Köprü Anasayfa

İnsanlık ve Dünya Barışı İçin Said Nursî’nin Milliyet Anlayışı

"Yaz 2013" 123. Sayı

  • Irkçılığı Tedavi Metodu; Risale-i Nur Hizmeti Durum Çalışması: ‘Lisân’ kavramı

    The Method of Curing Racism: The Service of Risale-i Nur

    Sebahattin Yaşar

    “Irkçılık, zulüm ve haksızlıkta milletine yardımcı olmaktır.”

    Hadis-i Şerif.

    Irkçılık bir şeytani tuzaktan ibarettir

    Irkçılık anlamındaki milliyetçilik, kendi ırkını, soyunu, milletini, rengini üstün görme, diğerlerini ise yadırgama hastalığıdır. Ve bu hastalık insanlık tarihi kadar eskidir.

    Irkçılığın ortaya çıkışı, İblis’in, Hz. Adem’e secde etmeyi-onun üs¬tünlüğünü kabul etmeyi-reddederek Allah’a karşı gelmesi ile başlamıştır denilebilir. Nitekim İblis’in kötülükleri Allah’ın kullarına güzel gösterme anlamındaki mücadele süreci de kıyamete kadar sürecektir. Onun için ca¬hiliye dönemi âdetlerinden milliyetçilik gibi sosyal ve bireysel hastalıkların bugün de varlığını devam ettirmesi, şeytanın görevi başında olduğunun bir göstergesidir.

    Din zayıflayınca, milliyetçilik kabarır

    Milliyetçilik fikri imandaki bir zaafın sonucudur; elbette tedavisi de imanın talimi ve takviyesi ve iman dersleri iledir.

    Milliyetçilik, toplum bünyesindeki bir hastalanmadan haber verir. Özel¬likle dinî inancın yitirildiği veya zayıfladığı durumlarda oluşur. Irkçılığın doğma zemini, maneviyat eksikliğidir.

    Arnolt Toynbee, Batı’nın ırkçılık hastalığının şimdiki kültürü ile yene¬meyeceğini, bu hastalıkla baş edebilmesi için İslâm’ın yardımına ihtiyacı bulunduğunu itiraf etmiştir. Bu yönüyle de ırkçılık cahiliyetten başka bir şey değildir.

    İki dünya savaşının ortaya çıkardığı milyonlarca ölümler yine bu milli¬yetçilik akımlarının insanlık tarihine verdiği acı sonuçlardır.Sonrasında Avrupa’da gelişen milliyetçilik hareketleri, üstün

    Sonrasında Avrupa’da gelişen milliyetçilik hareketleri, üstün ırk politi¬kaları ve Amerika’daki siyah ırk beyaz ırk ayrımcılığı yine yüz yıllarca in¬sanların hayatlarını yaşanmaz hale getirmiştir.

    Bediüzzaman, unsuriyetperverliği Avrupa’nın bir nevi Frenk illeti ola¬rak kabul emiş ve ona bir zehr-i katl nazarıyla bakmıştır.

    Tabiî bu illet, İslâm toplulukları içine atılmış ve pek çok birlik bağları bulunan kardeş topluluklar arasında fitneye sebep olmuş ve anarşi, terör olarak toplumlarda yıkımları ortaya çıkarmıştır.

    “Âyet-i Kerimeler, hadis-i şerifler kat’i bir surette menfi bir milliyeti ve fikr-i unsuriyeti kabul etmiyorlar. Çünkü, müspet ve mukaddes İslamiyet milliyeti ona ihtiyaç bırakmıyor.”

    Türkiye, geçmişi ile yüzleşmelidir

    Fikr-i milliyete, ülkemiz ölçeğinde bakıldığında, Osmanlı’nın farklı ırkları, renkleri, inançları bünyesinde muhafaza eden yapıya sahip olduğu görülür. Ancak Cumhuriyet’le birlikte tam bir geçmişi red uygulamaları kendini göstermiştir. Uzunca bir zaman diliminde ‘din yok, milliyet var’ politikaları uygulanmış ve devlet ile millet arasındaki bağlar ciddi oranda zedelenmiştir. Hatta bu düşüncenin zihinlerde yer alabilmesi için kitaplar yazılmış, eğitim politikası değiştirilmiştir.

    Tabiî bu politikalar günlük hayatta olumsuz durumlar ortaya çıkarmış¬tır. Bu politikalarla milliyetçilik damarları uyandırılmış ve toplumda ayrış¬tırılmıştır. Böylece Türkçülük üzerine vurgu yapılarak, diğer ırkların dışlan¬ması, bunun biraz da devlet politikası haline gelmesi, dağlara taşlara etnik politikayı ifade eden cümlelerin kazınması ve bu anlayıştaki uygulamaların zulme dönüşmesi ileride on yıllarca sürecek bir kavga döneminin tohum¬larını içinde taşır.

    Nitekim on yıllardır devam eden terör hadisesi, on binlerce insanın ha¬yatına mal olmuş ve devletin ciddi bir bütçesi terör harcamalarına gitmiştir.

    Devlet uygulamalarına bakıldığında; Kürtçenin yasaklanması, yerel kül¬türe müdahale edilmesi, kişi ve yer isimlerinin değiştirilmesi, eğitim po¬litikasındaki aksaklıklar, yasakçı bir anlayışla adım atan idareciler, eğitim ortamlarında ve kamu çalışmalarında başörtüsü yasaklanması, faili meçhul adımlar, suçlu ile suçsuzu ayırmayan, birisinin hatası ile akrabasını mes’ul eden uygulamalar pek çok rahatsızlığın temelini oluşturmuştur.

    Ne var ki Bediüzzaman Said Nursi’nin Kur’ân’dan yaptığı teşhis ve tes¬pitleri bu bölgede yaşayan insanlara birer can simidi olmuştur. Kur’ân tefsiri Risale-i Nurlardaki yaklaşım biçimi (müsbet hareket) burada terörü önle¬yen, terörün etkisini azaltan ve bir direnç olarak insanlara manevî güç veren bir unsur olmuştur.

    Tabiî Bediüzzaman’a yapılan bed muamelenin varlığı da, yine bu adım¬ları atan devlet idarecilerine olan güveni sarsmış ve onların o yanlışları nez¬dinde devlet ile vatandaş arasındaki bağlar zedelenmiştir. Yani devlet, asayi¬şin manevi muhafızları olan insanni zora sokmuş ve kargaşanın, anarşinin, terörün ömrü uzamıştır.

    Oysa ki, Said Nursi’nin Doğu ile ilgili nasihatlerine kulak verilseydi, bu kadar zayiat, bu kadar maddî ve manevî kayıplar yaşanmayacaktı. Cemil Meriç’in ifade ettiği gibi, “İktidar, Nurslu münzevinin nasihatlerine kulak verseydi, bu yaşananlar yaşanmazdı.”

    Risale-i Nurların, milliyetçilik ile ilgili meselelerinin doğru anlaşıl¬ması için ne yapılmalıdır?

    Risale-i Nur’da milliyet anlayışını doğru tespit edebilmek için, kişinin kendi özel birikimleri ve kendi bakış açısından ziyade Risale-i Nur’un ko¬nuyu nasıl ele aldığına bakmak gerekir. Aksi halde kişi perdeli bir şekil¬de o hakikatlere nazar ettiğinde Kur’ânî bir bakışı elde etmiş olmaz. Belki Risale-i Nur’un satırlarını kendi iddialarına ve düşüncesine alet etmiş olur.

    Karşılaştığı durumlara, olaylara Risale-i Nur penceresinden bakıp çö¬zümler çıkaran bir kişi, elbette kendi bildiğini, birikimlerini değil, Risale-i Nur’un bildirdiğini okumalıdır. Yani Risale-i Nur’a muhatap olan bir sos¬yolog, bir milliyetçi ise, Risale-i Nur’u okurken Risale-i Nurları anlamak ve hayatında yaşamak niyetinde olması şarttır. Yoksa kendi dükkânındaki perişan mallarla, fikirlerle nurlara nazar etmesi, hakikatlerin anlaşılmasına perde olacaktır.

    Bu yüzden Risale-i Nur’u anlama çabasında olanların şu noktalara dik¬kat etmesi kaçınılmazdır. Bunlar, öncelikle asrın, yaşadığımız toplumun, aldığımız eğitimin, özellikle de nefsin yönettiği duygularımızın istediği ve aşıladığı alışkanlıkları terk ederek okumak lazımdır.

    Sonra, Risale-i Nur’un konularına vâkıf olarak ve Risale-i Nur termino¬lojisini iyi bilerek, öyle muhatap olmak, daha sağlıklı olacaktır.

    Daha sonra ise, Üstad’ın üç hayat devresini ve bu devreler arasındaki farkları ve bağlantıları bilerek Risale-i Nur’a muhatap olmak, doğru anla¬mayı netice verecektir.

    Aksi halde, aynı eserden beslenip, aynı eserleri kaynak gösteren fakat bir tarafta radikal, bir tarafta daha ılımlı, bir tarafta Türk milliyetçisi, bir tarafta Kürt milliyetçisi anlayışlarının ortaya çıkması kaçınılmaz olacaktır. Elbette böyle bir durumda ortaya konan düşünce Risale-i Nur’un düşüncesi olmayacaktır.

    Bu da, ciddi bir bakış ve anlayış problemini göstermektedir.

    Ayrıca, Risale-i Nur’u kısmen okumak ve Risale-i Nur’un her dersini mürşit ve üstad olarak görmemek ve kendi görüşüne destek olacak bir pa¬yanda konumuyla okumak neticesinde farklı yorumlar, farklı anlayışlar ve bakış açıları ortaya çıkmaktadır.

    Bediüzzaman ‘milliyetçilik’ kavramına nasıl bakmaktadır?

    Risale-i Nurların milliyete bakışını doğru anlayabilmek için, içinde bu¬lunduğumuz kendi milliyetimiz veya farklı milliyetçilik görüşleri ile ilgili önceki birikimlerimiz bir kenara bırakılmalıdır.

    Risale-i Nur’un meseleleri yine Risale-i Nurlarla referans gösterile¬rek izah edilmelidir. Çünkü Risale-i Nur’da her konuya yaklaşım iman ve Kur’ân nokta-i nazarındadır. Bu yüzden milliyet kavramına da bu nokta-i nazardan bakmak gerekecektir.

    Yani kendi sönük, silik, karışık bir düşünce alt yapısı ile Risale-i Nur’un bir meselesini anlamaya çalışmak, Risale-i Nur’daki hakikatin anlaşılması¬na perde olacaktır.

    Üstad, ilk Said döneminde milliyet kavramını, ‘Milliyetimiz ancak İslâmiyet’tir.’ anlayışında yani herhangi bir ırk, unsur, kavim, vs. ayırımı yapmadan, din birliği esasına dayandırır.

    İkinci Said döneminde ise, Türkiye Cumhuriyeti kurulmuş ve yeni ku¬rulan bu cumhuriyetin temel ideolojisi, Türkçülük olduğu için, üstad’ın milliyetçilik kavramında da biraz daha ayrıntı ve farklılık görülür. Milliyeti menfi ve müspet diye ikiye ayırır.

    “Fikr-i milliyet şu asırda çok ileri gitmiş. Hususan dessas Avrupa zalim¬leri, bunu İslamlar içinde menfi bir surette uyandırıyorlar, ta ki parçalayıp yutsunlar.”

    “Hem fikr-i milliyette bir zevk-i nefsani var, gafletkarâne bir lezzet var, şeametli bir kuvvet var. Onun için, şu zamanda hayat-ı içtimaiye ile meşgul olanlara ‘fikr-i milliyeti bırakınız’ denilmez. Fakat fikr-i milliyet iki kısım¬dır.”

    Bir kısmı menfidir, şeametlidir, zararlıdır. Başkasını yutmakla beslenir, diğerlerine adavetle devam eder, müteyakkız davranır. Şu ise, muhasemet ve keşmekeşe sebeptir.”

    “Müsbet milliyet, hayat-i içtimaiyenin ihtiyac-ı dahilisinden ileri geli¬yor. Teavüne, tesanüde sebeptir; menfaatli bir kuvvet temin eder, uhuvvet-i İslamiyeyi daha ziyade teyid edecek bir vasıta olur.”

    Şu müsbet fikr-i milliyet, İslâmiyet’e hadim olmalı, kale olmalı, zırhı olmalı; yerine geçmemeli. Çünkü İslâmiyet’in verdiği uhuvvet içinde bin uhuvvet var; âlem-i bekada ve âlem-i berzahta o uhuvvet baki kalıyor. Onun için uhuvvet-i milliye ne kadar da kavi olsa, onun bir perdesi hükmüne ge¬çebilir. Yoksa onu onun yerine ikame etmek, aynı kalenin taşlarını kalenin içindeki elmas hazinesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak nev’inden ahmakane bir cinayettir.

    Müsbet milliyet, insanın kendi kavmini, kültürünü, dilini sevmesini ve onlar üzerinde çalışarak gelişmesini içine alır. Ancak kendi milletine olan bu sevgi ve alâkası diğer milletlere düşman olmasını, onları sırf başka mil¬letten oldukları için tahkir edip küçük görmeyi gerektirmez.

    Nitekim üstünlüğün millette ve kavmiyette değil; iman ve fazilette ol¬duğunu bilir. Kavmini ve milliyetini inanç ve imanına bir zırh, bir kabuk olarak görür; yoksa ırkçılıkta olduğu gibi, inancı ve imanı kabuk; kavmi ve milliyeti öz olarak görmez.

    Bediüzzaman’ın milliyet anlayışında ‘milliyetinle İslâmiyet’e hizmet et¬mek, güçlendirmek’ vardır. “Din milliyetin hayatı ve ruhudur. İkisi birbirin¬den ayrı bırakıldığı zaman hamiyet-i diniye avam ve havassa şamil oluyor. Hamiyet-i milliye yüzden birisine yani, menafi-i şahsiyesini millete feda edene-has kalır. Öyleyse hukuk-u umumiye içinde hamiyet-i diniye esas olmalı. Hamiyet-i milliye, ona hadim ve kuvvet ve kalası olmalı.”

    Milliyetçilik fikri bir hastalanmadır

    Milliyet fikrini toptancı bir yaklaşımla ele almayıp, menfi ve müspet olarak tahlil eden Bediüzzaman, menfi milliyetçiliği unsuriyet ve ırkçılık olarak değerlendirir. Ona göre bu düşünce başkalarını yutmakla beslenip, düşmanlığı sürdürdüğü için zararlıdır. Nitekim İslam toplumlarının başına gelen en büyük felaketlerin ırkçı politikalardan kaynaklandığını ifade eder.

    Bediüzzaman, milliyet fikrini de toptan yok saymaz ve sosyal hayatın bir gerçeği olarak kabul eder. Yardımlaşma, iş bölümü ve İslam kardeşliğini tesis edecek bir vesile olarak onu ele alır. Nitekim peygamberimizin Evs ve Hazrec kabilelerinin İslam sancağı yanında kendi bayraklarını taşımalarına izin vermeleri müsbet fikr-i milliyet çerçevesinde ele alınabilir.

    “Fikr-i milliyette bir zevk-i nefsani var; gafletkarane bir lezzet var, şe¬ametli bir kuvvet var. Onun için şu zamanda hayat-ı içtimaiye ile meşgul olanlara fikr-i milliyeti bırakınız denilmez.” diyerek, daha makul bir yakla¬şım tarzı tercih edilmesini önerir.

    Çünkü buradaki menfi fikr-i milliyet, aslında sosyal bir kavram gibi gö¬zükse de temelinde inanca dair problem ve nübüvvet çizgisinden bir sapma anlamında ‘ene’ vardır.

    Yani, kâinatın sırrı insanda, insanın sırrı da ‘ene’de saklandığı hakikatin¬den yola çıkıldığında milliyetçilik derinlerdeki bir yaralanmanın, köklerde¬ki bir problemin belirtisi ve sonucu olmaktadır.

    Elbette yaralanma nereden ise, tedaviye de oradan başlamak gerekir. İmanî bir şuurlanma, enenin mahiyetini kavrama, felsefenin bağlarından kurtulup nübüvvet çizgisine yaklaşmak ile tedavi olacaktır.

    Menfi milliyet fikri aslında sosyal problemlerin temelinde iman zafiyet¬lerinin olduğu gerçeğini bir kez daha gözler önüne sermektedir. Bu yüzden imanî bir zaafın sonucunda oluşan bu hastalığın tedavisi de, imanı takviye ile olacaktır.

    Menfi milliyetçiliğin temelindeki ırkçılık, kavmiyetçilik, aşiretçilik vs. gibi algılar, aslında kişinin kendisindeki görünen güzellikleri, kendisine hamletmekle kalmayıp, başkalarının üzerinde görünenleri de sahiplenmesi gibi ciddi bir hastalıktır.

    Prof. Dr. Nevzat Tarhan’ın tespitiyle, “Etnik narsizm olarak tanımlanan kendi ırkını yüksekte gören, etnik kibir ihtiva eder ve bu negatif milliyetçi¬liğin en önemli belirtisidir.”

    Veya tersi düşünüldüğünde başkasında gördüğü bir yanlış ve kusur se¬bebiyle bütün akrabasını, aşiretini, milliyetini mahkum etmek noktasındaki zalimane bir anlayış da yine imanî bir zaafın tezahürüdür.

    Müspet milliyet anlayışı ise, kişinin kendi ırkını sevmesi fakat insani değerleri daha çok sevmesidir. Elbette böyle müsbet milliyet, faydalıdır. Çünkü sosyal bağları güçlendirir. Yardımlaşmaya davet eder.

    Tarhan, Danial Goleman’ın milliyet anlayışı için de kullanılabilecek bir önerisini ifade eder: “İki ahlaki tavra ihtiyacımız var: Biri, kişinin kendisini tanıması, ikinci ise kendi dışındakilere şefkat göstermesidir.

    Empati yapabilmek ve kendi ırkından, renginden olmayan bir diğerine hoşgörü ile bakabilmektir. Böyle olduğu takdirde her ırk, her renk kendine toplum içinde bir yer bulabilecek ve sosyal patlamaların önü alınabilecektir. Nitekim katılımcılık, sosyal patlamaların çözümüdür.”

    Bediüzzaman, milliyetin müspet kısmını ‘İslam milleti’ olarak sunarken, menfi kısmını ırka dayanan bir anlayış olarak tanımlar ve buna ‘menfi mil¬liyet’ der.

    Şunu dikkate sunmak gerekir ki, milliyetçiliğin müspeti yoktur. Zira Risale-i Nurlarda milliyetçilik, bid’a, tahrip ve ifsat kelimeleriyle özdeşleş¬tirilerek kullanılmaktadır. “Asabiyet-i cahiliye, birbirine tesanüt edip yar¬dım eden, gaflet dalalet, riya ve zulmetten mürekkep bir macundur. Bunun için milliyetçiler, milliyeti ma’bud ittihaz ediyorlar.”

    Müsbet milliyetçilik ile müsbet milliyet kavramlarına dikkat etmek ge¬rekir. Üstadın müsbeti kullandığı kavram milliyettir, milliyetçilik değildir.

    Bu nokta-i nazardan bakıldığında kendilerinde ırkçı bir damar bulu¬nan insanların üstadın müsbet milliyetçiliği tasvip ettiği bir yorum yanlıştır. Çünkü müspet milliyet kavramından kasıt, İslâm milliyetidir. Yani, “Müs¬pet ve mukaddes İslamiyet milleti” .

    Irkçılık İslâm’ın dünya görüşüne ve toplum algısına uymayan bir ideolo¬jidir. Zira “İslâmiyet sayesinde ibadet saikiyle bütün Müslümanlara karşı sa¬bit bir münasebet peyda eder ve kavi bir irtibat ve bağlılık elde eder. Bunlar ise, sarsılmaz bir uhuvvete, hakiki bir muhabbete sebep olur. Zaten heyet-i içtimaiyenin kemaline ve terakkisine ilk ve en birinci basamak uhuvvet ile muhabbettir.” diyen Bediüzzaman, ırkçılığın İslâm toplumuna yaramayan ve dışarıdan içimize sokulan bir Frenk illeti olduğu görüşündedir. Bundan maksat da İslâm toplumlarının güçlenmesine mani olmak, onları parçala¬mak ve sömürmektir. “Fikr-i milliyet şu asırda çok ileri gitmiş. Hususan Avrupa zalimleri bunu İslamlar içinde menfi bir surette uyandırıyorlar. Ta ki parçalayıp, onları yutsunlar.”

    İslamiyet ve her türlü asabiyet-i milliyet birbiri ile uyuşmaz. Hucurat Sûresi 13. âyette Allah şöyle buyurur; “Ey insanlar, biz sizi bir erkek ve dişiden yarattık. Sizi ancak tanışasınız ve bilişesiniz diye sınıf sınıf kabile kabile yarattık. Allah indinde en değerli olanınız, en muttaki olanınızdır.” Ayrıcalığın soy, sop, ırk, kan vs’de değil, fazilet ve ahlâkta olduğunu bize bildiren İlâhî hitap çok açıktır.

    Yine Peygamber efendimiz Veda Hutbesi’nde, ‘Ey insanlar! Sizin Rab¬biniz birdir, babanız da birdir. Haberiniz olsun ki, hiçbir Arap’ın, Acem’e hiçbir Acem’in de Arap üzerine, hiçbir siyahinin beyaz üzerine, hiçbir be¬yazın siyah üzerine fazileti ve üstünlüğü yoktur. Meğer ki takva ile ola. Şüp¬hesiz ki Allah katında en değerliniz en muttaki olanınızdır.” buyurmaktadır.

    Bu ve benzeri birçok hadis-i şeriflerde de ırkçılığın İslâmiyet’le uyuş¬madığı bildirilmektedir. O halde, her türlü kabile, soy, neseb üstünlüğünü öne çıkaran tavırlar kaldırılarak onların yerine tamamen kardeşliğe, fazilete dayalı bir duygunun ikame edilmesi şarttır. Zaten bu da Cenab-ı Hak tara¬fından ve Resulü tarafından buyrulan bir emirdir.

    Risale-i Nurlar, milliyetçilik için bir çare projesidir

    Menfi milliyet hastalığı, ancak İslâm’ın esasları ve onların bu asırdaki uygulama metotlarını içine alan Risale-i Nurlarla tedavi edilebilir. Risale-i Nur eserleri bu asrın hastalıklarına karşı Kur’ân’ın reçetelerini sunmaktadır.

    Bireyde ‘benlik ve enaniyet’ olarak ortaya çıkan ve kendi dışındaki in¬sanları küçük gören, onların hak ve hukuklarını tanımayan ırk ayrıştırıcı anlayış, toplum içinde bir milleti ön planda tutan, ona ayrıcalıklar tanıyan bir davranışa dönüşmüş ve Türk toplumu için ‘toplumsal bir enaniyet’ anla¬mında Türkçülük neredeyse din yerinde değerlendirilmiştir.

    “Milliyet-i İslâmiyenin sebeb-i saadeti yalnız ve yalnız hakaik-i İslâmiye ile olabilir. Ve hayat-ı içtimaiyesi ve saadet-i dünyeviyesi şeriat-ı İslâmiye ile olabilir. Yoksa, adalet mahvolur. Emniyet ziruzeber olur. Ahlâksızlık, pis hasletler galebe eder. İş yalancıların, dalkavukların elinde kalır.”

    Dindar milliyetçi olur mu?

    Dindar insanların bir kesiminin Bediüzzaman’ın müsbet fikr-i milliyet kavramına dayanarak, hem Türklük, hem Kürtlük bağlamında müsbet mil¬liyetçilik (!) arayışına girmeleri; Bediüzzaman’ın milliyeti İslâm’la özleştirip ırkları, kavimleri sadece tearüf ve teavün noktasında ele alan yaklaşımı ile bağdaştırılamaz.

    İnsan illâ kendisini bir tanım içerisine koyacaksa ırk birliği olan insan topluluğu ile değil, kültür ve din birliği olan daha yüksek bir kategoride bulunan insan topluluğu ile tanımlamalıdır. Bediüzzaman bu geniş daireyi şöyle ifade eder:

    “İslâmiyet’in verdiği uhuvvet içinde bin uhuvvet var; âlem-i bekada ve âlem-i berzahta o uhuvvet baki kalıyor.”

    İnsanlar, kendileri ile aynı dine mensup olan insanlarla millî birliklerini oluşturur. Din birliği ile dil birliği de varsa, millet daha da güçlenir. Vatan birliği de olursa bu daha da güçlü hale gelir. Yani Bediüzzaman, aslî unsuru din olarak belirlemekle birlikte, dil ve vatan dolayısıyla kültür bağları ile güçlenebilen bir anlayışa da sahiptir.

    Bediüzzaman, menfi ve müspet milliyet tanımlarında ırkçılık anlamın¬daki menfi milliyeti reddettiğini, bu anlayışın dinimizde olmadığını ifade etmektedir. Müsbet milliyet ise milliyet fikrini önemseyenler için ehvenüşer olarak görülmektedir. Çünkü “hayat-ı içtimaiyenin içerisine bu kadar gir¬miş bu zaman insanlarına ‘fikr-i milliyeti bırakınız’ denilmez” derken, bu fikrin müspet kullanım şartlarını ortaya koyar. Mevcut ve güçlü bir İslâmî kimlik varken, diğer kimliklerin sönük olacağını, bu kimliklerin İslâm kim¬liğinin yerine geçmesinin kesinlikle tahrip edici olacağını vurgular ve “Şu müsbet fikr-i milliyet, İslâmiyete hadim olmalı, kal’a olmalı, zırhı olmalı; yerine geçmemeli. Çünkü İslâmiyetin verdiği uhuvvet içinde bin uhuvvet var. Yoksa, onu onun yerine ikame etmek, aynı kal’anın taşlarını kal’anın içindeki elmas hazinesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak ne’inden ahmakane bir cinayettir. der.

    Nitekim bu cümlelerin devamında Bediüzzaman, “Milliyetinizi Kur’ân’a ve İslâmiyet’e kal’a yaptınız, bütün dünyayı susturdunuz, müthiş tehacümatı def ettiniz; ta ‘Allah öyle bir topluluk getirecektir ki, Allah onları sever, on¬lar da Allah’ın sever. Onlar mü’minlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı izzet sahibidirler ve Allah yolunda cihad ederler.’ âyetine güzel bir masadak oldunuz.” cümleleri ile tarihteki İslâm’a kal’a olunan noktaları olumlu ve o toplulukların mefahiri olarak ele alır. Devamında ise oldukça dikkat edil¬mesi gereken bir noktaya dikkatleri çeker. “Şimdi Avrupa’nın ve frenkmeş¬rep münafıkların desiselerine uyup şu âyetin evvelindeki hitaba masadak olmaktan çekinmelisiniz ve korkmalısınız.”

    Bugün için ülkemizde iki tip milliyetçilik göze çarpmaktadır. Birisi, din bağını esas kabul eden ve dinin zaafa düştüğünü ve din bağlamında insanların bir araya gelemeyeceğini düşünerek, dini kendilerince milliyetle güçlendirmek ve desteklemek isteyenler; diğeri ise, esas olarak milliyetçiliği kabul etmiş, fakat sosyal bağ açısından bu milliyetçiliğin yeterli olmadığını düşünerek, güçlendirici bir rabıta olarak dini kullananlar.

    Oysa İslâmiyet milliyetinin bir başka milliyetle desteklenmeye ihtiyacı olmadığı gibi bir başka milliyetçi ideolojinin malzemesi haline getirilemez. “Uhuvvet-i milliye ne kadar da kavi olsa, onun bir perdesi hükmüne geçe¬bilir.”

    Netice itibariyle, hakiki dindar olan bir insan, ırkçı bir anlayışa sahip olamaz. Onun milliyete bakışındaki temel nokta, din birliğidir. Kendi mil¬liyetine ise, tearüf ve teavün esası çerçevesinde bakar ve onu bu açıdan ge¬liştirmeye ve araştırmaya sebep görür. Hatta bu tearüf ve teavün esasıyla milliyet bağlılığını İslam’a kale yapmak için kullanır.

    Uhuvvet Risalesi bir kardeşlik projesidir

    Uhuvvet Risalesi’nde, mü’minin mü’mine olan davranışlarının nasıl ol¬ması gerektiğine dikkat çeken Bediüzzaman Said Nursi, İslâm milletlerini bir orduya benzetmiş ve aralarındaki ilişkileri şöyle anlatmıştır: “Nasıl ki, bir ordu fırkalara, fırkalar alaylara, alaylar taburlara, bölüklere, ta takımlara kadar tefrik edilir. Ta ki, her neferin muhtelif münasebeti ve münasebete göre vazifeleri tanınsın, bilinsin, ta, o ordunun efratları, düstur-u teavün altında hakiki bir vazife-i umumiye görsün ve hayat-ı içtimaiyeleri a’danın hücumundan masun kalsın. Yoksa tefrik ve inkısam, bir bölüm bir bölüğe karşı rekabet etsin, bir fırka bir fırkanın aksine hareket etsin değildir.

    Aynen öyle de, heyet-i içtimaiye-i İslâmiye büyük bir ordudur; kaba¬il ve tavaife inkısam edilmiş. Fakat bin bir adedince ciheti vahdetleri var: Halik’ları bir, Rezzak’ları bir, vatanları bir-bir, bir bir, binler kadar bir, bir…

    İşte bu kadar bir birler uhuvveti, muhabbeti ve vahdeti iktiza ediyorlar. Demek, kabail ve tavaife inkısam, şu âyetin ilân ettiği gibi, teasuf içindir, teavün içindir; tenakur için değil tehasum için değildir”

    Şark’ı ayağa kaldıracak dindir

    Bediüzzaman, milliyetçiliğin en kötü uygulamalarından birisini ‘Birisi¬nin hatası ile başkası mes’ul olmaz’ Kur’anî düsturunun dikkate alınmaması olarak belirtir. Bunun sonucu, bir köyde bulunan bir cani yüzünden köyün bütünü suçlu muamelesine tabi tutulur ve yine bir insandaki bir cani sıfat yüzünden onun akrabası, annesi-babasının suçlu muamelesi görür. Özel¬likle Doğu ve Güneydoğu’da buna benzer uygulamaların olması bugün ya¬şadığımız problemleri derinleştirmiştir. Oradaki devlet idarecilerinin bölge insanına şefkatli bir yaklaşım sergilememeleri, zaman zaman görülen fail-i meçhul cinayetleri ve bu cinayetlerin açıklığa kavuşturulamaması ve yine idarecilerin burada yaşayan vatandaşların inanç ve anlayışlarını dikkate alan bir tavır göstermemeleri gibi durumlar devlet ile millet arasında ciddi kop¬malara sebep olmuştur. Bediüzzaman’ın bu konudaki ısrarlı vurguları olan, ‘Şarkı ayağa kaldıracak din ve kalbdir, akıl ve felsefe değildir. Madem Şarkı intibaha getirdiniz; fıtratına muvafık bir cereyan veriniz. Yoksa, sa’yiniz ya hebaen mensura gider veya sathî kalır.” ikazının dikkate alınmaması so¬nucu binlerce kişi hayatını kaybetmiş ve yine milliyetçilik illetiyle binlerce Müslüman, kardeşleriyle karşı karşıya getirilmiştir. Bu illet yüzünden böl¬ge insanlarının çocuklarından oluşan çok ciddi kayıplara ulaşılmış, aileler dağılmış ve evinden koparılan gençler, terör odaklarının fitneleri sonucu, hayatlarını yitirmişlerdir.

    Bediüzzaman yüz yıl önce, hürriyet mücadelesinin nasıl yapılacağının metodunu göstermiştir. Müsbet hareket olarak formülüze ettiği davranış şekli ile, hak ve hukuk aranacak, kültür ve gelenek yaşatılacak; ancak bütün bunlar devlet yapılanmasına baş kaldırarak değil, insan hakları ve özgürlük¬leri kapsamında gerçekleştirilecektir.

    Nitekim bu konuda Said Palevî’nin ayaklanma teklifine karşı çıkmış ve ‘Dahilde kılıç kullanılmaz’ diyerek, hareketin doğru olmadığını ifade et¬miştir.

    Gelinen noktada ise on binlerce bu ülke vatandaşı olan Türk, Kürt, Arap, Laz, Çerkez, Alevi ve Sünni insan hayatlarını kaybetmiştir.

    Bu esnada, İslâm ülkeleri Avrupa’dan Müslümanlar arasına sokulan bu milliyetçilik illeti ile boğuşurken, Amerika ve Avrupa’da önemli gelişmeler yaşanmaktadır.

    Amerika, on yıllar boyu bir düşman olarak ilân ettikleri, hak ve hukuk¬larını çiğnedikleri ve ikinci sınıf insan olarak muamele gösterdikleri siya¬hilere karşı bir tavır değişikliğine gitti. Yine Avrupa, bir araya gelmeleri, anlaşmaları, görüşmeleri mümkün gözükmeyen komşu milletlerle bir ara¬ya gelmeye, birlikler kurmaya, farklılıklarını zenginlik olarak ifade etmeye başladılar. Ve sonrasında sınırları bile sembolik hale getirerek, ekonomik, kültürel ve güvenlik gibi pek çok alanlarda, gerektiğinde kendi haklarından feragat ederek birlik olmanın ayakta kalmanın yolu olduğu ortak aklıyla adım attılar ve Avrupa Birliği teşekkülünü oluşturdular.

    Yani ırkçılık illetinin ne dehşetli bir toplumsal ayrışma sebebi olduğunu yaşayarak anladılar ve bundan bir yine Bediüzzaman’ın ifadesiyle ırkçılığın ‘zehr-i katl’ olduğunu anlayarak bundan şiddetle uzaklaştılar. Ancak bu öl¬dürücü illetin Müslümanlar arasında yayılmasına ve onları zehirlendirme¬sine de sebep oldular ve ve bunu teşvik ettiler. Şimdi Asya’nın da bu Frenk illetinin zararlarını iyi anlayıp dersini alması aklın gereği olacaktır.

    Gelinen noktada çare nedir?

    Çare, bu bölgeyi çok yakından bilen Bediüzzaman Said Nursi’nin ortaya koyduğu ve günümüzde demokrasi olarak ifadesini bulan idare biçiminin hakkıyla uygulanmasıdır. Hürriyet ve Meşrutiyet’in bu topraklar için öne¬mini bilen Bediüzzaman bölgeyi çok iyi tahlil etmiş ve yaşanan problemler karşısında bir dizi öneri sunmuştur.

    Bediüzzaman’ın Osmanlı idaresine ve İttihat ve Terakki’ye ve sonrasın¬da Cumhuriyet idaresine sunduğu teklif, Doğu’da bir üniversite kurulma¬sıdır. Bediüzzaman’ın Medresetü’z-Zehra Projesi halen buradaki problem¬lere çözüm olarak hayata geçirilmeyi bekleyen bir çare projesidir. Nitekim böyle bir maddî ilimlerle ve manevî ilimlerle yapılacak aydınlanma projesi, günümüz problemlerine çözüm olacağı gibi, oluşacak problemlerin de pan¬zehiri olacaktır. Çünkü Bediüzzaman’ın en büyük üç düşman olarak hedef gösterdiği, ‘cehalet, zaruret ve ihtilaf’ bugün de en büyük düşmandır. İşte bunun en önemli çare adımı, eğitimdir, cehaletten kurtulmaktır. Yine it¬tifak ve sanat da eğitimin sonucu sağlanacaktır. Yani eğitim adımı anahtar hükmündedir, cehalet ortadan kalkınca, gelişme, üretim, bir araya gelmek ve iletişim adımları gelişecektir.

    Bediüzzaman, Doğu ve Güneydoğu’da karşılaştığı cehalet manzarası karşısında da ümitsiz değildir. Hatta Müslümanların aşılması güç dağlar hükmündeki engellerle “Cehalet ağanın, inad efendinin, garaz beyin, inti¬kam paşanın, taklit hazretlerinin, mösyö gevezeliğin taht-ı riyasetlerinde’n kurtulabilmek için, cehaleti düşman ilân edip, marifeti kazanmak yolunda çalışmanın gereğine dikkatleri çekmiştir.

    “O meylü’l-ağalık ve meyl-i tahakküm ve meyl-i riyaseti öyle öldürece¬ğim (ki), kıyamete kadar haşrolmasın.” diyerek, ağalık meylinin de karşısın¬da olduğunu ve olunması gerektiğini izah etmiştir.

    Ayrıca bu konuda ümitsizliğe kapılmamak gerektiğini belirtmiş İslâm âlemindeki gelişmeleri müjde olarak niteleyip cehalet engellerini balonla aşarak kısa zamanda sahil-i selamete ulaşacaklarını müjdelemiştir.

    Somut öneriler:

    Dünya barışı ve İslâm dünyası açısından çözüm önerileri:

    -Menfi milliyet, dessas Avrupa zalimlerinin Müslümanların içine attık¬ları bir fitne hareketidir; oysa İslâmiyet, menfi milliyeti reddeder.

    -İslâmiyet milliyeti gibi milyarlarca etbaı bulunan bir birliktelik var¬ken, başka sebepler etrafında bir araya gelme ihtiyacı, tehlikeli bir zemindir. Onun için bütün Müslüman milletlerin de mefahiri, ittihad-ı İslâm’a olan hizmetleridir.

    -Türklerin zaten milliyetleri İslâmiyet’le mezc olmuş, kabil-i tefrik değil. Ancak diğer Müslüman unsurlara yakışan en güzel vasıf da, milletinin ba¬şına Müslüman tacının gelmesidir. Müslüman Kürtler, Müslüman Araplar gibi. Ama Kürt Müslümanlığı, Arap Müslümanlığı bu sıcaklığı vermiyor.

    -Cemahir-i Müttefika-i İslâmiye’nin teşkili için, önce kalplerde bir ittihat lâzımdır. İman ve Kur’ân hizmetleri olan Risale-i Nur hizmetleri, ittihad-ı İslâm’ın birer nüvesi hükmündedir.

    -Risale-i Nur hizmetleri, iman ve Kur’ân dersleri olarak bütün dünyada zemin bulan ve kabul de gören bir ‘müsbet hareket’ faaliyetidir.

    -Bu faaliyetlerde ırkı, rengi, milliyeti, soyu, vb. ne olursa olsun, Müslü¬manlık çatısı altında başka bir kimlik aramanın–tarif ve yardımlaşma anla¬mı dışında–bir anlam yoktur.

    -Birbirlerine sevgi taşımaksızın sadece menfaat için bir araya gelip, bir¬likler kuran Avrupa Birliği gibi; binlerle ‘birliktelik’leri bulunan, yüksek ve âli himmetleri olan ve dinen de kardeş olan Müslümanlar neden böyle bir güç birliği yapmasınlar?

    Menfi milliyetin tahribatını önlemede devlete düşen adımlar;

    -Öncelikle, devlet mekanizması yakın tarihiyle yüzleşmelidir. Bunun için de devlet, cumhuriyet arşivlerini açmalıdır. Dine karşı bireysel veya toplumun belli kesimlerine dönük yapılan baskı uygulamaları, zulümler or¬taya çıkarılmalıdır.

    – 5816 sayılı Atatürk’ü Koruma Kanunu kaldırılmalıdır. Üzerinden bunca yıllar geçmiş olmasına rağmen demokratikleşme konusunda yeter¬li adımların atılmaması, tartışılmaması, gizliliğin, kapalılığın devam eden varlığı, elbette karanlık odakların işine gelecektir.

    -Devlet öyle şeffaflaşmalı ki; kimse devletle bir husumet içerisine olma¬dan onun samimiyetine inanmalıdır. Doğu ve Güneydoğu’da on yıllardır yaşananlar samimi bir yaklaşım içerisinde ele alınır ve sağlıklı adımlar atı¬lırsa, sağlıklı sonuca gidilebilecektir. Bu çerçevede fail-i meçhul cinayetler aydınlatılmalı ve derin devlet yapılanması en nihaî noktasına kadar deşifre edilmeli, faillere hesabı sorularak, adalet tesis edilmelidir.

    -Bu adımlar ancak devlet ile millet arasındaki kaybolan adalet noktasın¬daki güveni temin edecektir.

    -Bu çerçevede dün yaşanmış yanlışlar varsa, bundan derhal geri adım atılarak, mağduriyete uğrayanların mağduriyeti giderilip, özür dilenmelidir. Hatta iade-i itibar geliştirilmelidir.

    -Devletin Said Nursi’ye iade-i itibarı, Risale-i Nurlara sahip çıkmaktır.

    Devlet, İslâm dünyasının yakından tanıdığı ve milyonlarca insanın ima¬nına vesile olan Said Nursi’ye barış elini uzatabilir. Bunun için iade-i itibar anlamında, Risale-i Nurların Diyanet gibi, Milli Eğitim gibi eğitim or¬tamlarında kabulü ve neşrine zemin hazırlamak şeklinde bir adım atılması önemlidir.

    -Devlet, samimi yüzünü ve şefkatli muamelelerini göstermelidir. Bu da öncelikle geçmişi ile samimi yüzleşmiş, hatalarını kabul etmiş ve geleceğe de o hatalardan ders almış bir görüntü taşıması ile mümkündür.

    -Yine önemli bir adım da, terörün kullandığı potansiyel kitleler belirle¬nip, onların da sosyal devletten şefkatli politikalar vesilesiyle istifadelerinin sağlanmasıdır. Bu potansiyel kitleler; sahipsiz çocuklar, aciz kalmış kadın¬lar, işsiz gençler, sahipsiz, biçare hasta insanlar, v.s.’dir.

    -Milliyetçilik illeti sonucu, on yıllardır akan kanın durması anlamında, bir kararlılık göstermek gerekir.

    -Bölgeye devletle millet kucaklaşmasını sağlayacak dindar idareciler atanmalıdır.

    -Devlet, toplumun diniyle bir problemi olmadığını gösterecek kamuda ve bütün eğitim alanlarında başörtüsü serbestisinin yasal zeminini oluştu¬racak adımları atmalıdır.

    -Doğu’da ve Güneydoğu’da oluşmuş mağduriyetlerin tespiti ve yörenin akil insanlarıyla bir araya gelerek atılması gereken adımları birlikte tespit etmek.

    -Tabiî bütün bu adımların samimiyet göstergesi olarak, din ile oluşan düşmanca görüntünün giderilmesi ve Fethin sembolündeki mahzuniyetin giderilmesinin en dikkat çeken örneği, Ayasofya’nın ibadete açılmasıdır.

    -İleri demokrasi hedefi hiç düşürülmeden en öncelikli gündem yapıl¬malıdır. Çünkü demokrasinin olmadığı yerde, istibdat hüküm sürer. Bu da yıkıcı odakların beslenmesi anlamına gelir.

    -Kişi hak ve hürriyetlerinin samimi göstergesi olan Avrupa Birliği adımları hızlandırılmalıdır.

    -Milliyetçiliğin bir akıl hastalığı olarak görülmesi, milliyetçiliği çağ¬rıştıran bütün izlerin yok edilmesi ve elbette anayasanın bilhassa ‘Atatürk milliyetçiliği’ olarak ırkçı politika izlerinin yasal zeminlerden kaldırılması adımlarının, sivil ve özgülükçü bir anayasa ile atılması.

    Son olarak, tüm bu sebeplerden dolayı, iman ve Kur’ân hizmetlerinin yaygınlaştırılması bireyin, ailenin, toplumun ve dolayısıyla da devletin men¬faatine bir adım olacaktır.

    Abstract

    Nationalism, which goes back as far as the beginning of humanity is the disease of considering one’s race, nation, breed, and color superior to others and finding the others strange. This disease which was born on a ground where spirituality was lacking has become a great trouble for the Mus¬lim societies in recent centuries. This disease which has been injected into Muslim communities have caused unrest among relative communities and brought about destruction in the forms of anarchy and terror in societies. In this paper the service of Risale-i Nur is proposed as the method of treating this illness, which was described by Beduzzaman Said Nursi as a Europe¬an disease and the question is discussed under the light of Bediuzzaman’s views.

    Key Words

    Racism, nationalism, religion, the service of Risale-i Nur, world peace

    Dipnotlar:

    [1]Saad Suresi, 73-76

    [2]Hicr Suresi, 39-40

    [3]Toynbee Arnold, Medeniyet Yargılanıyor, İstanbul, 1988.

    [4]Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat,Yeni Asya Neşriyat, Ocak, 2001, s. 65 – 66.

    [5]Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Yeni tanzim, s.540

    [6]Koyuncu, Cengiz, 06.03.2013 tarihli gazete yazısı.

    [7]Ölmez Adem v.d, Bediüzzaman ve Şark Düşünceleri, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 1998, s.177

    [8]Ölmez Adem v.d, Bediüzzaman ve Şark Düşünceleri, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 1998, s.13

    [9]Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Yeni tanzim, s.542

    [10]Hutbe-i Şamiye, s.70

    [11]Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Yeni tanzim, s.540

    [12]Tarhan Nevzat, Toplum Psikolojisi, Timaş, Ocak-2010, İstanbul, s. 110

    [13]Tarhan Nevzat, Psikolojik Savaş, Timaş, İstanbul- 2009, s.198

    [14]Bediüzzaman Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, Yeni Tanzim, s. 181

    [15]Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Yeni tanzim, s.540.

    [16]Bediüzzaman Said Nursi, İşaratü’l-İ’caz, Yeni Tanzim, s. 229

    [17]Mektubat, Yeni Tanzim, s. 540

    [18]Hücurat Suresi, 1.3

    [19]Hutbe-i Şamiye, yeni tanzim, s. 188.

    [20]Mektubat, Yeni Tanzim, s. 542.

    [21]A.g.e. s, 542

    [22]Maide Suresi, 54. ayet.

    [23]Mektubat, s. 542.

    [24]Mektubat, s. 542.

    [25]Mektubat, s. 539.

    [26]Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1997, s. 125

    [27]Şahiner Necmeddin, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi, İstanbul, 1979. s. 255

    [28]Tarihçe-i Hayat, Yeni tanzim, s. 101.

    [29]Münazarat, s. 116.

    [30]Münazarat, s. 264.