Köprü Anasayfa

Sıdk, Muhabbet, Kardeşlik ve Dayanışma Manifestosu: Hutbe-i Şamiye

"Yaz 2011" 115. Sayı

  • Hutbe-i Şamiye: “Said Nursi ve Davranışı”

    Hutbe-i Şamiye: Said Nursi and His Attitude

    Mustafa AKCA

    Takdim

    Bediüzzaman Said Nursi’nin Eski Said döneminde yayınladığı ve Şam’da Cami-i Emevî’de, Şam ulemasının ısrarıyla, içinde yüz ehl-i ilim bulunan on bin adama yakın bir azîm cemaate verilen bu hutbe; bakıldığında Nursî’nin bir gençlik dönemi eseri olduğu halde bütün yaşantısı boyunca ve mücadelesi zamanında neşrettiği eserlerin hem içerik hem de hedef ve maksatlarını hâvi prensiplerden oluşmaktadır. Hutbe Şam’da Arapça olarak iki defa basılmıştır. Diğer bir Arapça baskısı 1922 yılında yapılmıştır. Daha sonra, Said Nursi 1950'lerde hutbeyi kendisi tercüme etmiş ve böylelikle, talebelerinin mevcut dünya meselelerine ilişkin sormuş olduğu sorulara cevap mahiyetindeki görüşlerini de ilave etme imkânı bulmuştur. Eser, bu ilave görüşlerin eklendiği nüsha esas alınarak değerlendirilmiştir. (rnk Neşriyat 2006 bask.)

    Bu çalışmada, Nursî’nin Hutbe-i Şamiye’nin içeriğinde ortaya koyduğu tezlerden ikisi ele alınacaktır. İlk olarak, Bediüzzaman’ın Müslümanların “terakki” noktasında mevcut modernist yapının ve bu yapıyı üreten Avrupa’nın psikolojik baskısı altında olduğunu; bu sebeple bu psikolojinin esareti altına girmemek için ihtiyat ve itidal göstermek gerektiğine ve bundan sıyrılmanın yolunun ne onları körükörüne taklit etmek ne de onlardan tamamen kendimizi uzak tutmaya çabalamak olmadığı düşüncesine ilişkin tezleri işlenecektir. İkinci olarak, Hutbe’nin içeriğinde bulunan 6 hastalığa ilişkin açıklamalarda bulunulacaktır.

    BİRİNCİ BÖLÜM

    Bir Davranış Biçimi Olarak “Hutbe-i Şamiye”

    Said Nursi’nin Mustafa Kemal ile fikirlerini paylaştığı ilk yakın teması O’nun 1922’de Ankara’ya, Meclis’e davet edilmesiyle başlar dersek yanlış olmaz[i] (ilk karşılaşmalarının Kafkas Cephesinde olması da muhtemeldir[ii]). 11 Nisan 1920’de Şeyhülislam Dürrizade Abdullah Efendi’nin Kuvayi Milliye aleyhinde yayınladığı fetvaya karşı, karşı-fetva yayınlayan bir kısım müftüler ve din âlimleri arasında Said Nursi de vardı. Nursi:

    “İşgal altındaki bir memlekette, İngilizlerin emri ve tazyiki altında bulunan bir idarenin ve meşihatın (diyanet dairesi) fetvası mualleldir (maluldür, sakattır), mesmu (kulak verilen) olamaz. Düşman istilasına karşı harekete geçenler asi değildir, fetva geri alınmalıdır[1]” diyerek açıkça Kuvayi Milliye Hareketi’ne destek vermiş; bilahare bu desteklerinden dolayı Ankara’ya 3 kere şifre ile davet edilmiştir. Bediüzzaman’ın, mühim bir vatan ve millet hizmeti olan Hutuvat-ı Sitte isimli eserinde İngiliz Anglikan Kilisesi’nin Meşihât-ı İslamiye’den[2] sorduğu altı sualine altı tükürük manasında verdiği makul ve sert cevapları ve 1920`de basılan Tuluat isimli eserinde İngilizler aleyhine yaptığı propagandalar[3] Ankara’nın dikkatini çekmiştir.

    Mustafa Kemal'in isteği üzerine Büyük Millet Meclisi, 1 Kasım 1922'de yapılan oturumda, saltanatın kaldırılma­sı ve sadece halifeliğin devam ettirilmesi yönünde karar almıştı. Halifeyi seçme hakkı ise, doğrudan Meclis'in elinde olacaktı. Görevinden azledi­len Sultan Mehmed Vahidüddin, 17 Kasım 1922 tarihinde, Malaya isimli bir İngiliz savaş gemisiyle ülkeyi terk etti. Yeğeni Abdülmecid, Meclis tarafından halife olarak atandı. Böylesi önemli ve büyük çaplı hadiseler yaşanırken, 9 Kasım 1922 Perşembe günü, Bediüzzaman için, Meclis'te resmî bir "kar­şılama merasimi" düzenlendi[4]. Bitlis Mebusu Arif Bey'le rüfekasının takriri (yazılı önergesi) ile Bediüzzaman’a Hoşâmedi düzenlenir ve kürsüye davet edilir. Nursî bunun üzerine kürsüye çıkar, Millî Mücadele gazilerini tebrik eder ve dua eder. Mecliste yapılan bu konuşmanın içeriğine bakıldığında[iii], aslında Milli Mücadele öncesi var olan sosyolojik kliklerin, düşmana karşı savaşılırken ortaya çıkmayan farklı düşüncelerin, zaferden sonra tekrar gündeme geldiğini ve savaş öncesi Osmanlı Devleti’nin çöküş zamanında yaşanılan tartışmaların tekrar gün yüzüne çıktığı görülecektir. Bediüzzaman’ın keskin algıları baskın çıkacak tarafı fark etmekte gecikmez. Yeni Cumhuriyetin yol haritası konusunda Mustafa Kemal ile Nursi’nin düşüncelerinde kesişen unsurların “bilim ve akıl” olduğu göze çarpar. Mustafa Kemal modernizmin katı şekilde uygulanmasını savunmaktadır. Nursî ise, duruma başka bir açıdan bakmakta; modernizmin dine karşı takındığı tavrın açıklıkla ortaya konulması ve bu tavrın ayıklanarak modern dünyanın insanlığa sunduğu ilmi hususların nazara verilmesi fikrini taşımaktadır. Millet Meclisi, bu iki önemli figürün daha buluşmamacasına ayrıldıkları mekânın adı olacak; bundan yaklaşık dört sene sonra inkılâplar olanca hızıyla sahneye konulurken Bediüzzaman’ın sürgün, tazyik, tarassut ve mahkemelerde geçen hayatı başlayacaktır.

    Modernizmin çok katı ve aslında 19. Yüzyılın çerçevesini aşamayan bir şeklinin uygulandığı yeni devletin en büyük hedefi “zamanın gereklerine göre bilim ve tekniği almak ve Batı’nın her türlü sosyoloji ve san’at geçmişini kopyalamak”tır. Nursi’nin Batı bilim ve teknolojisi ile ilgili olumlu yaklaşımları da rejimin yaklaşımından kabaca da olsa farklı değildir. Fakat öyle bir çatallaşma noktası vardır ki, Mustafa Kemal ve onun gibi düşünen devlet erkânı ile Said Nursî’yi birbirlerinden olabildiğince uzak noktaya sürükler. O nokta “inancın nereye yerleştirileceği”dir. Mustafa Kemal’in bu konudaki çabaları ortadadır[5]. Fakat Nursi’nin bu konudaki tavrı tam anlaşılmadığı ya da tam bir muhalefet gölgesinde kaldığı için tebarüz ettirilmesi gerekir. Zira Nursi, kendisinden önceki âlimler gibi klasik dini ilimlerde (Hadis, Fıkıh, Kelam, vs.) rüsûh (derinlik ve ustalık) sahibi olduğu gibi, modern bilimlerin ortaya koyduğu araştırmalardan ve zamanında ortaya atılmış teorilerden de fazlasıyla haberdardır. O, Muhakemat gibi bir kısım eserlerinde İslam âlemini Batı âlemi karşısında hem madden hem de fennen geri bırakan sebepleri ele alır. “Müsademet ve münakazat” olarak adlandırdığı İlim ve İslamiyet’in birbirinin zıddı olan şeylermiş gibi bir intibaın gerçeği yansıtmadığı; bunun yalnızca “hayal-i batıl ile tevehhüm edilen” bir takım yanlış inançlardan kaynaklandığını söyler.

    Mecliste yaptığı hitaptan sonra Mustafa Kemal ile arasında geçen ve namazı savunduğu konuşma[6], Mustafa Kemal’de de var olan ve inkılâpları netice veren o intibaa karşı takındığı tavrın bir yansımasıdır. Nursi, modern ve müterakki Avrupa örneğine sarılıp onlara tam tabi olarak ilerleme gerçekleştirilebileceği fikrinde olanların karşısına, dine sonradan karıştırılmış bir takım müzahrefatı temizleyerek “İslamiyet’te olan tarik-ı Müstakim’i” göstermek azmiyle çıkar. Bediüzzaman modernizmin önermelerine karşı yazmış olduğu Risale-i Nur Külliyatı ile cevap verecektir. O, kitaplarında modern öğretinin önermeleriyle tartıştığı Risalelerinde pek farklı bir dil kullanır. Ona göre biz İslamiyet’e büyük kötülüklerde bulunduk:

    “İslâmiyetin mağz ve lübbünü terk ederek kışrına ve zahirine vakf-ı nazar ettik ve aldandık. Ve su-i fehim ve su-i edeple İslâmiyet’in hakkını ve müstehak olduğu hürmeti ifa edemedik. Ta, o da bizden nefret ederek evham ve hayalatın bulutlarıyla sarılıp tesettür eyledi…

    Hem de hakkı var. Zira biz israiliyyatı usulüne ve hikayatı akaidine ve mecâzatı hakaikına karıştırarak kıymetini takdir edemedik. O da ceza olarak bizi dünyada te’dib için zillet ve sefalet içinde bıraktı. Bizi kurtaracak yine onun merhametidir…[7]

    Bediüzzaman’ın bu çok klasik sayılabilecek ve muhafazakâr çerçeveye oturan yaklaşımı, eserlerini tanıyan ve fikirlerini bilenler için çok farklı manalar ifade eder. Çünkü İslamiyet’in esasına vakıf olmak için giriştiği çabasında

    “Beni geçmiş asırların efkârına karşı mübarezeye heyecan ve şecaate getiren ve yüzer senelerden beri sevkü'l-ceyş ile kuvvet bulan hayâlât ve evhamın müdafaasına beni gayrete getiren itikadım ve yakînimdir ki: Hak neşvünema bulacaktır-eğer çendan toprakta gizlense… Ve taraftar ve mültezimleri muzaffer olacaklardır-eğer çendan zaman ve zeminin merhametsizliğinden az ve zayıf olsalar…

    Hem de itikadımdır ki: İstikbale hüküm sürecek ve her kıt'asında hâkim-i mutlak olacak, yalnız hakikat-i İslâmiyettir. Evet, saadet saray-ı istikbalde taht-nişin hakaik ve maarif yalnız İslâmiyet olacaktır.[8]” inancı O’nda pek kavidir. O, kendisi ile beraber aynı asırda yaşayan fakat kafa yapısı olarak ayrıştığı insanları, 

    “Benimle şu zamanın kıt'asında iştirak eden cümlesi, eğer çendan sureten on üçüncü asrın evlâdıdırlar, fakat fikir ve terakki cihetiyle kurun-u vustânın yadigârlarıdırlar. Güya muasırlarımız üçüncü asrın nihayetinden on üçüncü asra kadar geçmiş olan asırların fihristesi veyahut enmûzeci veyahut melez bir kavimdirler. Hattâ bu zamanın çok bedihiyatı, onlarca mevhumat sayılır[9]” diyerek mahkûm eder.

    Nursi, anlaşılacağı üzere yeni bir modernizm ortaya koymak ya da modernizmi İslamiyet ile barıştırmak niyetinde değildir. Zira modernizm, yapısı itibariyle zaten buna müsait değildir. Yeni devletin bütün otoriter unsurları şuna inanmaktadır: Müslümanların geri kalmalarının sebebi İslamiyet’in esaslarından uzaklaşmış olmaları değil, İslamiyet’in yapısının buna yol açacak bir nitelikte olmasıdır. Meydanda dolaşan fikriyat baskın şekilde modern ilimlerin ortaya koyduğu hususların çoğunun dine aykırı olduğu yönündedir. Hâlbuki Kastamonu'da yanına gelip:

    "Bize Hâlıkımızı tanıttır; muallimlerimiz Allah'tan bahsetmiyorlar" diyen lise talebelerine:

    “Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisân-ı mahsusuyla, mütemâdiyen Allah'tan bahsedip, Hâlıkı tanıttırıyorlar. Muallimleri değil, onları dinleyiniz[10]” cevabını veren Nursi’ye bakılırsa çağdaş bilimler (fenler) ile bu bilimleri kullanarak seküler bir nazarla ortaya konulan fikirleri birbirlerinden ayrıştırmak gerekir. Zira modern bilimlerden elde edilen bilgiler bakış açısına göre yorumlandıklarında Allah’ı tanıtabilecek vasıfta oldukları gibi ulûhiyeti inkâr için de kullanılabilecek durumdadırlar. Bu bilimleri kullanarak bir dünya kurgulayan modernizme katılmak zorunda olmadığımızı; belki İslamiyet’i yeniden düşünmemiz gerektiğini vurgulayan Nursi bütün eserlerinde bu temayı işler. Modern bilimlerin dilini Kur’an’ın yüksek lisanıyla harmanlayabilen Nursi’nin çalışmaları onun bir “iman inşası” çabasında olduğunu gösterir. Bu inşanın bir ayağını Medresetüzzehra fikri oluşturur. Müslümanlar hem fen ilimlerini hem de şer’i ilimleri beraber tahsil etmelidir. Böylece hem modernizmin tektipleştirici ve sekülerizmle yol almak zorunda kalan yapısından şer’i ilimler vasıtasıyla korunacaklar hem de fen ilimleri vasıtasıyla maddeten terakki yolu onlara açılacaktır. O kendisine:

    “Sen ifrat ediyorsun, hayali hakikat görüyorsun, bizi de tahkir ediyorsun. Âhir zamandır. Gittikçe daha fenalaşacak" diyenlere:

    “Herkese dünya terakkî dünyası olsun; yalnız bizim için mi tedennî dünyasıdır? Öyle mi?[11]” diyerek karşı çıkar.

    Modern sosyoloji bağlamında ele alındığında Şerif Mardin’e göre modernleşme yanlısı seçkinlerin safına katılmayan, yoksul kesimlerden destek arayan Nursi’nin yaptığı, halkın gündelik hayatında önemli bir yer tutan kültürel kaynaklara, dini söylemlere birlikte sahip çıkarak bunları modern bir topluma uyum sağlayacak biçimde zenginleştirmekten başka şey değildir[12]. Mardin, bunun tam da böyle olmadığını, Bediüzzaman’ın halkı modernizmle bütünleştirme (entegrasyon) gibi bir vazife yüklenmediğini; belki daha “doğru” bir ifade ile, Nilüfer Göle’nin de söylediği gibi[13], sekülarizmden soyutlanmış bir modern düşünceye daha yakın sayılabilecek bir duruş sergilediğini bilir. Bu bakımdan modern dünyada Müslümanların yeniden ayağa kalkma projesi olarak sunulabilecek Nursi’nin eserleri, ne modernizmle entegrasyona kapı açabilecek ne de modern dünya içinde bir alinasyona (yabancılaşma) sebep olacak unsurları içermeyecek şekilde bir tür “özgünleştirme”, “arılaştırma”, kendi tabiriyle “saykal vurma” sadedindedir.

    Nursi “Kur’ân’ın üslûb-u hakîmânesine yemin ederim ki: Nasârâyı ve emsalini havalandırarak dalâlet derelerine atan, yalnız aklı azil ve bürhanı tard ve ruhbanı taklit etmektir[14]” derken zımnen Hıristiyan dünyasının modern dünyayı oluşturan yapı ile terakki ettiklerini bu yapının da akıl, delil ve yönteme dayalı bilim üzerine kurulduğunu belirtir.

    “Hem de İslâmiyeti daima tecellî ve inbisat-ı efkâr nisbetinde hakaiki inkişaf ettiren, yalnız İslâmiyet’in hakikat üzerinde olan teessüs ve bürhanla takallüdü (bürhanı, delili kuşanma) ve akılla meşvereti ve taht-ı hakikat üstünde bulunması ve ezelden ebede müteselsil olan hikmetin desâtirine mutabakat ve muhakâtıdır (taklit etme)[15]

    diyerek Müslümanların kaybettiği vasıflara ve gerilemenin temel sebeplerine atıfta bulunur. Hıristiyan dünyasının, ancak Skolâstik düzeni yıkacak bir modern düşünce ile ilerlemiş olduğuna parmak basarken; Müslümanların, modern dünyaya yön veren akıl, araştırma ve hikmetin düsturlarına mutabakat etme gibi özellikleri yitirmeleri sebebiyle geri kaldıklarından dem vurur. Nursî için yeniden ayağa kalkmanın en mühim araçlarından biri “akıl”dır. O, çok bilinen bir düstur olan “Akıl ve nakil tearuz ettikleri vakitte, akıl asıl itibar ve nakil tevil olunur” dedikten sonra bir çekince koyar “Fakat o akıl, akıl olsa gerektir[16]” der.

    İKİNCİ BÖLÜM

    Bir Saadet Anahtarı Olarak “Hutbe-i Şamiye”

    Nursî’nin Hutbe-i Şamiye’de

    “Ben bu zaman ve zeminde, beşerin hayat-ı içtimaiye medresesinde ders aldım ve bildim ki: Ecnebiler, Avrupalılar terakkide istikbale uçmalarıyla beraber bizi maddî cihette kurûn-u vustâda durduran ve tevkif eden altı tane hastalıktır. O hastalıklar da bunlardır:

    · Birincisi: Ye’sin, ümidsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi.

    · İkincisi: Sıdkın hayat-ı içtimaiye-i siyasiyede ölmesi.

    · Üçüncüsü: Adavete muhabbet.

    · Dördüncüsü: Ehl-i imanı birbirine bağlayan nuranî rabıtaları bilmemek.

    · Beşincisi: Çeşit çeşit sâri hastalıklar gibi intişar eden istibdad.

    · Altıncısı: Menfaat-ı şahsiyesine himmeti hasretmek.

    olarak belirttiği altı hastalık hususunda önerdiği çarelerle, esasında modernizm ile beraber sunulan sekülerleşmeye (dünyevileşme) bulaşmadan, terakkinin nasıl gerçekleşebileceğinin çerçevesini çizer. Hutbe-i Şamiye, daha 35 yaşında bulunan genç ve istekli bir dimağın ömrü boyunca uğrunda mücadele göstereceği bir idealin manifestosu niteliğindedir.

    Ankara’da Meclis kulisinde Mustafa Kemal’le olan tartışmasından çok önce, 1911 yılında Müslümanları geri bırakan en önemli hususun “Ye’sin içimizde hayat bulup dirilmesi” olduğunu ilan edişi boşuna değildir. O, “zamanın gereklerine göre bilim ve tekniği almak ve Batı’nın her türlü sosyoloji ve san’at geçmişini kopyalamak” fikrinde olanların ve dinin bizleri geri bırakan en önemli unsur olduğunu düşünenlerin “ümitsizliğe düşmüş bir vaziyette” olduklarını düşünmektedir. Buna karşın O:

    “İslâmiyet’in hakaikı hem manen, hem maddeten terakki etmeye kabil ve mükemmel bir istidadı var” der ve tarih boyunca İslâmiyet’e sarıldıkları oranda Müslümanların temeddün ettiklerine (medeniyet noktasında ilerlediklerine); Hakikat-i İslamiyyede zaaf gösterdikleri nispette tevahhuş ettiklerine, tedenniye düştüklerine, herc ü merc içinde belalara ve musibetlere düştüklerine tarihi şahit gösterir. Başka dinlerin tabilerinin ise, başta Hıristiyanlık tecrübesinden anlaşıldığı üzere, dinlerine salâbet ve taasublarının zafiyeti nisbetinde medenileşmiş ve ilerleme gösterebilmişler, dinlerine bağlılıklarını sürdürdükçe tedenni ve ihtilallere maruz kalmışlardır.

    İslamiyet’in zaten karakterinde olan bürhana tabi olmak, akla dayanmak ve tefekkürle kendisini geliştirmek manasındaki kemalât-ı insaniye göstermektedir ki; fen ve ilmin hükmedeceği aşikâr olan istikbalde de, mevcut durumun aksine, Kur’an hükmedecektir. Bu bir temenniden ve hüsn-ü hayalden çok sosyolojik ve tarihi bir zorunluluktur. Çünkü der Nursî, “Hakaik-ı İslamiyet’in mazi kıtasını tamamen istilasına sekiz dehşetli mânialar mümanaat etti (engel oldu). Bu engellerin üçü ecnebilerin içinde var olan “cehalet, medeniyetten uzak olmak (vahşet) ve dine taasupkarane bağlılık” gibi engeller marifet ve medeniyetin gelişmesiyle kırılmış olup dağılmaya başlamışlardır. 1789 Fransız İhtilali’ni netice veren ve Aydınlanmanın Kilise’yi mağlup etmesiyle sonuçlanan birinci devreden sonra, bilimsel faaliyetlerin ve beşeri ilimlerin hızla ilerlemesi marifet ve medeniyeti ileri düzeylere taşımış ve Avrupa ile Amerika Laiklik ve sekülerizmi de ihtiva eden modernist yapıyla bu üç engeli aşabilmiştir.

    Dördüncü ve beşinci maniler ise papazların ve ruhani reislerin yönetimde etkin olmaları ile dini, ahlaki ve bilimsel olan tüm hikmeti Kilise’nin hakimiyetine bırakmış olan halkın onları körükörüne taklit etmeleridir. Bu iki mânia, insanlık âleminde hürriyet fikrinin gelişmesi ve hakikati araştırma arzusunun ve meylinin artmasıyla yok olmaya başlamışlardır. Denilebilir ki, çok mevzii sayılabilecek kesimler haricinde günümüzde bu beş mânia ortadan hemen hemen kalkmıştır.

    Altıncı ve yedinci maniler, Müslüman dünyasında var olan siyasi, ilmi, kültürel her türlü istibdad (keyfilik, despotluk, zulüm ve tahakküm, baskı ve tazyik) ile şeriatın hükümlerine olan bağlılığın zayıflamış olmasından kaynaklanan kötü ahlak ve bozuk düzendir. Bu haller dahi, “hamiyet-i İslamiyye” denilen, İslamiyet için, İslami gayeler uğruna fedakârlıkta bulunma ve İslâmiyet’e ait olan duygu ve bağları koruma çabalarının artmaya başlaması ile beraber kötü ahlaktan ve bozuk düzenden doğan çürümüşlüğün dayanılmaz raddeye gelmesi ve insanların bu neticelerden sıyrılmak için çaba göstermeleri işaret ediyor ki bu iki mânia dahi yok olmaya yüz tutmuştur.

    Sekizinci ve son engel ise yeni bilimlerin ortaya koyduğu bir takım hususlar ile İslam’ın bir kısım hakikatlerinin uyuşmadığı zannıdır ki, bu uyuşmazlığın asıl kaynağı bu konuların zahiri, dışarıdan ve basitçe bakıldığında görünen manalarının asıl manalarmış gibi algılanmasıdır. Bu zahiri manaların asılları anlaşıldıkça; mecazın ve istiarenin hakikatleri Risale-i Nur gibi eserler tarafından ortaya konuldukça bu engel de yok olacaktır.

    Görüleceği üzere, Bediüzzaman, Hutbe-i Şamiye’nin irad edildiği zamandan, sosyolojinin genel kurallarını ve mantığın esaslarını dürbün gibi kullanarak geleceğin dünyasına doğru bakıyor, gelecek hakkında yorumlarda bulunuyor. Mevcut duruma bakanların ümitsizliğe düşmelerinin sebeplerini ortaya koyarken aynı zamanda en büyük müjdeyi veriyor:

    Ey Cami-i Emevîdeki kardeşlerim ve yarım asır sonraki âlem-i İslâm camiindeki ihvanlarım! Acaba baştan buraya kadar olan mukaddemeler netice vermiyor mu ki, istikbalin kıt’alarında hakikî ve mânevî hâkim olacak ve beşeri dünyevî ve uhrevî saadete sevk edecek yalnız İslâmiyet’tir ve İslâmiyet’e inkılâp etmiş ve hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak İsevîlerin hakikî dinidir ki Kur’ân’a tâbi olur, ittifak eder.[17]

    Yukarıda zikredilen sekiz manevi engelin ortadan kalkmaya başlamasıyla beraber; zaten İslamiyet’in kendi karakterinde var olan beş manevi kuvvet de bize göstermektedir ki ümitsizliğin, ye’sin hiç manası ve yeri yoktur. O beş manevi kuvvet ise:

    · İçeriği hem kardeşlik ve merhamet hem de hakiki medeniyet olan, müspet ve doğru fenlerle zenginleştirilmiş hakikat-i İslamiyet,

    · Medeniyetin ve teknoloji ile sanatın onun üzerinde yükseldiği ve şimdiki bir kısım sosyolojik, politik ve ilmi durumun da uygun hale gelmesiyle daha şiddetli hale gelmiş olan “ihtiyaç” ve belimizi kıran “fakirlik”… Bu hal öyledir ki, içinde kanayan bir yara olarak insanlığı daima ihtiyacını gidermeye iter. Bu kuvvet hem susmaz hem de hiç kırılmaz bir kuvvettir.

    · Avrupa tecrübesinin bize bir kez daha gösterdiği bir başka kuvvet olarak insandaki “hürriyet arzusu”… Bu arzu öyledir ki tüm istibdat türlerini ortadan kaldırabilecek, insanlığın yüksek hedeflere yönelmesini sağlayabilecek, yüksek ve ince hisleri heyecana getirecek; gıpta, haset, kıskançlık ve rekabet duygularıyla uyanacak, müsabaka ve yenilenme meyliyle ve medeniyete olan açlıkla artacaktır. Yalnız Müslümanlar için sefihane değil belki şer’i hükümleri dinleyen ve ahlak-ı hasene ile güzelleştirilen bir hürriyet esastır ki yüksek bir kemalata kapı açar.

    · İmandan gelen ve zillete, haksızlığa, zulme karşı çıkmak ve zayıflara yardım etmek, müstebitlere dalkavukluk etmemek manasındaki “Şehamet-i İslamiye… İmandan gelen bu yiğitlik, imanın kazandırdığı ve akla ve zekâya dayanan bu cesaret; her insanda mevcut olan “şefkat”ten kaynaklanır ki hürriyetine sahip çıktığı gibi başkasının hürriyetine de halel getirmemek gibi şimdi en medeni ülkelerde yerleştirilmeye çalışılan “demokratik haklar”ın yıkılmaz, sarsılmaz bir dayanağı olabilir.

    · İslâmın gerektirdiği haysiyet, şeref, yücelik ile Müslüman olanın her hususta daha şerefli, daha itibarlı, daha çalışkan, daha izzetli olması hâleti manasında “İzzet-i İslamiye”… Bu durumun getireceği şey Allah'ın adını, Allah'ın birliğini yükseltme, yüceltme ve İslâmlığı yüceltme, İslâm hakikatlerini yaymaya çalışma manasında “İ’lâ-yı kelimetullah”tır ki İslam tarihinde pek çok kereler görülen ve az sayıda müslümanın kendilerinden kat be kat kalabalık ve kuvvetli orduları mağlup etmeleri bu duygunun ne kadar kuvvetli olduğunu isbat eder. İmandan gelen bu izzet-i İslamiyye hissi bulundukça, Müslümanların bu emri dinlememeleri mümkün değildir. Yalnız, eski zamanda Müslümanlığın ilerlemesi düşmanın taassubunu kırmak ve ondan gelen saldırılara karşı koymakla; silahlı mücadele ile mümkün olmuştur. Bu gün ise, silah ve kılınç yerine, çoğunlukla ilim ve teknoloji ile medeniyetin, maddi terakki ile hukuki ve siyasi gelişmişliğin borusu ötmektedir. Devletler savaşmayı değil; işleri diplomasi, ticaret, ambargo, sübvansiyon ve işbirliği gibi daha “medeni” mücadeleleri tercih etmektedir. Bu mücadeleyi en iyi yapan Avrupa’nın fazilet ve hüda üstüne değil heva, rekabet ve tahakküm (sömürgecilik, baskı, korkutma gibi) üzerine tesis edilmiş olması, medeniyet denilen insana mahsus haletin şimdiye kadar kötü yanlarının iyi yanlarına üstünlük kurduğu bir resmi arz etmiştir. Özellikle “ihtilalci komiteler”in ve “gizli zındıka gurupları”nın Avrupa’da ve dünyada gösterdiği faaliyetlerin artık dünyanın çoğunluğu tarafından bilinmeye başlaması, iletişimin gelişmesiyle maksatları, işleri, faaliyetleri ve gerçek yüzlerinin deşifre olması ile istikbalde Asya’nın, Avrupa’yı da bunlardan kurtaracak şekilde ayağa kalkması tarihin tekerrür eden yapısından görülebilir.

    Said Nursi, bütün bu manilerin ortadan kalkması ve İslamiyet’in karakterinde bulunan bu beş özelliğin kuvvetlice ehl-i İslam arasında hissedilmesiyle istikbalin nasıl oluşacağına dair önemli ipuçları verirken; İslam dünyasında ümitsizlik içinde dinin bizleri geri bıraktığı çığırtkanlığını yapmanın anlamsızlığını şöyle vurgular:

    “Acaba istikbale karşı ehl-i iman ve İslâm için böyle maddî ve mânevî terakkiyata vesile ve kuvvetli, sarsılmaz esbab varken ve demiryolu gibi istikbal saadetine yol açıldığı halde, nasıl meyus olup ye’se düşüyorsunuz ve âlem-i İslâmın kuvve-i mâneviyesini de kırıyorsunuz? Ve yeis ve ümitsizlikle zannediyorsunuz ki, "Dünya herkese ve ecnebilere terakki dünyasıdır. Fakat yalnız biçare ehl-i İslâm için tedennî dünyası oldu" diye pek yanlış bir hatâya düşüyorsunuz.

    (…)

    “Evet, bakınız, zaman hatt-ı müstakim üzerine hareket etmiyor ki, mebde ve müntehâsı birbirinden uzaklaşsın. Belki küre-i arzın hareketi gibi bir daire içinde dönüyor. Bazan terakki içinde yaz ve bahar mevsimi gösterir. Bazan tedennî içinde kış ve fırtına mevsimini gösterir. Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi, nev-i beşerin dahi bir sabahı, bir baharı olacak inşaallah. Hakikat-i İslâmiyenin güneşiyle, sulh-u umumî dairesinde hakikî medeniyeti görmeyi rahmet-i İlâhiyeden bekleyebilirsiniz.”[18]

    Nursi, çok başka bir bakış açısıyla, ümitsizliğin zamanı olmadığını, bilakis ümidin tam da vaktinin olduğunu şöyle açıklar:

    “Kâinatın nizamında galib-i mutlak ve maksud-u bizzat ve Sâni-i Zülcelâlin hakikî maksatları, hayır ve hüsün ve güzellik ve mükemmeliyettir. Çünkü kâinata ait fenlerden her bir fen, küllî kaideleriyle bahsettiği nev ve taifede öyle bir intizam ve mükemmeliyet gösteriyor ki, ondan daha mükemmel, akıl bulamıyor.”

    Ümitsizliğin yol açtığı bir başka hastalık vardır ki üç kıtaya yayılmış İslam dünyasını küçük bir kıtada yer alan üç-dört devletin sömürgesi durumuna düşürmüştür. Zamanında, “kuvveyi maneviye” ile doğunun bir ucundan Batı’nın en uç karakollarına kadar az bir kuvvetle çoklarını mağlup eden Müslümanların kalplerindeki tılsım uçuvermiş; bu hamiyet duygusu “neme lazım” lakaytlığına dönüşüvermiştir. “Herkes benim gibi kötü durumdadır” dedirtiyor ve şehamet-i imaniyeyi terk ettirip hizmet-i asliyeyi yaptırtmıyor. Bediüzzaman ümitsizliği hemen vücuda yayılıveren ve bünyeyi perişan eden “seretan” denilen bir hastalığa benzetir. Bu ümitsizlik öyle bir şeydir ki adeta başta bahsedilen altı hastalıktan en şiddetlisi ve diğerlerinin beslendiği esas damardır. Ve en evvel tamir edilmesi gereken şey bu ümitsizlik halidir ki iman zafiyetinden kaynaklanır. İman ne kadar fazla ise ümitsizlik o kadar az olacak, müminleri birbirine bağlayan rabıtalar o kadar kuvvetlenecek ve doğruluk, muhabbet, hürriyet ve menfaat-i umumiye için çabalamak hissinin önü açılacak.

    İslam tarihi boyunca en büyük sıkıntılara medar olmuş “kizb”; yalancılık, suistimal, hakkı gizleme, dalkavukluk ve tahrif gibi pek çok surette ortaya çıkmıştır. Esasında İslamiyyet’in “Üssü’l esası” olan sıdkın manipüle edilmesi pek çok şekillerde ortaya çıkar. En büyük manipülasyonlardan birisi “Hadis uydurma” faaliyetleridir. Bu faaliyet; İslam düşmanı gizli zındıklar, sureten Müslüman olmuş ama kalbinde iman bulunmayan münafıklar ve asabiyet ve iktidar kıskacındaki yöneticilerin kuklası haline gelmiş “ulemaissû” tarafından asırlar boyu devam ettirilmiştir. Sıdkın siyasi ve içtimai hayatta ölmeye başlamasının bu faaliyetlerle derinden ilişkisi vardır. Çünkü kizb ve onun türevleri “küfriyat ve hurafâtın anahtarı”dır ve Peygamber-i Zişan’ın ortaya koyduğu büyük inkılap sıdk ile kizbin, iman ile küfrün arasını olabildiğince açmak ve doğruluğa ve dürüstlüğe revaç vermek ve yalandan tiksindirmek merkezinde dolanır.

    Sıdk’ın en fazla zayıfladığı alanlardan birisi politikadır ki “siyasi propagandalar” her bir cemiyeti, hükümeti esir almış vaziyettedir. İnsanları kendilerine çekmek ve rakiplerini saf dışı bırakmak için, insaniyetteki hırs damarıyla hareket eden kişiler ve kurumlar, ya bizzat yalan söyleyerek veyahut çarptırarak, zan oluşturarak, beklentiye sokarak, vehim vererek sıdkın cemaat ve cemiyet hayatından çekilmesine sebep olmaktadır. İslam milletlerinin bir “ümmet” halinde birbiriyle tanışık ve barışık halde yaşamasının önündeki en büyük engel birbirleri hakkında fazlasıyla çarpıtılmış yalan yanlış fikirlere sahip olmalarıdır. Mesela, İngiliz ajanlarının Birinci Dünya Savaşı’nda Müslüman cemaat ve devletlerarasına soktukları nifak ümmetin çözülmesini netice vermiştir. Cemiyetin çözülmesi demek olan emniyetin yok olması, sıdkın insanların dilinden ve kalbinden çekilmesiyle mümkün olur. Hâlbuki Bediüzzaman’ın tabiriyle, sıdk “Urvet’ül Vüska”dır. Müslümanlar ye’si terk edecekler ve sıdka sarılacaklardır. Cemaat, cemiyet ve ümmet kavramlarının sekülerizme kurban edilişinin altında bu emniyetsiz ortamı doğuran “sıdk” karakterinin kaybolmasıdır.

    Nursi, sıdk meselesinde öyle hassastır ki “maslahat için” dahi olsa bu zamanda yalana cevaz vermez. Çünkü nefislerin deli taylar gibi kâh o yana kâh bu yana koşuşturduğu bu zamanda belirli bir sınırı olmayan ve suiistimal edilmeye çok müsait olan “maslahat için yalan söyleme” cevazı bir bataklık haline gelmiştir. O bu hali bataklığa benzetir çünkü bataklık, bir kez girildi mi kendini kurtarmanın neredeyse imkânsız olduğu bir zemini ifade eder.

    “Bu sebeple yol ikidir, üç değildir. Ya doğru, ya yalan ya da sükût değildir.”[19]

    Nursî, altı hastalıktan üçüncüsünü “Adavete muhabbet” olarak sayar. Mektubat’ta

    “Mü’minlerde nifak ve şikak, kin ve adâvete sebebiyet veren tarafgirlik ve inat ve haset, hakikatçe ve hikmetçe ve insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyetçe ve hayat-ı şahsiyece ve hayat-ı içtimaiyece ve hayat-ı mâneviyece çirkin ve merduttur, muzır ve zulümdür ve hayat-ı beşeriye için zehirdir.[20]” diyerek, adaveti (düşmanlık, husumet, hınç hissi) besleyen damarları ortaya koyar: Tarafgirlik, inat, haset… Bu üç unsurun 6 makamda, içtimai ve şahsi hayata ve hukuk-u ilahiye karşı pek büyük bir zulüm olduğunu açıklar. Müminlere karşı adavet hissini devam ettirmek hakikat nazarında bir zulümdür ki, imandan tevellüd eden hasen unsurların baskın olduğu mümine; büyük ve kıymetli hasletlerini gözden kaçırarak birkaç hatası sebebiyle husumetkârâne yaklaşmak “şenî ve gaddar” bir zulümdür. Bu yaklaşım adâvet ve muhabbetin, “nur ve zulmet gibi” birbirlerine zıt oluşundan güç alır. Birisi hakikaten bir kalpte bir şahsa veya şeye karşı varsa diğeri hakikat-i haliyle bulunmaz, başka şeye dönüşür. Adavet acımak hissine; muhabbet tasannu ve temelluk (yapmacıklık ve dalkavukluk) şekline dönüşür. İmanın içtimai hayata katacağı şey kalplerde de bir birlik oluşturmasıdır. İnanç birliği, içtimai birlikteliğin de oluşmasını netice verir.

    “tevhid-i imanî, elbette tevhid-i kulûbu ister. Ve vahdet-i itikad dahi, vahdet-i içtimaiyeyi iktiza eder[21]

    Nursi’ye göre, muhabbetin tesisi bağlamında Adalet-i Mahzâyı[22] ifade eden[23] Ayet-i Kerimesi, bir mü’minde bulunan câni bir sıfat yüzünden, diğer mâsum sıfatlarını mahkûm etmek hükmünde olan adâvet ve kin bağlamanın zulüm olarak sayıldığını gösterir. Bunun gibi sevmediği bir adamın sevimli, mâsum bir kardeşine ve akrabasına ve dostuna adâvet etmek de hilâf-ı hakikattir.

    Nursî için, insanlar arasında çıkan ihtilafların mühim bir sebebi de "Yalnız hak benim mesleğimdir" düşüncesidir. Hâlbuki insanın ancak “mesleğim haktır veya daha güzeldir” demeye hakkı vardır. Yaşam ve düşünce tarzının daha güzel olduğunu söylemeye hakkı olan kişi, başkasınınkini aşağılayamaz, “butlan” (bâtılıllık olma hâli, temelsiz, çürük, hükümsüz olma) ile mahkûm edemez. Bu bakımdan mümin için doğruyu söylemek ama her doğruyu her yerde söylemek bir düstur olmalıdır; çünkü niyeti halis olmayan ya da söylenileni anlayamayacak durumda olan birisinin damarına dokunulabilir, anlatılanın aksi şekilde karşılık alınabilir.

    Müminler için muhabbet hususunda bir sınırlama yokken adavet hususunda ciddi bir sorumluluk olduğunu belirten Nursî “O muzır nefsin hatırı için mü’minlere adâvet etme” der.

    “Eğer hasmını mağlûp etmek istersen, fenalığına karşı iyilikle mukabele et. Çünkü eğer fenalıkla mukabele edersen, husumet tezayüd eder. Zâhiren mağlûp bile olsa, kalben kin bağlar, adâveti idame eder. Eğer iyilikle mukabele etsen, nedâmet eder, sana dost olur.[24]

    Husumet ve düşmanlık hissinin toplumdan kaldırılması için en mühim bir sebebin fenalığa karşı iyilikle mukabele etmek olduğunu belirten Bediüzzaman [25] ayetlerini rehber olarak ortaya koyar.

    Bediüzzaman’a göre Müslümanlar arasında bir ihtilaf olacaksa bu ancak “herbiri kendi mesleğinin tamir ve revâcına sa’y eder” şekilde olmalıdır. “Başkasının tahrip ve iptaline değil, belki tekmil ve ıslahına çalışır. Amma menfi ihtilâf ise-ki garazkârâne, adâvetkârâne birbirinin tahribine çalışmaktır-hadisin nazarında merduttur. Çünkü birbiriyle boğuşanlar müsbet hareket edemezler.[26]

    Said Nursî, tarafgirliğin esasında haklılara melce (sığınılacak yer) olabileceğini, fakat şu zamanda, hiç hakları olmadıkları halde garazkârâne, nefis hesabına çalışanlara bir melce olmuştur. Ehl-i iman, imandan gelen şehamet ve kuvvet sebebiyle, birbirlerine istinat etmeye ihtiyaç duymadıkları halde, düşmanları tarafgirâne birlik ve beraberlik içine giriyorlar. Bu sebeple müminler, garazkarane bir tarafgirlik değil ancak kendi mesleğine çalışıp başkasınınkini iptal etmeye çabalamayarak ve büyük dairede ve dinsizlere karşı birlik ve beraberlik ruhuyla hareket etmelidir. Ve fikri tartışmalarda hodfuruş nefis hesabına değil maksatta birliği sağlayacak muhabbet ve uhuvvet hesabına davranılmalıdır. Hak namına olmaz ise “nihayetsiz müfritâne gider, kabil-i iltiyam olmayan (iyileşmesi mümkün olmayan) inşikaklara (bölünmelere) sebebiyet verir.[27]

    Bu adavet hissinin müminlerde meydana getirdiği psikolojik travmanın bir takım sonuçları olacağının altını çizen Bediüzzaman:

    “Hayat-ı mâneviye ve sıhhat-i ubudiyet, adâvet ve inatla sarsılır.”[28]

    Çünkü mümin için kurtuluşun ve neticeye ulaşmanın en mühim ve kritik şartı olan “ihlâs” zayi olur. Çünkü tarafgir nazarla bakan ve husumetinde inad eden kişi kendi hayırlı işlerinde de düşmanlık beslediği kişiye de üstünlük kurmak ister. Hâlis ve sadece Allah için olması gereken amele çoğu zaman muvaffak olamaz. Hüküm verirken ve davranış gösterirken tarafgirini tercih eder, adalet de edemez.

    “İşte, ef’âl ve a’mâl-i hayriyenin esasları olan ihlâs ve adalet, husumet ve adâvetle kaybolur.[29]

    Muhabbet, uhuvvet ve sevgiyi İslamiyet’in “mizac”ı olarak anlatan Said Nursî “İslamın seciyesi” olarak insaf ve hüsn-ü zann’ı gösterir. Müminler arasındaki garaz, kin, hased gibi kötü fiil ve düşüncelerin giderilmesi için bu mizaca kulak verilmesi ve bu seciyelerin ortaya çıkarılması gerekmektedir.

    İşte, ey mü’minler! Ehl-i iman aşiretine karşı tecavüz vaziyetini almış ne kadar aşiret hükmünde düşmanlar olduğunu bilir misiniz? Birbiri içindeki daireler gibi yüz daireden fazla vardır. Herbirisine karşı tesanüd ederek, el ele verip müdafaa vaziyeti almaya mecburken, onların hücumunu teshil etmek, onların harîm-i İslâm’a girmeleri için kapıları açmak hükmünde olan garazkârâne tarafgirlik ve adâvetkârâne inat, hiçbir cihetle ehl-i imana yakışır mı? O düşman daireler, ehl-i dalâlet ve ilhaddan tut, tâ ehl-i küfrün âlemine, tâ dünyanın ehvâl ve mesâibine kadar, birbiri içinde size karşı zararlı bir vaziyet alan, birbiri arkasında size hiddet ve hırsla bakan, belki yetmiş nevi düşmanlar var. Bütün bunlara karşı kuvvetli silâhın ve siperin ve kalen, uhuvvet-i İslâmiyedir. Bu kale-i İslâmiyeyi küçük adâvetlerle ve bahanelerle sarsmak, ne kadar hilâf-ı vicdan ve ne kadar hilâf-ı maslahat-ı İslâmiye olduğunu bil, ayıl.

    Ehâdis-i şerifede gelmiş ki: "Âhirzamanın Süfyan ve Deccal gibi nifak ve zındıka başına geçecek eşhâs-ı müdhişe-i muzırraları, İslâmın ve beşerin hırs ve şikakından istifade ederek, az bir kuvvetle nev-i beşeri hercümerc eder ve koca âlem-i İslâmı esaret altına alır.[30]"

    Müminlerin birbirleriyle olan rabıtalardan habersiz olmaları Bediüzzaman’a göre başka bir hastalık türüdür ki Müslüman dünyasının geri kalmışlığının sebeplerindendir.

    “Hakikî milliyetimizin esası, ruhu ise İslâmiyettir.[31]” diyerek insanları birbirlerine bağlayan en önemli bağlardan biri olan “milliyet” unsuruna dikkat çeker. Nursî, Kur’an’dan mülhem milliyet fikrinde, millet kimliğini ırka değil iman birlikteliğine yükler. Zira Kuran’da tevhide inananları aralarında akrabalık olsun ya da olmasın ‘İbrahim Milleti’ içinde sayar. İslamiyet milliyeti içinde bulunan çeşitli unsurlar İslamiyet kardeşliği ile birbirlerine bağlanırlar.

    Bediüzzaman, bu zamanda, iletişim ve seyahat unsurlarının çoğalması sebebiyle dünyanın birbirini daha çok tanıdığını, dolayısıyla bir millete dâhil olan bir fırka ya da gurubun hatasının, çok kısa zamanda tüm dünyaya yayılabildiğini, o fırkanın yaptığı olumlu ya da olumsuz her bir fiilin o fırkanın dâhil olduğu millete hamledildiğini belirtir. Dolayısıyla Müslümanlar, İslam milliyetinin büyüklüğünü hissedip ona göre davranmalı ve dâhildeki niza ve tartışmaları harice karşı mücadele zamanında unutmalıdırlar. Ayrıca, gösterilecek her türlü gayret İslam milliyetinin unsurları için bir fayda doğuracaktır. O sebeple, bu bağdan kaynaklanan gayret ya da tembellik ve nemelazımcı yaklaşım da tüm Müslümanları etkileyecektir.

     “Bir adamın kıymeti himmeti nispetindedir. Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir.[32]” derken, birlik tılsımını bozan şeyin kişilerin himmetlerini nefislerine hasretmeleri olduğunu vurgular. İnsanın fıtratı medeni olduğundan kendi cinsine karşı bir bağ oluşur ve onları hesaba katmak zorundadır. Ya düşman gibi görüp onlarla mücadeleye girecek veya dost görüp onlarla dayanışma içerisinde yaşayacaktır. Dolayısıyla, menfaat-i şahsiyyesi için yaşayan gerçek insanlık alametlerini üzerinde gösteremiyor demektir.

    Geçmişte “ölürsem şehit kalırsam gazi” felsefesinin çok az sayıda olan ehl-i imanı çok sayıdaki düşmanlara karşı zafere taşıdığı malumdur. Bu düşüncenin kaynağı imandır, özellikle ahirete imandır. Bu fikir tam da İslamiyet milliyeti içinde yer alan ve menfaati şahsiyesini menfaat-i milliyede gören bir vizyonun bakışıdır.

    Bediüzzaman’ın “ehl-i imanı birbirlerine bağlayan rabıtaları bilmemek ile menfaat-i şahsiyyesine himmetini hasretmek” olan iki hastalığın neredeyse birbirini netice verdiğini, dolayısıyla aynı bahiste söz edilmesi gerektiğini düşünmesi boşuna değildir.

    “Ecnebîlerden içimize giren pis ve fena seciye itibarıyla bir hodgâm adam bizde diyor: "Ben susuzluktan ölsem, yağmur hiçbir daha dünyaya gelmesin. Eğer ben görmezsem bir saadeti, dünya istediği gibi bozulsun." İşte bu ahmâkane kelime dinsizlikten çıkıyor, âhireti bilmemekten geliyor. Hariçten içimize girmiş, zehirliyor[33]

    Görüleceği üzere müminleri birbirine bağlayan rabıtaları bilmeyen ve menfaat-i şahsiyesine himmetini hasreden kişi bilmeden dinsizlik namına davranıyor demektir. Ahirete iman zafiyetinden, belki ahrete inanmamaktan kaynaklanan bu tip davranışlar özellikle Avrupa’dan bize gelmiş, bizi zehirlemektedir.

    Bediüzzaman’ın yukarıda sayılan beş hastalığın yanında “istibdad”ı da zikretmesi manidardır. Zira hem içtima-i hayata hem de şahsi hayata tekabül eden pek çok Kuranî hüküm hürriyete istinad eder. Ve esasında mümin oluşun en özellikli tarafı Allah’tan başkasına boyun eğmemektir. Eğer boyun eğilecek ve hürriyet sınırlandırılacaksa bu Allah namına olmalıdır. Hürriyette doğan büyük şura-yı ümmet İslamiyet’in öngördüğü en mühim sosyolojik neticelerdendir. Bu şuranın özünde telahuk-u efkârı netice verecek faaliyetler ve duruş vardır. Şehamet ve şefkat-i imaniye ne kendisini ezdiren ne de başkasını ezmeye teşebbüs etmeyen insanların özelliği olmakla İslam’da yer alan hürriyetin mantalitesini de ortaya koyar.

    “Evet hürriyet-i şer’iye; Cenab-ı Hakk’ın Rahman, Rahim tecellisiyle bir ihsanıdır ve imanın bir hâssasıdır[34]

    Said Nursî hürriyet-i şer’iyyenin guruplar arasında meşveret, devlet ve ümmet düzeyinde “meşrutiyet” şeklinde ortaya çıkacağını ve bunun “meşruiyet” suretinde olması gerektiğini belirtir. Hürriyet ve meşrutiyetin Şeriatın hükümleri olmadan zayıf kalacağını ve bunun istibdada yol açacağını vurgular. Hürriyet eğer şeriat dairesinde tanımlanmazsa emniyet bozulacak, ahlaksızlık ve pis hasletler revaç bulacaktır. İş yalancıların ve dalkavukların elinde kalacaktır. Adalet ve hukuk perdesi altında garazkarane, zalimane ve tarafgirane pek çok haksızlık yapılır. Zira adalet, eğer Allah’a imandan ve ahiret inancından kuvvet almazsa, cezaların ve kanunların caydırıcılığı olması gereken seviyede gerçekleşmez; güçlü olan her türlü tecavüzde bulunur; zayıf olan da fırsat bulduğunda her türlü kötülüğü yapmayı bekleyen, içinde kin besleyen bir kişi olur. Böyle bir ortamda adalet denilen kavram güç dengeleriyle oluşan bir tür vahşet ilişkisine dönüşür.

    Bediüzzaman, Meşrutiyet ve Hürriyet ortamında yapılacak Cihad-ı Harici’yi “Şeriat-ı Garrâ’nın berâhin-ı kâtıası”na havale eder. Medeniliğin bir göstergesi olan meşrutiyet ve hürriyet ortamında “medenileri galebe çalmak ikna iledir, söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir” der. Bu hürriyet ve meşrutiyet ortamında ortaya konulacak Cumhuriyet’i “adalet, meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvet[35]” olarak tanımlar. Henüz Cumhuriyet ilan edilmeden 14 yıl önce vurgulanan bu esasların günümüzde hala tesis edilmeye çabalanıyor olması manidardır.

    Bediüzzaman hürriyeti “şeriat dairesi” içinde tarif ediyorken, onu dinin dışında bir yerlerde aramak isteyenlerin niyetini ortaya koyar:

    “Amma hürriyet-i mutlak ise, vahşet-i mutlakadır, belki hayvanlıktır. Tahdid-i hürriyet dahi insaniyet nokta-i nazarından zarurîdir. (…) Bazı sefih ve lâübaliler hür yaşamak istemediklerinden, nefs-i emmarenin esaret-i rezilesi altına girmek istiyorlar. Şeriat dairesinden hariç olan hürriyet, ya istibdat veya esaret-i nefis veya canavarcasına hayvanlık veya vahşettir. Böyle lâübaliler ve zındıklar iyi bilsinler ki, dinsizlikle ve sefahetle sahib-i vicdan hiçbir ecnebîye kendilerini sevdiremezler ve benzetemezler. Zira mesleksiz ve sefih sevilmez.[36]

    Hürriyet ve meşveret unsurlarının tesisi için Avrupa’ya körü körüne kendilerini bırakmak isteyenleri uyaran Bediüzzaman’ın ihtarı manidardır:

    “Terakkiler için Avrupa’nın istibdâd-ı manevisi altındayız. Nihayet derecede ihtiyat ve itidal lazımdır[37]”.

    Terakki unsurlarını adeta kopyalamak niyetinde olanları “Avrupa ikidir” ile uyaran Said Nursî, sefih olan kısmının önerdiği ve dine aykırı olan hususları hürriyet ve terakki namına almanın İslamiyet’e ve bu millete ihanet olduğunu vurgular.

    Öz

    Hutbe-i Şamiye Nursî’nin bir gençlik dönemi eseri olduğu halde, bütün yaşantısı boyunca neşrettiği eserlerin hem içerik hem de hedef ve maksatlarını hâvi prensiplerden oluşmaktadır. Bu çalışmada, Nursî’nin Hutbe-i Şamiye’nin içeriğinde ortaya koyduğu tezlerden ikisi ele alınacaktır. İlk olarak, Bediüzzaman’ın Müslümanların “terakki” noktasında mevcut modernist yapının ve bu yapıyı üreten Avrupa’nın psikolojik baskından kurtulma tezleri işlenecektir. İkinci olarak, Hutbe’nin içeriğinde bulunan altı hastalığa ilişkin açıklamalarda bulunulacaktır.

    Anahtar Kelimeler: Terakki, din, modernizm, ilim, İslam dünyası

    Abstract

    Although Hutbe-i Şamiye is a product of Nursi's years of youth, it consists of the principles which include not only the content but also the targets and aims of his works published throughout his life. This study covers two of the theses which are included in Nursi's Hutbe-i Şamiye. Firstly, as the point of "progress" is concerned, the theses arguing that the Muslims should get rid of the psychological pressure of the present modernist structure and of Europe which produces this structure will be discussed. Secondly, some explanations will be made regarding the six illnesses which are mentioned in Hutbe-i Şamiye.

    Keywords: Progress, religion, modernism, science, Islamic world

    Dipnotlar:

    [1] Risâle-i Nur Hakkında İlmî Bir Tahlil, s. 71. Eşref Edib Fergan, Sebilürreşad yayını olan bu eser, 1965'te basılmış.II. Baskı İttihad Yay. 2006

    [2] Osmanlılarda ilmiye sınıfının başı ve sadrazamdan sonra devletin ikinci büyük görevlisi olarak kabul edilen Şeyhül-İslâmların görev yaptığı makama verilen isimdir. Bu makam ayrıca “Bâb-ı Fetvâ”, “Bâb-ı Meşîhat”, “Şeyhülislâm Kapısı” olarak da anılmıştır.

    [3] “Neden bu kadar (İngiliz’den) nefret ediyorsun. Musalahasını da istemiyorsun?” sorusuna karşı “Cevap: `Sebep, bir değil, bindir. Bana en ziyade şedid görünen, manen ahlakımıza vurduğu darbedir. (…) `Edirne (Selimiye) Camiinde, bir İslam Hocasının lisanıyla, Venizelos (Yunan Başbakanı) gibi şeytan zalime dua ettirdi. Merkez-i Hilafette (İstanbul`da) Müslümanlar lisanıyla hizbüşşeytan olan İngiliz, Yunan askerlerini halaskar, tathirci ilan ve karşısındakileri güruh-ü mücahidini (Anadolu mücahitlerini) cani, zalim söylettirdi…”

    [4] O günün tutanaklarında törenle ilgili şu ka­yıtlar yer alır:

    Ulemâdan Bediüzzaman Said Efendi Hazretlerine beyan-ı hoşâmedi:

    Reis: Efendim, Bitlis Mebusu Arif Bey'le rüfekasının takriri (yazılı önergesi) var: "Riyaset-i Celileye, Vilâyat-ı Şarkiye ulemâ-yı benamından (meşhur âlimlerinden) olup Anadolu gazilerini ve Meclis-i Âli'yi ziyaret etmek üzere İstanbul'dan buraya gelerek samiin (dinleyici) locasında bulunan Bediüzzaman Molla Said Efendi Hazretlerine hoşâme­di edilmesini teklif ediyoruz.” – Bitlis-Arif, Bitlis-Derviş, Muş-Kasım, Muş-(İlyas Sami), Siirt- Salih, Bitlis-Resul, Ergani-Hakkı" (Alkışlar)… Rasih Efendi (Antalya): "Kürsüye teşriflerini ve dua etmelerini ken­dilerinden rica ederiz."

    [5] Karabekir Paşa, şöyle der: "Ankara'da yeni bir hava esmeye başladı. "İslamlık terakkiye mani imiş." CHP "lâ-dinî" (din dışı) ve lâ-ahlâkî (ahlak dışı) olmalı imiş! (…) Türkiye İslam kaldıkça, Avrupa ve hele İngiltere müstemlekelerinin çoğunun halkı İslâm olduğundan, bize düşman olacaklarmış!"

    10 Temmuz 1923 günü istasyon binasındaki özel kaleminde Mustafa Kemal Paşa ile görüşen Karabekir Paşa, Gazi'nin kendisine "Dini ve namusu olanlar aç kalmaya mahkûmdur. Bunun için önce din ve namus anlayışını değiştirmeliyiz. Dinî ve ahlakî inkılâp yapmadan önce hiçbir şey yapmak doğru değildir." dediğini aktarmaktadır. (Mustafa Armağan, 02.01.2011 Zaman)

    [6] “Büyük Millet Meclisinde Reise, "Kâinatta en yüksek hakîkat îmandır, îmandan sonra namazdır. Namaz kılmayan hâindir; hâinin hükmü merduddur. Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîminde, yüz yerde edâsını emrettiği namazdan daha büyük bir hakîkat olsa idi, îmandan sonra onu emrederdi " “Tarihçe-i Hayat, s. 607

    [7] Muhakemat, s. 7

    [8] Age., s.7

    [9] Age. s. 9

    [10] Asa-yı Musa, Altıncı Mesele

    [11] Emirdağ Lahikası, s. 344

    [12] Bediüzzaman Said Nursi Olayı, Mardin, Şerif, İletişim yay.

    [13] Elif Dergisi, 9.Sayı, Nilüfer Göle Röportajı, s. 34

    [14] Muhakemat, s. 34

    [15] Muhakemat, s. 34

    [16] Muhakemat, s .10

    [17] Hutbe-i Şamiye, s. 33, Birinci cihet

    [18] Hutbe-i Şamiye, s. 38

    [19] Hutbe-i Şamiye, s. 51

    [20] Mektubat, Yirmi Birinci Mektup

    [21] Mektubat, 21. Mektup, s. 254

    [22] Tam adâlet, gerçek, kusursuz adâlet; toplumun selameti için ferdin cüzi hukukunun feda edilemeyeceğini esas alan adalet anlayışı.

    [23] "Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez." En’âm Sûresi, 6:164.

    [24] Mektubat, 21. Mektup, s. 256

    [25] "Boş sözlerle, çirkin davranışlarla karşılaştıkları zaman, izzet ve şereflerini muhafaza ederek oradan geçip giderler." Furkan Sûresi, 25:72. "Eğer onları affeder, kusurlarına bakmaz ve bağışlarsanız, şüphesiz ki Allah da çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir." Teğabün Sûresi, 64:14.

    [26] Mektubat, 21. Mektup, s. 259

    [27] Mektubat, 21. Mektup, s. 259

    [28] Age. s. 261

    [29] Age. s. 261

    [30] Mektubat, 21. Mektup, s. 260

    [31] Hutbe-i Şamiye, s. 55

    [32] Age, s. 60

    [33] Hutbe-i Şamiye, s. 54

    [34] Hutbe-i Şamiye, s. 55

    [35] Hakikat Gazetesi, mart 1909, Hutbe-i Şamiye, s. 91.

    [36] Hutbe-i Şamiye, s. 100

    [37] Age. s. 110

    ——————–

    [i] Her şeyden önce TBMM Tutanakları Dergisi’ne göre Nursi’nin Ankara’ya geldiği ve Meclis’te özellikle Doğulu milletvekilleriyle buluştuğu kesin. Burada şu soru önemli: M. Kemal, S. Nursi’yi neden ısrarla çağırtmış ve Meclis’te “hoş geldiniz” töreni düzenletmiştir?

    Nursi’ye göre M. Kemal kendisini “taltif etmek” ve bütün Doğu illeri genel vaizliği teklifinde bulunmak maksadıyla davet etmişti. Aslında Lozan görüşmeleri sırasında İngilizlerin özerk ya da bağımsız bir Kürdistan kurulması tezlerine karşı, içeride Kürtlerin Türklerden ayrılmaması gerektiğini telkin edecek din adamlarına ihtiyaç vardı. Nursi’nin Ankara’ya çağrılması, bu nazik sürece olumlu katkılarda bulunabilir, Kürtlerin TBMM hükümetine bağlılığını koruyabilirdi.

    Ancak oturumları izleyen Nursi, namaz vakti gelip de mescide gittiğinde tam bir hayal kırıklığına uğruyordu. Zira milletvekillerinden ancak bir kısmı namaz kılıyordu. Bu durum, kafasında soru işaretleri çaktırdı. Padişah-Halifenin yetkilerini kullanan bir Meclis’in kararları, namaz kılınmadığı takdirde dinî açıdan sakatlanmaz mıydı?

    Bunun üzerine beyannamesini yayınladı. Milletvekillerine gönderdiğinden birkaç kelime farklı bir nüshayı da TBMM Başkanı sıfatıyla M. Kemal’e ulaştırdı.

    24 Kasım’da Mustafa Kemal “şiddetli bir hiddetle” başkanlık divanına girip Nursi’ye bağırarak “Seni buraya çağırdık ki, bize yüksek fikir beyan edesin. Sen geldin, namaza dair şeyler yazıp içimize ihtilaf verdin” der. Nursi’nin cevabı da aynı sertliktedir: “İmandan sonra en yüksek hakikat namazdır. Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduddur.”

    Bir gün sonra bu defa Başkanlık odasında görüşürler. Nursi “bütün hissiyatını ve prensibini rencide ettiği halde” Mustafa Kemal’in kendisine ilişmeyip taltifine çalıştığını ifade eder. “Mektubat”ta ise İslam’ın kurallarını tahrip etmenin bu millet, vatan ve İslam dünyasında büyük zarar doğuracağını, inkılap yapmak gerekiyorsa bunu doğrudan Kur’an’ı esas alarak yapmak gerektiğini söyler. Mustafa Kemal itiraz eder ama onu kendisine çekmek ve nüfuzundan yararlanmak için cazip tekliflerde de bulunur.

    Şebinkarahisar milletvekilli Ali Süruri Bey’in (1888-1926) basılmamış olan hatıratı, rejime muhalif olmayan bir milletvekilinin elinden çıktığı için apayrı bir önemdedir. Said Nursi-M. Kemal görüşmesi bu hatıratla ilk kez bağımsız ve o devre ait yazılı bir metin tarafından doğrulanmış olmaktadır.

    Ali Süruri hatıratında 25 Kasım günü Meclis dağılırken Başkanlık Divanı odasından içeriye baktığını ve “Kemal Paşa” ile “Bediüzzaman Molla Said-i Kürdî” arasındaki konuşmaya tanık olduğunu anlatır:

    “Konuşmanın başlangıcında Bediüzzaman, yazdığı mektupta (beyanname) namaz kılmayı tavsiye etmiş. Sonra Şafiî mezhebine göre namazı terk edenin şahitliği kabul edilmeyeceğinden, Meclis’in çoğunluğu namazı terk ederse kararlarının kusurlu ve hükümsüz olacağını söylemiş.”

    Kaynağımız, ardından Mustafa Kemal’in sözü aldığını ve beyannamenin “siyaseten sakıncalı” olduğundan söz ettiğini, yalnız kendisi muhatap alınmış olsaydı büyük bir sakıncasının olmayacağını ama milletvekillerine de gönderilmesinden üzüntü duyduğunu söyleyip “darıldı”ğını belirtiyor. Nursi de bu sakıncayı düşünmediğini itiraf ediyor. (Yalnız bu son cümlenin sayfa kenarına sonradan eklendiği dikkat çekiyor.)

    Said Nursi başlangıçta biraz “haşince” konuşurken muhatabının alttan alması üzerine sözlerini tevil edip hafifletiyor ve “aralarındaki kırgınlık zahiren” gideriliyor. Ancak “herhalde iki taraf da birbirine muğber (gücenik) kaldılar” ifadesi dikkat çekiyor.

    Yazara göre sözün burasında Mustafa Kemal çok mühim meselelere temas ediyor ve zekâsını gösteriyor. Ardından “Bediüzzaman’ı yalnız şu mübahasede dinleyenler şöhretini pek hakikate muvafık bulmadılar sanıyorum” diyor ve ekliyor: “Mamafih yine güzel cevaplar verdi. Ve Meclis’in çok mübarek ve mübeccel olduğundan bahsetti.”

    Ali Süruri’ye göre Nursi, bundan sonra M. Kemal’e şunları söylemiş: “Siz Kur’an’ı ve İslam’ı kurtardınız. Kur’an’ı omzunuza kaldırdınız. Kur’an ise her sayfasında salât (namaz) ile emrediyor. Mademki Kur’an’ı böyle muhafaza ettiniz, onun emri olan salâta da beynelmüslimin te’min-i müdâvemet (Müslümanların namaza devamını sağlamak) için teşebbüs etmeniz lazımdır ve mektubu size onun için yazdım. Sizden başkalarına yazdığım doğru olmayabilir. Fakat böyle bir teşebbüsü sizin hatırınıza onlar da getirsinler diye yazdım.”

    Mustafa ARMAĞAN, 16 Ocak 2011, Pazar

    [ii] İlk olarak 1916'da Kafkas cephesinde karşılaşmış olabilirler. Zira Bediüzzaman gönüllü milis alayının başında, Mustafa Kemal ise 16. Kolordu komutanı olarak aynı cephede Ruslara ve Ermenilere karşı savaşmışlardı.

    9 Kasım 1922'de geldiği Ankara'dan ayrılış tarihi 17 Nisan 1923 olduğuna göre 5 ay kadar Ankara'da kaldığı da kesin. (Mustafa ARMAĞAN – 02 Ocak 2011 Zaman)

    "23. Lem'a" olan "Tabiat Risalesi"nin başındaki not, bu bilgileri tamamlayıcı niteliktedir. Büyük Zafer'den sonra Ankara'ya gittiğinde "gayet müthiş bir zındıka fikri"yle karşılaştığını anlatır burada. Milleti bozmak ve zehirlemek için "dessasane" çalışanları görünce "Eyvah" der, "bu ejderha imanın erkânına (esaslarına) ilişecek."

    “1338’de Ankara’ya gittim. İslâm Ordusunun Yunan’a galebesinden neş’e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne çalıştığını gördüm. "Eyvah," dedim. "Bu ejderha imanın erkânına ilişecek!" O vakit, şu âyet-i kerime bedâhet derecesinde vücud ve vahdâniyeti ifham ettiği cihetle, ondan istimdad edip, o zındıkanın başını dağıtacak derecede Kur’ân-ı Hakîmden alınan kuvvetli bir bürhanı, Nur’un Arabî risalesinde yazdım. Ankara’da, Yeni Gün Matbaasında tab ettirmiştim.” (Lem’alar, 23. Lem’a – Tabiat Risalesi.)

[iii] Mesnevi Nuriye’de geçen ve 1339 tarihinde Meclis-i Meb’usan’a hitaben yazdığı konuşmanın bir sureti şudur:

("Şüphesiz namaz, mü’minler üzerine belli vakitler için farz olarak yazılmıştır." Nisa Suresi, 4:103.)

Ey mücâhidîn-i İslâm! Ey ehl-i hall ü akit! Bu fakirin bir meselede on sözünü, birkaç nasihatini dinlemenizi rica ediyorum.

Evvelâ: Şu muzafferiyetteki hârikulâde nimet-i İlâhiye bir şükran ister ki devam etsin, ziyade olsun. Yoksa, nimet şükrü görmezse gider. Mademki Kur’ân’ı, Allah’ın tevfikiyle düşmanın hücumundan kurtardınız. Kur’ân’ın en sarih ve en kat’î emri olan "salât" gibi ferâizi imtisal etmeniz lâzımdır- ta onun feyzi, böyle harika suretinde üstünüzde tevâli ve devam etsin.

Saniyen: Âlem-i İslâmı mesrur ettiniz, muhabbet ve teveccühünü kazandınız. Lâkin o teveccüh ve muhabbetin idamesi, şeâir-i İslâmiyeyi iltizamla olur. Zira, Müslümanlar İslâmiyet hesabına sizi severler.

Salisen: Bu âlemde evliyaullah hükmünde olan gazi ve şühedalara kumandanlık ettiniz. Kur’ân’ın evâmir-i kat’iyesine imtisal etmekle, öteki âlemde de o nurânî güruha refik olmaya çalışmak, sizin gibi himmetlilerin şe’nidir. Yoksa burada kumandan iken orada bir neferden istimdad-ı nur etmeye muztar kalacaksınız. Bu dünya-yı deniyye, şan ve şerefiyle öyle bir metâ değil ki, sizin gibi insanları işbâ etsin, tatmin etsin ve maksud-u bizzat olsun.

Rabian: Bu millet-i İslâmın cemaatleri, çendan bir cemaat namazsız kalsa, fâsık da olsa, yine başlarındakini mütedeyyin görmek ister. Hattâ, umum şarkta, umum memurlara dair en evvel sordukları sual bu imiş: "Acaba namaz kılıyor mu?" derler. Namaz kılarsa mutlak emniyet ederler; kılmazsa, ne kadar muktedir olsa nazarlarında müttehemdir. Bir zaman, Beytüşşebab aşâirinde isyan vardı. Ben gittim, sordum: "Sebep nedir?" Dediler ki: "Kaymakamımız namaz kılmıyordu, rakı içiyordu. Öyle dinsizlere nasıl itaat edeceğiz?" Bu sözü söyleyenler de namazsız, hem de eşkıyâ idiler.

Hamisen: Enbiyanın ekseri Şarkta ve hükemanın ağlebi Garpta gelmesi kader-i ezelînin bir remzidir ki, Şarkı ayağa kaldıracak din ve kalbdir, akıl ve felsefe değil. Şarkı intibaha getirdiniz; fıtratına muvafık bir cereyan veriniz. Yoksa sa’yiniz ya hebâen gider, veya muvakkat, sathî kalır.

Sadisen: Hasmınız ve İslâmiyet düşmanı olan frenkler, dindeki lâkaytlığınızdan pek fazla istifade ettiler ve ediyorlar. Hattâ diyebilirim ki, hasmınız kadar İslâma zarar veren, dinde ihmalinizden istifade eden insanlardır. Maslahat-ı İslâmiye ve selâmet-i millet namına, bu ihmali a’mâle tebdil etmeniz gerektir. Görülmüyor mu ki, İttihatçılar o kadar harika azim ve sebat ve fedakârlıklarıyla, hattâ İslâmın şu intibâhına da bir sebep oldukları halde, bir derece dinde lâübâlilik tavrını gösterdikleri için, dâhildeki milletten nefret ve tezyif gördüler. Hariçteki İslâmlar dindeki ihmallerini görmedikleri için hürmeti verdiler.

Sabian: Âlem-i küfür, bütün vesaitiyle, medeniyetiyle, felsefesiyle, fünunuyla, misyonerleriyle âlem-i İslâma hücum ve maddeten uzun zamandan beri galebe ettiği halde, âlem-i İslâma dinen galebe edemedi. Ve dâhilî bütün fırak-ı dâlle-i İslâmiye de, birer kemmiye-i kalile-i muzırra suretinde mahkûm kaldığı ve İslâmiyet metanetini ve salâbetini sünnet ve cemaatle muhafaza eylediği bir zamanda, lâübâliyâne, Avrupa medeniyet-i habise kısmından süzülen bir cereyan-ı bid’atkârâne, sinesinde yer tutamaz. Demek, âlem-i İslâm içinde mühim ve inkılâpvâri bir iş görmek, İslâmiyetin desâtirini inkıyadla olabilir, başka olamaz. Hem olmamış, olmuşsa da çabuk ölüp sönmüş.

Saminen: Zaaf-ı dine sebep olan Avrupa medeniyet-i sefihanesi yırtılmaya yüz tuttuğu bir zamanda ve medeniyet-i Kur’ân’ın zuhura yakın geldiği bir anda, lâkaydâne ve ihmalkârâne, müsbet bir iş görülmez. Menfîce, tahripkârâne iş ise, bu kadar rahnelere mâruz kalan İslâm zaten muhtaç değildir.

Tasian: Sizin bu İstiklâl Harbindeki muzafferiyetinizi ve âli hizmetinizi takdir eden ve sizi can ü dilden seven cumhur-u mü’minîndir. Ve bilhassa tabaka-i avâmdır ki, sağlam Müslümanlardır. Sizi ciddî sever ve sizi tutar ve size minnettardır ve fedakârlığınızı takdir ederler. Ve intibaha gelmiş en cesim ve müthiş bir kuvveti size takdim ederler. Siz dahi, evâmir-i Kur’âniyeyi imtisalle onlara ittisal ve istinad etmeniz, maslahat-ı İslâm namına zarurîdir. Yoksa, İslâmiyetten tecerrüt eden, bedbaht, milliyetsiz, Avrupa meftunu frenk mukallitleri avâm-ı Müslimîne tercih etmek maslahat-ı İslâma münâfi olduğundan, âlem-i İslâm nazarını başka tarafa çevirecek ve başkasından istimdat edecek.

Âşiren: Bir yolda dokuz ihtimal-i helâket, tek bir ihtimal-i necat varsa, hayatından vazgeçmiş, mecnun bir cesur lâzım ki o yola sülûk etsin. Şimdi, yirmi dört saatten bir saati işgal eden farz namaz gibi zaruriyat-ı diniyede, yüzde doksan dokuz ihtimal-i necat var. Yalnız, gaflet ve tembellik haysiyetiyle, bir ihtimal, zarar-ı dünyevî olabilir. Halbuki ferâizin terkinde, doksan dokuz ihtimal-i zarar var. Yalnız gaflet ve dalâlete istinad, tek bir ihtimal-i necat olabilir. Acaba dine ve dünyaya zarar olan ihmal ve ferâizin terkine ne bahane bulunabilir? Hamiyet nasıl müsaade eder?

Bâhusus bu güruh-u mücâhidin ve bu yüksek meclisin ef’âli taklid edilir. Kusurlarını millet ya taklit veya tenkit edecek; ikisi de zarardır. Demek onlarda hukukullah, hukuk-u ibâdı da tazammun ediyor. Sırr-ı tevatür ve icmâı tazammun eden hadsiz ihbaratı ve delâili dinlemeyen ve safsata-i nefis ve vesvese-i şeytandan gelen bir vehmi kabul eden adamlarla hakikî ve ciddî iş görülmez.

Şu inkılâb-ı azîmin temel taşları sağlam gerek. Şu meclis-i âlinin şahsiyet-i mâneviyesi, sahip olduğu kuvvet cihetiyle, mânâ-yı saltanatı deruhte etmiştir. Eğer şeâir-i İslâmiyeyi bizzat imtisal etmek ve ettirmekle mânâ-yı hilâfeti dahi vekâleten deruhte etmezse, hayat için dört şeye muhtaç, fakat an’ane-i müstemirre ile günde lâakal beş defa dine muhtaç olan şu fıtratı bozulmayan ve lehviyat-ı medeniyeyle ihtiyâcât-ı ruhiyesini unutmayan bu milletin hâcât-ı diniyesini Meclis tatmin etmezse, bilmecburiyye mânâ-yı hilâfeti, tamamen kabul ettiğiniz isme ve lâfza verecek. O mânâyı idame etmek için kuvveti dahi verecek. Halbuki, Meclis elinde bulunmayan ve Meclis tarikiyle olmayan böyle bir kuvvet, inşikak-ı âsâya sebebiyet verecektir. İnşikak-ı âsâ ise âyetine zıttır ("Allah’ın dinine ve Kur’an’a hep birlikte sım sıkı sarılın."Âl-i İmran Suresi, 3:103.). Zaman cemaat zamanıdır. Cemaatın ruhu olan şahs-ı mânevî daha metindir. Ve tenfiz-i ahkâm-ı şer’iyeye daha ziyade muktedirdir. Halife-i şahsî, ancak ona istinadla vezâifi deruhte edebilir. Cemaatin ruhu olan şahs-ı mânevî eğer müstakim olsa, ziyade parlak ve kâmil olur. Eğer fena olsa, pek çok fena olur. Ferdin iyiliği de, fenalığı da mahduttur. Cemaatin ise gayr-ı mahduttur. Harice karşı kazandığınız iyiliği, dâhildeki fenalıkla bozmayınız. Bilirsiniz ki, ebedî düşmanlarınız ve zıtlarınız ve hasımlarınız İslâmın şeâirini tahrip ediyorlar. Öyleyse, zarurî vazifeniz, şeâiri ihyâ ve muhafaza etmektir. Yoksa, şuursuz olarak şuurlu düşmana yardımdır. Şeâirde tehâvün, zaaf-ı milliyeti gösterir. Zaaf ise, düşmanı tevkif etmez, teşci eder.

("O ne güzel dost ve O ne güzel yardımcıdır." Enfal Suresi, 8:40. "Allah bize yeter; O ne güzel vekildir." Âl-i İmran Suresi, 3:173.)