Köprü Anasayfa

İnsanlık ve Dünya Barışı İçin Said Nursî’nin Milliyet Anlayışı

"Yaz 2013" 123. Sayı

  • Said Nursî’nin Milliyet Anlayışı

    Said Nursi’s Understanding of Nationality

    Ramazan Altıntaş

    . Dr., NEÜ, İlâhiyat Fak. Öğretim Üyesi.

    GİRİŞ

    Said Nursî, yaşadığı dönemin bir münevveridir. Münevver, zor zamanda konuşan ve yaşadığı dönemin sorunları hakkında hiç kimsenin etkisinde kalmadan objektif bir şekilde karar veren bir kimsedir. Bütün bu özellikleri biz, Said Nursî’de görüyoruz. Onun meşhur ‘eski hal muhal ya yeni hal ya izmihlal’ dediği tecdîd yöntemi, sadece dinî düşüncenin yenilenmesi¬ni değil, aynı zamanda Osmanlı coğrafyasında içten içe meydana gelen ve neticesi bölünme ile sonuçlanacak girişimlerin panzehiri olacak küllî bir değişim yöntemi önerisidir.

    Said Nursî, Balkanlarda ve Ortadoğu’da kışkırtılan national milliyet¬çilik söyleminin farkına erken varmış, bu konudaki düşüncelerini hem zamanının devlet ricaline rapor etmiş ve hem de bu konuda eserler vücuda getirmiş bir mütefekkirdir. Eğer onun yüz sene önceki çözüme yönelik pro¬jeleri hayata geçirilseydi her halde şimdi ayağımıza takılan ağırlıklar belki olmayacaktı. Ama bütün bunlara rağmen “kişi düştüğü yerden kalkmasını bilmelidir” özdeyişiyle, yönetenden yönetilenlere varıncaya kadar yine de onun tarihi tefekkürle yoğrulmuş çözüm önerilerinden hâlâ istifade etme imkânına sahibiz. İşte bu çalışmamızda Said Nursî’nin milliyet fikri etra¬fındaki görüşleri üzerinde duracağız.

    A. MİLLET KAVRAMININ TAHLİLİ

    İslâm geleneğinde millet kelimesi, ümmet ve din mânâsına gelir. Bu kelimenin asıl mânâsı, tarîkât-ı meslûkedir (yani bir kimsenin benimseyip kabul ettiği yol, fikir sistemi) ki, eğri veya doğru olabilir. Bunun din ve şe¬riat mânâsında kullanılması ise herkesçe bilinen hakikattir. [1] Şehristanî’ye (v. 548/1153) göre[2], din, şeriat ve millet denilen kelimeler, aynı şeylerdir. Fakat değer ve kavram olarak her biri kendisine has mânâsı ve uyduğu ger¬çeklikle birbirinden ayrılır. Örneğin, itikat, itaat ve inkiyad yönüyle din; amel açısından şeriat ve toplayıcılığı itibariyle de millet denilir. Bununla beraber itikat edilen ne ise, esas itibariyle amel edilen de odur. Binaenaleyh, millet, cemiyet halindeki bir topluluğun etrafında toplandığı ve üzerinde yürüdüğü, diğer bir tabirle cemiyet ruhunun tabi olduğu, cemiyet varlığının bağlı bulunduğu hükmedici prensipler ve bu prensipleri kabul edenlerin yoludur. İnsanları bu duruma ulaştıran özel yol ise, minhâc, şir’a ve sün¬nettir. Bu sünnet üzerine ittifaksa, cemaatı (topluluğu) meydana getirir. [3] Bu mânâda haktan ayrılmama ve tek Allah’a inanma konusunda alem ol¬muş, millet-i İbrahim ve İslâm milleti tabirleridir. Bunun dışında kalan ise, küfür milletidir. Kur’ân-ı Kerim’de İslam milleti anlamında “millet” tabiri birçok âyette geçmektedir. Bazı örnekler şöyledir:

    “Babanız İbrahim’in milleti üzere..” [4]

    “Kendini bilmeyenden başka İbrahim’in dininden (millet) kim yüz çe¬virir?” [5]

    “Atalarım İbrahim’in, İshak’ın, Yakub’un milletine (dinine) uydum.” [6]

    “Sonra sana: Muvahhid bir Müslüman olarak İbrahim’in milletine (di¬nine) uy; o hiç bir zaman müşriklerden olmadı, diye vahyettik.” [7]

    Görüldüğü gibi bu âyetlerde geçen millet tabiri, “ümem-i İslamiye¬ti” (dine tabi olan Müslüman kavimleri) içerisine alan bir niteliktir. Bu mânâda millet-i İslâmiye birdir, ama ümem-i İslâmiye çoktur. İşte Said Nursî, Hucurât Sûresinin 13. âyetine işaret ederek bu gerçeğe vurgu yap¬maktadır. Bu âyeti, meâl-tefsir yöntemiyle şöyle açıklamaktadır: [8] “Sizi tâife tâife, millet millet, kabîle kabîle yaratmışım; tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimâiyeye âit münâsebetlerinizi bilesiniz birbirinize muâvenet edesiniz. Yoksa sizi kabîle kabîle yaptım ki yekdiğerinize karşı inkâr ile yabânî bakasınız husûmet ve adâvet edesiniz değildir.”

    İslâm’da ırk bir hakikattir. Kur’ân-ı Kerim’de, renklerin ve dillerin fark¬lılığı Allah’ın bir âyeti olarak belirtilmiştir. [9] Buradan hareketle Nursi, yu¬karıdaki âyeti “teârüf ve teâvün” (karşılıklı tanışma ve yardımlaşma) ilkesin¬den hareketle yorumlamaktadır. Çünkü bu âyetin ifade ettiği yüce hakikat, İslâm’ın ve Müslümanların sosyal hayatla ilgili münasebetlerini nasıl dü¬zenlemeleriyle ilgili kuralların açıklanmasıdır. Boy ve kabilelerin farklılığı üzerine binâ edilme temelinde birbirlerine karşı düşmanca bir rekabet ve bölünme değil, aksine tanışma ve yardımlaşma vardır. Çünkü Müslümanla¬rın sosyal hayatı, farklı kabile ve soylardan müteşekkil büyük bir ordu gibi¬dir. Bin bir bir birler adedince cihet-i vahdetleri vardır. Yaratanları, rızık ve¬renleri, peygamberleri, kıbleleri, kitapları, vatanları bir, bir, bir, binler kadar bir, bir.. İşte bu kadar bir birler; uhuvveti, muhabbeti ve vahdeti gerektirir. Soy ve kabilelere bölünme, tanışma, yardımlaşma içindir; nefretleşme ve düşmanlık için değildir. [10]

    BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ’NİN MİLLİYET ANLAYIŞI

    Said Nursî, “fikr-i milliyet” tabirini, Müslümanları bölmek ve parça¬lamak için Avrupalıların olumsuz bir surette kullandıklarına değinir. O, her ne kadar onlar, menfi anlamda fikr-i milliyet tabirini kullanıyorlarsa da, sosyal hayatla ilgili meselelere kafa yoran münevverlere “milliyet dü¬şüncesini bırakınız” demenin doğru olmadığını, bu düşüncenin menfî ve müsbet olmak üzere iki kısma ayrıldığını söyler. Özellikle menfî manadaki fikr-i millet tabirinin; kötü, zararlı, başkasını yutmakla beslenen, diğerlerine düşmanlıkla devam eden bir anlamlar dünyasının sahip olduğuna dikkat¬lerimizi çeker. [11]

    Bilindiği gibi Kur’an’a göre insanlar, aynı kökten gelmişlerdir. [12] Onto¬lojik anlamda bir farklılık söz konusu değildir. Bu konuda nebevî mesajın evrenselliğine ışık tutacak şu ilke çok önemlidir: “Allah sizin zenginliğini¬ze ve fizikî şeklinize bakmaz; O, sizin gönlünüze ve davranışlarınıza de¬ğer verir.” [13] Dolayısıyla, etnik köken ayrımcılığı, insan hakları bakımından bir zulümdür. Bu konuda Hz. Peygamber’in uyarısı çok özlü ve anlamlı¬dır: “Irkçılık dâvâsına kalkışan bizden değildir.”; [14] “Sizin hepiniz Âdem’in neslindensiniz. Âdem de topraktan yaratılmıştır. Arab’ın, Arap olmayanlar üzerinde veya Arap olmayanın Arap karşısında üstünlüğü yoktur. Bu üs¬tünlük ancak Allah’tan korkmakla (takva ile) olur”. [15]

    Görüldüğü gibi bu hadislerde, İslâm’ın cahiliyeden kalma ırkçılığı ve kabileciliği kaldırdığı vurgulanmaktadır. Said Nursî’nin de ifade ettiği gibi zaten Kur’ân’da menfi mânâdaki fikr-i millet anlayışı cahiliye taassubu[16] olarak nitelendirilmekte ve tel’in edilmektedir. Dolayısıyla ne Kur’ân ve ne de Hz. Peygamber menfî bir milliyet ve fikr-i unsuriyet anlayışını kabul eder. Said Nursî’nin vurguladığı gibi, müsbet ve mukaddes İslâmiyet milli¬yeti, menfi bir milliyet fikrine ihtiyaç duymaz.

    Said Nursî, Osmanlıyı içine düştüğü kavmiyetçilik belâsından kurtar¬mak için hâfızamızı tekrar yoklamaya davet eder. Bunun için tarih tekerrür etmesin diye, menfi milliyet dâvâsının tarihimizde açtığı pek çok derin yara ve zararlardan örnekler verir. Emevilerin iktidara gelince cahiliye devrinde olduğu gibi fikr-i milliyeti siyasetlerine karıştırmaları, Haşimilerle arala¬rında derin çekişmeler yaşanmasına yol açar. Onlar, âlem-i İslam’ı yürüt¬tükleri ırkçı politikalarıyla sadece kendilerine küstürmekle kalmazlar, aynı zamanda kendilerine de büyük acılar yaşatırlar. Said Nursî buna yakın ta¬rihten de örnekler verir. Hileci Avrupa milletlerinin özellikle Müslüman halklar arasında unsuriyet fikrini kışkırttıklarını ve maalesef bu fikrin İslâm coğrafyalarını birbirinden kopardığını dile getirir. Hatta o, İslam milleti içinde millet-i sadıka olarak bilinen kimselerin Batılıların fikr-i unsuriyet tuzaklarına düşerek kalplerini parçalamakla kalmadıklarını, fizikî anlamda da parçalandıklarını açık yüreklilikle anlatır. [17]

    Said Nursî, menfî milliyet fikrine karşı, müsbet milliyet fikrini savunur. Bu düşüncenin, sosyal hayatın kendi dinamiklerinden kaynaklanan yar¬dımlaşma ve dayanışmaya sebep olan doğal bir ihtiyacı olduğunu vurgular. Kaldı ki bu fikir, uhuvvet-i İslâmiyeyi destekleyecek bir araçtır. Burada çok önemli bir hususa işaret eden Nursî, ümmet ve dinden beslenen müsbet milliyet düşüncesinin İslâm’a hizmet ettiğini, adeta koruyucu bir kal’a ve zırh görevi yaptığını söyler. Fikr-i unsuriyetin, İslâm’ın yerine geçirilme¬sinin bir cinayet olacağını ve böyle bir tavrın ise, altı asır Kur’ân’a hizmet eden bir milletin evlâtlarına yakışmayacağını haykırır. Bu milletin, Maide Sûresi’nin 54. âyetinde dile getirilen İslâm’a hizmet eden bir kavmin bütün özelliklerini sinelerinde barındıran, siyasetlerinin temeline ümmet düşün¬cesini koyan bir milletin münafıkların desiselerine uyup “unsuriyet” düşün¬cesine sarılmak suretiyle “irtidat” eden bir millet konumuna düşmemesi gerektiğini hatırlatır. Sözlerine devamla, nerede bir Türk tâifesi varsa Müs¬lümandır, Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türk¬lükten dahi çıkmışlardır -Macarlar gibi- demek suretiyle, mecazî anlamda Türklükle-İslâm’ın birbiriyle kaynaştıklarını, et ve tırnak gibi olduklarını açıklar. Onun için özelde bütün Türklere şöyle seslenir:

    “Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et! Senin milliyetin İslâmiyet’le imtizaç etmiş; ondan kâbil-i tefrik değildir. Tefrik etsen, mahvolursun! Bü¬tün senin mâzideki mefâhirin, İslâmiyet defterine geçmiş, yazılmıştır. Bu mefâhir, zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği halde, sen, şeytanların vesveseleriyle, desîseleriyle o mefâhiri kalbinden silme!” [18]

    Öte yandan Said Nursî Asya’da yaşayan bütün Müslümanlara da seslenir ve onları fikr-i unsuriyet dâvâsı konusunda uyarır. Asya’da uyanan milletler, fikr-i milliyete sarılıp, aynen Avrupa’yı her cihetle taklit ederek, hattâ çok mukaddesâtları o yolda feda ederek hareket ediyorlar. Hâlbuki her milletin kâmet-i kıymeti başka bir elbise ister; bir cins kumaş bile olsa, tarzı ayrı ayrı olmak lâzım gelir. Bir kadına, bir jandarma elbisesi giydirilmez—bir ihtiyar hocaya, tango bir kadın libâsı giydirilmediği gibi. Körü körüne taklit dahi, çok defa maskaralık olur, diyen Said Nursî, Avrupa ile Asya’nın düşünce ve medeniyet planında temsil ettiği farklılıklara da değinir:

    İlkin; Avrupa bir dükkân, bir kışla ise, Asya bir mezraa, bir câmi hük¬mündedir. Bir dükkâncı dansa gider, bir çiftçi gidemez; kışla vaziyeti ile mescid vaziyeti bir olmaz. Hem, ekser enbiyanın Asya’da zuhuru, filozofla¬rın çoğunluğunun Avrupa’dan gelmesi, kader-i ezelînin bir remzi, işaretidir ki; Asya milletlerini uyandıracak ilerletecek ve yönetecek din ve kalptir. Fel¬sefe ve hikmet ise, din ve kalbe yardım etmeli, yerine geçmemelidir.

    Sâniyen: İslâm dinini, Hıristiyan dînine kıyas edip, Avrupa gibi dine lâkayt olmak, pek büyük bir hatâdır. Evvelâ, Avrupa dinine sâhiptir. Başta Wilson, Loyd George, Venizelos gibi Avrupa büyükleri, papaz gibi dinle¬rine mutaassıp olmaları şâhittir ki, Avrupa dinine sahiptir; belki bir cihette mutaassıptır.

    Sâlisen: İslâmiyeti Hıristiyan dinine kıyas etmek, yanlış karşılaştırmadır. Çünkü Avrupa, dinine mutaassıp olduğu zaman medenî değildi; taassubu terk etti, medenîleşti. Hem, din onların içinde üç yüz sene iç savaşı üret¬miştir. Diktatör zalimlerin elinde avâmı, fukarayı ve düşünen insanları ez¬meye vâsıta olduğundan, onların umûmunda muvakkaten dînine karşı bir küsmek hâsıl olmuştu. [19]

    Gerçekten de bunlar önemli tespitlerdir. Batı’da din karşıtı materyalist akımların gelişmesinde mevcut din anlayışlarının büyük etkisi vardır. Said Nursî, bu tespitleri yaptıktan sonra, ekmel din İslâmiyet’in mevcut semavi dinlerden farklılığını ve Müslümanların İslam’a sarıldıkları dönemlerdeki muhteşem tarihlerini analiz etme sadedinde şu değerlendirmelerde bulu¬nur:

    “Tarih şahittir ki, İslam, bir defadan başka, Müslümanlar arasında bir savaşma sebebi olmamıştır. Müslümanlar ne zaman dinlerinin emir ve ya¬saklarına ciddi anlamda yerine getirmişlerse, yüksek bir medeniyet yaşa¬mışlardır. Bunun en büyük şahidi, Endülüs İslam devletidir. Ne zaman ki, İslam topluluğu, dine karşı lakayt bir vaziyet almışlarsa, perişan vaziyete dü¬şerek gerilemişlerdir. Hâlbuki İslâmiyet, zekâtı farz kılmakla ve faizi yasak¬lamakla, yoksulları korumuştur. Kur’an-ı Kerim’de; “akıllarını kullanmazlar mı?”; [20] “tefekkür etmezler mi?”; [21] “düşünmezler mi?” [22] gibi uyarılarla, aklı ve ilmi delil olarak ileri sürdüğü, ilim ehlini korunup-kollandığı müddetçe, İslâm, yoksulların ve ilim ehlinin sığınağı olmuştur. Onun için, İslâmiyet’e karşı küsmeye hiçbir sebep yoktur.” [23]

    Said Nursî’nin içe dönük bu kritikleri, aynı zamanda Batı karşısında maddi alandaki gerilemenin nedeni olarak bizzat İslam dinini gören aydın¬lara bir uyarısıdır. Dolayısıyla hem aydınların ve hem de Müslümanların dinleri konusunda özgüvenlerini yüksek tutmaları gerektiğini ifade etmesi önemlidir. Kaldı ki o, kendi dinini tanımayan ve çağdaş Batı medeniyeti karşısında kendi medeniyet değerlerinden mahcubiyet duyan Türk aydın¬larına, İslâmiyet’i diğer dinlerle mukayese ederek farklı olduğu yönlerini açıklar.

    Said Nursî, Cumhuriyet döneminin en büyük mütekellimidir. Çünkü Kelâm ilminin gayesi, hem doğru din anlayışını ortaya koymak ve hem de dine yönelik saldırılar karşısında kuvvetli deliller kullanmak suretiyle sa¬vunma yapmak gibi bir pozisyonu varsa, bunu da en güzel bir şekilde Nursî risalelerinde yapmaktadır. Bu sebeple bir mütekellim olarak, İslâm ile mev¬cut Hıristiyanlığın temeldeki farkını çok güzel ortaya koyar. Said Nursî’ye göre “İslâm’ın esası, Allah’ın birliğinin ta kendisidir. Bu inanç, Allah’a ulaş¬mada hiçbir aracı kurumun varlığına izin vermez. Hıristiyanlık ise, Allah’a çocuk isnat etme fikrini kabul ettiği için aracı kurumları kabul eder. Âdetâ Rubûbiyet-i İlâhiyenin bir cilvesini azizlerine ve büyüklerine verir. “On¬lar, Allah’ı bırakıp, hahamlarını ve rahiplerini kendilerine rab edindiler” [24] âyeti, bu gerçeği doğrular. Onun içindir ki, Hıristiyanların dünyaca en yük¬sek mertebede olanları, gurur ve enâniyetlerini muhafaza etmekle beraber, sâbık Amerika Reisi Wilson gibi, mutaassıp bir dindar olur. Mahz-ı tevhid dîni olan İslâmiyet içinde, dünyaca yüksek mertebede olanlar, ya enaniyeti ve gururu bırakacak veya dindarlığı bir derece bırakacak. Onun için, bir kısmı lâkayd kalıyorlar, belki dinsiz oluyorlar.” [25]

    Sanıyorum Said Nursi, bu değerlendirmeleri, yaşadığı dönemde fikr-i unsuriyete sapmanın İslâm’ı iyi bilmemeye ve Batı karşısında aşağılık duy¬gusuna kapılan kimseleri ikna etmeye yönelik olarak yapıyor. Çünkü İslâm, üst bir birleştirici şemsiyedir. Bu şemsiyenin altından uzaklaşmak, parçalan¬manın da doğal sonucunu getirecektir. Onun için Said Nursî, menfî milli¬yet ve unsuriyet fikrinde aşırı gidenlere seslenmeyi ihmal etmez. Ona göre Anadolu toprakları tarih boyunca birçok göç ve işgallere maruz kalmakla birlikte, Müslümanların yönetiminin merkezi bu vatanda teşekkül etti¬ği için farklı kavimlerden birçok Müslüman burayı vatan edinmiştir. Buna rağmen hiçbir zaman fikr-i unsuriyet problemi çıkmamış, sözgelimi, eğer Levh-i Mahfûz açılsa ancak o zaman farklı ırk mensuplarını birbirinden ayırabiliriz demekle, etnik milliyetçilik yapanlara cevap vermiştir. Çünkü menfi milliyetçilik ve kavimperestlik zararlı ve parçalayıcı bir fikrî cere¬yandır. Said Nursî’nin haklı olarak vurguladığı gibi, şayet bu millet hâlâ “ben ölürsem şehit, kalırsam gaziyim” ve sömürgeci güçlerin Müslümanlara verdiği acı karşısında bütün dünya Müslümanları bu acıyı ortak olarak yüreklerinin ta derinliklerinde duyuyorsa, bunu, Kur’ân’ın birleştirici ev¬rensel kardeşlik ruhunda aramak gerekir. Said Nursî’ye göre, Batı kaynaklı unsuriyet fikri, temelleri Kur’ân ve Nebevî sünnetle atılmış ümmet-i vahide fikrini yıkacak bir tuzaktır. [26]

    C. SAİD NURSÎ’NİN ÇÖZÜM ÖNERİSİ

    Said Nursî, ırkçı politikaların doğuda verdiği zararları telâfi etmek, anar¬şinin temel sebepleri arasında yer alan yoksulluk, cehalet ve derin ihtilafları çözümlemenin yegâne çaresinin yeni bir eğitim-öğretim modelinden geçti¬ğine inanır. Doğu’da kurulacak “Medresetü’z-Zehra” adlı üniversite projesi onun rüyası olmuştur. Bu münasebetle, zamanının idarecilerine mektup¬lar yazar ve bu köklü eğitim projesinin önemine değinir. Bundan yüz sene önce, Batılıların ‘etnik milliyetçilik’ tuzağıyla bu milletin içine bölücülük to¬humu ektiklerini ve bu tuzağa idarecilerimizin düşmemeleri gerektiğini ge¬rekçeleriyle ortaya koymuştur. O, ırkçılık fikrinin tarihte Emevîlere büyük zarar verdiğini, Birinci Dünya Savaşı yıllarında ise, Batı’nın menfi ırkçılığı yaymak suretiyle Araplarla-Türklerin arasını açmaya çalıştığını, şimdi de, bu topraklarda yaşayan farklı ırklara mensup Müslümanlar arasında ırkçılık silâhını kullanarak İslâm kardeşliğini yok etmeye çalıştıklarını dile getirir. Ayrıca o, Türklerle İslâmiyet’in imtizaç ettiğine değinerek, Türk, eşittir, Müslüman, anlamına geldiğini, Müslüman olmayan Türklerin Türklükten de çıktığını ifade eder ve ırkçılığın büyük bir tehlike olduğuna değinir. Bu illetten ancak iki kadim proje ile kurtulabileceğimizin önemine işaret eder. Bu projelerden ilki, “dinsiz felsefeye ve otuz seneden beri dehşetli bir su¬rette maddiyun ve tabiiyun gibi dinsizlik fikrine karşı galebe çalan Risâle-i Nurların yayılması”, diğeri ise, “Dârülfünun-u İslâmiye”nin acilen kurul¬masıdır. Ona göre, nasıl ki, Afrika’da Câmiü’l-Ezher medrese-i umumiye ise, Asya’da kurulacak Medresetü’z-Zehra da medrese-i umumiye olacak¬tır. Burada verilen eğitim sayesinde menfi ırkçılığın panzehiri olan İslâm kardeşliği muhafaza edilmiş olacaktır. Onun önerdiği bu üniversitede hem felsefe-i funûn ve hem de ulûm-u diniye birlikte okutulacaktır. [27]

    Said Nursî’nin hem Anadolu’da ve hem de Doğu vilayetlerinde fikr-i unsuriyet çabalarını tedavi etmek adına üniversite kurma hayali, destek gör¬se de, Batılılaşma macerasını bir milletin gömlek değiştirmesi gibi gören zihniyetlerin engelleyici çabaları karşısında akim kalmıştır. O, Asya’yı ha¬kiki terakki ettirecek olanın fen ve felsefeden ziyade din duygusu olduğuna inanıyordu. Bütün gücüyle de bu fikrini dile getirmiştir.

    SONUÇ

    Said Nursî, İslâm milletinin aydınlık yüzü olarak yaşamıştır. Hiçbir za¬man kendi ırkını öne çıkarmamış, aksine, İslâm milletini bölüp-parçala¬yacak bir mikrop olarak gördüğü ırkçılığa, her nereden ve kimden gelirse gelsin karşı çıkmıştır. O, fikr-i unsuriyet dâvâsı olan ırkçılığa, Müslüman¬ları bölmek ve yutmak için içlerine atılmış bir Frenk illeti olarak bakmıştır. O, menfi milliyetçiliği, mabud ittihaz edenlere karşı, hamiyet-i İslamiyeyi, iman nurundan in’ikas eden bir ışık olarak nitelendirmiştir. Çünkü tarih boyunca hamiyet-i diniye ve İslâmiyet milliyeti, Türk ve Arap içinde ta¬mamıyla meczolmuş ve kabil-i tefrik olamaz bir hale gelmiştir. Hamiyet-i İslâmiye, Arştan gelmiş en kuvvetli bir zincir-i nurânidir. Kırılmaz ve kop¬maz bir urvetü’l-vüskadır. Tahrip edilmez, mağlup olmaz bir kudsî kal’adır. İstikbalin hâkim-i mutlakı, âhirette olduğu gibi dünyada da İslâmiyet mil¬letidir. Bu sebeple o, ömrü boyunca ortaya koyduğu eserlerle ve yaptığı eğitim mücadelesiyle hep İslâm milletinin birliğini savunmuş, onu tedenni ettirecek şartlara karşı uyarmıştır. Bu gün de onun düşüncelerinden istifade etme imkânı hâlâ vardır.

    Özet

    Said Nursî, yaşadığı dönemde Balkanlarda ve Ortadoğu’da kışkırtılan national milliyetçilik söyleminin farkına erken varan, bu konudaki düşün¬celerini hem zamanının devlet ricaline rapor etmiş ve hem de bu konuda eserler yazan bir mütefekkirdir. Said Nursî, İslam dünyasını içine düştüğü kavmiyetçilik belâsından kurtarmak için hâfızamızı tekrar yoklamaya davet eder. Milliyet fikrini müsbet ve menfi olarak ikiye ayıran Nursî, milliyet fikrini tamamen reddetmeyerek müsbet ve mukaddes İslâmiyet milliyetinin menfi bir milliyet fikrine ihtiyaç bırakmadığını ifade eder. Bu çalışmada Said Nursî’nin milliyet fikri etrafındaki görüşleri üzerinde durulmaktadır.

    Anahtar Kelimeler

    Millet, din, milliyet, kavmiyetçilik, müsbet ve menfi milliyet

    Abstract

    Said Nursi is a thinker who early became aware of the discourse of the pro¬voked nationalism in the Balcans and The Middleeast in his life-time and who both reported his thoughts to the statesmen of the time and wrote books about the question. He invites us to review our memory in order to save the Islamic world from the trouble of nationalism. Considering the idea of nationalism as positive and negative, Said Nursi does not reject nationalism categorically and he states that the positive and holy Islamic Nationality prevents the need to a negative nationality. In this study the views of Said Nursi concerning the idea of nationality are going to be investigated.

    Key Words

    Nation, religion, nationalism, positive and negative nationality

    Dipnotlar:

    [1] Zemahşerî, Esâsu’l-Belâğa, Beyrut, 1965, s. 604.

    [2] Şehristanî, Abdülkerim, el-Mile’l-ve’n-Nihal, Beyrut, 2001, s. 50-51.

    [3] Bkz. 5/Maide 48.

    [4] 22/Hac 78.

    [5] 2/Bakara 130.

    [6] 12/ Yusuf 37.

    [7] 16/Nahl 123. Ayrıca bkz. 2/Bakara 135; 3/Âl-i İmran 95 4/Nisa 125..

    [8] S. Nursî, Mektûbât, İstanbul, 2008, s. 538 (2. Baskı).

    [9] Bkz. 30/Rum 22.

    [10] S. Nursî, a.g.e., s. 539.

    [11] S. Nursî, a.g.e., s. 540-41.

    [12] Krş. 4/Nisa 1.

    [13] Müslim “Birr” 33; İbn Mâce “Zühd” 9.

    [14] Müslim “Imâre” 53, 54, 57.

    [15] Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 411.

    [16] 48/Fetih 26.

    [17] Nursî, Mektûbât, s. 541.

    [18] Nursî, a.g.e., s. 543-44.

    [19] S. Nursî, Mektûbât, s. 544-45.

    [20] 36/Yasin 68.

    [21] 6/En’âm 50.

    [22] 4/Nisa 82.

    [23] S. Nursî, a.g.e., s. 545.

    [24] 9/Tevbe 31.

    [25] S. Nursî, Mektûbât, s. 546.

    [26] Geniş bilgi için bakınız. S. Nursî, Mektûbât, s. 546–47.

    [27] 27. S. Nursî, Emirdağ Lahikası, İstanbul, 2007, s. 316.