Köprü Anasayfa

Sıdk, Muhabbet, Kardeşlik ve Dayanışma Manifestosu: Hutbe-i Şamiye

"Yaz 2011" 115. Sayı

  • Risale-Nur’a Göre Hakikat-i Hamiyet

    The Truth of Patriotism in Risale-i Nur’s View

    Yakup ASLAN

    Yrd. Doç. Dr., Harran Üniversitesi, Kimya Bölümü Öğretim Üyesi

    “Hem felsefe-i sakîmenin (yanlış felsefe) şakirtleriyle Kur’ân-ı Hakîmin tilmizlerinin hamiyetkârlık ve fedakârlıklarını bununla muvazene edebilirsiniz. Şöyle ki: Felsefenin şakirdi, kendi nefsi için kardeşinden kaçar, onun aleyhinde dâvâ açar. Kur’ân’ın şakirdi ise, semâvat ve arzdaki umum salih ibâdı kendine kardeş telâkki ederek, gayet samimî bir surette onlara dua eder. Ve saadetleriyle mesut oluyor. Ve ruhunda şedit bir alâkayı onlara karşı hisseder ki, duasında ‘Allah’ım, mü’min erkekleri ve mü’min kadınları bağışla’ der” 1.

    Bediüzzaman Said Nursi’nin 1911 yılında, otuz beş yaşında iken Suriye’nin Başkenti Şam’daki Emeviye Camii’nde aralarında yüz kadar büyük âlimin de bulunduğu cemaate karşı verdiği ve bir hafta sonra basılarak “Hutbe-i Şamiye” ismiyle yayınladığı hutbesinde İslam dünyasını geri bırakan hastalıklardan altıncısını “Menfaat-i şahsiyesine himmeti hasretmek” olarak tanımlar 2.

    Himmet ve hamiyet eş anlamlı kelimeler olup sözlüklerde kelime manası “gayret”, “çaba”, “emek”, “çalışma”; örfî manası ise benzer ifadelerle “Bir insanın yurdunu, ulusunu ve ailesini koruma gayreti/çabasıdır 3-7”. Ancak Risale-i Nur’u doğru anlamak için yazılan lügatte, bunlara ek olarak “din” de korunması gereken unsurlar arasında sayılmıştır ki, bu önemli bir farktır ve Risale-i Nur’da hamiyet-i milliye ve hamiyet-i diniye kavramları geniş olarak tartışılmaktadır. Said Nursi’ye göre İslam dünyasının en büyük problemlerinden biri, Müslümanların ekserisinin bu duyguyu yanlış olarak, sadece kendi şahsi menfaatleri için kullanmasıdır. Bu makalede, bu hastalığın nedenlerinin asıl kaynağının, Risale-i Nur’a göre “iman zaafı” olduğu ispatlanmaya çalışılacaktır.

    Hamiyeti şahsına hasretmenin en önemli nedenleri sebep-sonuç silsilesi içerisinde şöyle sıralanabilir: (1) yanlış tevekkül ve vazife-i ilahî’ye karışmak, (2) ümitsizlik, (3) nemelazımcılık, (4) dünya sevgisi ve meylürrahat. Çünkü hamiyetli bir insan vatanı, milleti, dini ve ailesi için bir şeyler yapmak istediği zaman, ilk olarak karşısına yanlış tevekkül ve vazife-i ilahîye’ye karışmak çıkar. Sebepler dairesinde kendisine düşen vazifeleri yapmak yerine, neticeye odaklanarak kendi gücü ve kuvveti ile o işin olamayacağına karar verir ve bu da ümitsizliği doğurur. Ümitsiz insan da “neme lazım, başkası düşünsün” der ve kendi küçük dünyasına çekilip rahatına meyleder ve dünya hayatını rahatça geçirmeye yönelik çabalara girer. Çünkü “Gaye-i hayal olmazsa veyahut nisyan veya tenâsi edilse, ezhan enelere dönüp etrafında gezerler.”8 En sonunda rahata alışan kişi sadece kendi menfaatini düşünen bencil bir insan haline gelir. Risale-i Nur odaklı bir düşünce pratiği, bütün bu nedenlerin altında iman zaafı olduğunu ortaya koyar. Şimdi bütün bu nedenleri sırasıyla inceleyelim.

    Yanlış Tevekkül ve Vazife-i İlahî’ye Karışmak

    “İmân tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni iktizâ eder. Fakat, yanlış anlama! Tevekkül, esbâbı bütün bütün reddetmek değildir. Belki, esbâbı dest-i kudretin perdesi bilip riâyet ederek; esbâba teşebbüs ise, bir nevi duâ-i fiilî telâkkî ederek; müsebbebâtı yalnız Cenâb-ı Haktan istemek ve neticeleri Ondan bilmek ve Ona minnettar olmaktan ibârettir”9.

    Kâinatı dikkatle gözlemleyerek iman eden kişi görür ki, etrafında ve kendi içinde cereyan eden hadiselerde kendine düşen sadece bir tarafa meyilden ibaret olan cüz-ü ihtiyaridir. Asıl iş gören Kadîr-i Külli şey olan Bakî bir Yaratıcının vücudu vaciptir. Mesela en basit bir fiilimiz olan yemek içmek suretiyle beslenmek fiilinde insanın yapabildiği tek şey lokmayı ağzına koyarak çiğneyip yutmaktır. Gerisi bizim irademiz dışında gerçekleşmektedir. İç organlarımız, dokularımız, hücrelerimiz bizim kendi irademizin dışında çalışmaktadırlar. Ve bu olaylar sadece kendi vücudumuzda değil bütün canlılarda aynı şekilde gerçekleşmektedir. Bu en basit olan beslenme fiili bize ait değilse, dünyada ve kâinatta gerçekleşen o müthiş inkılâplar ve hadiseler nasıl bizim fiilimiz olabilir? O halde gücü her şeye yeten, her şeyi gören, bilen ve irade edebilen tek bir yaratıcının varlığı vaciptir. Bunu aklı başında olan ve de özellikle biyoloji ve tıp gibi bilimleri okuyan, bilen hiçbir kimse inkâr edemez. O halde madem gerçek budur, öyleyse iman tevhidi gerektirir. Tevhid de teslimi gerektirir. Çünkü madem tek olan ve her şeye gücü yeten ve her işi yapan tek bir Yaratıcı vardır ve madem insan kendi kuvvetiyle bir hiçtir, o halde ona teslim olmak gerektir. Ona teslim olmak da tevekkülü iktiza eder. Tevekkül ise yukarıda tanımlandığı gibi, sebepler dairesinde, olmasını istediği şeyin olması için kendine düşen vazifeyi eksiksiz yapmak ve neticeyi Cenab-ı Hakk’tan beklemektir. Çünkü Sırat-ı Müstakîm yolunda yürüyen Ehl-i sünnet vel-cemaatin akidesine göre, Cenab-ı Hakk neticeyi yaratmak fiiline insanın cüzi iradesini adi bir sebep kılmıştır. Eğer insan cüzi iradesini doğru bir şekilde kullanırsa ve Cenab-ı Hakk’ın küllî iradesi de iktiza ederse neticeyi halk eder.

    Eğer insan doğru tevekkülü yaptığı halde neticeye ulaşamıyorsa “bunda da Cenab-ı Hakk’ın bir hikmeti vardır” deyip sabırla karşılamalıdır. Çünkü Cenab-ı Hakk Kur’an-ı Kerim’de, “dua edin, cevap vereyim” buyurmaktadır. Tevekkül de fiilî bir duadır. Dua ise ibadetin özüdür. Neticesi ise uhrevîdir. Aynen bir hastanın, hastalığı için doktordan bir ilacı istediğinde, doktorun, o ilacın o hastaya zararlı olduğunu bildiği için vermemesi gibi. Hasta, doktora “neden isteğimi kabul etmedin” diyemez. Çünkü doktor, hastasına neyin faydalı neyin zararlı olduğunu hastadan daha iyi bilir.

    Ümitsizlik

    “Müddet-i hayatımda tecrübelerimle fikrimde tevellüd eden şudur: Yeis en dehşetli bir hastalıktır ki, âlem-i İslâmın kalbine girmiş. İşte o yeistir ki bizi öldürmüş gibi, garpta bir-iki milyonluk küçük bir devlet, şarkta yirmi milyon Müslümanları kendine hizmetkâr ve vatanlarını müstemleke hükmüne getirmiş. Hem o yeistir ki, yüksek ahlâkımızı öldürmüş, menfaat-i umumiyeyi bırakıp menfaat-ı şahsiyeye nazarımızı hasrettirmiş. Hem o yeistir ki, kuvve-i mâneviyemizi kırmış. Az bir kuvvetle, imandan gelen kuvve-i mâneviye ile şarktan garba kadar istilâ ettiği halde, o kuvve-i mâneviye-i harika meyusiyetle kırıldığı için, zâlim ecnebîler dört yüz seneden beri üç yüz milyon Müslümanı kendilerine esir etmiş. Hattâ bu yeisle, başkasının lâkaytlığını ve füturunu kendi tembelliğine özür zannedip neme lâzım der, "Herkes benim gibi berbattır" diye şehamet-i imaniyeyi terk edip hizmet-i İslâmiyeyi yapmıyor” 10.

    Yanlış tevekkül ve vazife-i ilahî’ye karışmak neticesi olarak kuvvet-i imandan gelen dayanak noktasını kaybeden ümitsiz insan, istibdat karşısında siner, sesini çıkaramaz, boyun eğer ve esir hayatına alışır. Umumun menfaatini netice veren yüksek ideallerinden vazgeçer ve kendi şahsi menfaatine yönelir.

    İslam tarihine yakından bakan bir kişi açıkça görür ki Müslümanlar az bir kuvvetle imandan gelen kuvve-i maneviye ile kendilerinden sayıca ve teçhizatça çok daha üstün olan düşmanlarını defalarca mağlup etmiştir. Asr-ı Saadet’te müşriklere karşı yapılan Bedir ve Hendek’ten, Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı’na kadar bunun bir çok örneği mevcuttur.

    İslam Dünyası, Osmanlı İmparatorluğu zamanında, Kanunî Sultan Süleyman döneminde, Afrika’nın Batısından ve Avrupa’nın ortalarından Asya’nın ortalarına kadar yirmi dört milyon kilometrekarelik bir alana ulaşarak en haşmetli zamanını yaşamıştır.

    Kanuni’den sonra başlayan, Osmanlı’nın gerileme ve çöküş dönemlerinden itibaren zaman içerisinde kuvve-i imaniyenin zayıflamasıyla, Müslümanlar gerçek kuvvetlerinin kendi şahsi kuvvetleri değil de -tahkikî iman’ın neticesi olarak- Kudret-i ilahiye olduğunu unutunca hem manevi hem de maddi olarak Avrupa’nın gerisinde kalmış ve bugünkü esaret tablosu ortaya çıkmıştır.

    Bu “ümitsizlik kabri”nden çıkıp “yeniden dirilmek” için Müslümanların yeniden tahkikî iman tahsiline başlamaları ve kuvve-i manevîyelerini tekrar kazanmaları elzemdir. Çünkü “İmân hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakiki imânı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir”9 ve “Küre-i Arz bomba olup patlasa ihtimaldir ki onu korkutmaz”11.

    Nemelazımcılık

    Ümidini kaybeden bir insan hamiyet-i milliye ve diniyeyi gerektiren işlerde “neme lazım başkası düşünsün” der. Hatta istibdat da varsa, birlik ve beraberlikle halledilebilecek işlere de müdahale etmez ve tamamen kendi kabuğuna çekilir. Çünkü “ ‘neme lazım başkası düşünsün’ istibdadın yadigârıdır” 12.

    Aslında bu söz insanın kendi zayıflığından kaynaklandığı gibi, bir nedeni de rakibin veya hasmın gücünün abartılmasıdır. Kişi rakibin gücü karşısında kendi gücüne ve diğer bireylerin tek başlarına sahip oldukları güce güvenememek sonucu yapılması gereken işlere teşebbüsten vazgeçer. Hâlbuki mümin, Allah’ı (C.C.) “Allahu ekber” sıfatıyla tavsif ederek O (C.C.)’nun her şeye kadir olan gücüne dayanır ve ondan yardım bekler. İnayet-i ilâhiyenin bir şartının da diğer müminlerle ittifak olduğunu bilir ve onlarla teşrik-i mesai ederek millet, vatan ve din için çalışır ve gayret eder.

    Zerrelerden şemse kadar bütün kâinatı idare eden bir yaratıcıya dayanan bir insanı veya insanları kim mağlup edebilir? Hangi beşeri güç vardır ki bu ilahi gücün karşısında durabilsin? O güçle topal bir sivrisinek, Nemrut’u gebertmedi mi? Bir karınca Firavun’un sarayını başına yıkmadı mı?

    O halde Müslümanlara düşen en önemli vazife, tefekkürle imanını taklitten tahkike yükselterek nihayetsiz olan İlahî güce dayanarak hareket etmektir. Yanlış tevekkül bahsinde de ifade edildiği gibi insanlara düşen, rehberleri olan peygamberler gibi, ancak kendi vazifesini hakkıyla yapmaktır. Muvaffak edip etmemek Allah (C.C.)’ın vazifesidir, ona karışmamak gerektir.

    Müslümanlar Allah (C.C.)’ın kulu olduklarını, bu dünyaya imtihan için geldiklerini ve ancak Rıza-yı İlahî’yi tahsil etmekle cehennemden kurtulup cennete gireceklerini bilerek ahiretlerine ciddi çalışmak zorundadırlar. İmtihan için bu dünyaya gönderilen Müslümanların, omuzlarına ihsan-i İlahî tarafından konulmuş vazifeleri hatırlayarak bir anlarını bile boşa geçirmeden ümmet-i Muhammed (A.S.M.)’i sahil-i selamete çıkaracak hizmetlere dört elle sarılmaları elzemdir.

    Dünya Sevgisi ve Meylürrahat

    "Onlar dünya hayatını seve seve ahirete tercih ederler."13

    “Dünya sevgisi umum hataların başıdır.”14

    Yanlış tevekkül, ümitsizlik ve nemelazımcılık ile umumun menfaatini ilgilendiren yüksek ideallerini kaybeden insan kendi küçük dünyasına çekilip kendi hayatını rahat ve keyif içerisinde geçirmeye çalışır. Bu zamanın dehşetli hastalığı da ona yardım eder. Artık tek hedefi kalmıştır: “ömür kısa, hayatı bütün fantezileriyle yaşamak ve azami zevk almak lazım.” Halbuki "İnsanların en hayırlısı onlara faydalı olandır."15 hadis-i şerifine göre Müslüman’ın en büyük hedefi ve hayatının gayesi, Allah için, din için, millet ve vatan için çalışarak Cenab-ı Hakk’ın rızasını kazanmaktır.

    Dünya sevgisi ve meylürrahatın gerçek mahiyetinin anlaşılması için, Risale-i Nur’da bu konu ile ilgili bahisleri sıralamak sanırım başka hiçbir izaha ihtiyaç bırakmayacak kadar güzel ve yeterlidir. Risale-i Nur’da konu ile ilgili bahislerden bir kısmı aşağıdadır.

    “Dünyanın üç yüzü vardır: Birinci yüzü, Cenâb-ı Hakk’ın esmâsına bakar; onların nukuşunu gösterir, mânâ-i harfiyle, onlara âyinedarlık eder. Dünyanın şu yüzü, hadsiz mektubât-ı Samedâniyedir. Bu yüzü gayet güzeldir; nefrete değil, aşka lâyıktır.
    İkinci yüzü, âhirete bakar; âhiretin tarlasıdır, Cennetin mezraasıdır, rahmetin mezheresidir. Şu yüzü dahi, evvelki yüzü gibi güzeldir; tahkire değil, muhabbete lâyıktır.
    Üçüncü yüzü, insanın hevesâtına bakan ve gaflet perdesi olan ve ehl-i dünyanın mel’abe-i hevesâtı olan yüzdür. Şu yüz çirkindir. Çünkü fânîdir, zâildir, elemlidir, aldatır. İşte, hadîste vârid olan tahkir ve ehl-i hakikatin ettiği nefret, bu yüzdedir16. Sırf bu dünya hayatına yönelik yaşantıların hepsi geçici olduğu için, keyifli anların biteceğini düşünmek bile elem vermektedir. Çünkü “Zeval-i elem lezzet olduğu gibi zeval-i lezzet dahi elemdir”17.

    “İşte "sünnetullah" tabir edilen, kâinatta cereyan eden bu sırlı uzun düsturdandır ki, işsiz, tembel, istirahatle yaşayan ve rahat döşeğinde uzananlar, ekseriyetle, sa’y eden, çalışanlardan daha ziyade zahmet ve sıkıntı çeker. Çünkü, daima işsizler ömründen şikâyet eder, eğlence ile çabuk geçmesini ister. Sa’y eden ve çalışan ise şâkirdir, hamd eder, ömrünün geçmesini istemez. ‘Atâlet içinde istirahat eden, ömründen şikâyetçidir. Çalışan ve iş gören ise haline şükreder.’küllî düsturdur. Hem o sırladır ki, "Rahat zahmette, zahmet rahattadır" cümlesi darbımesel olmuştur”18.

    “Görüyorum ki, şu dünya hayatında en bahtiyar odur ki, dünyayı bir misafirhane-i askerî telâkki etsin ve öyle de iz’an etsin ve ona göre hareket etsin. Ve o telâkki ile, en büyük mertebe olan mertebe-i rızâyı çabuk elde edebilir. Kırılacak şişe pahasına daimî bir elmasın fiyatını vermez; istikamet ve lezzetle hayatını geçirir.

    Evet, dünyaya ait işler, kırılmaya mahkûm şişeler hükmündedir. Bâki umur-u uhreviye ise, gayet sağlam elmaslar kıymetindedir. İnsanın fıtratındaki şiddetli merak ve hararetli muhabbet ve dehşetli hırs ve inatlı talep ve hâkezâ şedit hissiyatlar, umur-u uhreviyeyi kazanmak için verilmiştir. O hissiyatı şiddetli bir surette fâni umur-u dünyeviyeye tevcih etmek, fâni ve kırılacak şişelere bâki elmas fiyatlarını vermek demektir.”19

    Sonuç olarak, hamiyetini kendi şahsına sarf etmenin temelinde iman zaafı yatmaktadır. Bunun sonucunda, dünyayı daimi ve kendisini ölümsüz zannederek ölümü hatıra getirmemek suretiyle hayatını rahat ve keyif içerisinde yaşama gayretini ortaya çıkmaktadır. Bu durumu tersine çevirerek hamiyetini din, millet ve vatanı hatta tüm insanlığın, hayvanların, bitkilerin ve tabiatın menfaatine sarf ettirmenin tek çaresi imanı taklitten tahkike çıkararak bütün maddi ve manevi duygularını imanî bakış açısıyla yeniden inşa etmek suretiyle bu duyguları ve kabiliyetleri gerçek mecrasına çevirmekle olur. Risale-i Nur ise bu amacı gerçekleştirmek için en güzel kaynaktır. Çünkü tamamen “Doğrudan doğruya Kur’andan alıp ilhamı, asrın idrakine söyletmektedir İslâm’ı”.

    Öz

    Said Nursi, “Hutbe-i Şamiye” adlı eserinde İslam dünyasını geri bırakan hastalıklardan altıncısını “Menfaat-i şahsiyesine himmeti hasretmek” olarak tanımlar. Said Nursi’ye göre İslam dünyasının en büyük problemlerinden biri, Müslümanların ekserisinin bu duyguyu yanlış olarak, sadece kendi şahsi menfaatleri için kullanmasıdır. Bu makalede, bu hastalığın nedenlerinin asıl kaynağının, Risale-i Nur’a göre “iman zaafı” olduğu ispatlanmaya çalışılacaktır.

    Anahtar Kelimeler: Hamiyet, iman zaafı, ümitsizlik, menfaat-i şahsiye, tevekkül, nemelazımcılık, dünya sevgisi

    Abstract

    In his work “Hutbe-i Şamiye”, Said Nursi identifies the sixth of the diseases which left the Islamic world backwards as “devotion of help to personal benefit.” In Said Nursi’s opinion, one of the greatest problems of the Islamic world is that most of the Muslims misuse this feeling through utilizing it only for their own benefits. The main purpose of this article is to prove that the main reason of this problem is, according to Risale-i Nur, the “weakness of faith.”

    Keywords: Patriotism, weakness of faith, hopelessness, individual benefit, trust in God, indifference, love of world

    Dipnotlar:

    1. Nursî Bediüzzaman Said, Lem'alar, Yeni Asya Neşriyat, 1994, Sayfa 123.

    2. Nursî Bediüzzaman Said, Hutbe-i Şamiye, Yeni Asya Neşriyat, 1994, Sayfa 27.

    3.http://www.risaleinurenstitusu.org/shared/lugat/lugat.asp?Kelime=%20hamiyet

    4. http://www.turkcebilgi.com/hamiyet/sozluk

    5. http://www.itusozluk.com/goster.php/hamiyet

    6.http://www.tdksozluk.com/index.php?ne=a&qu=hamiyet

    7. http://sozluk.bilgiportal.com/nedir/hamiyet

    8. Nursî Bediüzzaman Said, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, 1994, Sayfa 456.

    9. Nursî Bediüzzaman Said, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, 1994, Sayfa 284.

    10. Nursî Bediüzzaman Said, Hutbe-i Şamiye, Yeni Asya Neşriyat, 1994, Sayfa 50.

    11. Nursî Bediüzzaman Said, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, 1994, Sayfa 25.

    12. Nursî Bediüzzaman Said, Divan-ı Harb-i Örfi, Yeni Asya Neşriyat, 1994, Sayfa 65

    13. İbrahim Suresi, 14:3.

    14. El-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 1099; Süyûtî, ed-Dürerü’l-Müntesire, 97; İsfehânî, Hılyetü’l-Evliyâ, 6:388; el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 3:368, no: 3662.

    15. El-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 2:463; el- Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 3:481, no: 4044.

    16. Nursî Bediüzzaman Said, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, 1994, Sayfa 571.

    17. Nursî Bediüzzaman Said, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, 1994, Sayfa 196.

    18. Nursî Bediüzzaman Said, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, 1994, Sayfa 257.

    19. Nursî Bediüzzaman Said, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, 1994, Sayfa 37.