Köprü Anasayfa

Sıdk, Muhabbet, Kardeşlik ve Dayanışma Manifestosu: Hutbe-i Şamiye

"Yaz 2011" 115. Sayı

  • Sosyal Problemlerin Çözümünde “Muhabbet”in Etkisi

    The Affect of “Love” on the Solution of Social Problems

    Sebahattin YAŞAR

    İhlassız Muhabbet; Muhabbetsiz İttihat Mümkün Değildir

    Bireysel anlamda da toplumsal anlamda da içinde sevgi taşımayan bir tekamülden bahsetmek mümkün değildir. Yani sevmeyen bir ruhun insani kemalatta ilerlemesi imkanı yoktur.

    Bundandır ki, içinde muhabbet olmayan, sevgi ve şefkat bulunmayan hiçbir sistem, medeniyet, idare uzun ömürlü olamamıştır.

    İnsanların gönüllerine hitap etmek ancak muhabbet ile mümkündür. O zaman bütün insani problemleri sevgisizlikte, insani problem çözümlerini ise sevgide aramak sağlıklı bir adım olacaktır.

    Şu an dünyanın karşı karşıya bulunduğu insani problemlerin hepsinin çözümünde, merkezinde muhabbet olan küresel davranış tarzlarına ihtiyaç bulunmaktadır.

    Dünyaya gelen her varlıkta en esaslı unsur, en parlak nur, en büyük bir kuvvet ihlaslı muhabbettir. Dolayısıyla bu kuvvetin yeryüzünde çözemeyeceği hiçbir problem yoktur.

    Muhabbet mademki bu kadar güçlü bir duygudur. O zaman onu insanlar arasındaki bağları güçlendirmekte ve zamanla oluşacak problemleri çözmede etkin kullanmak gerekecektir.

    Nitekim kıyamet denen hadise de, kainattan, kainatın ‘varlık sebebi olan’ muhabbetin çekilmesi ile olacaktır.

    Said Nursi’nin, ‘Beşer, bütün bütün yoldan çıkıp, erken başına kıyameti koparmazsa’ tespiti, halife-i arz makamında olan insanın, muhabbet kabiliyetini kaybetmesine işarettir.

    Muhabbetin de sağlıklı varlığı için, bir takım esaslar ve tedbirler lazımdır.

    Ehl-i Muhabbet Olmanın Esasları

    Kainatı yaratan Allah, kainatın varlığının devamını sağlayacak ve bu yeri yaşanabilir bir mekan olarak düzenleyecek esasları da koymuştur.

    Yaratıcı, alemde, gerek insanın kendi içindeki, gerekse kendi cinsiyle olan sağlıklı iletişimini sağlayacak bir takım prensipler vaz etmiştir. Ve hatta insanın dışındaki diğer mahlukatla olan bağının nasıl olması gerektiğini de belirlemiştir.

    İslamiyet, getirdiği emir ve yasaklar ile kişinin kendi iç dünyasındaki istidatları keşfetmeyi ve insaniyet mertebesinden çıkarabilecek olan duygularını had altına almayı netice vermektedir.

    Mesela, ihlaslı ibadetler, insanın yüksek ruhunu imbisat ettirir, istidatlarını inkişaf ettirir, meyillerini temyiz ve tenzih ettirir, emellerini tahakkuk ettirir, şeheviye ve gadabiye kuvvelerini had altına alır ve insanı mukadder olan kemalatına yetiştirir. (İşaratü’l-İ’caz,s. 142)

    Kendi iç aleminde iman intisabını sağlayan bir insan, daire daire kendi dışındaki alemle de ihlaslı muhabbet bağı kuracaktır.

    Böylelikle, insan, hilkat nizamlarına ve fıtratın kanunlarına ve kainattaki ilahi kanun ve kaidelerin şualarına adeta bir santral gibi merkez olacaktır. Kendi içindeki kabiliyetleri inkişaf ettiren bir insan da, kainattaki umumi cereyanı temin edecektir. Böylelikle kainattaki nizam, insanın ibadetlerine bağlanmış olacaktır.

    “İnsan, İslamiyet sayesinde ve ibadet saikasıyla bütün Müslümanlara karşı sabit bir münasebet peyda eder ve kavi bir irtibat ve bağlılık elde eder. Bunlar ise, sarsılmaz bir uhuvvete, hakiki bir muhabbete sebep olur. Zaten heyet-i içtimaiyenin kemaline ve terakkisine ilk ve en birinci basamaklar uhuvvet ile muhabbettir.” (İşaratü’l-İ’caz,s. 141.)

    İslamiyet’in Mü’min Davranışları Noktasında Emrettiği Esaslar

    ‘Mü’minler ancak kardeştirler. Siz de kardeşlerinizin arasını düzeltiniz.’ (Hucurat Suresi 10.)

    Öncelikle Kur’an-ı Kerim, mü’minler arasındaki ‘kardeşlik’ vurgusuna dikkatleri çekmiştir. Bu kardeşlik ruhu işletilebildiği takdirde, bireysel ve toplumsal; hatta toplumlararası pek çok problemin önü alınmış olacaktır.

    Ehl-i iman arasında adavet varsa, bunu ortadan kaldırmak ve yerine muhabbeti ikame etmek bir mü’min davranışıdır.

    Muhabbete muhabbet, adavete adavet etmek düsturu, nerede bir muhabbet edilecek sebep var ise, muhabbet etmeyi; nerede bir adavet sebebi varsa, adavet etmeyi gerektirir.

    Burada mü’min kardeşinde bulunan adavet hissinin yok edilmesi için bireylere düşen misyondan bahsedilmektedir.

    Çünkü ‘Birbirinizi hakiki sevmedikçe, iman etmiş olmazsınız.’ yaklaşımı da muhabbet ile kardeşlik bağlantısına işaret etmektedir.

    Kötülüğe iyiliğin en güzeliyle karşılık ver, bir de bakarsın ki aranızda düşmanlık bulunan kimse candan bir dost oluvermiştir. (Fussilet Suresi, 34.)

    Ayet-i Kerime’de, içtimai hayatı tanzim eden bir başka prensipten bahsedilmektedir.

    İlk bakışta böyle bir davranışı yapabilmek zor gibi gözükmektedir. Ama zor olanın kazancı büyük olacağından, Kur’an böyle bir duygu dönüşümünün karşımızdaki insanda davranış dönüşümünü netice verebileceğine dikkat çekmektedir.

    O zaman karşınızdaki kişiyi dost veya düşman yapmak, sizin yansıtacağınız davranışlarla ortaya çıkacaktır.

    “Onlar bollukta ve darlıkta bağışta bulunurlar, öfkelerini yutarlar ve insanların kusurlarını affederler. Allah iyilik yapanları sever.”

    Ehl-i muhabbet olmanın bir göstergesi de ‘bolluk ve darlıkta bağışta bulunmak, öfkesini yutmak ve insanların kusurlarını affetmek’ tir.

    Yukarıdaki ayet-i kerimeler ve buna benzer pek çok ayetler, kişinin kendi iç alemini ve kişinin kendi dışındaki alemle olan iletişimini nizam altına alan prensipler içermektedir.

    Müslümanların İnsan Tabakalarına Göre Değişen Tavırları

    Düşmanlık mü’minin asli bir sıfatı değildir.

    Said Nursi, mü’mindeki düşmanlık hislerinin ancak şu üç durumda kullanılabileceğinin altını çizer. İlk olarak içindeki adavete adavet et düsturuyla, nefsin kötülüklerine ve terbiye edilmesine yönelik olması gerektiğini, ikinci olarak, “Taharri-i hakikat muhabbet iledir, husumet ise, vahşet ve taassuba karşı idi.” (Divan-ı Harb-i Örfi, s.27) tespitiyle, cehalete; üçüncü olarak da, ancak İslamiyet’e ve Kur’an’a yönelik mütecaviz düşmanlara karşı bu hissin kullanılabileceğinin dersini verir ve hatta adavet hastalığına yakalanmamak için, İslam’ı ve Kur’an’ı bilmeyenlerin zatlarına değil, onların sıfatlarına asıl düşmanlığın olması gerektiğini söyler. “Mü’minin şe’ni, kerim olmaktır. Senin ikramınla sana musahhar olur.”

    İslamiyet mizacı (İslami karakter) sevmeyi gerektirir.

    Bir insanın kalbine adavet yerleşmişse, bu insanın hayat algısı, bakış açısı negatifleşir ve etrafındaki insanların hal ve hareketlerini su-i tevil yapar, böyle birisi su-i zan mümkün oldukça, hüsn-ü zan etmez. Bir seyyie ile on haseneyi örter.

    Şeriatta, ‘bir mü’min bir mü’mine üç günden fazla kat-ı mukaleme etmeyecek’ emr-i ilahisi, içinde pek çok hikmet barındıran ve insanı adavet hastalığından ve daha birçok manevi hastalıktan koruyan bir hususiyet içerir. Buradaki üç gün tabiri, öylesine seçilmiş bir süreç değildir. Yarattığı insanın kalbini bilen yaratıcı, üç günden fazla küsmekliğin, adavet hastalığına sebep olacağını bildiğinden bu nehy-i İlahiyi emretmiştir.

    Yani ‘üç gün’ sınırı, psikolojik bir durum olarak insanın duygusal tarafına dikkat çekmektedir. Dinin bu yasağı, ortaya koymuş olduğu sınırla, insana verilmiş olan duygunun onun üzerindeki etkisini dikkate almıştır. Ama bu etkinin kaç gün sürebileceğini, o günden sonra kişi kendi iradesiyle bu etkileşimi sürdürürse, bu sefer daha başka mahsurları ortaya çıkacağını ifade etmektedir.

    Yani dinin koyduğu her sınır, dinin belirttiği ölçülerde kullanıldığında hem bu duyguyu yaşayanlar hem de bu duygu etkisinde kalanlar çok olumsuz etkilenmeyeceklerdir.

    İslamiyet koyduğu emir ve yasaklarla duygular üzerinde o kadar hassas ölçüler getirmiştir ki, bırakın mü’minin mü’mine kat-ı mukaleme yasağını, ehl-i dalaletin tecavüz etmeyenlerine bile, adavet yasaklanmış, ta ki bu his kalbinde yerleşmesin. Çünkü bu his ehl-i dalalete diye girer, ehl-i imana da dönüşebilir.

    Ancak buğz-u fillah anlamındaki bir niyet değişikliği ile mütecaviz dinsizlere karşı yapılacak tavırlar, insanı hastalandırmayacaktır.

    Adavet hastalığı, vücudun adeta manevi bağışıklık sistemini çökertmek gibi bir etki yapıp, farklı farklı manevi hastalıkların da sebebi olabilmektedir. Mesela su-i zan, iftira, gıybet, haset, kıskançlık, tarafgirlik, nifak gibi daha başka hastalanmalar da olabilir.

    Ehl-i İmana Karşı Tavır

    Topluma bir davranışsal değişim projesi gerekli

    Bediüzzaman konuyu Uhuvvet Risalesi’de çok dikkat çekici bir örnekle anlatır: “Bir cani yüzünden, çok masumları ihtiva eden bir gemi batırılmaz. Bir cani sıfat yüzünden çok evsaf-ı masumaneyi muhtevi bir mü’mine adavet edilmez.”

    “Lasiyyema, sebeb-i muhabbet olan iman ve tevhid, Cebel-i Uhud gibidir. Sebeb-i adavet olan şeyler çakıl taşları gibidir. Çakıl taşlarını Cebel-i Uhud’dan daha ağır telakki etmek ne kadar akılsızlıksa, mü’minin mü’mine adaveti o kadar kalpsizliktir. Mü’minlerde adavet, yalnız acımak manasında olabilir.”

    Elhasıl, iman muhabbeti, İslamiyet uhuvveti istilzam eder.”

    Dolayısıyla, iman ve İslamiyet’i önemseyen bir insan, karşısındaki insanda bulunan iman ve İslamiyet’i de önemseyecektir. Önemseyen insan, ondaki iman ve İslamiyet’e de muhabbet etmeyecektir. Ve muhabbet eden insan da, kardeşinin kusurlarına sadece acıyacak ve lütufla ıslahına çalışacaktır.

    Ehl-i imanın ehl-i imana vaziyeti budur.

    Tecavüz etmeyen ehl-i dalalete karşı duruş ise, hoş geçinecek, karışmayacak ve zahiren dost olacak; tecavüz edene düşman olacaktır.

    İttihat Ruhunu Bozan Adavet Hastalığı

    Muhabbet ve şefkat ehl-i İslam’ın mizacıdır. Ehl-i dünyanın rabıtası menfaat, unsuriyetken, ehl-i imanın rabıtası muhabbet ve şefkattir. İmanın üç hassasından birisi şefkattir.

    Muhabbet ittifakın, vifakın ve daha da ileri boyutu ittihatın şartıdır. İttifak ve vifak Cenab-ı Hakk’ın yardım etmesine ve başarılı kılmasına çok önemli bir vesiledir. Vifak, aynı çizgi üzerinde birleşmek, ittifak ise birlik ve beraberliğin ruhta bir tabiat haline gelmesidir. İttifakta saygı esastır. İttihadın olabilmesi için önce ittifak; ittifak ve vifakın olabilmesi için de ihlas şarttır.

    Müminler arasındaki vifak ve ittifakı sağlamak ve bu noktalarda çaba sarf etmek ferdi kemalat için yapılan dua ve zikirlerden çok daha fazla faziletli ve üstündür. Bu mesele ile ilgili İmam-ı Rabbani, kendisine sorulan bir sorunun cevabında şöyle der, ‘İslamiyet, insanların saadetine çalışanları kendini kurtarmaya çalışanlardan daha üstün tutmaktadır.’

    Tesanüdün, ittifakın ve vifakın önünde en önemli engel tarafgirlik ve adavet hisleridir. Şefkatin ve muhabbetin zevaline sebep olan bu hislerin ehl-i imanın kalbine girmesine, iman, engeldir. Fakat imanın nasıllığı, bu hastalığın seyrini değiştiren bir özellik içerir. Tahkiki iman ve tam ihlas, adavet hastalığının kalbe yerleşmesine engel olur.

    İnsan kendindeki değerlerin farkına vardığı ölçüde karşıdaki insanın değerlerini de anlar ve muamelede bulunur.

    İman, İslamiyet, din, peygamber, millet, vatan ve dava gibi ulvi değerlere sahip bir insan, kardeşinde de aynı değerleri önemseyecek ve muhabbetini bu değerler üzerine bina edecektir. Yani iman ve İslamiyet’e, kâbe hürmetini göstermeyen bir insan veya bu değerleri çok da önemsemeyen birisi, karşısındaki mümin kardeşi ile arasındaki nurani rabıtaları fark etmeyecek ve hatta çakıl taşı hükmünde olan kusurlarını önemseyecek ve büyütecektir.

    Böylelikle mümin kardeşine karşı adavet hisleri besleyen bir kimse aslında imanî derecesinden haber vermektedir. Çünkü insan kendindeki ölçücüklerle etrafındakileri ve hadiseleri değerlendirir.

    Her şeye iman ve İslamiyet nokta-i nazarından bakabilmek yüksek bir iman yansımasıdır. Dolayısıyla adavet hastalığına tutulan ehl-i iman, nefis ve gurur damarıyla hareket etmekte, manevi hayatında da akıl ve kalbin sustuğu, nefsin aktif olduğu bir durum içinde bulunmaktadır. Bu da bir mümin için en tehlikeli ve her türlü günahın, zulmün kapılarının açıldığı bir haldir.

    Bediüzzaman’ın Uhuvvet Risalesi’nde yaptığı adavet ile ilgili dersler, kişinin kendi iç dünyasını anlaması, hislerini kontrol etmesi açısından son derece önemli bir test niteliğindedir. Kişinin adavet hastalığına tutulup tutulmadığı anlamak açısından bir dizi tespitler sunar. Mesela, adavet ve muhabbet, nur ve zulmet gibi zıttır ve ikisi bir kalpte hakikatiyle bulunmaz der.

    Genelde adavetin bir kişi veya kişiler üzerinde yaşandığı düşünülür. Oysa bu hastalık kalbe girmişse, böyle bir insan muhabbet ettiğini düşündüğü insanlara da hakiki muhabbetli olamaz. Çünkü iki zıt kavram bir kalpte bulunmaz. Kalpte hakiki muhabbetin olduğunun işareti, mümin bir kardeşinden fenalık gördüğünde veya onun bir günahına şahit olduğunda kardeşinin bu durumundan dolayı ona acır, dua eder ve lütufla ıslahına çalışır.

    Aksi haldeki tavırlar yani, mümin kardeşe karşı mümaşaat (hoş geçinmek için hiçbir şeye karışmamak), tasannu ve hatta müdahane gibi tavırlar sergileniyorsa, bu adavet hastalığına tutulmuş bir kalbin belirtileridir. Maalesef müdahane ve mümaşaat günümüz el-i imanında da görülen ve insanı kişiliksizleştiren kötü ahlaktandır.

    Müdahane, bir yanlışı, günahı gördüğü zaman bunu düzeltecek kudret ve güce sahip olduğu halde sesiz kalmaktır. Bu, ehl-i iman kardeşini gerçekten sevmeyen ve kalbinde hakiki muhabbet olmayan kimselerin özelliğidir. Müminlerde adavet, ihlası ve adalet duygularını bozan çok tehlikeli bir hastalıktır. Kalbe girmesine yol vermemek, hem şahsi hayatın hem sosyal hayatın istikameti için şarttır. Zira ittihat, ittifak, tesanüt gibi kabiliyetlerin ortaya çıkması ancak tam ihlas ile mümkün olacaktır.

    İhlas sadece ibadetlerde riyadan kaçma değil aynı zamanda akli ve ahlaki projeler için bir araya gelmek, muhabbeti tesis etmek, omuz omuza vermek, birlikte hareket etmek anlamlarına gelmektedir. İhlasın en zor gerçekleşen ve nefse en zor gelen ilkesi ittihattır. Çünkü yüksek bir iman uyanık bir akıl ve muhakeme ve salih bir kalp, safi bir muhabbet lazımdır.

    Dolayısıyla yanı başındaki mümin kardeşiyle ittifakı, vifakı sağlayamayan bir insanın hizmetlerinde ihlaslı olması mümkün değildir. Şahsi hayatındaki ihlas, yani ibadetlerini riyadan uzak tutması tam bir ihlas anlamına gelmez. (B. Duran.Köprü, no: 108)

    Hasılı, Bediüzzaman, ihlası çok farklı boyutlarıyla ele almış, sadece ubudiyetlerde riyadan uzak olmak değil, sosyal açıdan tesanüt ve ittifakın da temeli olma nokta-i nazarından bakmıştır. Yirminci İhlas Risalesi ehl-i hakkın vifak ve ittifakı noktasında ihlasın önemine dair dersler ihtiva ederken, Yirmi Birinci İhlas Risalesi ise hem şahsi ve psikolojik açıdan hem de manevi hastalanmaların sirayet ettiği toplumsal hastalıkların tedavisi noktasında ihlası ele almıştır. Amellerin ruhu ihlas olduğu gibi, İslam kardeşliğinin, ittihadın ruhunu ihlas oluşturacaktır. Ancak iç aleminde ihlas hakikatini yaşayamayıp yanı başındaki mümin kardeşi ile ittifakı sağlayamayanların daha büyük dairelerde ittihad-ı İslam adına yapacakları pek bir şey yoktur.

    İttifakta akıl, belirleyici faktördür. İttihatta ise; akıl, muhabbet, uhuvvet belirleyici faktördür. İttihadın olabilmesi için ittifak şarttır. İttihatsız, ittifak olabilir, fakat ittifaksız ittihat olamaz. Dolayısıyla ittifakı başaramayanlar, ittihadı gerçekleştiremezler. Akıl yürütme ve tenkit edilmeden verilen karar, ittihat değildir. İttihatta hissilik, kalbilik ve muhabbet ön plandadır. İttifak ta ise, amaç birliği vardır. İttifakta saygı ön plandadır. İttihatta ise sevgi ve muhabbet ön plandadır.

    Muhabbet ve Uhuvvetin En Büyük Düşmanı: Tarafgirlik

    Tarafgirlik, sosyal empatinin muhabbet ve uhuvvetin en büyük düşmanıdır. Tarafgirlik menfi anlamda istimal edildiğinde fanatizmi netice verir. Fanatizm ise, insanı körleştirir. Sabit fikirli hale getirir. Eleştiriye, mantıklı izahlara, sorgulamalara tahammülsüzleştirir. Ayrıca empati yapmayı; yani meseleye karşı taraf açısından bakmayı güçleştirir. Böyle insanlar ancak kendi fikrini besleyenlerle beraber olur ve severler. Kendisi gibi düşünmeyenleri ve eleştirenleri ihanetle suçlar ve ilişkileri keser. Böylelikle tarafgirlik ve adavet, toplumsal bir hastalık haline dönüşür. Irkçılığın temelinde de fanatizm vardır. Aşırı tarafgirlik ırki üstünlüğe inanmayı netice vermiş ve felsefesini tecavüzle yutmak olarak belirlemiştir. Irkçılık fanatizminin altında da enaniyet hastalığı vardır.

    Bu meseleyi Said Nursi, Uhuvvet Risalesi’nde şöyle izah eder. Müspet anlamda tarafgirlik toplum için çeşitlilik ve renkliliktir. Müspet tarafgirliğin ölçüsü kendi mesleğine, ait olduğu camianın, cemaatin tarafında yer alıp, tamir ve revacına çalışmaktır. Başkasının tahrip ve iptaline çalışmak, garazkarane, adavetkarane davranmak menfi tarafgirlik anlamına gelir ve bu içtimai hayata zarar verir. Zira birbirleriyle boğuşanlar müspet hareket edemezler.

    Said Nursi, menfi tarafgirliği hayat-ı içtimaiyenin marazı olarak değerlendirir. Toplumsal empatiyi, uhuvveti, muhabbeti sağlamak için hareket düsturu;“Allah için sevmek, Allah için buğzetmek ve Allah için hüküm vermektir.” Nefsin ve enaniyetin devreye girdiği her hareket, önce bireyde sonra toplumda manevi hastalık ve marazlar doğuracaktır.

    Tarafgirliğin kaynağında haklılık duygusu vardır. Buna öyle inanırlar ki, kendince kötü bildiği her şeyi yok etme, değiştirme hakkını kendilerinde görebilirler. Çünkü kendilerini mükemmel ve kusursuz gören bu anlayış, hasmını kusurlu görecek ve adaleti bozacak, müspet hareket etmeyecektir.

    Tarafgirlik, aynı zamanda değişimin önünde bir engeldir. Said Nursi’nin alem-i İslam’ın hastalıklarını sayarken, adavete muhabbet, istibdat ve meşveret etmemek vurguları, terakkinin en önemli engelleri olarak tespit edilmiştir. Zira bu hastalıklar değişime ve gelişmeye kapalı hale getirir. Aşırı tarafgirlik marazına yakalanmış fertler veya milletlerin söylemlerinde hain tabiri çok kullanılır. Zira adavet hastalığı, tarafgirlik saikiyle girmiş bulunduğundan haksızlığı hak bilir ve haklı hasmını haksızlıkla teşhir eder. Bütün bu düşünceler sosyal bir varlık olan insanın hayatını zehirlendiren, parçalayan, kuvvetsizleştiren düşüncelerdir.

    Müspet Hareket

    Muhabbete muhabbet, adavete adavet prensibi, Bediüzzaman’ın hayatının her karesinde uyguladığı bir prensiptir. Gerek şahsi hayat ve dar dairede gerekse içtimai hayat ve geniş dairede uygulanan bu prensip, dar dairede uhuvvet olarak kendini gösterirken, geniş dairede, ‘euzubillahimineşşeytani vessiyaset’, sivil itaatsizlik ve müspet hareket olarak şekillenmiştir.

    İslam ülkeleri ne acı ki, özellikle yirminci yüzyıl başlarında siyasete ve şiddete başvurmayı yöntem olarak seçmiştir. Mesela, Humeyni, İhvan-ı Müslimin ve Cezayir hareketleri bunlara örnektir. Şiddet ve silahla baskı uygulayarak toplumu değiştirme hedefleri otoriter düşünceyi ortaya çıkarmıştır.

    Buna karşın toplumsal değişimin bir başka yöntemi ise, sivil itaatsizliktir. Yani özgürlük ve hak mücadelelerinin silahsız olarak, siyasi bir emel taşımadan sosyal meselelere kafa yorarak uygulanmasıdır.

    Bu yöntemin yakın yüzyılda en bariz örneği, Hindistan’da 1907 yılında Gandi ile başlayan özgürlük hareketleridir. Gandi, Güney Afrika’da Hindu bir avukat olarak halkın savunması için pasif direnişin yöntemi olan sivil itaatsizliği seçmiştir. Gandi’nin tezi, öncelikle şiddete başvurmamak için sert direniş, adalete bağlılık, gerçek sevgi ve içinde yumuşaklık bulunan kuvvet şeklinde tezahür etmiştir. Güç odaklarıyla iş birliğinden kaçmış, pasif direniş teknikleri geliştirip bunları uygulamıştır. Ruh kuvveti, sevgi, fedakarlık değerlerinin gücüyle hareket ederek, 1914’e kadar bu yöntemlerle hükümetten pek çok haklar elde etmiştir.

    Aynı dönemlerde Türkiye’deki meşrutiyet hareketleri, İttihat ve Terakki’nin laubali tavırları, meşrutiyet algılarındaki problemler, dinin gelişmeye engel olduğu düşünceleri vs. arkasından yeni bir hükümetin kuruluşu, halka rağmen yapılan inkılaplar, tek partili dönemler, din karşıtlığı karşısında nurculuk hareketi sivil itaatsizliği kullanmıştır. Said Nursi, Türkiye’nin bu zorlu ve cebr-i keyfi-i küfri kanunlarla hareket edildiği bu döneminde, hükümetin her türlü tehditlerine ve birlikte çalışma tekliflerine karşı çıkmıştır. Bu dönem adeta iki farklı zıt kutbun çarpışma dönemidir. Bu çarpışmayı gerçekleştirirken, tek partili rejim, devletin imkanlarını da kullanarak, her türlü sürgün, hapis, işkence gibi tazyikatları uygulamıştır. Buna rağmen Said Nursi, muhabbete muhabbet, adavete adavet prensibiyle hareket ederek, hiçbir zaman silah ve şiddet taraftarı olmamış ve hatta bu rejimin baskılarına karşı, silahlı direnişe geçen Şeyh Sait’i dahi, dahilde kılıç çekilmez anlayışıyla, uyarmıştır.

    Gandi’nin sivil itaatsizliği ile Said Nursi’nin gerçekleştirdiği sivil itaatsizlik arasında belirgin farklı vardır.

    Gandi’nin sivil itaatsizliğinden farklı olarak, Said Nursi’de hiçbir şekilde siyasi bir emel takip edilmemiştir. Said Nursi, insanların gönlüne hitap etmenin, akıl ve kalplere güzellikler ekmenin, değişim ve gelişim için yeterli olduğunu söylemiştir. Bu yüzden şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım sözü Said Nursi’nin bir hayat boyu uyguladığı bir prensip olmuştur.

    İkinci olarak, Said Nursi, müspet hareket yöntemini kullanmıştır. Yani, ülkeyi yönetenlerin kusurlarıyla uğraşmak yerine, kendi doğrularını anlatmıştır. Demokrasinin, cumhuriyetin, laikliğin, meşrutiyetin özüne uygun gerçek tanımlarını yapmıştır. Meşrutiyetin ilanı sırasındaki söylemlerinde meşrutiyeti meşruiyet çerçevesinde kabul ettiğini söylemiştir. Yani ne İttihat ve Terakki’nin tarafında yer alıp, onların istediği sınırsız serbesti içeren ve dini dışlayan anlayışın yanında yer almış, ne de meşrutiyete tamamen karşı olan dindar ama ferasette noksan Müslümanların yanında yer almıştır.

    Yani Bediüzzaman meşrutiyeti, meşruiyet çerçevesinde tanımlayarak kabul etmiştir.

    Talebelerine iman ve Kur’an hizmetinin asıl olduğu, vazifelerinin yapılıp, netice-i İlahiyeye karışılmaması, her türlü sıkıntıya, sabır ve şükürle mukabale edilmesi gerekliliğinin derslerini vermiştir.

    Ayrıca müspet hareketin esasını oluşturacak olan tevekkül, ibadet, uhuvvet, ihlas, tesanüt konularına çokça tahşidat yapmıştır.

    Said Nursi’nin müspet hareket yöntemindeki en önemli esaslarından birisi de, istişaredir. İhtilafın önüne geçmek için, talebelerine meşvereti önermiş,‘meşveret-i şer’iye ile reylerinizi teşeddütten muhafaza ediniz’ demiştir.

    Said Nursi’nin müspet hareket esaslarından biri de, şefkat ismi altında hürmet ve merhamet hislerinin hakim olmasıdır. Bunun için de şahs-ı manevi tabiri kullanmış, her bir ferdin şahs-ı manevinin bir azası olduğunu ve azalardan birinde meydana gelecek bir arızanın şahs-ı maneviyi etkileyeceğini, şahs-ı manevinin de arızayı gidermek için o azanın yardımına koşması gerekliliğini söylemiştir.

    Birçok ifsat hareketleri olan yıldırma, korkutma, ödüllendirme tavırlarına karşı Said Nursi, müspet hareket çizgisinden ayrılmamış ve talebelerine de sık sık bu dersi vermiştir.

    Said Nursi’nin müspet hareket çizgisinin bir esası olan şefkat ve muhabbet hissinin iman ile bağlantısı bulunmaktadır. İmanın artması ile hakiki muhabbetin de artacağını savunur. “Ben imanın cereyanındayım. Karşımda imansızlık cereyanı var. Başka cereyanlarla alakam yok.” diyerek, müspet hareketin iman hizmeti olduğunu ifade etmiştir.

    Said Nursi’nin müspet hareket noktası o kadar geniştir ki, imansızlık cereyanına karşı bırakın ehl-i imanın ittifakını, Hıristiyanlarla dahi, bu noktada bir ittifak lazım geldiğini söylemiştir.

    Said Nursi’nin silahsız ve siyasetsiz sivil itaatsizliğinde en göze çarpan bir nokta da, güç odaklarıyla hiçbir zaman işbirliği yapmamış olmasıdır. Devlete itaat eden, fakat hürriyetler ve haklar noktasında vaz geçmeyen, adaletsizliği onaylamayan duruşuyla 1900’lü yıllar Türkiye’sinde ve hala fikirleri taptaze duran çok önemli bir dönüşüm gerçekleştirmiştir. Bütün menfi propagandalara ve adımlara rağmen, o her şeyi İslamiyet nokta-i nazarından değerlendirmiş ve mihenge vurmuştur. Ayrıca iki dünya savaşının insanlığa getirdiği acı ve vahim sonuçları değerlendirmiş, bu yöntemlerle neticeye ulaşmanın mümkün olmadığını ve insanlığın da bu şiddet politikalarını hazm-ı nefs etmeyeceğini vurgulamıştır.

    Said Nursi, sadece alem-i İslam’ın mukadderatıyla ilgilenmemiş, insanlığın geleceğine ve huzuruna dair dersler de sunmuştur. Küresel problemlere, ‘kürenin sahibi’nin razı olduğu ve öğrettiği küresel davranış tarzlarını uygulayarak çözüme gidileceği tespitinde bulunmuştur.

    Netice olarak, üstadın, adavete adavet muhabbete muhabbet prensibini, müspet hareket adıyla formülize etmek mümkündür.

    Muhabbet, Sosyal Problemleri Tedavi Eder

    Düşmanlık ve adavet; çirkin ve sevimsiz bir sosyal kirleticidir.

    Husumet ve adavetin ne dehşetli bir zulüm, ne kadar fena ve tahrip edici olduğunu, dünya savaşları insanlığa göstermiştir. Milyonlarca insan bu hasta hisler nedeniyle hayattan çekildiler ve insanlığa da çok ciddi bir kirlilik mirası bıraktılar. Öyleyse, bırakın mü’minlerdeki adavet sebebi görülen şeyleri, düşmanlarımızın bile günahları, çirkinlikleri, kötülükleri tecavüz halinde değilse, ehl-i imanın adavetini, düşmanlığını celb etmemesi önerilmektedir. Onlar bu halleriyle zaten cehennemde azab-ı İlahiye muhatap olacaklardır. Yani burada tecavüz etmeyen ehl-i dalalete karşı bile adavet içerisinde olmamak, adavetten mümkün mertebe uzak olmak öğütlenmektedir.

    Nitekim günümüz dünyasında, çok basit sebepler nedeniyle, ehl-i imanın ehl-i imana karşı, akrabalarına karşı işledikleri maddi ve manevi cinayetleri, tam da bu adavete muhabbetin bir yansımasıdır.

    Yine bir evladın anne babasına karşı, kendi hoşuna gitmeyecek bir konuda her türlü cinayeti göze alması, bir hastalanma halidir.

    Bir genç arkadaşın, arkadaşına karşı farklı bir yaklaşımda her türlü zararı göze alır adımlar atması tam bir adavet hastalanması halidir.

    Ya da bir devlet başkanının, kendi yönetimi hoş görülmediği için halkına karşı kurşun sıkması bir hastalanma göstergesidir.

    O zaman en küçük daireden en büyük daireye kadar bir muhabbet eğitimine ihtiyaç olduğu aşikardır.

    Muhabbetin zıddı olan adavet bir hastalanma halidir. Özellikle de mü’min kardeşine karşı adavet, hastalanmanın göstergesidir. Mü’min, önce kendi nefsini kınar ve mü’min kardeşini kınamaktan çekinirse, önemli bir adavet kapısını kapatmış olur. Bu da çok kolay bir imtihan hali değildir. Çünkü nefsin tabiatında takdir edilmek, ilgi çekmek, hatasız bilinmek, kusursuz görünmek, övülmek, tefevvuk etmek, büyüklenmek gibi zayıf noktalar vardır.

    Bediüzzaman’a göre, eğer adavet edeceksek, içimizdeki adavete adavet etmeliyiz. İçimizdeki –şeytanın durmadan ektiği- adavet tohumlarını daha yeşermeden kurutmalıyız. En öncelikli savaşımız bu olmalıdır. Çünkü adavet, en başta kişinin kendisine karşı işlediği cinayettir. Adavetin, bir de haset kolu vardır. Haset ise önce taşıyanı yer bitirir.

    Bireysel hastalanmalar toplumsallaşma temayülü taşır. Onun için bireysel hastalanmaların yayılmadan tedavi cihetine gidilmesi çok önemlidir. Çünkü ittihad-ı İslam mefkuresi sağlıklı bireylerden oluşan toplumlarla sağlanabilecek bir uygulamadır.

    İnsanı mü’min kardeşine karşı böyle bir adım atmaya iten sebep, Bediüzzaman’ın ifadesiyle, şuursuz olarak ehl-i imana karşı haksız olarak adavet etmesi ve kendini haklı zannetmesi, gurur ve nefisperestliğindendir.

    Sonuç

    Kainat muhabbet üzere yaratıldığı için, kainattaki olup biten her hadise de muhabbet ya da muhabbetsizliğin sonucudur. Küresel, beşeri, toplumsal, ailevi ve bireysel anlamdaki bütün problemler yaratıcı muhabbetini kaybetmenin sonucudur. Bu aynı zamanda ilahi birer musibete dönüşür.

    Nitekim insanlar arasındaki bütün savaşlar, kavgalar, terör ve bir bütün halinde yıkımlar muhabbetsizliğin sonucudur.

    Yine bütün gelişmelerin, terakkinin, dayanışmaların barışların altında muhabbet vardır. O zaman ne yapıp edip, muhabbeti bütün problemleri çözmede ve güzellikler tesis etmede muhabbeti çok aktif bir şekilde kullanmak gerekiyor.

    Sevginin, muhabbetin olmadığı yerde, hiçbir olumlu adım atma imkanı da yoktur. O zaman çözüm olarak, insanlardaki ve toplumlardaki sevme potansiyelini arttırmak gerekiyor. Yani insanın kalbine ne ekilirse, onun mahsulü ile karşılaşmak gerekecektir.

    Çünkü sevmemek/muhabbet etmemek negatif enerji taşımak demektir. Sevmemek bir yüktür. Böyle bir kirletici ile güzel adımlar atma imkanı yoktur. Önce bu kirlilikten temizlenmek gerekiyor.

    Kirli düşünce, önce taşıyanı kirletir. Kirlilikten kurtulmadan da temiz adımlar atılmaz.

    O zaman kişinin kendinden başlamak üzere, bütün insanlara, mü’minlere karşı bir bakış değişikliğine gitmeye ihtiyaç vardır. Buna hüsn-ü zan eğitimi demek mümkündür.

    Her insan esma tecellilerine mazhardır. Bir esma da her insanda baskındır. İnsanlara muhabbet önce bu bakışla mümkündür. Her insan, bu esma potansiyelini taşımaktadır. Bunu her insanda okumak gereklidir.

    Diğer taraftan mü’minlere muhabbet etmek, onlardaki İslamiyet ve iman nedeniyledir. Ve bu sıfatlar kabe hürmetinde ve Cebel-i Uhud azametindedir. Bunu çok ama çok önemsemek gerekmektedir.

    Bunun da yolu, önce insana sonra mü’mine hüsn-ü zan geliştirmektir.

    Böyle bir insan zahiren leim bile olsa, iman ve İslamiyet noktasından kerimdir ve muhabbete layıktır.

    Adavet hastalığının şöyle bir sonucundan da bahsetmek mümkündür.

    Kişi, sevmediği insanlar sayısınca negatif enerji yükü taşıyor demektir. Bu olumsuz bakış, su-i zan, negatif enerji iyi niyeti ve empatiyi öldürüyor. Bu duygular ölünce de, kişi sevmediği şeyden uzak durmak ve onu gerektiğinde ortadan kaldırmak meyli ile karşı karşıya olacaktır. Nitekim bütün kaçışlar ve ortadan kaldırma eylemleri, o sevilmeyen şeylere, sevgi ve muhabbeti kaybetmenin sonucudur.

    Adavet, vücuda giren bir hastalık gibidir. Hastalık önce vücudun bağışıklık sistemini çökertip, diğer hastalıklara açık hale getiriyor. Bir kalbe de adavet girince, beraberinde başka hastalıklar da oluşmaya başlıyor.

    O zaman adavet hastalığının kalbe girmesine izin vermemek gerekecektir.

    Evet, Allah’ın gadap ismi herkeste vardır. Ancak bu isim, nerede kullanıldığına bağlı olarak şekilleniyor. Yani bu isim ehl-i iman ve zararsız insanlara kullanılırsa, bu hastalığa dönüşüyor. Fakat tecavüz eden ehl-i küfre karşı kullanılırsa, buğz-u fillah haline dönüşüp, Allah için yapılmış bir fiil oluyor ve ibadet sevabı kazandırıyor.

    Öz

    Muhabbet, yalnız İslam aleminin değil; bütün insanlığın problemlerini çözebilecek en etkili formüldür. Said Nursi, sosyal hastalıklar karşısında, Uhuvvet Risalesi’nde olduğu gibi, kişinin kendi iç dünyasından başlayan bir sosyal tedavi metodu önermektedir. Buna göre; muhabbete muhabbet, adavete adavet prensibi, Bediüzzaman’ın hayatının her karesinde uyguladığı bir prensiptir. Bu yazıda, sosyal problemlerin çözümünde muhabbetin etkisi Bediüzzaman’ın görüşleri ışığında ele alınmaktadır.

    Anahtar Kelimeler: Muhabbet, ihlas, ittifak, ittihad, uhuvvet, tarafgirlik, adavet, müsbet hareket

    Abstract

    Love is the most effective formula which can overcome the problems of not only the Islamic world, but also all humankind. Said Nursi, as he does in his Pamphlet of Brotherhood (Uhuvvet Risalesi), suggests to confront social diseases with a social treatment method which starts from the inner world of the subject. According to this method, the principle of “loving love and bearing enmity to hostility” is an attitude applied by Bediüzzaman in every moment of his life. In this article, the influence of love on the solution of social problems is discussed under the light of Bediüzzaman’s views.

    Keywords: Love, sincerity, agreement, unity, brotherhood, partisanship, enmity, positive action