Köprü Anasayfa

Risale-i Nur’dan Örneklerle Şerh ve İzah

"Bahar 2013" 122. Sayı

  • Bir Karşılaştırma Örneği: Risale-i Nur’daki Meâl Örnekleri ve Mehmet Âkif Meâli

    A Sample of Comparative Studies: Translations of Quranic Statements in Risale-i Nur and Mehmet Akif’s Translation of the Meanings of Quran

    Ahmet Dursun

    Giriş

    Türklerin İslâm ile temasa geçmeleri her alanda köklü değişiklikleri beraberinde getirir. İslâm’ın kabulü ile de Kur’ân ve Sünneti esas alan, İslâm ahlâk ve akaidini hayata geçirmeyi ve halka İslâm’ı anlatmayı amaçlayan Kutadgu Bilig, Atabetül Hakayık gibi öğretici eserler kendi dillerinde hızla yazılmaya başlanmış, İslâm ile müşerref olan coğrafyaların çehresi bu tür faaliyetlerle değişivermiştir.

    Kur’ân ile ilgili ilk meal çalışmaları bu döneme denk gelmekle beraber, amaç yapılan mealleri namazlarda okumak değil, ilmî gayelerledir.(Hamidullah, s. XIV ) Muhammed Hamidulah’ın ‘Kur’ânı Kerim’in Türkçe Yazma Tercümeleri’ adlı Türkçeye Salih Tuğ tarafından çevrilen eserinde İslâm’ın kabulüyle birlikte başlayan ilk meal çalışmaları hakkında bilgi verilmektedir. Buna göre, sayısı yüzü aşan ve çoğu anonim olan bu eserlerin giderek de arttığı bilgisiyle birlikte tesbit edilen yetmiş iki çalışmanın bilgileri de aynı eserde verilmektedir. (Hamidullah, s. 5)

    Kur’ân ile ilgili çalışmalar son yüzyıla kadar devam etmiştir. Büyük İslâm şairi ve mütefekkiri Mehmet Âkif ’in meal çalışması da son devrin çalışmaları arasına katılabilir. Bir farkla ki, Mehmet Âkif ’in meal macerası son devrin üzerini kaplayan kesif bulutların mahiyetini ortaya koyacak bir macerayı içinde barındırmaktadır. Bilindiği gibi, merhum Âkif, mealinin namazda Kur’ân yerine okutulacağı endişesiyle uzun yıllar üzerinde çalıştığı eserini yaktırmıştır. Bugün elimizde olan kısımlar da son devrin mazlum bir şahidi olarak Âkif ve dönemi hakkında bize sağlam ipuçları verir.

    Mehmet Âkif ’in mealinin tamamıyla yakılması için emir verdiği yıllar son asrın İslâm âlimi Bediüzzaman Said Nursî’nin Risale-i Nur adlı eserlerini telif ettiği yıllardır. Bu milletin iman ile bağlarının koparılması tehlikesine karşı yazılan, Kur’ân’ın bu asırdaki tefsiri Risale-i Nurlar; müellifinin ifadeleriyle “Kur’ân’ın imanî olan hakikatlarını kuvvetli hüccetlerle beyan ve isbat ve izah eden, bu zamanı tenvir eden bir mucize-i maneviye-i Kur’âniyedir” (Nursî, Kastamonu Lahikası, s. 6). Bu itibarla Âkif ’in hazırladığı meal ile bir tefsir olan Risale-i Nur arasında bir çok bakımdan büyük farklılıklar söz konusudur.

    Mehmet Âkif ’in değerli bir miras olarak bugünlere aktarılan bu eseri bir mealdir. Risale-i Nur ise bir tefsirdir. Hatta Risale-i Nur “Kur’ân’ın ibaresini ve kelime ve cümlelerinin mânâlarını beyan eden” (Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 593) birinci kısım klasik tefsirlerden ayrılarak Kur’ân’ın imânî olan hakikatlerini kuvvetli hüccetlerle beyan ve ispat ve izah etmektedir. Müellifin ifadeleriyle Risale-i Nur “âyat-ı Kur’âniyenin hikmetlerini ve iman hakikatlarını tefsir ve izah eden” ikinci kısım tefsirlerdendir. (Nursî, İşaratül İcaz, s. 274) Risale-i Nur kendine has bir metodla Kur’ân âyetlerini tefsir eder. Risale-i Nur’daki âyet mealleri, çoğunlukla işaret ettiği mânâlar ve vurgulanmak istenen düşüncenin yorumu olarak karşımıza çıkar. Bununla birlikte yer yer klasik meal örneklerinde görebileceğimiz bire bir mânâ verme şekillerine de Risale-i Nur’da rastlamak mümkündür. İşte bu çalışma Risale-i Nur’da yer yer verilen âyet meallerini Mehmet Âkif ’in elimizdeki meal örnekleriyle karşılaştırmayı amaçlamaktadır. Bunun için ilk olarak aynı iklimin insanları olan Âkif ve Bediüzzaman’ın ortak yönleri tesbit edilecek sonra her iki müellifin eserlerinde kullandıkları dilin hususiyetlerine kısaca değinilecektir. Son olarak da Mehmet Âkif ’in elimizde olan meal örnekleri Said Nursî’nin Sözler adlı eserindeki meal örnekleriyle karşılaştırılacaktır.

    1- Helâketler ve Felâketler Asrının Adamları:

    Âkif ve Bediüzzaman

    a) Büyük İslâm şairi Mehmet Âkif Ersoy 1873 yılında altı asırlık koca bir çınarın sarsılmayabaşladığı çileli günlerde dünyaya gelmiştir. Ondan beş sene sonra Bediüzzaman Said Nursî, ıztırabın eksik olmadığı topraklarda dünyaya gelecektir. Âkif ’in yetiştiği çevre, teneffüs ettiği hava hep İstanbul’dur. Bediüzzaman bu iklime 30’lu yaşlarda dahil olmuştur. Bediüzzaman’ın Doğu’nun kronik hastalıklarına karşı bir çare projesi olan Medresetüzzehra fikriyle İstanbul’a geldiği 1907 yılı Osmanlı’nın hürriyet naralarıyla çalkalandığı, yeni buhranların kapıda olduğu zamanlardır. Bir süre sonra ilân edilecek İkinci Meşrutiyet ve akabindeki 31 Mart hadisesi, İttihad ve Terakki’nin iktidar yılları, 1. Cihan Harbi, Millî Mücadele ve Cumhuriyet… Mehmet Âkif ve Bediüzzaman bu zor yılların adamlarıdır ve her ikisi de padişahlık, meşrutiyet ve cumhuriyet devirlerinin bütün vukuatına şahit olmuşlardır. Bu bağlamda helâket ve felâket devirlerinin bu iki mümtaz şahsiyetinin pek çok ortak noktası vardır.

    b) Yolları kâh sebilirreşad idarehanesinde, kâh Daru’l-Hikmet’te kesişen bu iki millet sevdalısı, milletin geri kalmasından muztarip olarak feryad ederler. Safahat’taki Şark’ın ki mefâhir dolu, mâzî-i kemâli/Ya Rab, ne onulmaz yaradır şimdiki hâli!

    Şîrâzesi kopmuş gibi, manzûme-i îman/Yaprakları yırtık, sürünür yerde, perîşan.

    “Vahdet”mi şiârıydı? Görün şimdi gelin de/ Her parçası bir mel’abe eyyâmın elinde! (Ersoy,1990, s. 409) gibi tesbitler ya da

    Dönün de âtıl olan Şark’ı seyredin: Ne geri! Yakında kalmayacak yeryüzünde belki yeri! (Ersoy,1990, s. 212) gibi feryadlar,

    Tükürün cebhe-i lâkaydına Şark’ın, tükürün!/Kuşkulansın, görelim, gayreti halkın, tükürün! (Ersoy, 1990, s. 170 şeklindeki figanlar; Said Nursî’de “Şu fakir, garip Nursî ki, ‘Bid’atüz-zaman’ lâkabıyla müsemmâ olmaya lâyık iken, haberi olmadan ‘Bediüzzaman’ ile meşhur olan biçare, tedennî-i milletten ciğeri yanmış gibi feryad ü figan ederek, ‘Ah, ah, ah! Vâ esefâ!’”lara dönüşür. (Nursî, Muhakemat, s. 7)

    c) Her ikisi de çalışmayı teşvik etmekte, tembelliği yermekte, yanlış anlaşılan tevekkülü, doğru anlaşılamayan İslâmiyet’i dile getirerek hakikati haykırmakta, İslâm milletlerinin kurtuluşu için reçeteler sunmaktadırlar. Bu yönüyle Safahat bir çok örnekte görülebileceği üzere Risale-i Nur’un adeta manzum halidir.

    “Biz, neyiz? Seyreyle artık, bir de fikr et neymişiz?

    Din de kürkün aynı olmuş: Ters çevirmiş giymişiz!

    Nehy–i ma’ruf emr–i münkerdir gezen meydanda bak!

    En metin ahlâkımız, yahud, görüp aldırmamak!”

    diyerek dinî sahadaki bozulmalara dikkat çeken Âkif ’in bu serzenişleri,

    Risale-i Nur’da “feleğin ters dönmesi” olarak ifade edilen İslâmî değerleri dışlayan gelişmelerle ilgilidir

    Çalışmanın ne kadar önemli olduğu vurgulanan, kâinattaki her unsurun çalışkanlığına dikkat çekilen Safahat’ta “Sakın ey Nur-i didem geçmesin beyhude eyyamın/Çalış halin müsaidken bilinmez çünkü encamın şeklindeki tavsiyeler, Risale-i Nur’da “Ömür kısa, lüzumlu vazifeler çoktur” gibi fikirlerle ve ataleti reddeden “Atalet ademin biraderzadesidir. Sa’y, vücudun hayatı ve hayatın yakazasıdır.” (Nursî, Mektubat, s. 463) gibi ifadelerle karşımıza çıkar. Akif ’in

    “Allâh’a dayandım!” diye sen çıkma yataktan… Ma’nâ-yı tevekkül bu mudur? Hey gidi nâdan! (Ersoy, 1990, 392) gibi tevekkülü yanlış anlayanlara çıkıştığı mısralar; ya da İslâm’ın yanlış anlaşıldığından ve beyni örümcekli cahil kimselerin din üzerinde oyunlar oynayarak dinin çehresini çirkinleştirdiklerinden ve böylece dinin nasıl bir nefret sebebi olduğundan söz edilen:

    Tevekkülün, hele mâ’nâsı hiç de öyle değil,

    Yazık ki: Beyni örümcekli bir yığın câhil;

    Nihayet oynayarak dîne en rezîl oyunu,

    Getirdiler ne yapıp yaptılar bu hâle onu!

    Yazık ki: Çehre-i memsûha döndü çehre-i dîn;

    Bugün kuşatmada İslâm’ı bir nazar: Nefrîn. (Ersoy, 1990, s.218) tesbitleri Said Nursî’nin kaleminde “Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalâtını ef ’âlimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler. Belki, küre-i arzın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyete dehalet edecekler”(Nursî, Hutbe-i Şamiye, s. 30) şeklindedir.

    Âkif karanlık günlerde aydınlık sabahlar için hep ümit aşılamaya çalışır. Safahat karanlık günlerin ümit ışığıdır. Safahat’ta

    Ye’se hiç düşmeyecek zerrece imanı olan;/Sâde siz derdi bulun, sonra kolaydır derman. (Ersoy, 1990, s. 155)

    Ya da

    Âtîyi karanlık görerek azmî bırakmak…/Alçak bir ölüm varsa, emînim, budur ancak.

    Dünyâda inanmam, hanî, görsem de gözümle;/Îmanı olan kimse gebermez bu ölümle (Ersoy, 1990, s. 175)

    şeklindeki iman-ümitsizlik ilişkisini dile getiren, imanı olan kimsenin ümitsizliğe düşmeyeceğini vurgulayan ifadeler Bediüzzaman’ın eserlerinde de dile getirilmekte, ümitsizliğin bizi orta çağda bırakan bir hastalık olduğu vurgulanmakta, “İnsanları canlandıran emeldir, öldüren yeistir” denilerek ümidin bütün hayırlı ve güzel işlerin manisi olduğu dile getirilmekte ve iman kaynaklı bir ümid teşvik edilmektedir.

    Yine tedenni/terakki bahsinde bazı aydınların memleketi kurtarmak için dinin kurban edilmesi gerektiği fikrini dile getiren onlarca mısralardan biri olan:

    Dîni kurbân etmeliymiş, mülkü kurtarmak için!…/Tut da hey sersem, bu idrâkinle sen âlim geçin! (Ersoy, 1990, s. 184) mısralarıyla birlikte değerlendirebileceğimiz, aydınların dine bakışını gözler önüne seren

    Bir selâmet yolu varmış.. O da neymiş: Mutlak;/Dini kökten kazımak, sonra, evet : Ruslaşmak! (Ersoy, 1990, s. 141) gibi mısraların dile getirilmesine yol açan sözde aydınları, Said Nursî “Ey uykuda iken kendilerini ayık zannedenler! Umûr-u diniyede müsamaha veya teşebbühle medenîlere yanaşmayın. Çünkü, aramızdaki dere pek derindir; doldurup hatt-ı muvasalayı temin edemezsiniz. Ya siz de onlara iltihak edersiniz, veya dalâlete düşer, boğulursunuz.” (Nursî, Mesnevi-i Nuriye, s. 107) diyerek uyarır ve ortaya çıkan acı neticeyi de “dini rüşvet verdiler, dünyayı da kazamamadılar” şeklinde ifade eder.

    Akif dini bırakmakla terakki edebileceğimizi düşünenlere:

    Hele i’lânı zamanında şu mel’un harbin / “Bize efkâr-ı umumiyyesi lâzım Garb’ın / O da Allah’ı bırakmakla olur” herzesini / Halka iman gibi telkîn ile dînin sesini / Susturan aptalın idrâkine bol bol tükürün! (Ersoy, 1990, s. 170) diye seslenirken Bediüzzaman da mehasin-i medeniyetin İslam’ın malı olduğunu, İslamiyet’in terakki sebebi olduğunu çeşitli eserlerinde dile getirir. (Nursî, Hutbe-i Şamiye ve Mektubat, s. 457).

    Âkif ’in, Ey hasm-ı hakîkî, seni öldürmeli evvel:/Sensin bize düşmanları üstün çıkaran el! (Ersoy, 1990, s. 180) mısralarında en büyük düşmanımız olarak ilân ettiği cehalet Bediüzzaman’ın da üç büyük düşmanından biridir. “Üç büyük düşmanımız var; cehalet, zaruret ve ihtilaf. Bu üç büyük düşmana karşı sanat, marifet ve ittifak silahıyla mücadele edeceğiz” der Nursî.

    Ve nihayetinde Âkif ’in sözün özü denilebilecek, bu milletin selâmeti için feryad u figân şeklinde yükselen Bekâ-yı din ile kâim hayât-ı cem’iyyât (Ersoy, 1990, s. 278) mısraı Bediüzzaman’ın veciz “Din hayatın hayatı, hem nuru, hem esası. İhyâ-i dinle olur, şu milletin ihyâsı”(Nursî, Sözler, s. 658) ifadelerinde kendini bulur.

    Bu örnekleri elbette ki çoğaltmak mümkündür; ancak bu başka bir çalışmanın konusu olduğu için bu kadarla yetinelim.

    d) Mehmet Âkif ve Bediüzzaman Said Nursî’nin ortak yönlerinden biri de Batı’yı değerlendiriş şekilleridir. Her ikisi de Batı’ya toptancı bir yaklaşımı ifade eden her şeyiyle kabul ya da bütünüyle red yaklaşımını sergilemezler. M. Akif, Kastamonu’da, Nasrullah Camiinde irad ettiği vaazının bir yerinde şöyle der: “Avrupalıların ilimleri, irfanları, medeniyetteki, sanayideki terakkîleri inkâr olunur şey değildir. Ancak insaniyetlerini, insanlara karşı olan muamelelerini kendilerinin maddiyattaki bu terakkîleri ile ölçmek katiyen doğru değildir. Heriflerin ilimlerini, fenlerini almalı. Fakat kendilerine asla inanmamalı, kapılmamalıdır.” (Ersoy, Sebilürreşad, 1339, s. 250) Bediüzzaman’ın da Avrupa’yı ikiye ayıran yaklaşımlar dikkat çekicidir. “Yanlış anlaşılmasın, Avrupa ikidir. Birisi, İsevîlik din-i hakikîsinden aldığı feyizle hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nâfi san’atları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takip eden bu birinci Avrupa’ya hitap etmiyorum. Belki, felsefe-i tabiiyenin zulmetiyle, medeniyetin seyyiâtını mehâsin zannederek beşeri sefâhete ve dalâlete sevk eden bozulmuş ikinci Avrupa’ya hitap ediyorum” (Nursî, Lemalar, s. 119) diyen Bediüzzaman’ın bütün eleştirisi insanlığı materyalist felsefesiyle huzursuzluğa sevk eden ikinci Avrupa’yadır.

    Batı ile ilişkilerimizde Japonları örnek almamız gerektiğini ifade eden M. Âkif ’in bu yaklaşımı benzer şekilde Bediüzzaman’da da mevcuttur. Âkif, Batı’nın kıymetli, işimize yarayacak eşyalarını almamızda bir sakınca görmez. Ancak “moda” gibi millî bünyemize uymayan çirkinliklerin ülkemize girmesine izin verilmemelidir. Âkif bu düşüncelerinin bazılarını Safahat’ta “Garb’ın eşyası, eğer kıymeti hâizse yürür / Moda şeklinde gelen seyyie gümrükte çürür. (Ersoy, 1990, s. 145) gibi mısralarla dile getirir. Bediüzzaman Said Nursî’nin “Kesb-i medeniyette Japonlara iktida bize lâzımdır ki; onlar Avrupa’dan mehasin-i medeniyeti almakla beraber, her kavmin maye-i bekası olan âdât-ı milliyelerini muhafaza ettiler. Bizim âdât-ı milliyemiz İslâmiyette neşv ü nema bulduğu için, iki cihetle sarılmak zaruridir.” (Nursî, Beyanat ve Tenvirler, s. 31) şeklindeki sözleri bu fikrî benzerliği gözler önüne sermektedir.

    e) Mehmet Akif ve Bediüzzaman Said Nursî’nin medeniyet bahsinde de benzer tesbitleri dikkat çekicidir. Safahat’ın 4. kitabı olan “Fatih Kürsüsünde” adlı manzumede geçen: “Zebûn-küş Avrupa bir hak tanır ki; kuvvettir.” (Ersoy, 1990, s. 215) mısraında M. Akif, Avrupa medeniyetinin dayanak noktalarından birini gözler önüne serer ve Avrupa medeniyetinin bazı özelliklerini ön plana çıkarır. Zebûn-küş Avrupa, kendisinden daha zayıf olanı ezen, ona yaşama hakkı tanımayan Avrupa’dır. Burada Avrupa, kuvvet üstünlüğüne dayanan bir unsur olarak görülmektedir. Avrupa için önemli olan kuvvettir. Son asırlarda meydana gelen kuvvete dayalı üstünlük mücadeleleri Avrupa’nın bu yönünü gözler önüne sermiştir. Hak ile Avrupa arasındaki ilişki ortaya konulduğunda, Avrupa’nın milletlerarası münasebetlerde aldığı ölçünün “kuvvet” olduğu ortaya çıkmaktadır. Bediüzzaman da “Avrupa’nın medeniyeti fazilet ve hûda üstüne tesis edilmediğinden belki heves ve hevâ, rekabet ve tahakküm üzerine bina edildiğinden…” (Nursî, 1993, s. 42)” bahsederek Avrupa medeniyetinin heva, heves, rekabet, tahakküm gibi mefhumlar üzerine bina edildiğini ifade etmektedir.

    f ) Kaderin garip bir cilvesidir ki, Mehmet Akif ve Bediüzzaman bu milletin değerlerine balta vuran, manevi bağlarını koparmaya çalışan teşebbüslere karşı benzer tavrı sergilemişlerdir. İkisi de dil ve kültürümüz üzerinde oynanan oyunların farkındadırlar, ikisi de imparatorluktan cumhuriyete geçiş sürecinde yaşanan dil ve kültür ile ilgili kırılmalara şahit olmuşlardır. Âkif ’in Mısır’a adeta kaçışı, Bediüzzaman’ın Yeni Said Dönemi eserlerini telife başladığı yıllardır. Âkif ’in meal macerası, meali yaktırma sebepleri, dönemin menhus şartları Bediüzzaman için de geçerlidir. ‘Benim mealimi Kur’ân’ın yerine okutacaklar’ kaygısıyla meali yakma kararı alan Âkif ’in “Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhamı/Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı” mısralarındaki idealini, Barla’da bir sürgün olarak yalnızlığa mahkum edilmek istenen Bediüzzaman sağlam bir Türkçeyle Risale-i Nurları telif ederek gerçekleştirecek, Harf inkılâbıyla ulaşılmak istenen hedefleri ınkitaa uğratacaktır.

    g) Mehmet Âkif ve Bediüzzaman… İkisi de kaht-ı rical dönemlerinin âlim, muallim, mütefekkir, mücahit adamlarıdır. Bu sıfatlardan başka Âkif büyük bir şair, Bediüzzaman da müctehid ve müceddiddir. Ancak, her ikisi de ideallerin adamıdır. Dâvâ adamlığı kisvesi ikisine de çok yakışır. Âkif ’in Leyla’sı Bediüzzaman’ın Medresetüzzehra erkânlarına vasiyet ettiği İttihad-ı İslâm’ıdır. Âkif ’in Âsım’la çizdiği, müşahhaslaştırdığı ideal genç tipine Bediüzzaman “Said’ler, Hamza’lar, Ömer’ler, Osman’lar, Tahir’ler, Yûsuf ’lar, Ahmed’ler, vesaireler!” diyerek seslenir ve onlara İslâm’ın cennet-âsâ baharı için sadakte dedirtir.

    2- Mehmet Âkif ve Bediüzzaman’ın Dili

    a) Dilin önemi

    Dil, şüphesiz ki milleti meydana getiren maddî ve manevî unsurların en başında yer alır. Tabiatı gereği toplu halde yaşamaya ihtiyaç duyan insan, içinde yaşadığı toplumla aynı değerleri oluşturmak, paylaşmak ve bu değerleri nesilden nesile aktarmak için dile ihtiyaç duyar.

    Bir milletin sahip olduğu maddî ve manevî birikimlerinin tamamı olarak kabul edebileceğimiz kültürün de doğması ve gelişmesi dile bağlıdır. Dilin maddî ve manevî değerleri nesillerden nesillere aktaran “kültür taşıyıcılığı” görevi de düşünüldüğünde, bir milletin varlığının devam etmesindeki önemli rolü ortaya çıkar. Bir milletin yaşadığı kültür ve medeniyet buhranı, fikir ve edebiyat sahalarında çöküş yaşaması o milletin dilinin bozulmasıyla yakından ilgilidir.

    Dünyada pek az dile nasip olabilecek “imparatorluk dili” nitelemesini hak eden Türkçenin zenginliğini edebî eserlerimizde görmek mümkündür. Bununla birlikte, İslâm ile müşerref olmamızdan bu yana zenginleşerek günümüze kadar gelen dilimizin bazı kırılma noktalarıyla bu zenginliğini yitirmeye başladığını kabul etmek ve bunun üzerinde hassasiyetle durmak gerekir. Geldiğimiz noktada dilimizin zedelendiğini, edebiyatımızın kısırlaştığını, ruhumuzun ve dünya görüşümüzün yansıdığı temel eserlerimizi yeni nesillerin anlayamadığını, eski ile yeni arasındaki köprülerin yıkıldığını görmek ve bu durumun sebeplerini tespit etmek ve tedbirler almak, gelecek nesillerle aramızda sağlam bağlar kurabilmek adına gereklidir.

    Dil ile ilgili tartışmalar Tanzimat’la birlikte başlamış olsa da 1928 Harf İnkılâbı’nı ve devamındaki “öztürkçecilik” hareketinin dil ve kültürümüz üzerindeki etkisini ayrıca tartışmak gerekir. Tarihî, dinî ve kültürel değerlerimize yabancılaşmanın hız kazandığı böyle bir dönemde telif edilen Risale-i Nurların ve Safahat’ın dili bu yönüyle bile bize birçok ipucu sunacaktır. Risale-i Nur ve Safahat gibi eserler bir ruhun ifadesidir, bir karakterin temsilcisidir. Bu tür eserlerin yeni nesillerce anlaşılamaması gibi bir problem ise bu ruh ve karakterin yok olduğunun veya yok olmaya başladığının önemli bir göstergesi sayılabilir.

    Bugün İslâmî bir dil kurabilme ve yeni bir söyleyiş biçimi geliştirebilme ihtiyacı her alanda kendini göstermektedir. Bu yüzden Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecinde düşüncesini kuran ve bu geçiş sırasında dil, kültür ve medeniyetle ilgili bütün kırılmalara şahit olan Bediüzzaman ve Âkif ’in dili bu noktada bir anahtar kabul edilebilir.

    Şüphesiz Âkif ’in dilini, üslup ve sanat anlayışını takip edebileceğimiz en birinci kaynak Safahat’tır. Bediüzzaman’ın dilini ve beliğ üslubunu görmek için de Risale-i Nur’a müracaat etmek gerekir. Bu bölümde kısaca Âkif ve Nursî’nin eserlerine yansıyan dilin hususiyetlerine değinilecektir

    b) Âkif ’in Dili

    Ömer Rıza Doğrul Âkif ’in dil ve üslubu için şunları söyler: “Onun kalbi katı hislerden uzak ve çok yüksek iki aşk ile yanar: din aşkı, vatan aşkı. Akif ’in dehaetini en bariz tecelliyatiyle tasvirlerinde görürsünüz. Hiç kimse o kadar saf ve şeffaf bir billur-ı beyan içinde menazır-ı milliyeti teşhir etmemiştir. (Doğrul, 1980, XXV ) “Şiirlerindeki sadelik; mübhemden, derinden, muzlimden bile güzeldir” (Doğrul, 1980, XXVI) Akif, adeta “nazmın mermertıraşıdır”(Doğrul, 1980, LVIII)

    Âkif ’in yakın dostu Hasan Basri Çantay’ın Akifnamesi’nde ise şu bilgilere yer verilir. “Lisanı temizdir. İstanbul lehçesini ihtiyar etmiştir.” “Şiirleri sadedir, tabiidir, samimidir, içlidir.”(Çantay, 1966. s. 222) “Yirmisekiz senelik Arapça tahsili ve iştigalinden sonra Arapçadan Türkçeye büyük bir maharetle çevrilen eserler(Muhammed Abduh’un, Ferid Vecdi’nin muhtelif eser ve makaleleri)… Bu durum Çantay’ın ifadeleriyle şunu göstermektedir: “İddia ederim ki Arap edebiyatında Türkiye’de halen Âkif ’in bir ikincisi yoktur.”(Çantay, 1996, s. 39)

    Safahat bir medeniyet dilinin bütün incelikleriyle örülmüş nadide bir eserdir. İslâm kültür ve sanatının bütün inceliklerine, yaşayan bir imparatorluk dilinin bütün hususiyetlerine Safahat’ta rastlamak mümkündür. Âkif, yaşadığı toplumun dilini, içinde bulunduğu kültürün özelliklerini, söyleyiş ve deyimlerini; ait olduğu inanç sisteminin kelime haritasını Safahat’ında zikretmiştir. Bu dilin hususiyetlerinden bugünkü nesillerin mahrum edilişi, her alanda kısırlaşan bir toplumun işaretidir.

    c) Bediüzzaman’ın dili

    Bugün tartışmalar eşliğinde sadeleştirme teşebbüslerine maruz kalan Bediüzzaman Said Nursî’nin kurduğu dil, her alanda İslâmî bir dil kurma arayışı içinde olan bu topraklar için bir yol haritası niteliğindedir. Sözler’in ilk cümlesi olan “Bismillah her hayrın başıdır” cümlesinden başlayarak Risale-i Nur Kur’ân’ın dil özelliklerini de yansıtarak Kur’ânî ve Nebevî terminolojiyi başarıyla hayata aktarır. Abdulhalim Bilici, “Bazı Hususiyetler ve Metod İtibariyle Kur’ân’dan Risale-i Nur’a Yansımalar” başlıklı makalesinde on beş maddede Kur’ân’ın Risale-i Nura yansımalarını tesbit etmiştir. (Bilici, Köprü, 102 ) Nursî’nin kullandığı dil ortak İslâm kültürünün dilidir; bu dil yalnızca coğrafyaları değil tüm gönülleri birleştirici, bütünleştirici hususiyetlere sahiptir.

    Bir not düşerek şunları ifade etmek gerekir. Âkif ’in meali için dile getirdiği tehlikeler bugün sadeleştirilmeye çalışılan Risale-i Nur için de geçerlidir. Kur’ân’ın aslının yerine ikame edilmek istenen Âkif ’in meali için öngörülen tehlikenin, sadeleştirme hareketi ile birlikte, Risale-i Nur için de geçerli olduğu düşünülebilir.

    Köprü dergisinde “Medeniyet Buhranı, Bediüzzaman ve Dil’i: Bir Mîlat ve Üstdil Kurucu Düşünür Olarak Bediüzzaman” başlığı ile yayımlanan makalesinde Yusuf Kaplan Bediüzzaman’ın diliyle ilgili şu tesbitlerde bulunur:

    “Bediüzzaman, ancak âlim, ârif ve hakîm figürlerinin özelliklerini üzerinde barındıran bir kişinin yapabileceği bir şeyi yapmıştır: İki dil geliştirmiştir. Birinci dil, kendine mahsûs geliştirdiği Türkçe’dir. Bu Türkçe, bugün Türkiye’de hiç kimsenin vâkıf olamadığı, ama en fazla vukûfiyet kesbetmeye ihtiyaç hissettiğimiz muhteşem ve muazzam bir Türkçe’dir; hem etimolojik, hem lingüistik, hem de semantik yapısı açısından sadece Bediüzzaman’a mahsus, sembolik ve metaforik dünyası son derece derin ve zengin bir dildir ve Türkçe’nin bir anıteseri, bir şâhikasıdır.”

    “Bediüzzaman’ın Türkçe’nin bir anıteserini, bir şâhikasını ortaya koymasını sağlayan asıl şey, kurduğu ikinci dildir. Birinci dil, sadece vasıta’dır; ikinci dil, vasat’a aittir ve vasatın vasıtasıdır; vasatın hem ifadesi, hem de ifade edicisi bir üstdildir. Bu iki dil, birbiriyle kopmaz bir irtibat hâlindedir; biri olmadan, öteki de olmaz ve varolamaz. Bu ikinci dil, bütün bir İslâm medeniyeti birikimini, münhasıran da tefsir, hadis, akaid, fıkıh, kelâm, tasavvuf, felsefe, tarih, gramer, mantık, lisan gibi ilimlerden müteşekkil bütün bir İslâm düşüncesi geleneğini harekete geçirerek yeniden-kurulmuş, yeniden-inşa edilmiş bir dildir.” (Kaplan, Köprü, 102, s. 56)

    Elbette hem Âkif ’in, hem de Bediüzzaman’ın dili ile ilgili söylenebilecek çok şey vardır. Şunu söylemek gerekir ki her iki şahsiyetin diliyle tanışmak, tarihimizle ve öz değerlerimizle buluşmak anlamına gelmektedir. Son dönemde klasik eserlerimiz dahil bulaşıcı hastalık gibi yayılan sadeleştirme teşebbüslerine karşı bizlere düşen bu dille kucaklaşmamızı sağlayacak yolları aramak, yeni nesillerle bu dili buluşturacak imkânları sağlamak olmalıdır.

    3- Âkif ve Bediüzzaman’ın meal hakkındaki düşünceleri

    Kur’ân-ı Kerim, Hz. Peygamber (asm) ve kitab-ı kebir olan kâinatla birlikte Rabbimizi bize tanıtan üç büyük delilden biridir. Âlemlerin Rabbi tarafından bütün insanlara ve zamanlara ezeli bir kitap olarak indirilen Kur’ân-ı Kerim dünya ve ahiret saadetini vaz etmekte, bize Rabbimizi tanıtmaktadır. Allah kitabı olan Kur’ân ifade, dil, tertip, üslup, vb. bakımlardan da başka kitaplara benzememektedir. Tevhid, nübüvvet, haşir ve adalet esasları üzerine kurulu olan Kutsal Kitabımızın sahip olduğu belagat, bedaat, camiiyet, fesahat, cezalet ve şebabet onu bütün beşer kelâmlarından farklı ve üstün kılmaktadır. Bu yüzden Allah kelâmı ve O’nun ezelî bir hitabı olan Kur’ân-ı Kerim’in tercümesi mümkün değildir. Çok zengin bir dil olan Arapçadan Kur’ân-ı Kerim’in Türkçeye–bilhassa bozulmuş, erozyona uğramış dilimize–tercüme etmek imkânsızdır. Bu sebeple Kur’ân meal yoluyla başka dillere aktarılmaktadır. Kelime anlamıyla mânâ demek olan meal “Kur’ân-ı Kerim’in ifade edebildiği kadar mânâsını, anlamını ihtiva eden kitap” anlamına gelmektedir. (Osmanlıca-Türkçe Lügat, 2001)

    Kur’ân’ın tercümesinin mümkün olamayacağını Mehmet Âkif de bilir ve buna da yeltenmez. Âkif ’in “Adına meal denilmesi ve Elmalı’nın tefsiri ile birlikte basılması” şartıyla meal çalışmasını kabul ettiği bilinmektedir. (Düzdağ, s. 65)

    Bediüzzaman Said Nursî Kur’ân’ın tercüme edilemeyeceği hususunda Mehmet Âkif ’le hemfikirdir. Yukarıda bahsedildiği gibi Âkif ’le aynı menhus şartları yaşayan Bediüzzaman da Kur’ân üzerinde oynanan oyunların farkındadır. Aşağıdaki ifadeler hem Âkif ’in meal için endişeleneme sebeplerinin haklılığını ortaya koymakta, hem de Kur’ân’ın neden tercüme edilemeyeceğini göstermektedir.

    25. Söz olan Mucizat- Kur’âniye Risalesi’nin zeylinde dehşetli bir plandan haber verir Bediüzzaman: “Bundan on iki sene evvel işittim ki, en dehşetli ve muannid bir zındık, Kur’ân’a karşı sû-i kastını, tercümesiyle yapmaya başlamış. Ve demiş ki: “Kur’ân tercüme edilsin, tâ ne mal olduğu bilinsin.” Yani, lüzumsuz tekrarâtı herkes görsün ve tercümesi onun yerinde okunsun diye dehşetli bir plân çevirmiş.

    Fakat Risâle-i Nur’un cerh edilmez hüccetleri katî ispat etmiş ki, Kur’ân’ın hakîki tercümesi kàbil değil. Ve lisân-ı nahvî olan lisân-ı Arabî yerinde Kur’ân’ın meziyetlerini ve nüktelerini başka lisân muhâfaza edemez. Ve her bir harfi on adetten bine kadar sevap veren kelimât-ı Kur’âniyenin mu’cizâne ve cemiyetli tâbirlerinin yerinde beşerin âdi ve cüz’î tercümeleri tutamaz, onun yerinde câmilerde okunmaz.” (Nursî, Sözler, s.425) Bediüzzaman aynı konuya diğer eserlerinde de değinmiş, Kur’ân’ın neden tercüme edilemeyeceğini açıklamıştır.

    Özetle, Âkif ve Bediüzzaman’a göre ilâhî kelâm olan Kur’ân-ı Kerim beşer kelâmına benzemediği gibi, beşer tarafından benzerinin yazılması, Kur’ân’ın bütün özelliklerini yansıtacak bir tercümesinin yapılması mümkün değildir. Bunlardan sonra Âkif ’in eserine “meal” denilmesi ısrarı daha iyi anlaşılmaktadır.

    4- Mehmet Âkif Meali ile Risale-i Nur’daki bir kısım meallerin karşılaştırılması Çalışmamızın bu bölümünde Mehmet Âkif ’in elimizde olan meal örnekleriyle Bediüzzaman Said Nursî’nin Sözler adlı eserindeki meal örneklerini karşılaştıracağız. Sözler’in Âkif ’in meal çalışmalarını yaptığı1926-1936 yıllarında telif edilmesi bizi böyle bir tercihe yönlendirmiştir. Elbette ki başta İşaratü’l- İcaz olmak üzere, diğer eserlerin de böyle bir taramadan geçmesi faydalı olacaktır.

    Hemen belirtelim ki Bediüzzaman’ın Kur’ân âyetlerini meallendirme biçimi ve metodu Mehmet Âkif ’ten farklıdır. Âkif, mealinde âyet-i kerimelerin ihtiva ettiği anlamı bütün kelimelerin anlamlarını vererek gerçekleştirmiştir. Bediüzzaman Said Nursî ise daha çok âyetin işaret ettiği anlamı vermiş ya da âyette vurgulanan düşünceyi mealen aktarmıştır. Zaman zaman da âyetin mânâsını olduğu gibi çevirmiştir. Yani Nursî’nin çevirilerinde hem dolaylı, hem de doğrudan anlatım söz konusudur.

    Kanaatimizce dolaylı anlatımın sebeplerinden birisi de Bediüzzaman’ın Kur’ân’a hücumun arttığı bir devirde, Kur’ân âyetlerinin meallerini birebir vermeyerek okuyucunun Kur’ân ile bağını güçlendirmek, okuyanları o âyeti ezberlemeye sevk etmek istemesidir. Bundan dolayıdır ki, Risale-i Nur okuyucuları Risale-i Nur’da geçen âyetlere ezber derecesinde aşinadırlar.

    Şimdi vereceğimiz ilk örnekler dolaylı anlatım örneği kabul edilebilir.

    1- Bediüzzaman’ın metodunu anlamak açısından Bismillahirrahmanirrahim’i tefsir eden Birinci Söz’den bir misal verelim. “Bismillah her hayrın başıdır” ile başlayan bu bahiste, bir çok mealde “Rahman ve Rahim Olan Allah’ın adıyla” şeklinde çevrilen bu mübarek kelimenin işaret ettiği anlamlar meale yakın bir şekilde verilmiştir. Şöyle denilir Birinci Söz’de: “Her bir nebat ve ağaç ve otların ipek gibi yumuşak kök ve damarları ‘Bismillâh’ der, sert olan taş ve toprağı deler, geçer. ‘Allah nâmına, Rahmân nâmına’ der; her şey ona musahhar olur.” Böylece Bismillah’ın ifade ettiği mânâlar lafzullah çerçevesinde gözler önüne serilir. (Nursî, Sözler, s. 17)

    2- Bir başka örnek Bakara 102. âyet-i kerime ile ilgilidir. Mehmet Âkif Meali’nde bu âyet-i kerime’ye “Ya Muhammed de ki: Ey mülkün sahibi Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin, sen mülkü dilediğinden alırsın. Sen dilediğini aziz edersin, Sen dilediğini zelil edersin. Hayır yalnız senin elinde. Şüphe yok ki sen her şeye Kadirsin.” (Şentürk, 2012, s. 108) şeklinde bir mânâ verilmiştir.

    Bediüzzaman Bakara 102 ile birlikte buna benzer mânâları ihtiva eden Âl-i İmran 26, Nisa 26, Maide 79. âyetleriyle Kelime-i Şehadet’i açıklar. Şöyle ki: “Çünkü, âbid, namazında der: (Bakara 102, Âl-i İmran 26, Nisa 26, Maide 79) Yani, “Hàlık ve Rezzâk, Ondan başka yoktur. Zarar ve menfaat, Onun elindedir. O hem Hakîmdir, abes iş yapmaz. Hem Rahîmdir, ihsanı, merhameti çoktur” (Nursî, Sözler s. 37)

    3- Bakara Sûresi 80. âyet de Risale-i Nur’da remzen mânâsı verilen âyetlerdendir. Mehmet Âkif Meali’nde: “Bir de sayılı günlerden başka bizlere katiyen ateş dokunmayacak diyorlar. Ya Muhammed! Kendilerine de ki: ‘Siz bunlar için Allah’tan ahid aldınız mı? Böyle ise Allah asla ahdinden hulfetmez. Yoksa Allah’a karşı bilmediğiniz şeyler mi söylüyorsunuz?’” (Şentürk, s. 27) şeklinde verilen anlam; Risale-i Nur’da 10. Söz’de Cenab-ı Hakkın vaad ve tehditlerinin aktarıldığı kısımda, “Hem o vaat ettiği şeyler ona gayet rahattır, riayetine gayet mühimdir. Vaadinde hulf ise izzet-i iktidarına gayet zıttır.” (Bakara, 80.) (Sözler, s. 92) şeklindedir.

    4-Mehmet Âkif Meali’nde Enam 59’a şöyle mânâ verilmiştir: “Gaybın anahtarları (hazineleri) yalnız onda. Kendisinden başkası onları bilmez. Sonra karada ne varsa bilir, denizde ne varsa bilir. Tek bir yaprak, toprağın zulmetleri içinde tek bir habbe, tek bir yaş, tek bir kuru yerinden düşmez ki onu bilmesin, o Levh-i Mahfuzda olmasın.” (Şentürk, s. 271)

    Said Nursî 14. Söz İkinci Mesele’de aynı anlamdaki üç âyeti verir. Bunlar En’am 59’un son kısmı ve Yasin 12, ve Sebe 3’tür. Her üç âyeti tek anlam içersinde değerlendiren Nursî bu âyetlerin ifade ettiği anlamı “Bütün eşya, bütün ahvâliyle, vücuda gelmeden ve geldikten sonra ve gittikten sonra yazılıdır ve yazılır ve yazılıyor” diyerek ifade etmektedir. (Sözler, s. 267)

    5-Mânâsı işaret edilen dolaylı bir anlatımla aktarılan âyetlerden Âl-i İmran 157 ve 185’i verebiliriz.

    Âkif Meali’nde Âl-i İmran 185’e “Kasem ederim ki: Mallarınızdan, canınızdan mutlak birçok imtihanlar geçireceksiniz. Kasem ederim ki: Gerek sizlerden evvel kendilerine Kitap verilenlerden, gerek müşriklerden birçok incinecek sözler işiteceksiniz. Eğer sabreder ve Allah’ın emrine isyandan çekinirseniz, işte bu azmedilecek hareketlerdendir” şeklinde mânâ verilmektedir. (Şentürk, s. 73) Risale-i Nur’da Kahhar ismine karşı Rahman isminin cilvelerinin gösterildiği 17. Söz’de “İhtiyarlık mevsimiyle dünyevî, güzel ve câzibedar şeyler üstünde fenâ ve zevâlin damgasını ve acı mânâsını göstererek, o insanı dünyadan ürkütüp, o fânîye bedel, bir bâkî matlûbu arattırıyor.” ifadeleriyle Âl-i İmran 185’e işaret edilmiştir.

    “İnsanın alâka peydâ ettiği bütün ahbablardan yüzde doksan dokuzu, dünyadan gidip diğer bir âleme yerleştikleri için, o ciddî muhabbet sâikasıyla o ahbabın gittiği yere bir iştiyak ihsan edip, mevt ve eceli mesrurâne karşılattırıyor” ifadeleriyle işaret edilen Ali İmran 157’ye (s. 330), Akif, “Kasem ederim ki Allah yolunda öldürülseniz, yahut ölseniz, sizin için Allah’ın gufranı, Allah’ın rahmeti onların dünyada kalıp toplayacakları geçici şeylerden çok hayırlıdır” şeklinde mânâ vermektedir. (Şentürk, s. 69)

    6-18. Söz’ün 1. Noktası’nın başındaki Âl-i İmran 188. âyetinin mânâsı da dolaylı olarak aktarılmıştır. Ayetin ifade ettiği manaya “Nefs-i emmâreme bir sille-i te’dib” başlığı ile “Ey fahre meftun, şöhrete mübtelâ, methe düşkün, hodbînlikte bîhemtâ sersem nefsim!” ifadeleri ile işaret edilmiş ve sonra âyetin tefsiri yapılmıştır. Devamında “Senin vazifen fahr değil, şükürdür. Sana lâyık olan şöhret değil, tevâzudur, hacâlettir. Senin hakkın medih değil istiğfardır, nedâmettir. Senin kemâlin hodbînlik değil, hudâbînliktedir” denilmiştir. (Sözler, s. 364)

    Âyet-i Kerime Âkif ’in mealinde, “Ya Muhammed! Gördükleri bu işe sevinen ve gözetmedikleri bir ahidle–sanki onu yerine getirmiş gibi–medholunmak isteyen kimseleri sakın azabından selâmette sanma. Evet, sakın onları azabtan selâmette sanma. Dayanılmaz bir azap onları bekliyor” şeklinde verilmiştir. (Şentürk, s. 152)

    7-Mehmet Âkif ’in Meali’nde “Hani Musa kavmine su dilemişti, bizler de “Asan ile taşa vur” diye emreylemiştik. O taştan on iki pınar akmıştır ki her kabile kendi içeceği pınarı bilmişti” (Şentürk, s. 20) şeklinde yer alan Bakara Sûresi’nin 60. âyeti, 20. Söz’ün mukaddimesinde Peygamber muzicelerinin günümüze işaretlerinin anlatıldığı kısımda yer almaktadır. Bu âyet ile ilgili, “Hem, Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâmın bir mu’cizesini beyân eden, –Bakara 60–(ilâ âhir) bu âyet işaret ediyor ki, zemin tahtında gizli olan rahmet hazînelerinden, basit âletlerle istifade edilebilir. Hattâ, taş gibi sert yerde, bir asâ ile, âb-ı hayat celb edilebilir. İşte şu âyet, bu mânâ ile beşere der ki: “Rahmetin en latîf feyzi olan âb-ı hayatı, bir asâ ile bulabilirsiniz. Öyle ise, haydi çalış, bul!” denilmektedir. (Sözler, s. 402)

    8- Risale-i Nur’da işaret ettiği mânâlar bakımından örnek verebileceğimiz Bakara 31 ve 34. âyetlerine de kısaca göz atalım.

    Mehmet Akif Meali’nde Bakara 31, “Ve Adem’e bütün eşyanın isimlerini öğrettikten sonra meleklere onları gösterdi, ‘haydi göreyim, hilafına istihkak dâvâsında haklı iseniz şunların adlarını bana bildirin!’ emrini verdi” şeklindedir. (s. 15)

    Bakara 34 de “Hani bizler meleklere “Adem’e secde edin!” demiştik hepsi secde ettiler. Yalnız İblis geri çekildi ve kibrine yedirmedi ki zaten kafirlerden idi.” (s. 15) şeklinde şairane bir üslupla aktarılan mânâlar Sözler’de işarî olarak yer almaktadır. 25. Söz’de Birinci misâl’de tafsîlen beyân olunan üç âyetten söz edilirken “şahs-ı Âdem’e tâlim-i esmâ ünvânıyla, nev-i benîàdem’e ilham olunan bütün ulûm ve fünûnun tâlimini ifade eder. Ve Âdem’e melâikenin secde etmesi ve şeytanın etmemesi hâdisesiyle, nev-i insana semekten meleğe kadar ekser mevcudât musahhar olduğu gibi, yılandan şeytana kadar muzır mahlûkatın dahi ona itaat etmeyip düşmanlık ettiğini ifade ediyor.” şeklinde bir mana ile sözü edilen ayetlere işaret edilmiştir.(Sözler, s. 648)

    9- Risale-i Nurlarda bazen âyet-i kerime’nin tamamı değil bazen bir cümlesi aktarılır ve mânâ verilir. Ali İmran 26’daki,–ayet-i kerimesi, “İşte şu âyet, Cenâb-ı Hakkın nev-i beşerin hayat-ı içtimâiyesindeki tasarrufâtını şöyle gösteriyor ki: İzzet ve zillet, fakr ve servet doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakkın meşîetine ve irâdesine bağlıdır; demek, “Kesret-i tabakàtın en dağınık tasarrufâtına kadar meşîet ve takdir-i İlâhiye iledir, tesadüf karışamaz.” hükmüyle açıklanır. Devamında 27. ayetteki, cümlesine “Size hesabsız rızık veren Odur ki, bu fiilleri yapar” şeklinde mânâ verilir. (Sözler, s. 678) Bu âyetler Mehmet Âkif Meali’nde şöyle yer almaktadır:

    “Ya Muhammed! De ki: “Ey mülkün sahibi Allahım! Sen mülkü dilediğine verirsin, sen mülkü dilediğinden alırsın. Sen dilediğini aziz edersin, sen dilediğini zelil edersin. Hayır yalnız Senin elinde. Şüphe yok, sen her şeye Kadirsin.” (Ali İmran 26)

    “Geceyi gündüzün içine sıkıştırırsın, gündüzü gecenin içine sıkıştırırsın. Ölüden diri çıkarırsın, diriden ölü çıkarırsın, dilediğine de hesapsız rızık verirsin” (Ali İmran 27).

    Görüldüğü gibi, Risale-i Nur’da verilen mealler Âkif ’in mealinden farklı olarak birebir anlamlandırmadan ziyade bir anlam tercümesi şeklindedir. Dolaylı bir anlatımla verilen âyette vurgulanmak istenen düşünce anlaşılır bir şekilde okuyucuya aktarılmaktadır.

    Meselâ Mehmet Âkif ’in mealinde yer almayan İbrahim Sûresi 34. âyet buna örnek olarak verilebilir. İnsana verilen ni’metlerin ne kadar geniş bir dairesi olduğunu göstermek için…… ayetinde “Yani, istidad ve ihtiyac-ı fıtrî lisâniyle insan ne istemişse, bütün verilmiş. İnsana olan ni’met-i İlâhiye, tâdâd ile bitmez tükenmez.” denilerek âyette vurgulanan mânâya işaret edilmiştir. (Sözler, s. 684)

    Bununla birlikte Risale-i Nur’da Âkif mealinde gördüğümüz şekilde doğrudan aktarmada söz konusudur.

    10- Meselâ Mehmet Âkif Meali’nde: “Ey insan, sana bir nimet erişti mi bil ki Allah’tan. Başına bir musibet geldi mi anla ki senden.” (Şentürk, s. 183) şeklinde şiir üslubuyla aktarılan Nisa 79. âyeti Risale-i Nur’da “Fenalığı kendinden, iyiliği Allah’tan bil” şeklindedir. (Sözler, s. 66)

    11- Yine 14. sözde, beş meselenin Birincisi olarak aktarılan “Altı günde gökleri ve yerleri yarattık” demek olan….” diyerek aktarılan ve açıklanan Araf 54 (Sözler, s. 266) Mehmet Akif Mealinde: “Rabbinizin o Allah olduğundan şüphe yok ki, gökleri, yeri altı günde yarattı” şeklindedir. (Şentürk, s. 316)

    12- Mehmet Âkif Mealinde “Sonra öyle bir fitneden sakının ki hiçbir zaman yalnız içinizden zulmetmiş olanlara dokunmakla kalmaz. Allah’ın ikabı şedid olduğunu da bilin. (s. 360)” şeklinde aktarılan ve dipnotta Sebilürreşad tercümesinde de “Bir de belânın öylesinden sakınınız ki o hiçbir zaman içinizden yalnız zalimlere isabet etmez, sonra bilmiş olunuz ki, Allah’ın azabı yamandır” (Şentürk, s.363) şeklinde olduğu belirtilen Enfal 25. âyeti de Risale-i Nur’da tam meal şeklinde “Mâdem bu zelzele musîbeti hatâların neticesi ve keffâretü’z-zünubdur. Mâsumların ve hatâsızların o musîbet içinde yanması nedendir? Adâletullah nasıl müsaade eder?” sorusuna cevap olarak verilmiştir. ”Yine mânevî cânibden elcevap: Bu mesele sırr-ı kadere taallûk ettiği için, Risâle-i Kadere havale edip, yalnız, burada bu kadar denildi:

    Yani, “Bir belâ, bir musîbetten çekininiz ki, geldiği vakit yalnız zâlimlere mahsus kalmayıp, mâsumları da yakar.” (Sözler, s. 280)

    13- Doğrudan mânâlara bir örnek de 17. Söz’ün Farisi tahatturlarının yer aldığı Münacat kısmında (En’am 76) cümlesi verilebilir. “Güzel değil batmakla gaip olan bir mahbub” (s. 344) anlamıyla verilen En’am 76’daki bu kısım Mehmet Akif ’in mealinde “Ben böyle batanları sevmem” şeklindedir.

    14- Son olarak Mucizat-ı Kur’âniye Risalesi olan 25. söz Bediüzzaman Said Nursî’nin mealleri hakkında bize ipucu sunacak niteliktedir. Ancak burada mealleri verilen Yasin, Kaf, Hucurat, Rum suresindeki âyetlerin Âkif Mealinde olmayışından ötürü kıyaslamamız yine sınırlı olacaktır.

    Bu risalede meali verilen âyetlerden biri Bakara 23’tür.

    Ayet-i kerimesine “Yani, ‘Eğer, bir şüpheniz varsa, size yardım edecek, şehâdet edecek bütün büyüklerinizi ve taraftarlarınızı çağırınız, birtek sûresine bir nazîre yapınız.” (Sözler, s.619) şeklinde bir mânâ verilmiştir.

    Bu âyet Mehmet Akif Meali’nde ise “Yok, şayet kulumuz Muhammed’e indirdiğimiz Kur’ân’dan şüpheli iseniz haydi ona benzer bir sure vücuda getirin; hem Allah’ı bırakıp da kendilerine taptıklarınızdan hepsini yardıma çağırın. İşte dâvânızda doğrucu iseniz bunu yapın” şeklindedir. (Şentürk, s. 3)

    Sonuç

    Risale-i Nur klasik tefsirlerden farklı bir metod ve içeriğe sahip bir Kur’ân tefsiridir. Ağırlıklı olarak Kur’ân’ın da yekununu teşkil eden Tevhid, Nübüvvet, Haşir, adalet ve ibadet esaslarını ele alan Risale-i Nur’da tefsir edilen âyetlerin mânâları genellikle remzen aktarılmış, vurgulanmak istenen ana düşünce ortaya konulmuş, Kur’ân asrın idrakine uygun şekilde konuşturularak yukarıda bahsedilen dil özellikleriyle birlikte imanî hakikatler izah edilmiştir.

    Kur’ân-ı Kerim’i halkın anlayabileceği bir dille anlatma amacını içinde barındıran Âkif mealinde bu amaç doğrultusunda yer yer Safahat’ta kullanılan dilin de dışına çıkılarak âyetlerin mânâları meal mantığı içinde günümüz Türkçesine aktarılmıştır. Yalnız Safahat’ın cezp edici üslubunun ve Âkif ’in şairane dilinin yer yer meale yansıdığını söylemek gerekir. Her ikisi birlikte değerlendirildiğinde, Mehmet Âkif ve Bediüzzaman’ın dili, ciddi bir bozulma tehlikesiyle karşı karşıya olan dilimiz için çıkış yolu gibi gözükmekte, her iki dil de nesilleri bir birine bağlayacak sağlam bir köprünün doğru işaretlerini sunmaktadır.

    Özet

    Kur’ân ile ilgili çalışmalar son yüzyıla kadar devam etmiştir. Mehmet Âkif Ersoy’un meal çalışması da son devrin çalışmaları arasına katılabilir. Risale-i Nur ise bir tefsirdir. Risale-i Nur kendine has bir metodla Kur’ân âyetlerini tefsir eder. Klasik tefsirlerden farklı olan Risale-i Nur’da da zaman zaman âyet meallerine yer verilmiştir. Bu çalışma Risale-i Nur’da mânâları verilen âyetlerle Mehmet Akif Meali’ni karşılaştırmayı amaçlamaktadır. Bunun için ilk olarak aynı iklimin insanları olan Âkif ve Bediüzzaman’ın ortak yönleri tesbit edilecek sonra her iki müellifin eserlerinde kullandıkları dilin hususiyetlerine kısaca değinilecektir. Son olarak da Mehmet Âkif ’in elimizde olan meal örnekleri Said Nursî’nin Sözler adlı eserindeki meal örnekleriyle karşılaştırılacaktır.

    Anahtar Kelimeler

    Meal, tefsir, dil, din, tercüme

    Abstract

    The studies on Quran have continued until the last century. Mehmet Akif Ersoy’s translation of the meanings of Quran (meâl) can be considered among those of the last century. Risale-i Nur is a commentary and it expounds the statements of Quran with a special method of its own. Risale-i Nur which is different from classical commentaries sometimes has given place to translations of Quranic statements. This study aims at comparing the translations of the Quranic statements with those in Mehmet Akif ’s translation of the meanings of Quran. For this purpose, we will first state the common aspects of Akif and Bediüzzaman, who belong to the same climate, and then briefly touch upon the language characteristics the two authors used in their works. Finally we will compare the available samples of Mehmet Akif ’s translation of the meanings of Quran with the translations of Quranic statements in Said Nursi’s work named Sözler.

    Key Words

    Translation of the meanings of Quran, commentary, language, religion, translation

    Kaynaklar

    Bilici, Abdulhalim, Bazı Hususiyetler ve Metod İtibariyle Kur’ân’dan Risale-i Nur’a Yansımalar, Köprü, Bahar/2008, sayı:102

    Dursun, Ahmet, Safahat’ın Sistematik Sözlüğü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Edirne, 1999

    Düzdağ, M. Ertuğrul (1998): Mehmet Akif Ersoy, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara.

    Ersoy, Mehmet Akif, (1990): Safahat (Edisyon kritik), haz: M Ertuğrul Düzdağ, Kültür Bak. Yay., Ankara

    Ersoy, Mehmet Akif, (1336): Nasrullah Kürsüsünden, Sebilü’r- Reşad, c. 18, no: 464.

    Kaplan, Yusuf, Medeniyet Buhranı, Bediüzzaman ve Dili: Bir Milat ve Üstdil Kurucu Düşünür Olarak Bediüzzaman, Köprü, Bahar/2008, sayı:102

    Muhammed Hamidullah. Kur’an-ı Kerîm’in Türkçe Yazma Tercümeleri, Çev. Salih Tuğ, [baskı yılı: 1965], 1964, C: 14, s. 65-80

    Nursî, Bediüzzaman Said, (2001): Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul.

    Nursî, Bediüzzaman Said, (2001): Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul.

    Nursî, Bediüzzaman Said, (2001): Kastamonu Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul.

    Nursî, Bediüzzaman Said, (2001): İşaratül İcaz, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul.

    Nursî, Bediüzzaman Said, (2001): Muhakemat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul.

    Nursî, Bediüzzaman Said, (2001): Mesnevi-i Nuriye, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul.

    Nursî, Bediüzzaman Said, (1993): Hutbe-i Şamiye, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul.

    Risale-i Nur Enstitüsü, (2001): Osmanlıca-Türkçe Lügat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul.

    Şentürk Recep, (2012) Mehmet Akif Meali, Mahya Yayıncılık, İstanbul