Köprü Anasayfa

İnsanlık ve Dünya Barışı İçin Said Nursî’nin Milliyet Anlayışı

"Yaz 2013" 123. Sayı

  • Dil, Millet ve Milliyet İlişkisi

    The Relationship Between Language and Nation/Nationality

    Faruk Soylu

    Dil ile Toplumun Etkileşimi

    Dil, ister doğrudan ister tercümanı olduğu kültür vasıtasıyla o dili konu¬şan toplumu ve milleti etkiler ve şekillendirir.

    Dili oluşturan önemli katmanlardan biri kelimeler, kavramlar, deyim ve sözlerdir. (Güzel sözler, vecizeler, atasözleri, darb-ı meseller, vb.)

    Dil, insanların ruh, düşünce, duygu dünyalarının oluşumunu derinden etkiler ve hatta belli tarzlarda teşekkülünü sağlar.

    Dinin emirlerine, Rıza-yı İlâhiye, Sünnet-i Seniyeye, Kur’ân ahlâkına uygun ve uyumlu tarzda kavramlar dünyası oluşturmuş bir dilin, o dili ko¬nuşan bireyler ve toplumun terbiyesi ve eğitimi üzerinde son derece müsbet bir etki bırakacağı ortadadır.

    Dil, dinden ve kültürden aldığı rengi ve ışığı, dili konuşanların zihin ve kalp dünyasına yansıtır. Akıl duygu ve lâtifelerini aydınlatır ve renklendirir. Onlara estetiklik kazandırır.

    Meselâ Kürtçede halkın dilinde en yaygın teşekkür biçimi “Xudê jı tere razi be” (Allah senden razı olsun) olduğu halde biraz Türkçenin etkisi daha çok son çeyrek yüzyılda uygulama sahnesine konan “Kürtleri ve Kürtçeyi dünyevileştirme” projesinin sonucu olarak

    “Tı sağ bi” (sağ olasın) ya da “Canê te sağ be” (Canın sağ olsun) özellikle de “sipas dıkım” (Teşekkür ederim) gibi teşekkür biçimleri yaygınlaşmıştır.

    İlki tamamen İslâmî ve uhrevî bir bilinci ve bakış açısını yansıtırken sonraki ifadeler lâdinî ve dünyevî (seküler) bir yaklaşım sergilemektedir.

    Başka bir misal: Kahramanlığı, cesareti, mertliği, dürüstlüğü ders veren deyim ve sözler bakımından zengin bir dili konuşan bir milletin fertlerinin kahramanlık ve cesareti ile öne çıkması kaçınılmazdır. Tam aksine korkak¬lığı, sıvışmayı, hileyi, sahtekârlığı, yalancılığı, pısırıklığı maharet sayan bir dizi deyim ve atasözleriyle dolu bir dili konuşan bir toplumun cesur, mert, dürüst ve ahlaklı olması beklenemez.

    Dil ile din ve kültür arasındaki bu kuvvetli bağa ve dilin insanın eğitimi üzerindeki önemine Bediüzzaman Said Nursi tarafından da dikkat çekil¬mektedir.

    Müslüman memleketlerde ezan ve kamet gibi şeair-i İslâmiyenin an¬laşılması için Arapçadan başka dillere tercüme edilmesine ihtiyaç olmadı¬ğını izah ederken, Said Nursi “Istılahat-ı şer’iyenin maânîsini ve kelimat-ı mukaddesenin mefahimini lisan-ı hal ile telkin edecek ve ihsas edecek bir muhit”1 olduğundan söz eder. Bu muhit, dinî sembollerin ihtiva ettiği dinî terimlerin anlamlarını ve “Sübhanallah ve Elhamdülillah ve Lâ ilahe İllal¬lah ve Allahü Ekber gibi” mukaddes kelimelerin anlaşılmasını insana hal diliyle telkin eder ve hatırlatır. Mukaddes kelimeleri anlayabilme bahane¬siyle mukaddes lafızların terk edilemeyeceği söylenir. [1]

    Çevrenin insan üzerinde etkili olmasını sağlayan en önemli vasıtanın dilin iletişim gücü olduğu şu sözlerle daha da açıklığa kavuşur.

    An’ane-i İslâmiye ve İslâmî tarih ve umum şeair-i İslâmiye ve umum erkân-ı İslâmiyete ait muhaverat-ı ehl-i İslâm, o kelimat-ı mukaddesenin mücmel meallerini, mütemadiyen ehl-i imana telkin ediyorlar. [2]

    Said Nursî toplumun bireyleri arasında gerçekleşen yazılı ve sözlü her türlü iletişim hareketi yoluyla İslâmî gelenek ve göreneklerin, İslâm tarihi¬nin ve İslâmî sembollerin insanlara dinî terimlerin ve mukaddes kelime¬lerin kısa mânâlarını telkin ettiğini, ders verdiğini ve eğittiğini dile getirir. Başka bir ifadeyle vahye dayanan İslâm dininin esasları çerçevesinde İslâm milletlerinin tarihî süreç içerisinde geliştirdiği ilim, sanat, teknoloji, iktisat, vb, alanlarda her türlü unsurlarıyla yaşama biçimi İslâmî kültürü oluştu¬rurken bu kültür yeni nesillere dilin taşıyıcı rolü sayesinde aktarılmakta ve kültürel eğitim gerçekleşmektedir. Said Nursî’ye göre canlı ve dinamik olan dil ve iletişim kanalları dışında bu kültürel aktarımı sağlayan başka unsurlar da mevcuttur.

    Hattâ şu memleketin maabid ve medaris-i diniyesinden başka makbe¬ristanın mezar taşları dahi, birer telkin edici, birer muallim hükmündedir ki; o maânî-i mukaddeseyi, ehl-i imana ihtar ediyorlar. [3]

    İslâm ülkelerinde dinî eğitim ve telkinin yapıldığı ibadethaneler ve eği¬tim kurumlarının yanı sıra kabristanlardaki mezar taşları bile şekil ve bi¬çimleri ile yazı ve mesajları ile İslâm kültürünü hal dili denilen vasıtayla müminlere öğretmektedir.

    Said Nursi, İslâm’ın mukaddes lafızlarını içeren din terminolojisinin in¬sanları eğiten normal bir vasıta olmanın ötesinde bir anlam kazandığını da vurgulamaktadır.

    Elfaz-ı Kur’âniye ve tesbihat-ı Nebeviyenin lâfızları camid libas değil; cesedin hayatdar cildi gibidir, belki mürur-u zamanla cild olmuştur. Libas değiştirilir; fakat cild değişse, vücuda zarardır. Belki namazda ve ezandaki gibi elfaz-ı mübarekeler, mânâ-yı örfîlerine alem ve nam olmuşlar. Alem ve isim ise, değiştirilmez. [4]

    Bediüzzaman bu din dilinin zamanın geçmesiyle Kur’ân ve Sünnetin müminlere ulaştırdığı mukaddes mesaj ve değerlerin oluşturduğu bir be¬deni örten elbise olmanın ötesinde adeta canlı cildi rolünü kazandığını ve İslâm kültüründe birlikte anıla geldikleri mânâların ve değerlerin alemleri ve ünvanları haline geldiğini söylemektedir. Bu cilt ve ünvanları olduğu gibi korumak o kadar önemlidir ki, bu lafızları değiştirmek İslâm bedeninin ve kültürünün özüne büyük zarar verecektir.

    Ezan gibi ve namazın tesbihatı gibi ve her vakit tekrar edilen Fatiha ve Sure-i İhlâs gibi hakaikleri, başka lisan ile ifade etmek çok zararlıdır. Çün¬ki menba’-ı daimî olan elfaz-ı İlâhiye ve Nebeviye kaybolduktan sonra, o daimî letaifin daimî hisseleri de kaybolur. Hem her harfin lâakal on sevabı zayi’ olması ve huzur-u daimî, bütün namazda herkes için devam etme¬diğinden; gaflet içinde, tercüme vasıtasıyla insanların tabiratı ruha zulmet vermesi gibi zararlar olur. [5]

    Mukaddes kelimelerin aslı vahiy olduğundan onların vahyin zarfı olan Arapça lisanında ifade edilmiş olmaları müminler için sevap ve mânâ ba¬kımlarından daimî olarak istifade kaynağıdır. Bu mukaddes kelimelerin başka dillerde insanî tabirlerle ifade edilmeleri hem sevap yönüyle istifa¬denin kaybolmasına, hem de sağladıkları huzur-u daimînin yok oluşuna ve ruhun gafletli bir karanlığa düşmesine yol açar.

    İslâm dininin, kültürünün ve hatta bir bakıma medeniyetinin sembolleri ve isimleri olan bu mukaddes kelimelere Bediüzzaman ‘Istılâhat-ı şer’iye’ ‘elfaz-ı Kur’âniye’, ‘tesbihat-ı Nebeviye’ demektedir. Bu mukaddes kelime¬lerin neler olduğuna gelince, Lâ ilâhe illallah, Sübhanallah, Elhamdülillah ve Allahuekber gibi çoğu ‘ezan, kamet, namaz ve namaz tesbihatında geçen’ kelimeler ile ‘her vakit tekrar edilen Fatiha ve Sure-i İhlas gibi hakaikler’ olduğunu ifade etmektedir. [6] Bu iki sûre ve teşehhütte geçen hakikatlerden bir kısmının Bismillah, Elhamdulillah ve Eşhedü en lâ ilâhe illallah’taki Tevhid hakikatleri ve Er-Rahman, Er-Rahim, Rabb-ül Âlemîn, Mâlik-i Yevmiddin, Ehad, Samed gibi esma-i İlâhiye olduğu söylenebilir. [7]

    İslâm milletlerinin Kur’ân’da ve Hz. Peygamber’in sözlerinde geçen ve dinin hem zaruriyatının ve hem de nazariyatının esaslarını ifade eden dinî terminolojiyi ve mübarek kelimeleri mukaddes kaynaklarda geçtiği şekliyle kendi lisanlarına alıp kullandığı ve bütün İslâm milletlerinin farklı lisan¬larında ortak yönü oluşturan bu terimlere “din dili” denilebilir. Bu din dili Müslümanların hayata, eşyaya ve kâinata bakışlarının temelini oluşturduğu gibi İslâm milletlerinin benzer tarzda düşünme ve hissetmelerini sağlayarak ortak bir algılama ve tefekkür dünyası oluşturmalarına zemin hazırlar ve onların uhuvvetini kuvvetlendirir. Ayrıca bu din dili Müslüman milletlerin aralarında kolayca anlaşmalarını sağlayarak onları ittihada götüren birleşti¬rici kuvvetli bir bağ olur.

    Din dili, dil de insan ve toplumu etkiler. Kısaca dil etkili bir vasıtadır. Dilin insanı nasıl etkilediğini anlamak için dil ve düşünce ikilisinin arasın¬daki ilişkiye bakmakta yarar vardır.

    Dil ve Düşünce İlişkisi

    Dil ve düşünce melekesi birbirinden ayrılamaz yapışık ikizler gibidir. Modern dilbilimin kurucusu sayılan Saussure’un deyimiyle “bir madalyo¬nun iki yüzü” gibidirler. Biri, diğeri olmadan var olamaz, gelişemez. Küçük yaştan itibaren insanlardan ayrı düşmüş ve ayrı büyümüş insanların düşünce dünyasının da şekilsiz, belirsiz, düzenden uzak, karmakarışık olacağını söy¬leyebiliriz. Duygular, düşünceler, istek ve arzular iç içe, şekilsiz ve belirsizdir. Ancak dil ve dilin unsurları bunları ayırır, belirgin hale getirir, şekillendirir ve olgunlaştırır. Demek dil ve düşüncenin fertte gelişimi birlikte olduğu gibi toplumda da “ortak anlaşma sistemi” olan dil ile “ortak düşünce, duy¬gu, görüş ve davranış kalıpları” olan kültür birbiriyle yakından ilişkilidir ve birbirlerini etkilerler.

    İslâmiyet potasında şekillenmiş kavramlar ağını kurmuş olan bir Os¬manlı Türkçesi, Osmanlı toplumunu yüzyıllar boyu eğitmiş ve terbiye et¬miştir. Ancak gelişim kaynağı olan İslâm kültürünün pınarları hurafelerle bulanıklaştıktan ve tembellikle kurumaya yüz tuttuktan sonra Osmanlı toplumu Kur’ân ve İslâm hakikatlarından uzaklaşmıştır.

    Cumhuriyet döneminde Batılı ve modern anlamda bir ulus (nation) inşa etmeye sıra geldiğinde en önce dile el atılmış ve dinî kültürü oluştu¬ran unsurlar “dilde basitleştirme, durulaştırma” adı altında dilden atılmaya çalışılmıştır. Laik bir hayat anlayışı ile birlikte dilde de bir dünyevileştirme dalgası oluşturulmuştur. Maalesef dünyevileştirilmiş bu dille bir yüzyıla yakın bir süredir okullarımızda resmî eğitim ve öğretim gören insanımız ve genç nesillerimiz bu seküler dil aracılığıyla seküler bir düşünce potasında şekillendirilmeye çalışılmıştır.

    Bu sebeple Bediüzzaman Cumhuriyet döneminde yapılan devrimlerin bir maksadının, milletin İslâmiyet’le bağlarını koparmak olduğunu bildi¬ğinden bu hedefe yönelik en önemli adımlardan birisi olan harf devriminin tahribatını tamir için millet efradının İslâmî geçmişleriyle bağlarını koru¬mak üzere Risale-i Nur eserlerini Osmanlıca hatla yazıyor. Buna gerekçe olarak da: “Risale-i Nur’un mühim bir vazifesi, âlem-i İslâm’ın ekseriyet-i mutlakasının yazısı ve hattı olan huruf-u Arabiyeyi muhafaza etmek oldu¬ğunu” söylüyor. Bir başka ifade ile dilin ve medeniyetin en önemli muhafaza formlarından biri olan yazı veya alfabe ile diğer Müslüman milletlerle olan ortak yönleri muhafaza etmek ve iletişimi korumak ve milletin İslâm kül¬türü ile olan köprüsünü sağlam tutmak istiyor.

    Yine aynı maksatlar için Risale-i Nur eserlerinde kullanılan dilin bi¬çim ve üslûbunun bu vazifeyi görecek bir biçimde seçildiğini görmekteyiz. Risale-i Nur’un dili on dört asırlık İslâm medeniyetinin Kur’ân ve sünnet¬ten beslenen kültür ve din dilini; kavramlar dünyasını; hayata, dünyaya ve eşyaya mana-yı harfiyle yani Allah ve ahiret hesabına bakma alışkanlığını bu milletin evlâtlarına kazandırmaktadır. Bu sebeple Risale-i Nur’un dilini değiştirmek, sadeleştirme maksadıyla bu eserlerdeki kelimeler ve üslûpla oynamak bu maksatlara aykırı düşmektedir.

    Dilin Millet Kavramındaki Yeri

    Dil, fertlerin ve toplumun önceki kuşaklardan devraldığı, ferdî ve top¬lumsal hayatla iç içe olan bir hadisedir. Dil insanı çevre, dünya, evren ve evrenselle, daha da önemlisi evren üstü ilâhî gerçeklikle muhatap kılan bir hadise olmasına rağmen, dilin yerelleştiren, ayrıştıran bir yönü de vardır.

    Avrupa’nın Fransız devrimi sonrasında iki yüz yıllık ve dünyanın yüz yıllık tarihî gelişiminde, dilin, maalesef insanlığı yerelleştiren, bakışını da¬raltan, ayrıştıran, parçalayan bir etkisi genel olarak görülmüştür. Yani dil; etnik kimliği pekiştiren, bir milliyete aidiyeti ön plana çıkaran bir biçimde ele alınmıştır. Dil, milliyetçiliğe, etnik ayırımcılığa ve insanlık kümelerini küçültüp ayrıştıran bir harekete hizmet ettirilmiştir. Fakat meydana gelen iki dehşetli dünya savaşı bu ayrımcılığın dehşetini ortaya çıkarınca Avrupa, bütünleşmeye gitmiş, hoşgörü içinde çok-dillilik ve çok kültürlülük politi¬kalarını yeniden benimsemek zorunda kalmıştır.

    Oysa dilin varlık sebebi ve hikmeti Kur’ânî bir çerçevede ayrıştırıcı ve ayırımcı değil, tam tersine bütünleştirici ve kaynaştırıcı olmaya yöneliktir. Âyet-i Kerime “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık; son¬ra da birbirinizi tanıyasınız diye milletlere ve kabilelere ayırdık.” (Hucurat Suresi, 49:13) demek suretiyle insanlıkla birlikte dillerin de tek bir kaynak¬tan türediğini nazara vermekte, ama çokluk içinde bile birbirinin varlığını inkârı değil, hoşgörü içinde kabul etmeyi tavsiye etmektedir.

    Kur’ân ve İslâm medeniyetinde insanlık kümelerinin ortak paydası, özellikleri somut bağlardan ziyade, soyut, evrensel değerlerdir. Kur’ân-ı Kerim’de “Eğer Allah dileseydi, elbette sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat verdiği şeylerde sizi imtihan etmek için ümmetlere ayırdı. Öyle ise iyilik¬lerde yarışın.” (Maide, 5:48)

    “Şüphesiz bu (İslâm), tek ümmet (din) olarak sizin ümmetiniz (dini¬niz)dir. Ben de Rabbinizim. Onun için sadece bana kulluk edin.” (Enbiya, 21:92)

    Hak dine inananlara ümmet dendiği gibi batıl din mensuplarına da üm¬met denilmektedir. [9] Ayrıca müminler içinde belli niteliklere sahip olan bir gruba, meselâ insanları hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü men eden belli bir mümin grubuna da ümmet denilmiştir. [10] Bu mânâda insanları üm¬met yapan ortak değer imân ve İslâm’dır. Yüce Allah, Müslüman ümme¬ti, [11] Allah’a ve ahiret gününe imân eden, [12] doğru ve adil (kaime), [13] mu’tedil (mukteside), [14] imân edip iyilik yapan, iyi davranan ve Allah’ı görüyormuş gibi ibadet eden (muhsin), [15] insanları hakka ileten ve hakla hükmeden, [16] iyiliği emredip kötülüğü nehyeden ve hayırda yarışan, [17] vb vasıflarla nite¬lendirmiştir. [18]

    Görüldüğü gibi Kur’ân-ı Kerim’de bütün müminler bir ümmet olarak ele alınır. Bu milletin ortak paydası renk, dil, cinsiyet, etnik ortaklıklar değildir. Kur’ân medeniyetinde gerekse fert olarak insanın ve gerekse topluluk olarak insanlığın hedefi; başta irade, düşünce, vicdan ve verilmiş olan diğer duygu ve istidatların ilâhî yaratılış amaçları doğrultusunda çaba göstererek yüce kaza¬nımlar elde edilmesidir. Bu kazanımlar yukarda da ifade edildiği gibi iman, ibadet, adalet, cihat, salih amel, takva, ihlas ve tefekkür gibi yüce değerlerdir. Bu yüce değerlere sahip insanlar bir ümmeti yani bir milleti oluşturur.

    Bediüzzaman Said Nursi de millet kavramının temeline İslamiyet’i otur¬tur. “Milletimiz yalnız İslamiyet’tir. Zira Arap, Türk, Kürt, Arnavut, Çer¬kez ve Lazların en kuvvetli ve hakikatli revabıt ve milliyetleri İslâmiyet’ten başka bir şey değildir.”, [19] “Milliyetimiz bir vücuttur; ruhu İslâmiyet, aklı Kur’ân ve imandır.” [20] Böylece Bediüzzaman bütün Müslüman toplulukla¬rının oluşturduğu ve İslâmiyet, Kur’ân ve imanla kemale eren bu ana top¬luluğa millet demektedir. Daha dar anlamdaki “müsbet milliyet” fikrini de tamamen reddetmez:

    Müsbet milliyet, hayat-ı içtimaiyenin ihtiyac-ı dahilîsinden ileri geli¬yor. Teâvüne, tesanüde sebeptir; menfaatli bir kuvvet temin eder, uhuvvet-i İslâmiyeyi daha ziyade teyid edecek bir vasıta olur. Şu müsbet fikr-i milli¬yet, İslâmiyete hâdim olmalı, kale olmalı, zırhı olmalı; yerine geçmemeli. [21]

    Doğuştan, çevreden, toplumdan edindiğimiz biyolojik, genetik ve sos¬yolojik özellikler gibi somut değerlerin oluşturduğu milliyet kavramı bu İslâmî ruhun yerine geçemez, belki bu ruha destek ve kuvvet verebilir. Diğer bir deyimle dil, etnik unsuriyet ve aynı topraklarda, aynı devlette ve vatanda yaşamanın getirdiği birliktelikler, ruhunu İslâmiyet’in oluşturduğu millet kavramının ancak koruyuculuğunu üstlenebilir; onun yerine geçemez. Bir¬likte kuvvetli bir milleti oluştururlar.

    Yine Bediüzzaman milleti oluşturan unsurları ele alırken bu hususu tekrar vurgular ve milleti tarif ederken, “Hakikî unsuriyete değil, belki dil, din, vatan münasebâtına bakılacak. Eğer üçü bir ise, zaten kuvvetli bir mil¬let; eğer biri noksan olursa, tekrar milliyet dairesine dâhildir” [22] demektedir.

    Bu açıklamadan millet ve milliyet kavramlarının tek bir biçiminin ve tarifinin olamayacağını anlıyoruz. Dünya tarihinde milletlerin ve milliyet¬lerin oluşumlarına ihtiva ettikleri unsurlar olan dil, din, vatan, devlet ve benzeri özelliklere göz gezdirdiğimizde Bediüzzaman’ın bu konuda ne ka¬dar haklı olduğunu görürüz.

    Sonuçlar

    Bir dil ister doğrudan doğruya alt unsurlarıyla ister tercümanı olduğu kültür vasıtasıyla o dili konuşan toplumu ve milleti etkiler ve şekillendirir.

    Bir dil, onu konuşan insanların duygu, düşünce ve ruh dünyalarının olu¬şumunu ve gelişimini de derin etkiler.

    Dilin ise gelişimine en büyük katkıyı veren kurumlardan biri dindir. İs¬lam dini vahyin geldiği Arap dilinde büyük değişikler meydana getirmiş ve müminler Kur’an’a uygun hayat tarzlarını, hayata ve kâinata bakış tarzlarını konuştukları dile yani Arapçaya yansıtmışlardır. Zamanla Arapçada oluşan bu İslami dil İslam’a giren diğer milletlerin de dillerine geçmiş ve İslam milletlerinin ortak kültür unsurlarından biri haline gelmiştir.

    Dil ile din arasındaki kuvvetli bağın ve dilin insan eğitimi üzerindeki etkisinin farkında olan Bediüzzaman Said Nursi, bu sebeple Müslüman memleketlerde ezan ve kamet gibi şeair-i İslâmiyenin anlaşılması için Arapçadan başka dillere tercüme edilmesine ihtiyaç olmadığını ifade eder, çünkü bu mukaddes mânâları telkin eden bir muhit olduğuna inanır.

    Bu muhite bu gücü sağlayan en önemli vasıta dilin iletişim gücüdür. Said Nursî toplumun bireyleri arasında gerçekleşen yazılı ve sözlü her türlü iletişim hareketi yoluyla İslâmî gelenek ve göreneklerin, İslâm tarihinin ve İslâmî sembollerin insanlara dinî terimlerin ve mukaddes kelimelerin kısa mânâlarını telkin ettiğini, ders verdiğini ve eğittiğini dile getirir.

    Mukaddes kelimelerin aslı vahiy olduğundan onların vahyin zarfı olan Arapça lisanında ifade edilmiş olmaları müminler için sevap ve mânâ ba¬kımlarından daimî olarak istifade kaynağıdır.

    İslâm milletlerinin Kur’ân’da ve Hz. Peygamber’in sözlerinden alınan ve bütün İslâm milletlerinin farklı lisanlarında ortak yönü oluşturan bu “din dili” Müslümanların hayata, eşyaya ve kâinata benzer bakışlarının temelini oluşturur. Böylece İslâm milletlerinin benzer tarzda düşünme ve hissetmele¬rini sağlayarak onların uhuvvetini kuvvetlendirir ve aralarında kolayca anlaş¬malarını sağlayarak onları ittihada götüren birleştirici kuvvetli bir bağ olur.

    Aynı sebeple Bediüzzaman, harf devriminin tahribatını tamir için mil¬let efradının İslâmî geçmişle bağını korumak üzere Risale-i Nur eserlerini Osmanlıca hatla yazar ve böylece diğer Müslüman milletlerle ortak yönleri muhafaza etmek, onlarla iletişimi korumak ve milletin İslâm kültürü ile olan köprüsünü sağlam tutmak ister. Buradan yola çıkarak Bediüzzaman, on dört asırdır Kur’ân ve sünnetten beslenen kültür ve din dilini Risale-i Nur eserlerinde kullanarak bu milletin evlâtlarına kazandırmaktadır. Bu se¬beple Risale-i Nurun dilini değiştirmek, sadeleştirme maksadıyla bu eser¬lerdeki kelimeler ve üslûpla oynamak bu maksatlara aykırı düşmektedir.

    Dilin millet kavramındaki rolüne bakıldığında toplumu birleştiren, bir etkisi olduğu gibi yerelleştiren, ayrıştıran bir yönü de vardır. İslâmiyet Müs¬lümanlar arasında çok-dilliliğe hoşgörü içinde bakar. Çünkü dilin varlık sebebi ayrıştırıcı ve ayırımcı olmak değil, tam tersine bütünleştirici ve kay-naştırıcı olmaktır.

    Özet

    Bir dilin, konuşulduğu toplumu etkilemesi kaçınılmaz ve inkâr edilmez bir vakıadır. Dil bir yandan toplumun ortak anlaşma ve iletişim aracı göre¬vini görürken, diğer yandan taşıdığı değerleri toplumun mensuplarına ak¬tararak onların eğitimini de üstlenir. Bir dil, bu sebeple onu konuşan insan¬ların duygu, düşünce ve ruh dünyalarının oluşumunu ve gelişimini de derin etkiler. Dil, bütün unsurlarıyla uzun bir zaman diliminde yavaş yavaş gelişir. Dilin gelişimine en büyük katkıyı veren kurumlardan biri de dindir. İslâm dininin iman, ibadet, adalet ahlâk ve muamelata dair tavsiyeleri müminlerin dünyasında derin tesirler meydana getirmiş ve müminler Kur’ân’a uygun hayat tarzlarını, hayata ve kâinata bakış tarzlarını konuştukları dile yani Arapçaya yansıtmışlardır. Zamanla Arapçada oluşan dinî ıstılah ve edebi¬yat, İslâm’a giren diğer milletlerin de dillerine geçmiş ve İslâm milletlerinin ortak kültür unsurlarından biri haline gelmiştir. Bu makalede dil ile toplum arasındaki etkileşimi; dilin milletlerin oluşumundaki rolünü; toplumu şe¬killendirmede dile biçilen rolü inceleyecek ve Bediüzzaman’ın hem dile, hem de dil ile milliyet ve millet kavramları arasındaki münasebetlere nasıl baktığını ele alacağız.

    Anahtar Kelimeler:

    Dil, din dili, millet, kültür, mukaddes kelimeler, dünyevî dil, Risale-i Nur’un dili

    Abstract

    That a language influences the society speaking it is an undeniable fact. While the language functions as the society’s common instrument of agree¬ment and communicationon one hand, it also assumes the education of the society’s members by relating to them the values it carries on the other. There¬fore a language deeply affects the formation and development of the spheres of feelings, thoughts and spirits of its speakers.

    A language develops with all of its elements gradually in a long period of time. One of the institutions that contribute greatly to the development of language is religion. The recommendations of the religion of Islam concerning belief, praying, justice, morality, behaviors, etc., have made deep influences in the worlds of believers and believers have reflected to the language they speak that is to Arabic, their life styles in concordance with Quran and their patterns of looking at life and universe. In time the religious terms and literature have transferred to the languages of other nations converting to Islam and have become one of the common cultural elements of Muslim nations. In this essay we first study the interaction between language and society; the language’s role in the formation of nations; and the role assigned to language in the shaping of society. Then we investigate the views of Bediuzzaman on language and the relations between language and nation/nationality.

    Key Words

    Language, religious language, nation, culture, holy words, secular language, language of Risale-i Nur

    Dipnotlar:

    [1] Nursi B, S, (2007) Mektubat: Yirmi Dokuzuncu Mektup, Yedinci Kısım. S. 734

    [2] A.g.e., S. 734

    [3] A.g.e., S. 734

    [4] A.g.e. s. 569

    [5] A.g.e. s.570

    [6] A.g.e. s.570

    [7] Sırasıyla 8. Şua; Emirdağ Lahikası-II s.190; 9. Söz; (15. Şua)

    [8] Emirdağ Lahikası-I s.82

    [9] (Enbiyâ, 21/92), (Zuhruf, 43/22)

    [10] (A’râf, 7/181, Âl-i İmrân, 3/104, 110; Bakara, 2/143)

    [11] (Bakara, 2/128)

    [12] (Bakara, 2/143)

    [13] (Âl-i İmrân, 3/113)

    [14] (Mâide, 5/66)

    [15] (Saffât, 37/113)

    [16] (A’râf, 7/181)

    [17] (Âl-i İmrân, 3/104, 110, 113)

    [18] http://www.diyanet.gov.tr/yayin/basiliyayin/ydinikavramlaryazdir.asp?id=1948

    [19] Hutbe-i Şamiye

    [20] Münazarat

    [21] Mektubat: 26. Mektup, 3. Mebhas