Köprü Anasayfa

İnsanlık ve Dünya Barışı İçin Said Nursî’nin Milliyet Anlayışı

"Yaz 2013" 123. Sayı

  • Bediüzzaman, farklılıkların bir ayrışma vasıtası değil, tanışıp yakınlaşma vesilesi olduğunu vurguluyor

    Bediuzzaman emphasizes that differences are not a means of division but a means of recognition and approach.

    Serdar Bedii Omay

    Rektör, Prof. Dr. Mardin Artuklu Üniversitesi

    Rabbimize binlerce şükürler olsun ki, bizleri burada, çok ulvi ve mühim mefhumları, hakikatleri konuşmak için bir araya getirdi. İnsanlık, dünya barışı, milliyetçilik anlayışı gibi önemli kavramları, Üstad Bediüzzaman Said Nursî’nin tüm dünyamızı ve ukbamızı gören, gözeten zaviyesinden konuşabilme, müzake¬re edebilme imkânı bulabilmek çok anlamlı ve kıymetlidir bizler için. İlâveten, bu mümtaz konuşmacıların arasında bulunmak ve bu mühim musahabe mec¬lisinin karşısında konuşmak, bizim için ayrı bir kıymet ve iftihar vesilesidir. Bu vesileyle bizleri, bu muhabbet ve tefekkür meclisinde buluşturan Risale-i Nur Enstitüsü’ne müteşekkirim. Bu hislerle sizleri selâmlıyor ve sözlerime başlamak istiyorum.

    Millet, milliyet, milliyetçilik konuları son 2-3 asrın en netameli, en sıkıntılı konularındandır. İmparatorluklardan ulus-devletlere geçişin sancıları ve neti¬celeri bütün dünyayı -tabir caizse- hercümerç etti. Dağılan imparatorlukların bakiyyesi olarak ortaya çıkan devletlerde ve bu devletlerin kendi arasındaki iliş¬kilerde sulh ve sükunet nerdeyse hiç mümkün olamadı. İnsanoğlu diğer insanları ırklarına ve diğer mensubiyetlerine göre tasnif edip, kendini ve benzerlerini üstün görmeye ve her şeye hakkı olduğu vehmine kapıldıkça çok büyük felaketlere ze¬min hazırladı. Hepimizin malumu olduğu üzere, 20. asır, neticeleri çok ağır ve elîm olan iki cihan harbine ve çok sayıda savaş ve çatışmaya sahne oldu. 21. asra girerken, küresel gücü elinde bulunduran-başta ABD olmak üzere-mütehakkim ülkeler, küçük sebepleri bahane ederek başka ülkelere müdahale etme, hatta on¬ları işgal etme hakkını kendilerinde gördü. Bütün bunlara sebep olan fikirlerin başında, milliyetçilik ve onun daha da aşırı biçimi olan ırkçılık düşünceleri gel¬mektedir.

    Hâlbuki insan nerede, hangi zamanda/çağda doğacağına, hangi ana-baba-nın evladı olacağına, hangi millete/ırka mensup olacağına karar veremiyor. Buna yüce Yaratan karar veriyor. Bütün bu mensubiyetlerin ne olacağını O belirliyor. Bir Kürt, Ermeni, Türk, Alman, vb. olmamız, doğarken hangi sosyo-kültürel ve etnik özelliklerle mücehhez olacağımız meselesi, hep irademiz dışında gelişiyor. Üstad’a yol gösteren iki temel kaynaktan, hepimizin malumu iki iktibas yapaca¬ğım.

    Rabbimiz Kur’ân-ı Kerîm’de “Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdar olandır.” diye buyuruyor.

    Peygamberimiz (asm) de buradan hareketle, Veda Hutbesi’nde yine bu nok¬taya çok vecîz olan diliyle şöyle temas ediyor:

    “Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Adem’in çocuk¬larısınız, Adem ise topraktandır. Arab’ın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allah’tan korkmaktadır. Allah yanında en kıymetli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır. Âzâsı kesik siyahî bir köle başınıza âmir olarak tayin edilse, sizi Allah’ın kitabı ile idare ederse, onu dinleyiniz ve itaat ediniz. Kimse kendi suçundan başkası ile suçlanamaz. Baba, oğlunun suçu üzerine, oğlu da babasının suçu üzerine suçla¬namaz.”

    Elbette Kur’ân ve Sünnet’ten daha başka referanslar da getirebiliriz. Ama bugünkü mevzuumuz, Üstad’ın meseleye nasıl baktığı ve meseleyi nasıl izah et¬tiğidir. Ona yönelelim. Bakın Üstad ne diyor? Mesela yukarıdaki âyet-i kerimeye dair izahatında tespiti şu:

    “Sizi tâife tâife, millet millet, kabîle kabîle yaratmışım; tâ birbirinizi tanıma¬lısınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimâiyeye âit münâsebetlerinizi bilesiniz birbi¬rinize muâvenet edesiniz. Yoksa, sizi kabîle kabîle yaptım ki yekdiğerinize karşı inkâr ile yabânî bakasınız husûmet ve adâvet edesiniz değildir.”

    Sadece bu yüce sözler bile dinimizin insana ve cemiyetler/milletler arası iliş¬kilere dair müspet bakışını izaha yeter. Üstad bu mevzua dair izahatını şöyle sürdürüyor:

    “Nasıl ki bir ordu fırkalara, fırkalar alaylara, alaylar taburlara, bölüklere, tâ ta¬kımlara kadar tefrik edilir; tâ ki her neferin muhtelif ve müteaddit münâsebâtı ve o münâsebata göre vazifeleri tanmsın, bilinsin ve tâ o ordunun efradları düstur-u teâvün altında, hakîki bir vazife-i umûmiye görsün ve hayat-ı içtimâiyeleri, a’dânın hücumundan mâsun kalsın. Yoksa, tefrik ve inkısam, bir bölük bir bölüğe karşı rekâbet etsin, bir tabur bir tabura karşı muhasemet etsin, bir fırka bir fırka¬nın aksine hareket etsin değildir. Aynen öyle de, hey’et-i içtimâiye-i İslâmiye, bü¬yük bir ordudur; kabâil ve tavaife inkısam edilmiş; fakat, binbir bir birler adedin¬ce cihet-i vahdetleri var. Hâlıkları bir, Rezzakları bir, Peygamberleri bir, kıbleleri bir, kitapları bir, vatanları bir; bir, bir, bir, binler kadar bir, bir… İşte bu kadar bir birler; uhuvveti, muhabbeti ve vahdeti iktizâ ediyorlar. Demek, kabâil ve tavâife inkısam, şu âyetin îlân ettiği gibi, teârüf içindir, teâvün içindir; tenâkür için değil, tahâsum için değildir.”

    İşte burada Üstad, meseleyi özünden yakalıyor ve sözündeki îcaz ile bizi kalp¬lerimizden vuruyor. İnsanoğlunun bir olan taraflarını öne çıkarıyor. Bu birlikle¬rin bizi birbirimize nasıl yaklaştırdığına dair, emsallerini sıralıyor. Farklılıkların bir tefrik (ayrışma) vasıtası değil, bir tanışıp yakınlaşma vesilesi olduğu fikrini öne çıkarıyor. Üstad uhuvvet/kardeşlik diyor, muhabbet, vahdet diyor. Teârüf (ta¬nışma) ve teâvün (yardımlaşma) kavramlarını öne çıkarıp yüceltirken, onlara zıt kavramlar olan tenâkür (antipati) ve tehâsümü (düşmanlık besleme) yeriyor. Üs¬tad, düşüncelerini önemli bir esasa daha dayandırarak, sadece ırkî değil insanlar arasındaki dini farklılıkların da bir noktadan sonra önemini yitirdiğini söylüyor. Zira farklı inanışlara sahip olsak da, hepimiz aynı yerden türedik: ilk insan ve ilk peygamber olan Hz. Âdem’den. Zaten Müslümanlar için bütün peygamberler önemli ve değerlidir.

    Öte yandan Üstad menfi milliyetçiliğin, ırkçılığın dünyaya yayıldığı merkez olan garp cephesinin, insanı ve dünyayı algılama şekline de temas ediyor.

    “Fikr-i milliyet, şu asırda çok ileri gitmiş. Husûsan dessas Avrupa zâlimleri, bunu İslâmlar içinde menfî bir sûrette uyandırıyorlar; tâ ki, parçalayıp, onları yutsunlar.

    Hem, fikr-i milliyette bir zevk-i nefsânî var, gafletkârâne bir lezzet var, şeâmetli bir kuvvet var. Onun için, şu zamanda hayat-ı içtimâiye ile meşgul olan¬lara, “Fikr-i milliyeti bırakınız” denilmez. Fakat, fikr-i milliyet iki kısımdır. Bir kısmı menfî’dir, şeâmetlidir, zararlıdır; başkasını yutmakla beslenir, diğerlerine adâvetle devam eder, müteyakkız davranır. Şu ise, muhâsemet ve keşmekeşe se¬beptir. Onun içindir ki, hadîs-i şerifte ferman etmiş:

    İslâm, Câhiliyyetten kalma ırkçılık ve kabîleciliği kaldırmıştır.”

    Bu sözleriyle Üstad, insanın bir milliyet fikrine sahip olmasının tabii oldu¬ğunu, bu fikir sayesinde, o milleti oluşturan fertler arasındaki yardımlaşma ve işbirliğinin artacağını söylüyor. Öte yandan menfi milliyetçiliğin kendine ben¬zemeyenleri yutma, yok etme fikri üzerine bina edildiğini ve bunun bütün dün¬yaya zarar verdiğini, güven, yardımlaşma, tanışma gibi önemli kavramları tehdit ettiğini ifade ediyor.

    Misalleri arttırmak elbette mümkün. Üstad’ın fikriyatı ve hissiyatını yoğuran temel şeyler, hakkın, adaletin, iyiliğin kaynağı olan İslam dinidir. Bir Müslüman için zulmün her türü haramdır. İnsanlara kötü nazarla bakmak, onları aşağı gör¬mek, onlara zulmetmek de İslam’a göre, haramdır. Ayrıca Müslümanlara göre, Allah’ın gönderdiği ilk peygamberden sonuncusu olan Hz. Muhammed’e (asm) gelen bütün dinlerin adı İslam’dır ve hepsinin kaynağı tektir. İşte bu da bizi, mil¬liyetleri ve inanışları ne olursa olsun, diğer insanlara daha da yaklaştırmaktadır.

    Bu zaviyeden bakıldığında bile, 20. asrın en büyük müceddid, âlim, âriflerinden ve muazzam bir insanî ve İslamî hareketin öncüsü olarak Üstad Be¬diüzzaman Said Nursi, halkalar hâlinde önce İslam’ın vahdetini ve selâmetini; daha sonra tüm insanlığın barışını ve iyiliğini istemiş, bu yolda bir mücadelenin ve azmin hâkim olduğu bir ömür sürmüştür. Kendisini ve insanlığın hayrı için çalışmış her insanoğlunu minnetle ve hürmetle anıyoruz. Rabbimizin rahmeti ve mağfireti onu ve hepimizi kuşatsın.