Köprü Anasayfa

İnsanlık ve Dünya Barışı İçin Said Nursî’nin Milliyet Anlayışı

"Yaz 2013" 123. Sayı

  • (Bediüzzaman Said Nursî’ninYorumu Çerçevesinde) Kur’ân-ı Kerîm’de Sosyal Barışın Teminini Sağlayan Ahlâk İlkeleri

    Moral Principles in Quran Providing Social Peace (Within the Interpretation of Bediuzzaman Said Nursi)

    A. Cüneyt Eren

    . Dr. Dokuz Eylül Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi, Tefsir Anabilim Dalı Öğretim Üyesi

    I. Giriş

    Kur’ân-ı Kerîm dünya ve ahiret saadetine rehberlik eden bir kitab-ı şe¬riat, bir kitab-ı dua, bir kitab-ı hikmet, bir kitab-ı ubudiyet, bir kitab-ı emir ve davet, bir kitab-ı zikir, bir kitab-ı fikir ve içinde bulunduğu sosyal haya¬tı düzenleyen bir kitab-ı ahlâktır. Ortaya koyduğu prensipleriyle insanın kendisi, ailesi, yaşadığı toplum ve âlemşümul bir anlayışla bütün insanlığı kuşatan en güzel ahlak modelini tesis eder. Sosyal barışın teminine temel harç vazifesi görür. Bu prensipler Kur’ân’ın doğası gereği sistematik olarak sıralanmamakla birlikte, yer yer açık olarak emir ve yasaklama şekliyle ve umumiyetle de satır aralarında gergef gibi işlenmiş olduğu görülmektedir. Burada en dikkat çekici husus da Kur’ân’ın ortaya koyduğu ahlâkî ilkelerin temelinde iman esasları ve bu esasları besleyen ‘salih amel’ kavramıdır. Aslında her iki olgu da birbirinden beslenmektedir. Zira Kur’ân’a göre dav¬ranış imanın hayata yansımasıdır. İmanı muhafaza eden de ahlâk olarak nitelediğimiz davranıştır.

    Bediüzzaman hayatı boyunca sürdürmüş olduğu çizgi ve kaleme aldığı eserlerle iman hizmetinde bulunmuş, ferdin ve dolayısıyla yaşadığı toplu¬mun ihtiyaçları adına terbiyevî bir misyon yüklenmiştir. Zira ona göre sağ¬lıklı toplum iman ve salih amelle beslenen fertlerden oluşmaktadır. Ona göre insanın bu dünyadaki gaye ve görevi İlâhî ahlâk ve güzel seciyelerle donanma olup ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalâtının ef’âle izharı, sair dinlerin tâbilerinin cemaatlerle İslâmiyet’e girmesine, belki küre-i arzın bazı kıt’aları ve devletlerinin dahi İslâmiyet’e dehaletine vesile olacaktır.

    II. Kuramsal Temel

    Ahlâk, Arapça bir kelime olup ‘hulk sözcüğünün çoğuludur. Kelime ya-ratmak anlamındaki (h-l-k) fiil kökünden gelir. Bu itibarla ahlâk kelimesi yaratılıştaki hali alma şeklinde anlaşılabilir. Zira hulk; insanın yaratılıştan sahip olduğu huy, seciye, din, tabiat, karakter, mizaç, âdet, yaradılış, insa¬nın ruhsal-zihinsel halleri anlamındadır. İnsanın fizikî yapısı genellikle ‘halk’, manevî yapısı için de ‘hulk’ kelimesi kullanılmaktadır. Bunun için Efendimiz (asm) aynaya bakarken okuduğu me’sûr duasında

    -Allahım yaratılışımı güzel kıldığın gibi ahlâkımı da güzelleştir, buyurur.

    Bir terim olarak insan hakkında iyi veya kötü olarak vasıflandırılmasına sebep olan bütün huyları ve bunu yansıtırken ortaya koyduğu bütün davra¬nış modeline verilen addır. Bu itibarla ahlâk insanın yaratılışından gelip za¬man içinde karakter halini alan iyi-kötü alışkanlık ve davranışlarıdır. İslâmî kaynaklarda ahlâk terim olarak genellikle iyi ve kötü huyları ifade etmek üzere kullanılmıştır. İnsan güzel huyların kazanımı, kötü huyların da terki ile kemâlata doğru yükselir. Dolayısıyla ahlâk ferdi, rol model konumunda faziletli insan olmaya vesile ilkeleri barındırır. Bu değerlerden mahrum olan fert ve toplumlar yaratılıştaki duruluğa muhalif olarak sapma ve inhiraflara düçâr olur. Bu kavram ‘yaşama ait kurallar’ anlamında Almanca’da ‘Moral’, Fransızca’da ‘Morale’, İngilizce’de ‘Morals’, Yunanca’da da ‘Ethik’ olarak kullanılmaktadır. Bu açıdan bakıldığında ahlâkı, varlık ve tabiat ile ahenk ve uyum içinde olmak şeklinde de anlayabiliriz.

    Bediüzzaman ahlâkı insan-ı kâmil çerçevesine yerleştirerek takdim eder. Ona göre ahlâk insanî ruhun sûretine onun mahiyetiyle birlikte damgasını vuran ve kevnî [kozmik] anlamını kazanması için onu terbiye ve mücâhede yollarına sevk eden Kur’ân nizamıdır. [1] Ona göre bu hususta en güzel örnek de Efendimiz olmuştur.

    ‘İşte, bak: Şu cezire-i vâsiada vahşî ve âdetlerine mutaassıp ve inatçı muhtelif akvâmı, ne çabuk âdât ve ahlâk-ı seyyie-i vahşiyânelerini def’aten kal’ ve ref’ ederek, bütün ahlâk-ı hasene ile teçhiz edip bütün âleme muallim ve medenî ümeme üstad eyledi. Bak, değil zâhirî bir tasallut, belki akılları, ruhları, kalbleri, nefisleri fetih ve teshir ediyor. Mahbub-u kulûb, muallim-i ukûl, mürebbi-i nüfûs, sultan-ı ervâh oldu.” [2]

    Başka bir yerde de şöyle der:

    Hem hadsiz salât ü selâm ol Peygamberimiz Muhammed Mustafa (a.s.m) üzerine olsun ki, demiş: Yani; benim insanlara Cenab-ı Hak tarafından bi›setim ve gelmemin ehemmiyetli bir hikmeti, ahlâk-ı haseneyi ve güzel hasletleri tekmil etmek ve beşeri ahlâksızlıktan kurtarmaktır. [3]

    Yine Bediüzzaman’a göre Kur’ân’ın öngördüğü ahlâk esasları, diğer din¬lerin kitaplarında yer alan faziletleri de cem eden, üzerine ekleyen, ferdilik¬ten sosyal topluma intikal eden âlemşümul bir ilkeler bütünüdür. Temeline de şu sözleriyle ‘insaniyeti’ yerleştirmiştir:

    “Bütün ihtilâlât-ı beşeriyenin mâdeni bir kelime olduğu gibi, bütün ahlâk-ı seyyienin menbaı dahi bir kelimedir. Birinci Kelime: ‘Ben tok ola¬yım, başkası açlıktan ölse, bana ne.’ İkinci Kelime: ‘Sen çalış, ben yiyeyim.’ Evet, hayat-ı içtimâiye-i beşeriyede havâs ve avâm, yani zenginler ve fakir¬ler, muvâzeneleriyle rahatla yaşarlar.” [4]

    Ahlâk ilmi, bir kurallar ilmidir; insanların dinî, şahsî, ailevî ve top¬lumsal yasayışlarında uymaları gereken kaide ve kanunları belirler. Ahlâk bir değerler ilmidir ve dolayısıyla ahlâkı failin davranışlarına atfedilen de¬ğerlerin mahiyetini, ölçüsünü ve kaynağını araştırır; iyi fiilleri yapmayı ve kötü fiilleri terk etmeyi emreder. Böylece insanların mükellef bulundukları görevleri sıralar ve bunları ifa veya ihmal etmenin sonuçlarını araştırır ve gösterir.

    Kavramın toplumla alâkasından dolayı sosyolojik açıdan değerlendi¬rilecek olursa kısaca, belli bir zaman içinde yaşayan bireylerin kendi ara¬larında ilişkilerini düzenleyen kabul görmüş ilkelere ahlâk denir. Bireyin doğrudan kendisi ile ilgili yönü göz önüne alındığında da ahlâk, insan nef¬sini güzel olan haslet ve meziyetlerle donatma, kötü ve çirkin addedilen rezailden de korumaya rehberlik etmeye yol açan manevi niteliklerdir.

    Bediüzzaman, Kur’ân’ın insanın ‘ahlâkî’ yaratılışından itibaren ‘kemâl’e kadar rehberlik adına ortaya koyduğu yol haritasını en ince ayrıntılarına ka¬dar eserlerinde beyân etmiştir, diyebiliriz. Bu harita insanın ‘ene’sini idrak etmesi ile başlayıp, âfakî ve enfüsî tefekkürle Hâlikini tanıma, akabinde O’na karşı vazifelerini îfa etmek şeklinde özetlenebilir. İnsanın ferd olarak O’na karşı vazifesini îfa etmesi ise içinde yaşamış olduğu toplumun temeline harç katacak, neticede (Fârabi’nin Ütopik İdeal Devletinin de çok ötesinde) Kur’ân’ın resmettiği (ve insanlık tarihi içinde çok kısa denilebile¬cek bir zaman dilimi içinde) asr-ı saadet örneği ile sergileyecektir. Bu öyle bir örnektir ki; Kur’ân, bu metodla elde edilen fethi (Allah ile mahlûkatının arasındaki köprülerin atılması, kalplerin samediyet zaviyesinden gerçek sa¬hibini bulması) Fetih Sûresi 1. âyetinde: ‘Ey Muhammed! Doğrusu biz sana apaçık bir fetih sağlamışızdır’ beyanı ile müjdelemiştir. Zira İslam’ın Mek¬ke ile başlayan fütuhatı zahiren aleyhte görünen, başlangıçta ‘kan kusup kızılcık şerbeti içme’ gibi görülen Hudeybiye ile taçlanmıştır. Hudeybiye ise, İslâm’ın insan merkezli rol modele verdiği önem ve toplumları tepeden inme değil, tabandan eğitmeyi esas alma şeklinde özetlenebilir. Kur’ân’ın ‘mübin/apaçık’ diye tabir ettiği bu fetih ile Hudeybiye sonrası 2 yıl içinde Müslüman olanların sayısı Mekke’de başlayan 19 yıllık davet döneminde Müslüman olan kimselerin sayısından en az bir kat daha fazla olmuştur. Bu nasıl bir sırdır ki, 2 yıl 19’a galip gelmektedir. İşte bu sır İslam ahlâkının hayata tatbiki ile ferdiyetten topluma intikali şeklinde okunmalıdır. Zira Medine’yi ve Medine’de yaşanan hayatı gören Mekkeli müşriklere artık fazla söz gerekmemiştir. İşin asırlardan bu yana taşınan evrensel sırrı da bu olmalıdır.

    Enenin idrakiyle başlayan seyr-i süluk

    Bediüzzaman insanın enesini idrak etmesine çok önem vermiştir. Otu¬zuncu Söz’ün Birinci Maksadında ene’nin mâhiyetini ‘Biz emâneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik; hepsi de onu yüklenmekten kaçındılar ve on¬dan korktular. İnsan ise onu yüklendi. Gerçekten insan çok zâlim ve çok câhildir’[5] ayetinin tefsiri merkezinde izah eder.

    Ona göre ‘ene’, Hazret-i Âdem’den (a.s.) şimdiye kadar insanlık âleminin etrafına dal budak salan hem nûrânî bir Tûbâ ağacının, hem de dehşetli bir Zakkum ağacının çekirdeği hükmündedir. Yani kâinâtın tılsımlı anah¬tarı insanın nefsine takılmıştır. Cenâb-ı Hak, insana emânet cihetiyle “ene” nâmında vermiş olduğu anahtarla âlemin bütün kapalı kapılarını ve sırlı hazînelerini açabilmektedir. İşte aynı ‘ene’ acziyet ve fakriyet noktasında künhünü idrak edemeyince zakkum ağacı örneğinde olduğu gibi ona kay¬bettirmektedir. Kısaca enesine güvenen kaybetmekte, onu gerçek sahibine veren de kazanmaktadır. Bediüzzaman bu hakikati ‘acziyet, fakriyet, şefkat ve tefekkür’ olarak özetlemiş ve bunu Nur’un temel mesleği olarak öngör¬müştür. Zira enenin idraki ile acziyet ve fakriyet içerisinde olan insan, ancak varlık âlemine karşı daha şefkatli olabilmektedir. Şefkat, insanı Allah’ın Ra¬him ismine ulaştırırken aynı zamanda varlık âleminin bu noktadaki acziyet ve fakriyetini de tefekküre yol açacak, birbiri ile sebep sonuç ilişkisi içinde bir alışveriş yapacaktır. [6] Kalp ve ruhu enesine mahkûm ve esir olan ise sa¬dece kendisini görür, kendine endeksli yaşar. Bu itibarla kendisine var diyen gerçekte yokluğu, kendisini Allah için yok sayan da gerçek anlamda varlığı bulmuş olmaktadır.

    Bediüzzaman bu anlayışa medar olacak:

    ‘Bâkî kalan ancak Sensin, ey Bâkî. Bâkî kalan ancak Sensin, ey Bâkî’ söz¬lerini kendine vird edinmiştir.

    Bu mevzuda şu sözleri de çok manidardır:

    Kâinatın ekser enva’ıyla alâkadar ve o alâkadarlık yüzünden perişan ve keşmekeş içinde boğulmak derecesine gelen ruh-u beşer ve kalb-i insan kelimesinde bir melce›, bir halaskâr bulur ki; onu bütün o keşme¬keşten, o perişaniyetten kurtarır. Yani, manen der: «Allah birdir. Başka şeylere müracaat edip yorulma, onlara tezellül edip minnet çekme, onlara temelluk edip boyun eğme, onların arkasına düşüp zahmet çekme, onlardan korkup titreme. Çünkü Sultan-ı Kâinat birdir, herşey›in anahtarı onun yanında, her şey›in dizgini onun elindedir; herşey onun emriyle halle¬dilir. Onu bulsan, her matlubunu buldun; hadsiz minnetlerden, korkulardan kurtuldun.» [7]

    Bu yaklaşımın kökleri Efendimizin (asm) öğretisi içerisinde

    (Allah’ım! Senin ezelde takdir ettiğin bir şeye hiç bir mani yoktur. Senin men ettiğin ve vermediğini de verecek kimse olamaz. Senin hükmettiğin kaza¬nı da reddedebilecek yoktur. Güç ve kuvvet ancak Sen’dendir.) sözleriyle yerini bulmuştur.

    III. Kur’ân-ı Kerîm’de Yer Alan Ahlâk İlkeleri

    Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan ahlâk ilkelerini, bireyin öncelikle Allah’a karşı, ardından topluma karşı ahlâklı olması şeklinde iki ana başlıkta özetleyebiliriz. Ancak bu başlıkları birbirinden ayrı müstakil olarak da gö¬remeyiz. Zira her birisi bir diğeriyle doğrudan veya dolaylı irtibatlı olduğu muhakkaktır.

    Allah’a Karşı Ahlâklı Olma

    Bireyin Allah’a karşı saygılı olması başta O’na (c.c) iman etmeyi gerek¬tirir. Bunun içindir ki, Kur’ân-ı Kerîm birçok âyetinde Ey iman edenler’ tabiri ile iman ehline seslenerek va’z edeceği ahlâkî il¬kelere hazırlık için imanlı olmayı referans olarak göstermiştir. Salih amel de imanın gereği olarak sergilenen davranış modelidir. Kur’ân genel olarak ahlâkın önemine vurgu yapmak için, imanın akabinde salih amel vurgusu yapar. Zira yukarıda da belirttiğimiz gibi Kur’ân’ın ortaya koyduğu ahlâkî ilkelerin temelinde imân esasları ve bu esasları besleyen salih amel yatar. Bunun içindir ki ‘İman eden ve salih amelde bu¬lunan’ ifadesi Kur’ân’da en az elli defa tekrar edilmektedir.

    Kur’ân, -Sevdiğiniz şeylerden infak etmedik¬çe, iman etmiş olmazsınız– âyeti ve ‹Hiç¬biriniz kendisi için istediğini mü’min kardeşi için istemedikçe gerçek iman etmiş olamaz ‹ hadisinde de görüldüğü üzere ahlaki davranışı imana eşde¬ğer görür. Yine –Namaz bütün kötülüklerden alıkoyar’– âyeti de salih amelin topluma pozitif davranış olarak yansımasına delildir. Zira bireyin topluma karşı ahlâklı olması öncelikle özünü terbiye etmekle, bu da ancak iman ve salih amelle mümkün olacaktır.

    Kur’ân’ın bir çok âyet fasılalarında yer alan:

    gibi ifadeler muhataba iman-amel ilişkisine işaretle Allah’ın Allâmu’l-guyûb olduğu, O’na hiçbir şeyin gizlenemeyeceği ve kalplerin derinliklerin¬deki duygu ve düşüncelerle birlikte sergilenen amellere de muttali olduğu vurgusu yapılmaktadır. Bu bağlamda Allah’ın her şeyi en iyi bilen olup, ilmi her şeye şamil olduğu gerçeği hatırlatılarak sosyal hayat içinde sergilenecek olan davranışın ahlaki temellere oturması gerektiğine işaret edilmektedir.

    Bediüzzaman Hazretleri de hemen hemen bütün eserlerinin temel te¬ması iman çerçevesinde şekillendirmiş, varlık aleminin en büyük hakikatı¬nın iman-ı billah olduğunu vurgulamıştır:

    Kat’iyyen bil ki: Hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi iman-ı billahtır. Ve insaniyetin en âlî mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billah içindeki marifetullahtır. Cinn ü insin en parlak saa¬deti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki muhabbetullahtır. Ve ruh-u beşer için en hâlis sürur ve kalb-i insan için en safi sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir. Evet bütün hakikî saadet ve hâlis sürur ve şirin nimet ve safi lezzet elbette marifetullah ve muhabbetullahtadır. On¬lar, onsuz olamaz. Cenab-ı Hakk’ı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envâra, esrara; ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır. Onu hakikî ta¬nımayan, sevmeyen; nihayetsiz şekavete, âlâma ve evhama manen ve mad¬deten müptela olur. Evet, şu perişan dünyada, âvâre nev’-i beşer içinde, semeresiz bir hayatta; sahibsiz, hâmîsiz bir surette; âciz, miskin bir in¬san, bütün dünyanın sultanı da olsa kaç para eder. İşte bu âvâre nev’-i beşer içinde, bu perişan fâni dünyada; insan, sahibini tanımazsa, mâlikini bulmazsa, ne kadar bîçare sergerdan olduğunu herkes anlar. Eğer sahi¬bini bulsa, mâlikini tanısa, o vakit rahmetine iltica eder, kudretine istinad eder. O vahşetgâh dünya, bir tenezzühgâha döner ve bir ticaretgâh olur. [8]

    İmanın gereği salih amel de ahlâklı olmanın mânâ-ı lâzımıdır.

    Mü’min başta inanç olmak üzere yaşantısında da Kur’ân ve sünneti reh¬ber edinmelidir. Bu itibarla, bütün işlerinde Allah ve resûlünün bir hükmü¬nün bulunup bulunmadığını araştırmak ve ona uymak ahlaki bir yükümlü¬lüktür. Zira sünnete ittiba da ahlâklı olmanın gereğidir.

    Bediüzzaman bu mevzuda Âli İmrân Sûresi 31. âyet ten iktibas yoluyla Allah sevgisini Efen¬dimize olan ittiba ile mukarin kılarak şöyle der:

    “Eğer Allah’a muhabbetiniz varsa, Habibullah’a ittiba edilecek. İttiba edilmezse, netice veriyor ki: Allah’a muhabbetiniz yoktur.” Muhabbetullah varsa, netice verir ki: Habibullah’ın Sünnet-i Seniyesine ittibaı intac eder. Evet Cenab-ı Hakk’a iman eden, elbette ona itaat edecek. Ve itaat yolları içinde en makbulü ve en müstakimi ve en kısası, bilâ-şübhe Habibullah’ın gösterdiği ve takib ettiği yoldur.’ [9]

    Başka bir yerde de şöyle der:

    ‘Allah’a (celle celalühü) imanınız varsa, elbette Allah’ı seveceksiniz. Ma¬dem Allah’ı seversiniz, Allah’ın sevdiği tarzı yapacaksınız. Ve o sevdiği tarz ise, Allah’ın sevdiği zâta benzemelisiniz. Ona benzemek ise, ona ittiba etmektir. Ne vakit ona ittiba etseniz, Allah da sizi sevecek. Zâten siz Allah’ı seversiniz, tâ ki Allah da sizi sevsin.” [10]

    ‘Muhabbetullah, ittiba-ı Sünnet-i Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ı istilzam eder. Çünkü Allah’ı sevmek, onun marziyatını yapmaktır. Marziyatı ise, en mükemmel bir surette Zât-ı Muhammediyede (asm) te¬zahür ediyor. Zât-ı Ahmediyeye (asm) harekât ve ef’alde benzemek, iki cihetledir: Birisi: Cenab-ı Hakk’ı sevmek cihetinde emrine itaat ve mar¬ziyatı dairesinde hareket etmek, o ittibaı iktiza ediyor. Çünkü bu işde en mükemmel imam, Zât-ı Muhammediyedir (asm) İkincisi: Madem Zât-ı Ahmediye (asm), insanlara olan hadsiz ihsanat-ı İlâhiyenin en mühim bir vesilesidir. Elbette Cenab-ı Hak hesabına, hadsiz bir muhabbete lâyıktır. İnsan, sevdiği zâta eğer benzemek kabil ise, fıtraten benzemek ister. İşte Habibullah’ı sevenlerin, sünnet-i seniyesine ittiba ile ona benzemeye çalış¬maları, kat’iyyen iktiza eder.’ [11]

    Aynı mevzuda bir başka yerde de şöyle der:

    ‘Sünnet-i Seniye, edebdir. Hiçbir mes’elesi yoktur ki, altında bir nur, bir edeb bulunmasın! Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman et¬miş: Yani: “Rabbim bana edebi, güzel bir surette ihsan etmiş, edeblendirmiş.” Evet siyer-i Nebeviyeye dikkat eden ve Sünnet-i Se¬niyeyi bilen, kat’iyyen anlar ki: Edebin enva’ını, Cenab-ı Hak habibinde cem’etmiştir. Onun Sünnet-i Seniyesini terk eden, edebi terk eder. kaidesine mâsadak olur, hasaretli bir edebsizliğe düşer.’ [12]

    Topluma Karşı Ahlâklı Olma

    Bu başlık altında toplum bireylerine karşı saygılı olma, hukukunu gö¬zetmek, insanlar arasında ayırım yapmamak, toplumun sorunlarına bigâne kalmamak, toplum bireyleriyle diyalog kurmak, iyiliği emredip kötülükten sakındırmak ve Müslümanlar arasında uhuvveti tesis etmek gibi hususlar akla gelmektedir.

    Örneğin Hucurat Sûresi On birinci âyetinde gayr-i ahlâkî bir davranış örnekleri olan insanların birbirleri ile alay etmesinin, birbirinin ayıplarını zikretmesinin, birbirlerini çirkin lakaplarla çağırmalarının, dedikodu ve ko¬ğuculuk ile bir Müslümanın kardeşini, küçümsemesi, ona değer vermemesi ve onu olduğundan aşağı görmesinin caiz olmadığı anlaşılmaktadır:

    Ey iman edenler! Sizden hiçbir topluluk bir başka toplulukla alay etmesin. Ne mâlum? Belki alay edilenler edenlerden daha hayırlıdır. Kadınlar da başka kadınlarla alay etmesinler. Belki de alay edilenler edenlerden daha hayırlıdır. Birbirinizi, (daha doğrusu kendilerinizi) karalamayın, kusur aramayın. Birbirinize kötü lakaplar takmayın. İman ettikten sonra insanın adının kötüye çıkması, fâsık damgası yemesi ne fena bir şeydir! Kim tövbe etmezse işte onlar tam zalim kimselerdir.

    Aynı surenin on ikinci âyetinde de insanların gizli hallerini araştırmanın da caiz olmadığı insanların gıybetini yapmanın caiz olmadığı anlaşılmak¬tadır.

    Ey iman edenler! Zandan çok sakının. Çünkü zanların bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizli hallerini araştırmayın. Kiminiz kiminizi gıybet etmesin. Hiç sizden biriniz ölmüş kardeşinin cesedini dişlemekten hoşlanır mı? İşte bundan hemen tiksindiniz! Öyleyse Allah’ın azabından korkun da bu çirkin işten kendinizi koruyun. Allah tevvabdır, rahîmdir (tövbeleri kabul eder, merhamet ve ihsanı boldur).

    Bu âyette geçen ibâresi, ‘zâhire göre hükmetmenin gere¬ği ile gizli şeylerin araştırılmasının uygun olmadığına işaret vardır. Ayrıca ayetteki ‹Kiminiz kiminizi gıybet etmesin› ifadesi gıybet yapanın kendisine de gıybet edileceğine ve Müslümanların tek bir vücut oldukları, yapılan gıybetin kendilerine yapılmış olacağına işaret vardır.

    Kur’ân’a göre kardeş saygınlığın parçalanması çirkinlik açısından onun etinin parçalanması ile denktir. Zira gıybet eden kimse kardeşinin namusu¬nu onun gıyabında parçalarken aynı zamanda etini de gıyabında parçalamış olmaktadır.

    Ayrıca kardeşliğin gereği karşılıklı sevgi, merhamet, arayıp sorma, yar¬dımlaşma iken gıybet eden kimse bu değerlerin aleyhine hareket etmesi sebebiyle kardeşinin etini parçalama yeme ile denk duruma düşmüştür. Zira kardeşlik kardeşin korunmasını, muhafazasını ve savunulmasını gerektirir.

    Âyette ‹Birbirinizde kusur aramayın› demek yerine ‘Kendi nefislerinizde kusur aramayın’ denilmiştir. Yani kişi kalbi kötülükle dolu olmadıkça bir başkasına kötü bir şey söylemez. Bu bakımdan kişinin kalbinin kötülükle dolu olması bile başlı başına bir kusurdur. Dolayısıyla, ancak nefsini kötü¬lüğünün yuvası haline getiren bir kimse başkalarını tenkit eder ve onları da kendisini tenkit etmeleri için davet eder.

    Bediüzzaman, topluma karşı ahlaklı olmanın temeline sevgi ve adaleti yerleştirir:

    ‘Zira malûmdur ki: Adavet ve muhabbet, nur ve zulmet gibi zıddırlar. İkisi, mânâ-yı hakikîsinde olarak beraber cem’ olamazlar. Eğer muhabbet, kendi esbabının rüchaniyetine göre bir kalbde hakikî bulunsa, o vakit ada¬vet mecazî olur; acımak suretine inkılâb eder. Evet mü’min, kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle değil, belki lütufla ıs¬lahına çalışır. Onun için nass-ı hadîs ile: “Üç günden fazla mü’min mü’mine küsüp kat’-ı mükâleme etmeyecek.”Eğer esbab-ı adavet galebe çalıp, adavet hakikatıyla bir kalbde bulunsa; o vakit muhabbet mecazî olur, tasannu’ ve temelluk suretine girer.’ [13]

    Başka bir yerde de sosyal ilişkileri felç eden hastalıkların başında yer alan gıybet hakkında şunları söyler:

    ‘Zemm ve gıybet, aklen ve kalben ve insaniyeten ve vicdanen ve fıtraten ve milliyeten mezmumdur. İşte bak nasıl şu âyet, îcazkârane altı mertebe zemmi zemmetmekle, i’cazkârane altı derece o cürümden zecreder. Gıybet, ehl-i adavet ve hased ve inadın en çok istimal ettikleri alçak bir silâhtır. İzzet-i nefis sahibi, bu pis silâha tenezzül edip istimal etmez.

    Nasıl meşhur bir zât demiş:

    Yani: “Düşmanıma gıybetle ceza vermekten nefsimi yüksek tutuyorum ve tenezzül etmiyorum. Çünkü gıybet; zaîf ve zelil ve aşağıların silâhıdır.” Gıybet odur ki: Gıybet edilen adam hazır olsa idi ve işitse idi, kerahet edip darılacaktı. Eğer doğru dese, zâten gıybettir. Eğer yalan dese; hem gıybet, hem iftiradır. İki katlı çirkin bir günahtır.’ [14]

    Başka bir yerde Cenab-ı Hak sosyal hayat içinde ideal olan örnek mo¬delin kardeşlik esası üzerine bina edilmesi gerektiği ve kardeşliğin gerektir¬diği davranış modeline işaretle şöyle der:

    Mü’minler ancak kardeştirler. O halde ihtilaf eden kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı takvalı olun ki O’nun merhametine nail olasınız. [15]

    Bediüzzaman da bu hususta dikkat çekici bir ikazla şunları der:

    ‘Ey ehl-i iman! Zillet içinde esaret altına girmemek isterseniz, aklını¬zı başınıza alınız! İhtilafınızdan istifade eden zalimlere karşı kal’a-i kudsiyesi içine giriniz; tahassun ediniz. Yoksa ne hayatınızı muhafa¬za ve ne de hukukunuzu müdafaa edebilirsiniz. Malûmdur ki; iki kahraman birbiriyle boğuşurken; bir çocuk, ikisini de döğebilir. Bir mizanda iki dağ birbirine karşı muvazenede bulunsa; bir küçük taş, muvazenelerini bozup onlarla oynayabilir; birini yukarı, birini aşağı indirir. İşte ey ehl-i iman! İhtiraslarınızdan ve husumetkârane tarafgirliklerinizden kuvvetiniz hiçe iner, az bir kuvvetle ezilebilirsiniz. Hayat-ı içtimaiyenizle alâkanız varsa, düstur-u âliyeyi düstur-u hayat yapınız, sefalet-i dünyeviyeden ve şekavet-i uhreviyeden kurtulunuz!..

    Başka bir münasebette de şöyle der:

    ‘Kardeşlerinizin nefislerini nefsinize; şerefte, makamda, teveccühte, hattâ menfaat-ı maddiye gibi nefsin hoşuna giden şeylerde tercih ediniz. Hattâ en latif ve güzel bir hakikat-ı imaniyeyi muhtaç bir mü’mine bildir¬mek ki; en masumane, zararsız bir menfaattir. Mümkün ise, nefsinize bir hodgâmlık gelmemek için, istemeyen bir arkadaş ile yaptırması hoşunuza gitsin. Eğer “Ben sevab kazanayım, bu güzel mes’eleyi ben söyleyeyim” ar¬zunuz varsa, çendan onda bir günah ve zarar yoktur. Fakat mabeyninizdeki sırr-ı ihlasa zarar gelebilir. [17]

    Ey insafsız adam! Şimdi bak ki: Mü’min kardeşine kin ve adavet ne kadar zulümdür. Çünkü nasılki sen âdi küçük taşları, Kâ’be’den daha ehemmiyetli ve Cebel-i Uhud’dan daha büyük desen, çirkin bir akılsızlık edersin. Aynen öyle de: Kâ’be hürmetinde olan iman ve Cebel-i Uhud azametinde olan İslâmiyet gibi çok evsaf-ı İslâmiye; muhabbeti ve ittifakı istediği halde, mü’mine karşı adavete sebebiyet veren ve âdi taşlar hükmünde olan bazı kusuratı, iman ve İslâmiyete tercih etmek, o derece insafsızlık ve akılsızlık ve pek büyük bir zulüm olduğunu aklın varsa anlarsın!. [18]

    Her ikinizin Hâlıkınız bir, Mâlikiniz bir, Mabudunuz bir, Râzıkınız bir.. bir bir, bine kadar bir bir. Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir.. bir bir, yüze kadar bir bir. Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir.. ona kadar bir bir. Bu kadar bir birler vahdet ve tevhidi, vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti iktiza ettiği ve kâinatı ve küreleri birbiri¬ne bağlayacak manevî zincirler bulundukları halde; şikak ve nifaka, kin ve adavete sebebiyet veren örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve sebatsız şeyleri tercih edip mü’mine karşı hakikî adavet etmek ve kin bağlamak; ne kadar o rabıta-i vahdete bir hürmetsizlik ve o esbab-ı muhabbete karşı bir istihfaf ve o münasebat-ı uhuvvete karşı ne derece bir zulüm ve i’tisaf olduğunu; kalbin ölmemiş ise, aklın sönmemiş ise anlarsın! [19]

    Özet

    Kur’ân-ı Kerîm, dünya ve ahiret saadetine rehberlik eden ve içinde bulunduğu sosyal hayatı düzenleyen bir ahlâk kitabıdır. Ortaya koyduğu prensipleriyle insanın kendisi, ailesi, yaşadığı toplum ve âlemşümul bir anlayışla bütün insanlığı kuşatan en güzel ahlâk modelini tesis eder. Sosyal barışın teminine temel harç vazifesi görür. Bu yazıda Kur’ân-ı Kerîm’de sosyal barışın teminini sağlayan ahlâk ilkeleri Bediüzzaman Said Nursî’nin yorumu çerçeve¬sinde ele alınmaktadır.

    Anahtar Kelimeler

    Sosyal barış, ahlak, fert, toplum, ene

    Abstract

    Holy Quran is a moral book that leads to the happiness in the world and the hereafter and that regulates the social life of the society. With its principles it establishes the best model of morality that surrounds man, family and society with a universal approach. It functions as the groundwork mortar in enabling social peace. In this study the moral principles in the Holy Quran that provide social peace are investigated.

    Key Words

    Social peace, morality, individual, society, ego

    Dipnotlar:

    [1] Ferid Al-Ansari, Said Nursî’de Ahlâk Düşüncesi, http://www. bediuzzaman ¬saidnursi.org.

    [2] Sözler, 19. Söz, s. 251

    [3] Hutbe-i Şamiye, 18- 19.

    [4] Sözler, 25. Söz, s. 441.

    [5] Ahzâb Sûresi, 33/72.

    [6] Bkz. Nursi, Sözler, s. 438.

    [7] Asa-yı Musa, 227.

    [8] Asa-yı Musa, 225-226.

    [9] Lem’alar, 52 – 53.

    [10] Lem’alar, 57.

    [11] Lem’alar, 58.

    [12] Lem’alar, 54.

    [13] Mektubat, 263.

    [14] Mektubat, 276-277.

    [15] Hucurat 10.

    [16] Mektubat, 270.

    [17] Lem’alar, 162.

    [18] Mektubat, 263.

    [19] Mektubat, 264.