Köprü Anasayfa

İnsanî Değerler, Toplumsal Barış, Milliyet ve Milliyetçilik

"Güz 2013" 124. Sayı

  • Dünya Barışına Sabotaj: Irkçılık, Zararları ve Çözüm Yolları

    Sabotaging the World Peace: Racialism, its Damages and Solutions

    Mehmet Abidin Kartal

    Giriş

    Günümüz dünyası, büyük bir manevî buhran yaşamaktadır. İnsanlarhayattan zevk ve lezzet alamayacak duruma gelmiştir. İntiharlar, savaşlar,terör ve benzeri hadiseler ile ilgili haberler, dünyanın her tarafından sıklıkladuyulur bir duruma gelmiştir. Bu ve buna benzer tüm olumsuz gelişmeler,insanların kendilerini ve birbirlerini anlayamadığından kaynaklanmaktadır.Kendilerini anlayamayan insanların, başkalarını anlaması düşünülemez.

    Aklen ve vicdanen biliriz ki, hangi ırktan, hangi coğrafyada, hangi annebabadan dünyaya geleceğimizin tayin ve tespiti, bizim irademiz dışındadır.Milletimizi ve ailemizi tayin etme iradesi, Allah’a (c.c) aittir. Çünkükâinatta bulunan her varlığın, hikmetle ve dengeyle meydana gelmesi gösteriyorki, onlar sonsuz bir hikmet, adalet ve ilim ile vücuda gelir. Bu varoluştesadüfe değil, İlahi programa tabidir. İnsanın gözü, kulağı, burnu, kafası,v.s bütün azalarının hikmetli ve düzenli olması gibi, insanların millet millet,kabile kabile yaratılması da boşuna değildir. Bu tarz bir yaratılışın da,elbette çok hikmetleri vardır. .

    İnsana kıymet kazandıran mensup olduğu ırk değil, sahip olduğu faziletlerdir.İslam dini, ırkları bir realite olarak kabul eder. Cenab-ı HakKur’an’da şöyle bildirir: ‘Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık.Birbirinizi tanımanız için, sizi milletlere, kabilelere böldük. Şüphesiz Allahkatında en şerefliniz, en takva sahibi olanınızdır.’ (Hucurat, 13) Hucurat Suresi’nin 10. ayetinde (Mü’minler ancak kardeştir. Öyleyse kardeşlerinizinarasını düzeltin. Ve Allah’a karşı takva sahibi olun. Umulur ki, böylece sizrahmet olunursunuz.) imanda kardeşlik vurgusu yapılmış burada ise, bütüninsanların doğuştan eşit oldukları, kimsenin imtiyazlı ya da herhangi birhaktan ve meziyetten mahrum olarak yaratılmadığı ifade edilmiştir. Kur’anbu ayetle, toplumsal hayatta insan için çok önemli olan noktalara dikkat çekiyor .

    Her şeyden önce insanlar arasında var olan farklılıklar bir tahakkümetme, üstünlük sağlama ya da egemenlik kurma vasıtası değil, bir tanışmave dayanışma vasıtası olmalıdır. Hiçbir insan doğuştan imtiyazlı ya dadoğuştan eksik değildir. Bir insanın A ırkından ya da B ırkından olmasıkendi elinde değildir. Dolayısıyla insanın kendi seçmediği şeylerle övünmesimantıklı olmadığı gibi, bu sebeple kınanması ya da hor görülmesi deinsanca değildir. Bir insanın kadın ya da erkek olması önemli bir imtiyazolmadığı gibi, A milletinden ya da B milletinden olması da önemli değildir.İnsanın asıl üstünlüğü, asıl büyüklüğü ve asıl şerefi, yaratıcısına karşı duyduğusorumlulukla doğru orantılıdır. Kim ne kadar kendisini Allah’a karşısorumlu hissediyor ve gereğini yapıyorsa üstünlük ve şereften en büyük payıo almaktadır. Bir insan kendi ırkını ve ırkdaşlarını sevebilir; ancak bu sevgibaşka ırklardan olanlara karşı bir nefrete dönüşmemelidir.

    Ayette bildirilen erkek ve dişiden murat, Hz. Âdem ve Hz. Havva’dır.Bütün insanlar onların torunları durumundadır. Hz. Âdem’in aynı zamandailk peygamber olduğu da nazara alınırsa, bütün insanların peygambertorunları olduklarını söyleyebiliriz. Ayette farklı milletlere ayrılmanın hikmeti,insanların birbirlerini tanımaları olarak nazara veriliyor. Gerçektende her milletin kendine has bazı özellikleri vardır ve bu özelliklerden hareketlebir insanın hangi millete mensup olduğunu belirlemek mümkündür.Ordu içindeki karacı, havacı gibi değişik kısımlar nasıl kıyafetleriyle ayırtediliyorsa, milletler de belli özellikleriyle birbirinden ayırt edilmektedirler.Ordu içindeki farklılık bir çatışma vesilesi olmadığı gibi, farklı milletleremensup olma da çatışma vesilesi yapılmamalıdır. İnsana kıymet kazandıranmensup olduğu ırk değil, sahip olduğu faziletlerdir. Yoksa hemen her millettehem iyiler, hem de kötüler bulunmaktadır. [1]

    Irklar, insanlık kilimindeki farklı renkler ve desenlerdir. Yüce Allah, sanatındadaima renkliliği esas almıştır. Mesela, renkler yedidir, sesleri gösterennotalar yedidir, tatlar farklı farklıdır. İnsanlık âleminde farklı ırklarınolması da ilahi kader programından gelen bir güzelliktir. Kilimdeki farklımotif ve desenler o kilime farklı bir güzellik katar. Gök kuşağı tek renk olsaydı,şimdiki kadar güzel olmazdı. Farklı ırklar ve milletler de dünyamızafarklı güzellikler kazandırmıştır. Ülkemizde farklı ırkların varlığı, muazzambir kültür zenginliğini netice vermiştir. Ülkemizin doğusunda batısında,kuzeyinde güneyinde farklı yemekler, farklı müzikler, farklı mimari durumlar’bizleri “büyük millet” yapmaktadır.

    Yunus Emre, Kur’an’dan aldığı dersle ‘Yaratılanı severiz, Yaratan’dan ötürü’der. Ama herkes Yunus Emre kadar olgun olmayabilir. Şöyle bir olay anlatılır:Bir grup insan hac vazifesini eda ederken, beyaz ırka mensup bir Müslüman,zenci birini görünce biraz yüzünü ekşitir. Zenci, yanındaki arkadaşınayönelir ve şöyle der: “Bana yüzünü ekşiterek bakan şu Müslüman kardeşime,sor bakalım, boyayı mı beğenmemiş, yoksa boyayanı mı?

    Kur’an-ı Kerim’de “Allah’ın boyası” ifadesi geçer. En güzel boyanın”Allah’ın boyası” olduğu ifade edilir. (Bakara, 138) Ayetin işarî bir manasıinsanlık âleminde kendini göstermektedir. İnsanlar esas azalarda birolmakla beraber, ses, sima, renk gibi durumlarda farklı farklıdırlar. Kur’anşöyle bildirir: “Göklerin ve yerin yaratılışı, dillerinizin ve renklerinizin farklıoluşu O’nun âyetlerindendir. Şüphesiz ki bunda bilenler için nice ibretler vardır . ” (Rum, 22)

    Irkçılık

    Irkçılık, körü körüne bir ırkı ve kavmi veya bir soyu üstün sayarak diğerırkları aşağı görmektir. Kendi adetlerine dayanmayan esasları kötüleyen,saldırgan, istilâcı ve zulümkâr bir zihniyettir. Irkçılık, dinî bağları gevşeten,anarşi ve vahşete yaygınlık kazandıran ve toplum yapısında tahribe yol açanbir mikroptur. O, bilhassa hayata nizam veren dinî ve ahlâkî esaslar yerine,ırkî ve kavmî bağları esas aldığı için tahripkârdır. Cemiyetlerin bünyelerindefitnenin en korkunç olanı, soy-sop iddiasıdır. Bu sebeple bu hastalık, birliğimiziparçalamaya müsait unsurların başında gelir. Zira ırkçılığın özündeihtilâf ve ayrılık yatar.

    Kökleri Avrupa’daki reformasyona dayanan ırkçılık düşüncesi; başlangıçta,din, ahlak, hukuk gibi kavramları tarihin dışına iterek kasti bir unutmasürecinin önemli bir parçası olarak gelişmiş ve bu sürecin sonunda başkabiçim ve formlarda yeni bir “beşer dini” olarak ortaya çıkmıştır. Eleştirelbir gözle bakıldığında “geçmiş”teki “din-devlet” birliği, günümüzde yerinisadece ulus-devlet birliğine bırakmış gözükmektedir. Bu yeni durumdaiçerik yeni, biçim ve espri eskidir. Bu bağlamda, Said Nursî, Mesnevi-i Nuriyeisimli kitabında milliyetçiliğe (ırkçılık) ilişkin şunları söylemektedir:”Asabiyet-i cahiliye birbirine tesanüd edip yardım eden gaflet, dalalet, riyave zulmetten mürekkep bir macundur. Bunun için milliyetçiler, milliyetimabud ittihaz ediyorlar.”2 Bu ifadenin ilk cümlesi ile ikinci cümlesi arasındailk bakışta bir bağlantı kurmak zormuş gibi gözükse de; milliyetçiliğingaflet, dalalet, riya ve zulmetten meydana gelmiş olmasının, milliyetin mabudolarak görülmesine sebep olduğu tespit edilmektedir.

    Bu tespit, “bir din olarak milliyetçilik” kavramını ortaya çıkarmakta, milliyetçiliktegözlenen genel eğilimi yansıtmaktadır. Fransız Devrimi modernulusçuluğun en önemli işaret taşıdır. Devrim, Batı’da eski dinin yerine yenibir “ulus dini”ni ikame edecek bir gelişmenin simgesiydi de. Bu yeni beşermenşeli dinin kendine göre taşıyıcı kadrosu, ritüelleri, ayinleri ve kutsallarıvardı. Çağdaş anlamda ulusçuluk, dinden boşalan ve kutsaldan tecrit edilenduygulara, ulusçu düşünce ve ırkçılık, burjuva seçkinleri tarafından “bilim sel” yöntemlerle şırınga edildi. Filozof Nietzsche’nin de etkisiyle bu düşüncehızlı bir yayılma alanı buldu. Onun açtığı yoldan gidenlere göre, modernçağda insanların artık Tanrıya ihtiyaçları yoktu; “bir yaratıcı kudret”e dayanmayerine ulus ve ulusçuluk yeni bir idol olarak ikame edildi. [3] “Akılcılık”ile birleşen “ulusçuluk” düşüncesinin etkileri pek çok kesimden pek çokinsanı etkisi altına almıştı. 1793’te şair Marie, Konvansion’a, devletin diniolarak resmî ulusçuluk kurumunun kabul edilmesini teklif etti. İki gün sonraParis Katolik Piskoposu “Hürriyet ve kutsal eşitliğe ibadetten başka hiçbirtoplu ibadetin artık kalmaması gerektiğini” açıklayarak, Hıristiyanlıktanirtidat ettiğini açıkladı. Aynı günlerde Notre Dame Katedralinde büyük bircoşkuyla “Akla Tapınma Ayinleri” yapıldı. [4] İspanya iç savaşının başladığısırada Salamanca Üniversitesinin o zamanki Rektörü Miguel de Unamuno,kendi üniversitesinde yaptığı konuşmasının bir yerinde şunları söylemişti:”Burası aklın, entelektüelliğin tapınağıdır. Ben de onun yüksek rahibiyim.”Din ve milliyetçiliğin genellikle aynı kutuplar gibi birbirini itmeleri, diniortadan kaldırmak isteyenlerin bunun yerine milliyetçiliği (ırkçılığı) ikameetmeleri ve nihayet milliyetçi (ırkçı) olanların gerçek anlamda dindar olamamalarıbu tezi desteklemektedir.

    Milliyetçiliğin/ırkçılığın ileri götürülmesi halinde sahte bir “din”e varılacağıdüşüncesinin doğruluğunu, psikolojik ve sosyolojik boyutlardaki tezahürlerdegörmek mümkündür. Milliyetçilik hayali de olsa bir grupçu yapıortaya çıkarır, kitleler arasında yeni bağlar kurmaya çalışır. Çünkü, modernbirey hem “sonsuz bencil,” hem de ihtiyaçlarını karşılama noktasında herzamankinden daha çok başkasına muhtaçtır. Sonsuz bencillik kendine tapınmayı,sınırlılık ise hayali de olsa bir gruplaşmayı gerektirmiş, ırkçılık isebunların engellenemeyen evliliğinden doğmuştur. [5]

    Bu anlamıyla milliyetçilik/ırkçılık kavramlarının, “vatan”, “vatanseverlik”kavramlarıyla karıştırılmaması gerekir. Yurtseverliğin, kişinin komşularına,soydaşlarına hatta bütün dünyadaki varlıklara karşı duyduğu sevgi,merhamet ve sorumluluk duygusunu anlattığı kabul edilip, “milliyetçiliğe”de böyle bir vurgu yüklenmesi halinde ortada önemli bir mesele kalmaz.Zira, din bağlamında, vatanseverlik, şahsî tercihe bırakılmayacak konulararasındadır. Hariçten gelen, yabancı devletlerin toprak ihlallerine karşı müdafaayapmak, her bir müminin dini görevleri arasındadır. İslam, bu dünyadakiceza ve mükâfata (namus ve malın korunması) bir de ahiret mükâfatı(şehitlik) ilave ederek, vatanseverliğin icaplarına uymak için gerekli motivasyonukat be kat arttırır. Yani hakiki bir mümin, aynı zamanda gerçek anlamdavatanını seven bir kimse olmak durumundadır. Modern dönemlerde,özellikle son iki yüzyıl içinde milliyetçilik/ırkçılık kavramı, bu anlamda bir”vatan sevgisi”nden daima başka, dışlayıcı, nefret ve düşmanlık tohumlarıiçeren bir anlam içermektedir. “Müsbet milliyet” kavramsallaştırması ileKur’anî ölçüyü nazara verse de, genellikle bu kabil söylemlere olumsuz birtavır takınan Said Nursî eserlerinde, sık sık vatana ve millete nafi [menfaatli] adamlar yetiştirmek” vb. ibarelere yer vermektedir ki, bu, onun “vatansevgisi” ve gayret ile sınırlı olan milliyet kavramı ile ırkçılık arasında kesinbir ayırıma gittiğini göstermektedir. Ona göre; “dil, din bir ise, millet birdir”yargısı doğrudur. Kuvvetli bir milleti (milliyetçilik değil) ortaya çıkaracakunsurlar babından olarak, dil, din, vatan birliğine işaret edilmektedir. [6]

    Irkçılığın zararları

    1 — Soy-sop üstünlüğü toplum hayatının temel esaslarından biri olanadaleti ciddî biçimde zedeler. İnsanlığa hediyesi zulüm, baskı ve terördür.Zira, ırkdaşlarını kayırmak, ırkçılığın ayrılmaz bir vasfıdır. Bu bakımdan,bir ırkçının âdil olması ve insafla hareket etmesi mümkün değildir.

    2 — Irkçılık toplumdaki bağları zayıflatır. İnsan saadetinin ve mutluluğununtemel taşı olan meziyetleri kökünden yıkar, kardeşliği sarsar, muhabbetigölgeler, samimiyeti yok eder. Kin, haset, düşmanlık gibi manevîmikropların kaynağı olduğundan, birlik ve beraberliği zedeler.

    3 — Soy-sop dâvası gütmek, insanı korkunç bir vahşet ve kin ikliminedoğru sürükler. İnsanın mahiyetindeki şefkat, merhamet, yardımlaşmakgibi yüksek huyları tamamen yok eder. Bunun en açık ve günümüzdeki enyakın misali, Doğu’daki ırkçı ve bölücü anarşistlerin masum insanlara yaptıklarıfecî katliamlardır.

    4 — Irkçılığın tabiatı, başkalarını yutmakla beslenmektir. Irkçılığın felsefesi,gurur ve enaniyet, üstünlük iddiası ve asalet davası gibi çirkin esaslarabina edildiğinden toplum hayatında daima fitne ve fesadı körükler, huzursuzlukve keşmekeşliğe sebep olur. Meziyet ve faziletleri yalnız kendindebilmek, kendi kusur ve noksanlıklarını da kendinde görmeyip hep başkalarındagörmek ırkçılığın sonucudur.

    5 — Irkçılık, insanlık âlemini mahveden bir zakkum ağacıdır. İnsanlık,onun zehirli meyvelerinin sancısını, asırlarca çekmiş ve halen de çekmektedir.Birinci ve İkinci Dünya Harpleri bunun en son şahitleridir.

    6 — Irkçılık, yıkıcı bir fırtına gibidir. Tarihin şahitliğiyle nice devletlerizaafa düşürmüş, nicelerini tarih sahnesinden silmiş, zorlama ve baskı ilenice üzücü olaylara sebep olmuştur. .

    Dünya tarihi, ırkçılığın acı tablolarıyla doludur. Birkaç misâl vermekgerekirse; Hitler Almanyasının “üstün ırk teorisi” saçmalığı, İkinci DünyaSavaşı’nın patlamasını netice vermiş ve milyonlarca insan vahşice öldürülmüştür.İtalya’da Mussolini’nin faşist rejimi orada korkunç bir terörestirmiş, binlerce insanı imha etmiştir. Avrupa uluslarının sömürgecilik hareketlerindehaksız ve insanlık dışı eylemleri meşrulaştırmakta ırkçı görüşlerbaşlıca etken oldu. İspanyollar Amerika`ya geldiklerinde Yerlilere karşıizledikleri yayılmacı ve saldırgan politikalarını, Yerlilerin İspanyollardanfarklı oldukları, kendileriyle aynı anlamda insan bile sayılamayacaklarınıöne süren ırkçı teorilere dayandırdılar, topraklarını ellerinden aldıkları Yerlilereinsan gibi davranmanın gerekmediğini öne sürdüler. Thomas Carlyle,James A. Froude, Charles Kingsley ve özellikle Rudyard Kipling’in yazılarındaısrarla işlenen “beyaz adamın misyonu” düşüncesi de sömürgecilikdöneminde ırkçılığı meşrulaştırıcı ve sömürgeciliği yüceltici bir işlev gördü. Bu düşünceye göre beyaz Avrupalı öteki ırklara medeniyet götürüyor, dolayısıylainsanlığa hizmet ediyordu. Başta İngiliz, Fransız ve Portekizlilerolmak üzere Avrupalı tüm sömürgeciler Asya`da, Afrika’da, Hindistan veUzak Doğuda sömürgeleştirme faaliyetlerini bu sözde “medenileştirme”görevlerine dayandırıyorlardı. ABD`de ise ırkçılık önceleri katliam ölçüsündeyerlilere, daha sonra da siyahlara yöneldi. Günümüzde ırkçılıktanbelli ölçüde bir uzaklaşma eğiliminden söz edilse de başta ABD olmak üzeretüm Avrupa ülkelerinde varlığını sürdürmekte; özellikle ırk ayırımınınyasal olarak sürdüğü Güney Afrika ile İsrail`de en katı ve acımasız biçimiyleegemenliğini yürütmektedir. Sömürgeci Avrupalıların Güney Afrika’dakiyüz binlerce insanı top yekûn imha hareketleri Batı Medeniyetinin utançverici kara tabloları olarak tarihin sayfalarındadır.

    7 — Irkçılık insandaki yüksek hamiyet hislerini, sadece kendi ırkına hususileştirmeklehamiyet çerçevesini daraltır. Yüksek, ebedî, manevî ve uhrevîideallerin gelişmesini engeller. İnsandaki fıtrî seciyelerin yerlerini değiştirir.Meselâ: Tevazuya bedel gurur, muhabbete bedel kin, yardımlaşmaya bedelçarpışma psikolojisini aşılar, Hakka bedel kuvveti esas alır.

    8 — Irkçılık hastalığına kapılanlar bütün Müslümanları adaletle, insafla,şefkatle kucaklayamaz. Kendilerini dine adapte etmek yerine, dini ırkçılıkfikrine âlet etmeye bile kalkışırlar. Neticede, hamiyet duyguları daralır, körelir,söner gider. Nihayet, kendilerini ve taraftarlarını tatmin etmek içinhayali efsane ve hikayelerden medet ummaya başlarlar.

    İslâmın ırkçılığa bakışı

    İslâm, zulüm ve sömürüye yol açan tüm inanç ve düşünceler gibi ırkçılığıda yasaklamıştır. Kur’an ırkların aynı kökten geldiklerini ifade ederek, üstünlükiddialarının temelsizliğini ortaya koymuştur. Tüm insanlar ve uluslarHz. Adem (a.s) ile eşi Havva`dan yaratılmıştır. İnsan toplumunun ırklara,kabilelere ayrılması da onların tanışmaları ve yardımlaşmaları amacına bağlıdır.Zulüm ve sömürüye sebep olacak kalıtımsal bir üstünlük söz konusudeğildir. İnsanların ve toplumların iyilik ve üstünlükleri yalnızca inançlarına,yaşama biçimlerine bağlıdır, Allah’ın emirlerine uyma, yasaklarındankaçınma konusundaki titizliklerinden kaynaklanır (el-Hucurat, 49/13).

    İslâm’a göre ırk öğesi insanlara doğal bir üstünlük sağlamadığı gibimedenî bir toplumun oluşmasında da temel etken değildir. Medenî birtoplum, hayvanlar gibi iç güdüleriyle birlikte yaşayan insanlardan değil,özgür iradeleriyle seçtikleri inanç ve idealler çevresinde toplanan insanlardanoluşur. Bu nedenle İslâm toplumu İslâm’ı bir din, bir hayat düzenve biçimi olarak benimseyen insanların oluşturduğu toplumdur. Belirleyicitek etkenin inanç olduğu bu toplumun oluşmasında başka hiçbir maddî yada manevî etkenin katkısı yoktur. Aynı akide çevresinde birleşen insanlar,kan bağları olmasa da kardeştirler (el-Hucurât, 49/10). Buna karşılık, aynıinancın paylaşılmaması durumunda, baba oğul arasında bile bir yakınlıktansöz edilemez. İman etmediği için babasının çağrısına uymayan Hz. Nuh`unoğlu onun ailesinden sayılamaz (Hud, l l/46). Aynı inancı paylaşan müminlerküfrü tercih etmeleri durumunda ne babalarını, ne de kardeşleriniveli edinebilirler (et- Tevbe, 9/23). Hiçbir mümin, babası, oğlu, kardeşi yada diğer bir yakını da olsa, Allah’a ve Peygamberine düşman olan kimseyesevgi besleyemez (el-Mücadele. 58/22). .

    Peygamberimiz Hz. Muhammed (asm.)”Irkçılığa çağıran bizden değildir,ırkçılık için savaşan bizden değildir, ırkçılık üzere ölen bizden değildir.”(Müslim, İmare, 57) buyurmuşlardır.

    Problemlerimizin çözümü, Kur’an’da ve Peygamber Efendimizin hadislerindeyer almaktadır. Bunları bilmeyenler, mesela ırkçılık konusunda”Acaba kendi milletimi sevmem ırkçılık sayılır mı?” şeklinde tereddütlerdekalabilirler. Hâlbuki böyle bir sorunun cevabı, saadet asrında yaşanan şuolayla verilmektedir:

    Sahabeden biri, “Ya Rasulallah, kişinin kavmini, milletini sevmesi, ırkçılıksayılır mı?” diye sorar. Peygamber Efendimiz şöyle cevap verir: “Hayır,sayılmaz. Lâkin ırkçılık, kişinin kendi kavmine zulümde yardımcı olmasıdır”(İbnu Mâce, Fiten, 7).

    Kişi, sırf “kendi kavmindendir” diye bazılarına ayrımcılık yapsa, haksızolduklarını bile bile onları savunsa zulme yardım etmiş olur. Hâlbuki değilzulüm işlemek, zulme razı olmak bile uygun görülmemiştir. Zira “Küfrerıza küfür olduğu gibi, zulme rıza da zulümdür.”

    Hz. Peygamberde (asm) câhilî bir âdet olan ırkçılığı sık sık gündemegetirerek eleştirmiş ve yasaklamıştır. Veda Haccı sırasında, Veda Hutbesiolarak bilinen ünlü konuşmasında Arab’ın Arap olmayana, Arap olmayanınArab’a, beyaz renklinin siyaha, siyah renklinin beyaza bir üstünlüğü olmadığını,üstünlüğün yalnızca takva ile olduğunu ilan etmiştir. Mekke’ninfethinde, Kabe`yi tavaf ettikten sonra yaptığı konuşmada Hz. Peygamber(asm) aynı gerçeği şöyle dile getirmiştir: “Sizden câhiliyye ayıplarını vebüyüklenmesini gideren Allah’a hamd olsun. Ey insanlar, tüm insanlar ikigruba ayrılırlar. Bir grup iyilik yapan, iyi olan ve kötülükten sakınanlardır kibunlar Allah nazarında değerli olan kimselerdir. İkinci grup ise günahkar veisyankar olanlardır ki bunlar da Allah nazarında değersiz olanlardır. Yoksainsanların hepsi Adem`in çocuklarıdır; Allah Adem’i de topraktan yaratmıştır.”Irk üstünlüğü düşüncesinin temelsizliği başka bir hadiste de şöyleortaya konur “Hepiniz Adem`in oğullarısınız, Adem de topraktan yaratılmıştır.İnsanlar babaları ve dedeleri ile övünmekten vazgeçsinler. Çünküonlar Allah nazarında küçük bir karıncadan daha değersizdirler” (Tirmizi,Tefsir sure, 49).

    Hz. Peygamber (asm) insanların aynı kökten geldiklerini ve üstünlüğünyalnız takva ile ölçülebileceğini belirtmekle yetinmeyerek Allah’ın insanlarıırklarına göre değerlendirmeyeceğini de ısrarla vurgular. Bir hadislerinde”Allah kıyamet günü sizin soyunuzdan-sopunuzdan sormayacaktır. ŞüphesizAllah katında en üstün olanınız kötülüklerden en çok sakınanınızdır.”buyurmuştur. Aynı anlam diğer bir hadiste de şöyle dile getirilir: “Allah sizinmallarınıza ve şekillerinize bakmaz; fakat O sizin kalplerinize ve amellerinizebakar (Müslim, Birr, 33; Ibn Mâce, Zühd, 9). Bütün bu gerçekve uyarılar karşısında ırkçılık davası güden kişinin Müslümanlık iddiasınınbir anlamı yoktur. Hz. Peygamber (asm), “ırkçılık davasına kalkışan bizdendeğildir, ırkçılık üzerine savaşa girişen de bizden değildir”. (Müslim, Imare,53, 54, 57) buyurarak böyle bir kişinin yerini tesbit etmiştir.

    Vücud azalarının farklılığı, ruha yardım içindir. Azalar farklı olsa da ruhunbirliği, onlara bir birlik verir. Hepsi bir gaye uğrunda ve ruhun kontrolündeçalışır. Şayet organlar, ruhun birliğine rağmen sadece azaların farklılığınıdikkate alıp birbirleriyle çatışmaya girselerdi, ortada ne aza kalırdıne de ruh. Aynen bunun gibi, İslam milletleri de birer aza gibi ruhları olanİslamiyet’e kuvvet vermeleri gerekir. Bediüzzaman Said Nursî “Milliyetimizbir vücuddur. Ruhu İslamiyet aklı kuran ve imandır.” vecizesiyle bumanayı dikkatimize sunmaktadır .

    Ayrıca unutulmaması ve akıldan çıkarılmaması gereken bir nokta da şudur:Ruhun ırkı olmadığı gibi, ruhun binası olan ve elementlerden meydanagelen cesedin de ırkı olamaz. Irk ve millet kavramı, tamamen soyut ve belirlibir hikmet için, Allah (c.c.) tarafından insanlara verilen bir duygudur. Builahi hikmet, insanlar tarafından abes bir şekilde kullanılmaktadır. Ayrıcaırkçılık ve menfi milliyetçilik alanında ilk adımı atan şeytanın kendisidir.Çünkü o, Allah’ın (c.c.) “Adem’e secde edin” emrine karşı, “ben ondandaha üstünüm. Çünkü beni ateşten onu ise topraktan yarattın” diyerek ırkınınve nevinin üstünlüğünü ilan etti. Halbuki üstünlük takvadadır. Şeytanise üstünlüğü ırkında aradı ve kaybedenlerden oldu. Demek ırkçılık davasıgüdenler, şeytanın yolundan giden zavallılardır. .

    Veda Hutbesinde bu konu ile alakalı şöyle buyurulmaktadır: “Ey İnsanlar!Rabbiniz birdir, babanız da birdir. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız.Âdem ise topraktandır. Arab’ın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arapüzerine üstünlüğü olmadığı gibi, kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahında kırmızı tenli üzerine bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada,Allah’tan korkmaktadır. Allah yanında en kıymetli olanınız O’ndan en çokkorkanınızdır.” .

    İslâm, getirdiği evrensel kardeşlik ilkesi ile Cahiliyye döneminde şiddetlehüküm süren ırkçılık adetini ezip yok etti. Kendilerini soylu ve üstüngören Mekke aristokratlarının zulüm ve baskılarına rağmen İslâm, RomalıSüheyb, Habeşli Bilal ve İranlı Selman gibi aşağılanan insanların çabalarıylabaşarıya ulaşarak evrensel bir toplum oluşturdu. Ne yazık ki Emevilerdöneminde İslam egemenliğinin yerini alan saltanatla birlikte birçok cahiliyeâdeti gibi ırkçılık da yeniden canlandı. Arap olmayan Müslümanlartümden mevali sayılıyor, Kureyş dışındaki Araplar bile küçümseniyordu.Emevilerin sürdürdüğü ırkçı politika kısa zamanda Arap olmayan Müslümanlararasında da ırkçı eğilimlerin ortaya çıkmasına yol açtı. ÖzellikleFarslar ve Türkler arasında başlayan bu eğilim giderek Şuubiye olarakanılan ırkçı, ulusalcı hareketlere dönüştü. Emevilerin yıkılmasında önemlibir etken olan Şuubiye hareketi Abbasiler döneminde etkisini yitirmeklebirlikte bütünüyle yok olmadı.

    Irkçılık eğilimleri İslâm dünyasında 19. yüzyılın sonlarında yenidencanlanmaya başladı. Batılı devletlerin Osmanlı Devletini parçalama planlarınınbir parçası olarak canlandırmaya çalıştıkları bu düşünce, İttihad veTerakki yönetiminin benimsediği ırkçı politikaların da etkisiyle ayrılıkçıhareketleri besledi. Osmanlı Devletinin parçalanmasından sonra oluşanbirçok yeni devlet gibi Türkiye Cumhuriyeti de ırkçılıktan önemli ölçüdeetkilendi. Yeni devletin özellikle dil ve kültür politikalarında etkili olan ırkçı eğilimler zamanla Türkçülük, Turancılık adıyla bilinen bağımsız birpolitik hareket haline geldi.

    Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren Türkiye Cumhuriyeti devletiniidare edenler, her hususta Batı’yı taklit ederek açık bir şekilde ırkçılığı veTürk milliyetçiliğini esas aldılar. Bu amaçlarını gerçekleştirmek için kendilerineiki ana hedef seçtiler. Birincisi, başka kavimleri yok sayma politikasıdır.Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde başka kavimlerin varlığını inkâretme politikası her zaman devletin değişmez politikası olmuştur. Kürtlerüzerindeki baskıların bugün nelere mal olduğunu artık bilmeyen yoktur.İkinci hedef olarak da, dinin Anadolu halkı üzerindeki etkisini yok etmekiçin büyük çabalar sarf etmişlerdir. Kur’an harflerinin Latin alfabesiyle değiştirilmesi,din derslerinin kaldırılması ve kadınla ilgili kültürleri köktendeğiştirme gayretleri, hep dinin halk üzerindeki tesirini yok etmeye yönelikçabalar olarak tarihe geçmiştir. Devlet başkanlarının etrafında kümelenenkimi aydın ve yazarlar da bu değiştirme politikasına çanak tutmuşlar ve“Kâbe Arab’ın olsun Çankaya bize yeter” diyecek kadar eblehleşmişlerdir.

    Bediüzzaman’ın ırkçılığa bakışı ve çözüm yolları

    Ben milliyetimizi yalnız İslâmiyet biliyorum.’ der Bediüzzaman SaidNursî. Nursî, İslâmî açıdan milliyetçiliği şöyle değerlendirir:

    “Milliyetimiz bir vücuttur. Ruhu İslâmiyet, aklı Kur’ân ve imandır.”(Münazarat, s. 99) Bilindiği gibi, bir vücudun ruhu olmasa o vücut bir işeyaramaz, aklı olmasa çılgınca işler yapar. Onun gibi, müsbet manada birmilliyetçiliğin de ruhu İslâmiyet, aklı Kur’an ve imandır. Bir Müslümanhangi ırka mensup olursa olsun İslâmiyet’ten ruh alır ve almalıdır. Mesela,günümüzde Macarlar ve Bulgarların bir kısmı Türk olmalarına rağmenİslâmiyet’ten ruh almadıklarından Türklükle de pek bağları kalmamıştır.Öte yandan, bir Müslüman mücerret kendi aklıyla değil Kur’an’ın ölçülerinegöre ölçer, biçer ve meseleleri değerlendirir. Mesela kendi aklı ona kendimilletinden olanları daha üstün gösterebilir. Ama Kur’an’a baktığında üstünlüğüntakva ile olduğunu görür, kendi aklına göre değil Kur’an’a göredeğerlendirir.

    Bediüzzaman, milliyet fikrini, müsbet ve menfi diye iki kısma ayırır,müsbet milliyete sahip çıkar, herkesin menfi milliyetten uzak durmasını isterve bunun sebebini de şöyle açıklar:

    “Milliyet fikrinde (millet ve köken taraftarlığında) nefse ait bir zevk,gafletli bir lezzet, uğursuz bir kuvvet var. Onun için şu zamanda sosyalhayatla meşgul olanlara, milliyet fikrini bırakınız, denilmez. Milliyet fikri,şu asırda çok ileri gitmiş. Özellikle dessas Avrupa zalimleri, bunu İslâmlariçinde menfî bir surette uyandırıyorlar; tâ ki, parçalayıp onları yutsunlar.”

    Bediüzzaman’ın bu sözleriyle menfi milliyetçiliğin bölücülük olduğuna,düşmanlık duygularını körüklediğine işaret ettiğini de çok rahat görebiliyoruz.

    Hucurat Sûresinin 13. ayetini: “Sizi taife taife, millet millet, kabile kabileyaratmışım; tâ birbirinizi tanıyasınız ve birbirinizdeki sosyal hayata ait münasebetlerinizibilesiniz, birbirinize yardım edesiniz. Yoksa sizi kabile kabileyaptım ki; bir diğerinizi inkâr edesiniz, yabani bakasınız, düşmanlık besleyesiniz, diye değil!” (Hucurat, 49/13.) şeklinde meallendiren Bediüzzamanbu âyet-i kerimenin işaret ettiği “tanışma ve yardımlaşma prensibi”nin izahıiçin de şunları söylemiştir:

    “Nasıl ki bir ordu fırkalara, fırkalar alaylara, alaylar taburlara, bölüklere,tâ takımlara kadar ayrılır. Tâ ki; her neferin çeşitli kademelerle olan ilişkilerive görevleri tanınsın, bilinsin. tâ, o ordunun fertleri, yardımlaşma prensibiçerçevesinde, hakikî ve genel bir görevi görmüş olsun ve sosyal hayatları,düşmanın hücumundan korunsun. Yoksa bölüklerin ayrı ayrı olması; birbölük bir bölüğe karşı rekabet etsin, bir tabur bir tabura karşı düşmanlık etsin,bir fırka bir fırkanın aksine hareket etsin değildir. Aynen öyle de İslâmtoplumları büyük bir ordudur, çeşitli milletlere ayrılmışlar. Fakat Allah’ınbin bir isimleri sayısınca birlik yönleri var. Hâlıkları bir, Rezzakları bir, Peygamberleribir, kıbleleri bir, kitapları bir, vatanları bir, bir, bir, bir.. binlerkadar bir, bir…

    “İşte bu kadar bir, birler; kardeşliği, sevgiyi ve birliği gerektiriyorlar. Demekkabile, taife ve milletlere ayrılma, şu âyetin ilân ettiği gibi, tanışma veyardımlaşma içindir, biri diğerini yok sayma, biri diğerine düşmanlık beslemeiçin değildir.!” [7]

    Müsbet Milliyet

    Müsbet milliyetin, sosyal hayatın ihtiyacından ileri geldiğini, yardımlaşmave dayanışmaya sebep olduğunu, menfaatli bir kuvvet temin ettiğini,İslâm kardeşliğini destekleyecek bir vasıta olduğunu ifade eden Bediüzzamanşu tavsiyelerde bulunuyor:

    “Şu müsbet milliyet düşüncesi İslâmiyet’e hizmetkâr olmalı, kal’a olmalı,zırhı olmalı, yerine geçmemeli. Çünkü İslâmiyet’in verdiği kardeşlikiçinde bin kardeşlik var; beka âleminde ve berzah âleminde o uhuvvet bâkikalıyor. Onun için milli kardeşlik ne kadar da kuvvetli de olsa, onun birperdesi hükmüne geçebilir. Yoksa onu onun yerine koymak; aynı kal’anıntaşlarını, kal’anın içindeki elmas hazinesinin yerine koyup, o elmasları dışarıatmak türünden ahmakça bir cinayettir.

    “Türk milleti İslâm toplumları içinde nüfusu en çok olan bir toplumdur.Bununla beraber dünyanın her tarafında olan Türkler Müslüman’dır.Diğer unsurlar gibi, Müslim-gayr-ı Müslim olarak iki kısma ayrılmamıştır.Nerede Türk varsa, Müslüman’dır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslümanolmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır. (Macarlar gibi) Halbuki küçüktoplumlarda dahi, hem Müslim ve hem de gayr-ı Müslim var.

    “Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et! Senin milliyetin İslâmiyetlekaynaşmış. Ondan ayrılması mümkün değil. Ayırsan mahvolursun! Bütünsenin mazideki mefahirin İslâmiyet defterine geçmiş. Bu mefahir, zeminyüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği halde, sen şeytanların vesveseleriyle,desiseleriyle o mefahiri kalbinden silme!”(Mektubat 26. mektup)

    Menfi Milliyet

    Menfî milliyette ve unsuriyet (ırkçılık) fikrinde aşırı gidenlere ayrıcaşunları söylemiştir:

    “Şu dünya yüzü, özellikle şu memleketimiz, eski zamandan beri çokgöçlere ve değişikliklere sahne olmuş; İslâmî hükümet merkezi bu vatandakurulduktan sonra, diğer milletlerden bir çoğu pervane gibi onun içineatılıp, orayı vatan edinmişlerdir. Şu halde Levh-i Mahfuz açılsa ancak ozaman gerçek ırklar belli olur, birbirinden ayırt edilebilir. Öyle ise, hakikîırk düşüncesine göre hareket etmek ve tarafgirlik göstermek, manasız, hemde pek zararlıdır. Onun içindir ki ırkçı akımların reislerinden ve dine karşıalakasız birisi, mecbur olmuş, demiş ‘Dil, din bir ise; millet birdir.’ Mâdemöyledir. Hakikî ırka değil; belki dil, din, vatan ilişkisine bakılmalıdır.”

    İslâmiyet’in mukaddes milliyeti, bu vatan evlâdının sosyal hayatına kazandırdığıyüzlerce faydadan iki tanesini misal olarak açıklayacağız.

    Birincisi: Şu İslâm devleti yirmi-otuz milyon iken, onun, bütünAvrupa’nın büyük devletlerine karşı hayatını ve mevcudiyetini muhafazaettiren, şu devletin ordusundaki Kur’an nurundan gelen şu fikirdir “Ben ölsemşehidim, öldürsem gaziyim.” Bu düşünce, mensuplarını tam bir şevk veaşk ile savaşa koşturmuş, onları, gülerek ölüme hazırlamış, daima Avrupa’yıtitretmiştir. Acaba dünyada basit fikirli, saf kalbli olan neferlerin ruhundaböyle yüksek fedakârlığa sebebiyet verecek, hangi şey gösterilebilir? Hangitarafgirlik onun yerine konulabilir, hayatını ve bütün dünyasını severek onafeda ettirebilir?

    İkincisi: Avrupa’nın ejderhaları (büyük devletleri) her ne vakit şu İslâmdevletine bir tokat vurmuşlarsa; üç yüz elli milyon İslâm’ı ağlatmış ve inletmişler.O sömürgeciler, onları inletmemek ve sızlatmamak için elini çekmiş,elini kaldırırken indirmiş. Şu hiçbir açıdan küçük görülemeyecek manevîve sürekli bir kuvvet yerine hangi kuvvet konulabilir? Gösterilsin. Evet obüyük ve manevî kuvveti, menfî milliyet ile ve istiğnakârane hamiyet ilegücendirmemeli.”

    Menfî milliyette fazla hamiyetperverlik gösterenlere deriz ki: Eğer şumilleti ciddi severseniz, onlara şefkat edersiniz. Öyle bir hamiyet taşıyınızki, onların ekserisinin şefkat sayılsın. Yoksa, ekserîsine merhametsizcesinebir tarzda, şefkate muhtaç olmayan bir kısm-ı kalîlin muvakkat gafletkârânehayat-ı içtimâiyelerine hizmet ise, hamiyet değildir. Çünkü, menfî unsuriyetfikriyle yapılacak hamiyetkârlığın, milletin sekizinden ikisine muvakkatfâidesi dokunabilir, lâyık olmadıkları o hamiyetin şefkatine … mazharolurlar. O sekizden altısı, ya ihtiyardır, ya hastadır, ya musîbetzededir, yaçocuktur, ya çok zaiftir, ya pek ciddî olarak âhireti düşünür muttakîdirler ki;bunlar, hayat-ı dünyeviyeden ziyâde, müteveccih oldukları hayat-ı berzahiyeyeve uhreviyeye karşı bir nur, bir tesellî, bir şefkat isterler ve hamiyetkârmübârek ellere muhtaçtırlar. Bunların ışıklarını söndürmeye ve tesellîlerinikırmaya hangi hamiyet müsaade eder? Heyhat! Nerede millete şefkat, neredemillet yolunda fedakârlık!

    Rahmet-i İlâhiyeden ümit kesilmez. Çünkü, Cenâb-ı hak, bin senedenberi Kur’ân’ın hizmetinde istihdam ettiği ve ona bayraktar tâyin ettiğibu vatandaşların muhteşem ordusunu ve muazzam cemaatini, muvakkat ârızalarla inşallah perişan etmez. Yine o nûru ışıklandırır ve vazifesiniidâme ettirir. [8]

    Bediüzzaman’ın menfî milliyet olarak tanımladığı, ırka vurgu yapanversiyonunun vurgu şiddetine göre doğuracağı sakıncalar bir yana, insanlığıngeçmişe nazaran bir dizi değişimler yaşadığını ve bu değişimlerinmilliyetçiliği biraz daha yetersiz ve sakıncalı hale getirdiğini söyleyebiliriz.Tedavi olmaz yara, sosyal bağ olarak dini belirleyenlerle, dinden koparılmışhaliyle diğer ek unsurları belirleyenler arasında meydana gelebilecek cepheleşmedir.

    Milliyetçiliği, önemli ve yeterince birleştirici yaklaşım olarak görmeyenBediüzzaman, getirdiği “müsbet milliyet” yaklaşımı ile milliyetçiliğin bütünsakıncalarının yok edilebilmesi için din bağını temel almak, bu bağda odaklaşmakkaydı ve ırk bağı şiddetle reddedilmek şartıyla, dil ve vatan bağınındestekleyici unsurlar olarak kullanılabilmesini önermektedir.

    Öteden beri İslâmî kimlik taşıyan, farklı etnik kökene sahip Türk, Kürt,Arap, Fars gibi unsurlar arasındaki tarihî ilişki ortaya din temelli, kopmasıgüç bir bağ koymuştur. Bu bağın kuvvetine asırlar içerisindeki ilişkiler şahittir.Söz konusu unsurlar arasındaki kopmaların, uzak ve yakın geçmişteolduğu gibi, bugün de gözlemlenen en belirgin sebebi milli bütünlük anlayışlarınıırkî yaklaşımla şekillendiren siyasilerin dayatmalarının yansımalarıdır.

    Başkaları ile aynı değerleri taşıyan unsurlara, taşıdıkları ortak değerdebirleşmeleri mümkün olmakla birlikte, vurgu ve itibar gösterilen unsurlarıneşit esneklikte paylaşılmadığı yerde toplumsal birliğin paylaşılmasıimkânsızlaşır. Türklerin kendilerini Müslüman kimlikleri ile tanımladıklarıyerde diğer unsurların nazarında bu, özdeş bir kimlik olarak algılanırken,Türk ırkının ırkî özellikleri itibariyle hakimiyetinin öne çıkarıldığı yerdesair ırklar da nazarlarında kaçınılmaz olarak üstünlük psikolojisini canlandıracaklardır.Irk bir yana, paylaşım ve değişim esasına dayanmayan dil, vatan,kültür, gelenek gibi bütün hususlarda karşılaşılacak sonuç budur.

    Yapılması gereken şey, ırkî bağlamdaki yaklaşımların sözde ve özde tamamenkaldırılması; dil, din ve vatan bağlamında sıcak paylaşım ve değişimleregirilmesine çalışılmasıdır. Karşılıklı olarak aynı dinî değerlerinzaten olduğu gibi paylaşılmasının yanında ortak dillerin dışına taşarak dilöğrenilmesine dönük kültürel değişime kapı açmak ayrıca vatan bağlamındasiyasî yakınlıklar kurmak gerekir. Bediüzzaman bu çözümü, bir yandaneğitim dilinin Arapça, Türkçe ve Kürtçeye açık olmasını istediği ve”Medresetü’z-Zehra” adını verdiği milli ve milletlerarası boyutlu bir eğitimmodelinin uygulanmasını; diğer yandan da İslâm ülkelerinin Amerika BirleşikDevletleri gibi, dış ilişkilerinde düzenleyici olarak federatif bir bağlanmayagirme gayreti içerisinde olmalarını teklif ederek getirmiştir. Onunbu iki teklifi, dinî bütünlük içerisinde olan toplumların ortak kimliklerinin/birliklerinin tahkimi çerçevesinde dil ve vatan unsurlarının kullanım yolunutanımlamaktır.

    Medresetü’z- Zehrâ’nın ana gayesi, hem din hem de fen ilimlerinde mütehassıs bilim adamları yetiştirmek olmakla birlikte, bir başka gayesi deyine Bediüzzaman’ın çok önemli bir hedefi olan İttihad-ı İslâm`a zeminhazırlamasıdır. Bu üniversitenin eğitim dili konusunda Arapçanın vacip,Türkçenin lâzım, Kürtçenin de caiz olması gerektiğini ifade eder.

    Eğer bu çok basit gibi görünen formüldeki yaklaşım esas alınmış olsaydı,Türkiye Cumhuriyetini yönetenlerin yıllarca Kürtleri yok sayarak veKürtçeyi de yasaklayarak sebep oldukları gerilim hiç yaşanmayacaktı. Nitekimbu yasakçı uygulamaların yanlışlığı, son zamanlarda giderek arttığıgörülen itiraflarla ikrar edilmektedir.

    Toplumun ve hayatın tamamını kuşatıp cendereye alan bir yanlışlar silsilesindeküçük bir alt başlık oluşturan Kürtçe yasağının hata olduğununfark edilmesi bile bu kadar zaman aldıysa, topyekûn bir özeleştiri için dahaçok beklememiz gerekir mi? Yoksa küçük gibi görünen bu itiraf, diğer bütünvahim yanlışlara da kaynaklık eden zihniyetin terki sürecini hızlandırırmı? .

    Hep birlikte bekleyip göreceğiz. Temennîmiz, ikinci şıkkın gerçekleşmesi.Ve bu, aslında zor değil. Hattâ zor olanın, küçük de olsa ilk adımınatılması olduğu söylenebilir. O atıldıysa, arkası hızlanarak gelebilir. Yeter ki,dürüst ve samimî olunsun .

    Bediüzzaman’ın İslâm âleminde arzu ettiği ittihad fikrini, bugünküAvrupa Birliği bir yönüyle kendi bünyesinde gerçekleştirmiş ve ittihadınsağlayacağı faydalar konusunda biz Müslümanlara da iyi bir örnek olmuştur.İttihatla iltihakı karıştırarak, İttihad-ı İslâm`a karşı çıkanlara bu halgüzel bir cevaptır. Yani, Üstad`ın nazara verdiği ittihad, her devletin kendibütünlüğünü ve istiklaliyetini korumasıyla birlikte, ekonomik hedefleringerçekleşmesinde, asayişin temininde, gençliğin kötü alışkanlıklardankorunmasında ve benzeri birçok konuda ortak hareket etme manasınadır.Bediüzzaman`ın idealindeki üniversite modeli olan Medresetüz-Zehra’nınİslâm âleminde varlığını hissettirmesiyle İslâm birliğinin en büyük düşmanıolan menfi milliyet (ırkçılık) belası da bertaraf edilmiş olacaktır.

    Bediüzzaman menfi milliyet hakkında müstakil bir risale telif etmiştir(Mektubat, 26. Mektub). Bu risalesinde şu noktaya da önemle dikkat çeker:“Fikr-i milliyet şu asırda çok ileri gitmiş. Hususan dessas Avrupa zalimleri,bunu İslâmlar içinde menfi bir surette uyandırıyorlar, tâ ki parçalayıp onlarıyutsunlar.”

    Bu noktada özel bir konumu olan Kürtlerin bilhassa dikkat etmesi gerekenönemli hususlardan birini, talebelerinden Muhsin Alev’in aktarımıylaSaid Nursî şöyle ifade ediyor:

    “Eğer Kürtler İslâm milliyetini esas alarak hareket ederlerse, bölücü birunsur olmak yerine, ittihad-ı İslâm’a sebep olacaklardır…” [9]

    Bediüzzaman’ın yüz yıl önce gündeme getirip, hayatının sonuna kadartakipçisi olduğu Medresetüz-Zehra projesi zamanında gerçekleştirilebilmişolsaydı, bugün çok daha farklı bir Türkiye, Ortadoğu, Kafkasya ve Balkanlartablosuyla; hattâ bunları da aşan çok geniş bir coğrafyada son derece pozitifbir manzara ile karşı karşıya olacaktık.

    Medresetüz-Zehra, Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu tekniği ve teknolojiyi,İslâm âleminin muhtaç olduğu birlikteliği ve dünyanın aradığı barışı vehuzuru temin edecek niteliktedir. Şu anda Türkiye’ye baktığımızda teknolojiyi,âlem-i İslâm’a baktığımızda ittihadı ve dünyaya baktığımızda barışıgöremememiz, böyle bir üniversitenin akademik boşluğunun hâlâ doldurulamadığınıve zarurî ihtiyacını gözler önüne sermektedir.

    Medresetüz-Zehra bir insanlık projesi olarak dünyaya barış ve huzurgetirecektir. Dünya barışına sabotaj olan ırkçılığın zararlarının panzehiriMedresetüz-Zehra projesinin hayata geçirilmesidir. İnsanlığın bilim iledinin kaynağına ulaşacağı ve bunu teklikte bulacağı bir büyük insaniyettir.İmanla hayatın tek kuvvet olduğunun yeniden keşfini sağlayacak yapıdır.Dinin temel faaliyetlerinden olan tefekkürün tekrar müminlerin aklındacanlanması projesidir.

    Yüzyıllardır insanlığın kanadı kırık. İnsanlık tek kanatla, oraya burayaçarparak yol bulmaya çalışmaktadır. Medresetüz-Zehra insanlığın yüzündeki,kalbindeki yaraların tedavi merkezidir. Gece soğuk ve uzun geçmiştir.Yağışlarla çok ıslanmıştır. Yüzyıldır rüyalarda beklenen genç, Medresetüz-Zehra’nın merdivenlerini adımlamaktadır.

    Dipnotlar:

    [1]Şadi Eren, Âdemin Torunları: İslâmî Açıdan Irkçılık ve Milliyetçilik Konularına Genel Bir Bakış, Selsebil yay.,İst. 2008

    [2]Bediüzzaman Said Nursî, Mesnevi-i Nuriye, Yeni Asya Neş. İst. 2000. s. 96.

    [3] Bünyamin Duran, “Irkçılık, Ulusçuluk, Milliyetçilik ve Müslümanca Tavır”, Köprü, No: 52, s.15.

    [4], J. H. Carlton Hayes, Milliyetçilik: Bir Din, Çev. Murat Çiftkaya, İstanbul: İz Yayıncılık, 1995, s. 80-83.5.Etienne Balibar, Irk, Ulus, Sınıf: Belirsiz Kimlikler, İstanbul: Metis Yayınları, 1993, s. 120..

    [5]

    [6] Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, Yeni Asya Neş., İst. 2000 s. 314.

    [7] Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, İst. 2000, s. 314-317

    [8] Age. s. 317

    [9] Necmeddin Şahiner, Son Şahitler, cilt: 1, s. 220