, husumet, mü’minler arasında ayrılık ve parçalanmaya yol açan türlerini, “çirkin, merdut (kovulmuş, lanetlenmiş) muzır, zulüm ve sosyal hayata zehir” olarak görmüştür.21

    Said Nursi’nin “garazkârâne” taraftarlıkla ilgili verdiği bir örnek tüyler ürperticidir:

    “Bir zaman bu garazkârâne tarafgirlik neticesi olarak gördüm ki, mütedeyyin bir ehl-i ilim fikr-i siyasisine muhalif bir alim-i salihi, tekfir (küfre nispet edercesine) derecesinde tezyif etti. Ve kendi fikrinde olan bir münafığı, hürmetkârâne medhetti. İşte siyasetin bu fena neticesinden ürktüm. ‘Eûzü billahi mine’ş-şeytani ve’ssiyaseti’ dedim. O zamandan beri hayat-ı siyasiyeden çekildim.”22

    Müslümanların hayrına, birlik ve beraberliğine; Kur’an ve sahih sünnet ile çizilmiş, İslâm’ın muhkem esaslarına taraf olmak, mü’minden beklenen bir farizadır. Dinin harim-i ismetine yönelik tecavüzler karşısında tarafsız olmak, bertaraf olmaktır. Bu noktada bütün mü’minler birbirine destek olmalıdırlar.

    İhtilaflı mevzularda, şahsi, içtihadi, belirli bir zaman ve kişilerle kayıtlı hususlardaki taraftarlıklar ise, İslami kriterler içinde ele alınmalıdır. Bediüzzaman’ın yaptığı açıklamalara göre bu konulardaki taraftarlığın ölçüsü, itidalden ayrılmamak, diğer insanları rencide edecek tartışmalardan uzak durmaktır. Üstte zikrettiğimiz Hz. Peygamber (a.s.m)’in tavrı bu hususla ilgilidir. Mü’min orta yol insanıdır. Hikmetli hareket eder. Allah Halim’dir; hilmi sever. Rahimdir; merhamet ve şefkatle hareket etmek Allah’ın ahlâkıdır.

    Ölçüsüz taraftarlık, düşmanlığı doğurur. “İslami hassasiyete” sahip olan bir kişinin, günahkâr bir adama öfke duyması gibi. “Dinde hassas, muhakeme-i akliyyede noksan” bu tür kişilerdeki adavet, dini bir kisveye de bürününce, tehlikeli bir hâl almaktadır.

    Bediüzzaman’a göre Hak namına olan tarafgirlik haklılara; nefis hesabına olan tarafgirlik ise haksızlara sığınaktır. Garazkârâne tarafgirlik eden bir adama şeytan gibi biri gelip; fikrine yardım etse, ona rahmet okur. Eğer mukabil tarafa melek gibi (iyi ahlaklı) biri gelse, ona -haşa- lânet okur.

    Üstad Bediüzzaman, Müslümanlar arasındaki ihitilafları, “kalb-i İslâmı ağlatacak müthiş bir sosyal hastalık” olarak niteler. Dine hizmet edenlerin, en azından, bedevi aşiretler arasında geçerli bir kaide olan, “harice karşı birlik olma prensibine” uymalarını ister. Çünkü, mü’minlere hücum etmek üzere sipere girmiş, belki de iç içe geçmiş yüz daire var. Müslümanların bunca düşmana karşı tesanüdle el ele verip müdafaa vaziyeti alması dini bir vazifedir. Aksi halde, garaz ve düşmanlıkla kendi kardeşleri ile mücadele etmek, kale ve şehir kapılarını düşmana açıp hücumunu kolaylaştırmak gibi bir ihanettir. Mü’minlerin en büyük silahı, İslâm kardeşliğidir. Bu kaleyi küçük sebeplerle sahipsiz bırakmak, kapılarını açmak, ehl-i vicdanı ağlatan bir haldir. İslam’ın yüce menfaatlerine tamamen ters bir vaziyettir.

    İslam dünyasındaki siyasi olaylar şu gerçeği gözlere göstermekte ve basiret ehline bin kere ispat ekmektedir:

    Hz. Peygamber (a.s.m.) ahir zamanda gelecek müthiş şahıslar olan Deccal ve Süfyan’ın tuzaklarına karşı ümmeti uyarmıştır. Peygamberimiz (a.s.m.) bu hadislerde, Süfyan ve Deccal’ın insanların “hırs ve ayrılıklarından faydalanarak, az bir kuvvetle çok büyük tahribatları gerçekleştireceğini” ifade eder. Şu durumda, mü’minler arasındaki ayrılıkları tahrik etmek, fitneyi körüklemek, Deccal ve Süfyan’ın hilesine mağlup düşmek anlamına gelmez mi?

    Hani, mü’min, mü’mine karşı merhametliydi. Onun hataları için üzülür, tahakkümle, tahrikle, tahkirle değil; merhamet ve şefkatle onun tamir ve ıslahına çalışırdı?

    Maverdi’nin, mü’mininin mü’mine bakışını anlatan,

    “Ve aynu’r-rıza an külli aybin keliletün / ve lakinne ayne’s-suhti tübdi’l mesâviya”

    (Rıza gözü, ayıplara karşı kördür. Kem göz ise kusurları araştırır) tespiti yoksa tersine mi dönmüştür?

    “Ey ehl-i iman! Zillet içinde esaret altına girmemek isterseniz, aklınızı başınıza alınız. İhtilâfınızdan istifade eden zalimlere karşı “innema’l mü’minune ihvatün” kale-i kudsiyesi içine giriniz, tahassun ediniz. Yoksa ne hayatınızı muhafaza ve ne de hukukunuzu müdafaa edebilirsiniz.”23

    Sonuç

    Bediüzzaman’ın uhuvvetle ilgili tespitleri oldukça hayatidir. Bu prensiplerin ruhu Medine’de Hz. Peygamber (a.s.m.) tarafından tesis edilen kardeşlik akdidir. Medine kardeşlik atmosferi Kur’an’ın getirdiği bu sıcak ilişkinin eşsiz bir örneğidir. Söz konusu canlılık İslâm alimlerinin oluşturduğu cemaatlerde de asırlarca devam etmiştir. Hasbîlik ve Allah rızasını elde etme düşüncesi, bu kitleleri biraraya getirmiştir. Günümüzde İslâm’a hizmet gayesi ile “kardeşlik / uhuvvet” etrafında toplananlar da Medine’deki atmosferin birer yansıması olarak hareket etmelidirler. İşte Bediüzzaman çeşitli açılardan inkıraza uğrayan Müslümanları, bu ilkeleri yaşamaya çağırmıştır. O, bu kıymetli hazinenin üstündeki tozları temizlemiş; mü’minleri kıymeti her türlü takdirin üstünde olan Kur’an kardeşliğine davet etmiştir. Mü’minlerin maddi ve manevi huzuru da İslâm kardeşliğine sahip çıkmakta değil midir?

    Öz

    Hutbe-i Şamiye, Said Nursi tarafından, İslam kardeşliği şuurunun parçalandığı, Osmanlı coğrafyası ve Müslüman ülkelerin tek tek sömürgeci devletlerin eline geçtiği bir dönemde irad edilmiştir. Ona göre İslam kardeşliği küreleri birbirine bağlayacak bir kuvvete sahiptir. Kardeşliğin sebepleri olan iman ve İslam, Kâbe gibi hürmete değer unsurlardır. İslam kardeşliğini zedeleyen sebepler ise, çakıl taşları gibi kıymetsiz şeylerdir. İşte Said Nursi bu eserinde, ümmeti, sömürgecilere karşı birlik halinde tutacak, maddi-manevi haklarını korumaya muktedir kılacak, gerçekliğini tam olarak fark edip hissetmedikleri hususları anlatıyor; Mü’minleri, tekrar, Kur’an esasları çerçevesinde kardeş olmaya davet ediyor.

    Anahtar Kelimeler: Kardeşlik, adavet, iman, sevgi, hürmet, inhisarcılık, tarafgirlik

    Abstract

    Hutbe-i Şamiye was told by Said Nursi in a period, when Islamic brotherhood was divided and Ottoman lands and Muslim countries were taken over by imperialist states one by one. For him, Islamic brotherhood possesses the power to connect the globes to each other. Belief and Islam, as the reasons for the brotherhood are worth to be honored as Kaaba. The reasons damaging Islamic brotherhood are worthless things such as pebbles. In his work, Said Nursi explains the issues to keep the community in unity against the imperialists, to enablem them to protect their material-spiritual rights, and invites the community to be brothers again in the framework of the terms of Koran.

    Keywords: Brotherhood, hostility, belief, love, honor, monopolism, prejudice

    Dipnotlar

    1. M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Köksal yayıncılık, 2/78-29; Ali Ünal, Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Kardeşlik, md. www.darulukitap.com

    2. M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Köksal yayıncılık, 2/78-29; Ali Ünal, Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Kardeşlik, md. www.darulukitap.com.

    3. Süleyman Ateş, Kardeşlik md. Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yayınları: 11/274-281.

    4. Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Neşrt. İstanbul, tsz. 4/2427; Ahmet Önkal, Şamil İslam Ansiklopedisi, Evs, md.; Suat Yıldırım, Kur’an-ı Kerim Meali, İstanbul, 1998, Âl-i İmran, 3/103.

    5. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Neşriyat. İstanbul, 2/1153.

    6. Mevlana Şibli (trc. Ömer Rıza Doğrul) Asr-ı Saadet, İstanbul, Eser nşrt. 1977, 1/207.

    7. Said Nursi, Hutbe-i Şamiye, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2000, s. 45.

    8. Celal Yıldırım, Kur’an Ahkamı ve Mezhep İmamlarının Görüşleri, Bahar yayınları, İstanbul, 1972, 2/213-216.

    9. Said Nursi, Hutbe-i Şamiye, Yeni Asya Nşrt., İstanbul, 2000, s. 46.

    10. Said Nursi, Mektubat. s. 254.

    11. Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 4-5. 334.

    12. Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 400.

    13. Mektubat, 22. Mektub. (Uhuvvet Risalesi, 4. Vecih)

    14. Nevzat Tarhan, Duyguların Dili, 4.Baskı, Timaş y. İstanbul, 2008, s. 178.

    15. Said Nursi, Mektubat, 22.Mektub. 4. Vecih.

    16. Sahih-i Buhari ve Tecrid-i Sarih, trc. Kamil Miras, Diyanet İşleri Başkanlığı y, Ankara, 1974, II/330 (Hn: 956.)

    17. Said Nursi, Lem’alar, 28. Lm. (Tenbih) Nesil Dağıtım y, Külliyat-I/737.

    18. Said Nursi, Mektubat, 29. Mktb. 5. Desise-i Şeytaniye, s. 413.

    19. Müslim, Sahih, Hn. 2732.

    20. Said Nursi, Mektubat, 22. Mkt. S.257.

    21. Said Nursi, Mektubat, Yeni Asya Neşrt. Germany, 1994, s. 254.

    22. Said Nursi, Mektubat, 22. Mektub.3. Vecih, s. 258.

    23. Said Nursi, Mektubat, 22. Mktb.