Köprü Anasayfa

İnsanî Değerler, Toplumsal Barış, Milliyet ve Milliyetçilik

"Güz 2013" 124. Sayı

  • İslâmiyet Milliyeti ve Hamiyet-i Milliye

    Islamic Nationality and National Ardour

    M. Ali Kaya

    İslâmiyet milliyeti ve Hamiyet-i Milliye

    Giriş

    Millet, aynı devlet çatısı altında din birliği sağlayarak kader birliği yapmışinsanlar topluluğudur. Kelime olarak millet ile din aynı manayı ifadeetmektedir. Zaman içinde aynı soydan gelenlere “millet” aynı inanca sahipolanlara da “ümmet” veya “cemaat” adı verilmiştir.

    Sosyologlar her ne kadar millet kavramının oluşması için din, dil, vatan,kültür, tarih ve ülkü birliğinin olması gerektiğini savunsalar da genel olarakdin ve dil birliğinin bir topluluğu millet haline getirmek için yeterli olduğunoktasında fikir birliği oluşmuştur. Bu nedenle “Din dil bir ise millet birdir”denilmiştir. Zira dünyadaki devletlere ve milletlere baktığımız zaman herülkede farklı dil ve kültürlerin varlığına rağmen ülke bütünlüğünün korunduğunugörmekteyiz. Osmanlı çok dinli, çok dilli ve çok kültürlü toplumlarıbarış içinde asırlarca yaşatmasını bilmiştir. Günümüzde İsviçre’de dörtayrı dil konuşulduğu halde kendilerini bir millet olarak görmektedirler.Aynı şekilde Amerika Birleşik Devletleri’ni de bu kategoride değerlendirmekmümkündür.

    Gerçekte Bediüzzaman’ın dediği gibi “Din dil bir ise millet birdir.”Özellikle Anadolu eskiden beri pek çok milletlerin hicreti ile milletler birbirinekarışmış. Levh-i mahfuz açılsa ancak hakiki unsurlar ayrılabilir. Bunedenle unsuriyete bina edilen bir millet fikri özellikle Anadolu halkı içinanlamsız kalır. Bu yüzden millet kavramının “Millet-i İslamiye” yani İslam milleti olarak anlaşılması ve yorumlanması gerekir. [1]

    Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de millet kelimesini aynı inancı paylaşanlarolarak belirlemiştir. Bu nedenle “Millet-i İbrahim” (Bakara, 2:130, 135;Âl-i İmran, 3:95; Nisa, 4:125) kelimesi “Hanif ve Müslüman” kelimesi ilebirlikte zikredilerek tevhit inancı etrafında bir araya gelen topluluğa işaretetmiştir. Bu sebeple “Kimin milletindensin?” şeklindeki soruya “İbrahimmilletindenim” şeklinde cevap verilmiştir. Bediüzzaman “Ben milliyetimiziİslamiyet biliyorum” demektedir. Bediüzzaman’ın “müsbet milliyet” dediğihusus da budur.

    Bu nedenle Bediüzzaman “Milliyetimiz bir vücuttur; ruhu İslamiyet, aklıKur’an ve imandır[2]demiştir. Ayrıca, “İslamiyet milliyeti her şeye kâfidir.Din, dil bir ise millet birdir.” [3] “Bizim milletimiz de yalnız İslamiyet’tir. ZiraArap, Türk, Kürt, Arnavut, Çerkez, Laz en kuvvetli hakikatli revâtıb ve milliyetleriİslamiyet’ten başka bir şey değildir.” [4] demektedir.

    Peygamberimiz (asm) “Hepimiz Âdem’in çocuklarıyız, Âdem de topraktanyaratılmıştır.” (Ebu Davud, Edep, 111) buyurmaktadır. Dil, din veetnik grup olarak insanların ayrılması ve aralarında haksız farklılıkların gözetilmesisonuçta düşmanlık, kin ve intikam duygularını tahrik eder. Bu datoplumda sosyal barışı bozar.

    Kişinin akrabalarını sevmesi Allah’ın emridir. Akrabalık ise imanla sübutbulur. Nitekim Hz. Nuh’un (as) oğullarından biri iman etmez. Nuh (as)oğlunun gemiye binmediğini görünce “Ya Rab! Şüphesiz bu oğlum benimehlimdendir, senin va’din haktır.” dedi. Yüce Allah buyurdu: “Ey Nuh! O seninehlin değildir. O salih olmayan amelin sahibidir. Hakkında bilgi sahibiolmadığın bir şeyi benden isteme!” (Hud, 11:42–47)

    Yüce Allah “ahirette insanların soylarına bakmaz; Allah katında en üstünolan kötülüklerden ve günahlardan en çok sakınandır” (Müslim, Birr,33) “Allah insanların suretlerine ve mallarına da bakmaz; fakat kalplerineve amellerine bakarak” (ibn-i Mace, Zühd, 9) onlar hakkında kararını verir.

    Bütün bunlardan dolayı Bediüzzaman düşman kavramının suretini değiştirerek“Bizim düşmanımız cehalet, zaruret ve ihtilaftır. Bu üç düşmanakarşı sanat, marifet ve ittifak silahı ile cihat edeceğiz” demektedir.

    1. Müsbet ve menfi milliyet:

    1. Müsbet ve menfi milliyet:Yüce Allah Kur’ân-ı Kerim’de “Ey İnsanlar! Biz sizi bir erkek ve kadındanyarattık. Sonra bir birlerinizi tanıyasınız ve aranızdaki münasebeti kurasınızdiye sizi kabilelere ve milletlere ayırdık.” (Hucurat Suresi, 49:13) buyurmaktadır.Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri bu ayetin tefsirini “Sizitaife taife, millet millet, kabile kabile yaratmışım, tâ birbirinizi tanımalısınızve birbirinizdeki hayat-ı içtimaiyeye ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinizemuavenet edesiniz. Yoksa sizi kabile kabile yaptım ki, yekdiğerinizekarşı inkârla yabanî bakasınız, husumet ve adâvet edesiniz değildir.” [5] ifadeleriile yapmıştır.

    Teavün ve yardımlaşmayı da “Nasıl ki bir ordu fırkalara, fırkalar alaylara,alaylar taburlara, bölüklere, tâ takımlara kadar tefrik edilir. Tâ ki, herneferin muhtelif ve müteaddit münasebâtı ve o münasebâta göre vazifeleritanınsın, bilinsin-tâ, o ordunun efradları, düstur-u teâvün altında hakikîbir vazife-i umumiye görsün ve hayat-ı içtimaiyeleri a’dânın hücumundanmasun kalsın. Yoksa tefrik ve inkısam, bir bölük bir bölüğe karşı rekabetetsin, bir tabur bir tabura karşı muhasamet etsin, bir fırka bir fırkanın aksinehareket etsin değildir.

    Aynen öyle de, heyet-i içtimaiye-i İslâmiye büyük bir ordudur; kabâil vetavâife inkısam edilmiş. Fakat bin bir bir birler adedince cihet-i vahdetlerivar: Hâlıkları bir, Rezzakları bir, Peygamberleri bir, kıbleleri bir, kitaplarıbir, vatanları bir-bir, bir, bir, binler kadar bir, bir… İşte bu kadar bir birleruhuvveti, muhabbeti ve vahdeti iktiza ediyorlar. Demek, kabâil ve tavâifeinkısam, şu âyetin ilân ettiği gibi, teârüf içindir, teâvün içindir; tenâkür içindeğil, tehâsum için değildir.” [6] demektedir.

    1.1 Menfi Milliyet

    Milliyet fikri bu zamanda çok ileri gitmiş. Herkes ailesini, akrabasını,kabilesini, köyünü, şehrini ve memleketini sever. Bu sevgi ya müsbet veyamenfi tarzda olur. Avrupa zalimleri Müslümanların birlik ve dirliğini bozmakve parçalamak için bu fikri menfi bir surette uyandırmışlardır. Çünkübu fikir özellikle gençlerde bir nefsani zevki ve gafletten kaynaklanan birlezzeti uyandırır. Bu nedenle sosyal hayattaki gençlere “milliyet fikrini bırakınız”denilmez. Ancak fikr-i milliyet ikiye ayrılır.

    Birincisi zararlı, yıkıcı ve başkasına adavet ve düşmanlık duygularınıtahrik eden milliyet düşüncesidir. Bu da kargaşaya, düşmanlığa, çarpışmayave anarşiye sebeptir. Bu nedenle peygamberimiz (asm) bu nevi milliyetçiliğiyasaklamıştır. “İslâm dini kendinden önceki bâtıl olan fiil, hareket, âdetve inanışları keser, kaldırır.” [7] Bir başka hadiste “Müslüman olduktan sonraKureyşli bir efendiyle Habeşli bir köle arasında bir fark yoktur.” (Ahmed b.Hanbel, 2:488) “Üstünlük ancak takva iledir.” (Hucurat, 49:13) denilmektedir.

    Yüce Allah Kur’ân-ı Kerim’de “Kâfirler, kalplerine cahiliyet taassubundanibaret olan o gayreti yerleştirdiklerinde, Allah, Resulünün vemü’minlerin üzerine sükûnet ve emniyetini indirdi ve onlara takvâda vesözlerine bağlılıkta sebat verdi. Zaten onlar buna lâyık ve ehil kimselerdi.Allah ise her şeyi hakkıyla bilir.” (Fetih Sûresi, 48:26) Bu ayet ve hadis“Menfi milliyet” fikrini yasaklıyor.

    “Menfi milliyet” kabilecilik anlamına da işaret etmektedir. Bu tür milliyetçilikİslam dünyasında ilk olarak Emeviler döneminde görülmüştür.Emeviler milliyet fikrini siyasete karıştırdıkları için İslam dünyasını küstürdüler,kendileri de çok felaketler çektiler. Bu fikrin dünyadaki yansımaları I.Dünya Savaşını netice vermiştir. Osmanlı’nın “Hürriyetin ilanı” dönemindede milliyetçilik fikrinin yayılması ile Rum ve Ermeni kulüpleri kurularak Osmanlı’nın bölünmesine sebep oldu.

    Milliyetçilik olarak da adlandırılan menfi milliyet fikri, milletini sevmeiddiası ile onların yanlışlarına sahip çıkarak, zulmüne ve haksızlıklarına taraftarolması ve onlarla övünmesidir. Nitekim sahabelerden birisi peygamberimize(asm) “Yâ Resulallah, kişinin kavmini, milletini sevmesi ırkçılıksayılır mı?” diye sordu. Peygamberimiz (asm) “Hayır, sayılmaz. Lâkin ırkçılık,kişinin kendi kavmine zulüm ve haksızlıkta yardımcı olmasıdır” (İbn-üMâce, Fiten, 7) buyurarak gerçek sevgi ile haksızlık ve zulmü alkışlamayıbirbirinden ayırmıştır. Daha sonra “Irkçılığa çağıran bizden değildir, ırkçılıkiçin savaşan bizden değildir, ırkçılık davası üzere ölen bizden değildir”(Müslim, İmare, 57) buyurarak Kur’an-ı Kerim’in “Hamiyet-i Cahiliye”olarak isimlendirdiği ırkçılığı, milliyetçiliği ve kabileciliği yasaklamıştır.

    1.2. Müsbet Milliyet

    Menfi ve zararlı milliyet yerine ikame edilen müsbet milliyet, kişinindini ve inancı ile manevi değerlerle övünmesi ve bunların hayata geçmesiiçin çalışmasıdır. Bu “müsbet milliyet”dir. Müsbet, mukaddes “İslamiyetmilliyeti” başka şeylere ihtiyaç bırakmaz. “İman kardeşliği” etrafında Müslümanlarınaynı inanç ve manevi değerlerle, ahlâkî meziyetlerle övünmesifaydalıdır, iyidir, barışa, huzura, yardımlaşmaya ve kalkınmaya sebeptir.

    Müsbet milliyet düşüncesi sosyal hayatın ihtiyacından kaynaklanmaktadır.Yardımlaşmaya, birlik ve beraberliğe sebeptir. Faydalı bir kuvvet temineder ve İslam kardeşliğini ve birliğini sağlar. Bu milliyet duygusunuen güzel şekilde gösteren Türkler olmuştur. Türkler Abbasilerden itibarenmilliyetlerini İslamiyet’e kal’a yaparak Kur’ân-ı Hâkimin bayraktarı olarakbütün cihana meydan okumuşlardır.

    Müspet milliyette milletini değil, dinî değerleri öne çıkararak milliyetiona hizmetkâr etmek demektir. Nasıl ki Türkler Osmanlı zamanında“İla-yı Kelimetullahı” esas maksat yaparak cihat etmişlerdir. Böylece YüceAllah’ın Kur’ân-ı Kerim’de övdüğü “Allah öyle bir topluluk getirecektirki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever. Onlar mü’minlere karşı alçakgönüllü, kâfirlere karşı izzet sahibidirler ve Allah yolunda cihad ederler.”(Mâide Sûresi, 5:54.) ayetine uygun hareket etmişlerdir. Bu nedenle bizMüslümanların Türkleri örnek alarak Avrupa’nın ve dinsiz münafıklarınmilliyetçilik duygusunu bölünme, parçalanma ve düşmanlık duygularınıgeliştirmek için değil, dini, ahlâki, manevi ve imani değerlere hizmet etmeşekline çevirmek gerekir.

    İslam akrabayı sevmeyi ve öncelik tanımayı, hürmet etmeyi ve yardımlaşmayıemrettiği için milliyetlerini ve milli değerlerini de korumuştur. Bunedenle Bediüzzaman “Müslüman olan Türkler Türklüklerini muhafazaederken Müslüman olmayanların (Macarlar ve Bulgarlar gibi) Türklüklerinide kaybederek” asimile olduklarına dikkat çeker. [8] Hal böyle olunca Türklerinbütün mefahiri İslamiyet’le ve İslam’a hizmetle olduğu için İslamiyet’ibir tarafa bıraktığı zaman övünülecek hiçbir değeri kalmaz. Bu nedenleTürkler İslamiyet’le, imanî ve İslamî değerlerle övünerek kendilerine bir kimlik ve saygınlık kazandırabilirler.

    Bir insanın akrabasını, vatanını ve milletini sevmesi ve onlara hizmet etmesiyasaklanmamış teşvik edilmiştir. Peygamberimiz (asm) “Vatan sevgisiimandandır” (Aclunî, Keşfu’l-Hafa, 1:138) buyurmuştur. Mekke’den ayrılırken“Ey Mekke! Ben seni çok seviyorum ama senin insanların beni rahatbırakmadılar onun için senden ayrılıyorum” buyurarak mahzun bir şekildeMekke’den ayrıldı. Yüce Allah “Sana Kur’ân-ı Kerim’i inzal buyurup tebliğve tilavetini farz kılan Allah şüphesiz seni Mekke’ye döndürecektir” (Kasas,28:85) müjdesini vererek peygamberimizin (asm) gönlünü aldı.

    Bediüzzaman sürgünlere ve zindanlara mahkûm edildiği ve her nevi vatandaşlıkhaklarından mahrum bırakıldığı ve zulmedildiği halde “Mademben bu vatanın evladıyım, bu vatanın saadetine hizmet etmek benim içinfarzdır” [9] buyurarak vatan sevgisinin ve milliyet duygusunun en güzel örneğinivermiştir.

    2. İslamiyet’in İnsana Kazandırdığı Yüksek Değerler

    İslamiyet vahiy ile Allah’ın insanlara öğretisidir. Hak ve hidayeti gösterirve ebedî bir hayatın saadetini netice verir. Amacı uhrevî olmakla beraberdünyevî ciheti de vardır ve ahireti iyi olanın dünyası da iyi olur. Dünyayabakan cihetle de amacı nefsin gayr-i meşru arzularına gem vurarak,heva ve hevesi gemleyerek ruhu maaliyata ve yüce gayelere sevk etmektir.Hamiyet-i İslamiye ve İslam milliyeti açısından insana kazandırdığı meziyetleriise şöyle sıralamak mümkündür:

    Birincisi:“Ölürsem şehidim, öldürürsem gaziyim” inancından gelen cesaretve hamiyettir. Bu inançla ölümün yüzüne gülmüş, hayatını ve bütündünyasını severek feda etmiş ve koca Avrupa’yı asırlarca titretmiştir. Buduyguyu hangi şey verebilir?

    İkincisi:Avrupa ne zaman bu milletin yüzüne bir tokat vurmuşsa üçyüz elli milyon Müslümanı ağlatmış ve yardımına koşturmuştur. En azındandua ile manen destek olmuştur. Bu birlik (hilafetle değil, hilafetin ruhuolan) iman ile sağlanabilir. İman kardeşliği ve İslami ve insani değerler tüminananları ve insanları bir araya getirerek mutlu ve müreffeh edebilir. Zira“İslamiyet insaniyet-i kübrâdır.” [10] Gerçek insanlıktır. Kur’an da o insanlığınışığı ve suyudur.

    Üçüncüsü:Din milliyeti tüm insanları ve ömrün tüm dakikalarını kapsarve onlara teselli verir ve dertlerine deva olur. Sosyal hayatta insanlar;çocuklar, gençler, ihtiyarlar, musibetzedeler, hastalar, zayıflar ve muttakilerolmak üzere altı sınıftır. Bunlardan dünyaya ve milliyetçi fikirlere kapılanlargenellikle gençlerdir. Diğerleri dertlerine çare ve sıkıntılarına teselli ve nuristerler. Milletini sevmek ve onların maddî ve manevî teselli etmek ancakimanla ve dinle, Allah inancı ve ahiret duygusu vermekle mümkündür. Milleteşefkat ve millet yolunda fedakarlık ancak manen onları teselli etmekledir. Millet sadece gençlerden ibaret değildir.

    Bu nedenle millet-i İslamiye milliyetten çok daha ileridir, gereklidir vedeğerlidir.

    3. Hamiyet-i İslamiye

    İslam’ın yüce ahlakından birisi de “Hamiyet-i İslamiye”dir. Hamiyet,gayret ve ideal anlamına gelmektedir. İslam’ı öğrenmek, imanda terakkive tekâmül etmek, salih amellerde yarışmak ve zamanını boş yere, oyunve eğlencelerle geçirmeden “dine, imana, Kur’ân’a ve insanların ahiret hayatınahizmet” için gereken gayreti göstermek hamiyet-i İslamiye gereğiolduğu gibi Müslümanların dertleri ile ilgilenmek ve yardımcı olmak dahamiyet-i İslamiye gereğidir. Peygamberimiz (asm) “Müslümanların derdinidert edinmeyen onlardan değildir” (Taberani, Mecmau’l-Evsat, 1:151;7:270) buyurur. Müslümanların derdini dert edinmek kişinin hamiyet vegayret sahibi olduğunu gösterir. Yüce Allah Kur’ân-ı Kerim’de Müslümanların“İyilik ve takvada yardımlaşmalarını” (Maide, 5:2) bir başka ayette ise“Hayırda yarışmalarını” (Bakara, 2:148) ister. Hayırda, iyilikte ve takvadayarışmak öncelikli olarak insanların imanına ve ahiretine hizmet etmektir.Sonrasında ise eğitimine, ahlakına ve ülkenin kalkınmasına hizmet etmektir.İşte hamiyet-i İslamiye budur.

    Hamiyet ve gayret fedakârlık duygusunun inkişafı ile ortaya çıkar. Müslümanlarıngeri kalmalarının ve perişan olmalarının sebebi himmet ve gayretlerinikişisel menfaatleri elde etmeye odaklanmalarıdır. Şahsi menfaatleriniikinci plana atarak Müslümanların dertlerini dert edinmek ve hayırdayarışmakla kişi himmet ve hamiyet sahibi olur. Hamiyet, himmetin ilerive kemal mertebesidir. Himmet ise gayretli olma halidir. “Ehl-i himmet”“Uluvv-ü himmet” gibi kavramlarla kişinin yüksek ideal ve amaçlar peşindekoştuğu ifade edilir.

    Kur’ân-ı Kerim’de “hamiyet”, “hamiyet-i cahiliye” (Fetih, 48:26) tamlamasıolarak geçmektedir. Hamiyet-i cahiliye ise övülmek, kahramanlıklarınıgöstermek ve şöhret için kavim ve kabilesini müdafaa etmek için gösterilenüstün gayreti ve taassubu anlatmaktadır. Buna “Asabiyet-i cahiliye”de denilmektedir. Asabiyet-i cahiliye “ırkçılık” anlamında olup kavim vekabilesini, milletini mutaassıbane müdafaa etmek anlamına gelmektedir.Cahiliye adeti olarak kabul edilen bu durumu Peygamberimiz (asm) yasaklamıştır.Çünkü “Asabiyet-i cahiliye birbirine tesanüt edip yardım edengaflet, dalalet, riya ve zulmetten mürekkep bir mâcundur. Bunun için milliyetçiler,milliyeti mâbud ittihaz ediyorlar. Hamiyet-i İslamiye ise, nur-uimandan in’ikâs edip dalgalanan bir ziyadır.” [11]

    Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri ırkçılığın gaflet, dalalet, riya ve zulmettenmürekkep bir macun olduğunu ve onu istimal edeni sarhoş ettiğiniifade ederken, hamiyet-i İslâmiyeyi imandan kaynaklanan bir ışık olaraktarif etmektedir. Hamiyet imandan kaynaklanırsa nur ve ziya olurken, ırkçılıktankaynaklanırsa zulmet şekline bürünmektedir.

    Dinsiz felsefeden kaynaklanan ve fısk çamuruyla mülevves olan medeniyet riyaya şan ve şeref namını vermiş, insanları riyaya sevk etmektedir.Hakikaten insanlar riyaya o derece alışmışlar ki, şahıslara yaptıkları gibi,milletlere ve unsurlara riyayı teşmil ederek gazeteleri dellal, tarihleri de alkışçıyapmışlardır. Bu yüzden ferdî ve şahsî hayatlar “hamiyet-i cahiliye”unvanı altında milliyetçiliğe feda edilmektedir.” [12] Böylece “millet için ferdinhukuku nazara alınmaz” diyerek ferdi ve şahsi hayatlar feda edilmekteve pek çok haksızlık ve zulme sebep olunmaktadır.

    Bediüzzaman imandan kaynaklanan hamiyeti “muhabbet, hürmet, merhametinnetice-i zaruriyesi” olarak tarif eder ve “nefret hamiyetin zıddıdır”der. Hamiyetin en güzel ifadesi kişinin dini ve manevi değerleri için kendişahsi hayatını feda ederek “şehitlik” mertebesine ulaşmasıdır. [13] Kişi dini inançlara, manevi değerlere karşı muhabbet duyup hürmet ettiği ve milletine karşı şefkat hissi taşıdığı zaman “hamiyetli” bir insan olur.

    Hamiyetli bir Müslüman merhamet gereği “Sen çalış ben yiyeyim” demeyeceğigibi, “Başkası acından ölürse ölsün bana ne” diyemez. Böylecefaizcilik ve tefecilik gibi iktisadi yanlışlar içinde olmayacaktır. Hürmetve muhabbet gereği de “küçüklerini sevecek ve büyüklerine hürmet” edipyardım edecektir. Bu nedenle peygamberimiz (asm) “Küçüklerine şefkatgöstermeyen, büyüklerine hürmet etmeyen bizden değildir” (Ebu Davud,Edeb, 145) ferman etmişlerdir.

    Sevgi ve muhabbetin olmadığı yerde himmetten ve hamiyetten bahsetmekmümkün olmaz. Nitekim peygamberimiz (asm) “İman etmedikçecennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de olgun mümin olamazsınız”buyurur. (Müslim İman, 93) “Birbirini sevmede, birbirine acımada vebirbirine şefkat göstermede müminler bir vücut gibidir. Vücudun bir uzvurahatsız olunca diğer uzuvları da ona ortak olur” (Riyazu’s- Salihin, 1:277)buyurmuşlardır.

    Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri “Kimin himmeti milleti ise o tekbaşına bir millettir. Kimin himmeti yalnız nefsi ise o insan değil. Çünküinsanın fıtratı medenidir. Ebna-yı cinsini mülahazaya mecburdur. Hayat-ıiçtimaiye ile hayat-ı şahsiyesi devam edebilir” [14] buyurarak himmet ve gayretsahibi insanın şahsi menfaatinden fedakârlık ederek toplum için çalışan kişiolduğunu belirtir.

    Kişi şahsi menfaatini terk etmedikçe ne züht ve ne de himmet ve hamiyetsahibi olamaz. Bediüzzaman “Zühdün manası terk-i menâfi-i şahsiyedir”[15] “Menfaat-i şahsiyesine hasr-ı nazar eden insanlıktan çıkar, masumolmayan cani bir hayvan olur” [16] demektedir.

    Namusunu, şerefini, mukaddesatını koruyamamaktan dolayı utanmakve sıkılmak da hamiyetten kaynaklanmaktadır. Mukaddesatı, Kur’anve sünneti müdafaa ve muhafaza gayretine de hamiyet denir. İslam dini“hamiyet-i cahiliye”yi yasaklamış, “hamiyet-i diniye”yi tavsiye etmiştir. Hamiyetindine ve millete bakan iki yönü vardır. Dine bakan yönü insanı ahreteve Allah rızasına yönlendirirken, millete bakan yönü ile de bireyi “vatan ve millet için” fedakârlığa ve gayrete sevk etmektedir. İslamiyet’in her ikisinede sahip çıkarak teşvik ettiğini belirten Bediüzzaman “İslamiyet katındadin ve milliyet bizzat müttehittir. İtibarî, zahirî ve ârızî bir ayrılık var. Belki,din milliyetin hayatı ve ruhudur. Hukuk-u umumiye içinde hamiyet-i diniyeesas olmalı, hamiyet-i milliye ona hâdim ve kuvvet ve kalası olmalı. [17] demektedir.

    Dine dayanmayan ve Allah rızasını gözetmeyen bir hamiyet insanı ırkçılığagötürürken, sadece ahrete yönelen ve dünyayı, milleti ve vatanı önemsemeyenbir yaklaşım da taassuba, ülke için fedakârlıktan kaçınmaya, “nemelazım” düşüncesi ile vurdumduymazlığa ve İslam milletinin zillet ve sefaletinesebep olmaktadır.

    Bediüzzaman hamiyet ve gayret için “ümit ve emel” sahibi olmak gerektiğiniifade etmektedir. Onun zıddı yeistir ve “yeis aczden gelir. Yeis mani-iher kemâldir. Hamiyet ise şiddet-i mevâniye karşı şiddetle mukavemet etmektir.Çabuk ye’se ınkılab eden hamiyet hamiyet değildir” [18] der.

    İnsanı dini bakımdan gayrete getiren cennet ve saadet-i ebediye ümididir.Dünyada da gelişmeyi, terakki ve tekâmülü sağlayacak olan ve izzetve şerefle yaşamayı netice veren, İslam’ın ve Müslümanların diğer milletlerve dinler karşısında izzetini artıran ve zillet ve sefaletten kurtaracak olan“ümit ve emeldir.” Geleceğe ümitle bakmak ve gelecekten ümitli olmaktır.İstibdadın eseri olan ümitsizlik, insandaki istidat ve kabiliyetleri söndürürve insanlık cevherini öldürür. Ümitsizlik insanı bencil ve tembel yapar. Hertürlü ahlaksızlığın temelinde ümitsizlik vardır. Bu ise Bediüzzaman’ın ifadesiile acizlikten ileri gelir. Ümitsizlik her gelişmeye manidir. Hamiyet vegayret ümitten nemalanır ve her nevi sıkıntıya göğüs germeyi, dini ve milletiiçin her türlü fedakârlığı göze almayı netice verir. Himmet ve gayretinbüyümesi ile ahlak da o nisbette yücelir. İnsanı da şahsi menfaatini takipeden şahıs olmaktan çıkarır ve ülkesi için çalışan vatandaşlar haline getirir.Bunun için Bediüzzaman “Kimin himmeti milleti ise o kimse tek başına birmillettir.” demektedir.

    4. İnsanî ve İslamî Değerlerin Odak Noktası:İslam Milliyeti:

    İslam Milliyeti:Millet kelimesi, Kur’anî anlamlandırmayla “din” ve “şeriat” kelimeleriyleaynı anlamı dile getirir. Kelime ancak mecazi olarak belli bir toplumudile getirmek üzere kullanılabilir. Ama bu durumda da, doğal olarak birkabileyi, ırk ya da ulusu değil, gerçek anlamının belirlediği din ve şeriatainanan, bağlanan insanların tümünü belirtir: Buna göre kelimenin türeviolan milliyet, insanların kendisine bağlandığı din ve şeriatı ifade eder. Milliyetise, aynı din ve şeriata bağlılığın adıdır. İslam dinine inanan insanlarİslam milletidir.

    Oysa günümüzdeki yaygın kullanımında kelimeye, asli anlamı görmezdengelinerek, “ulus” anlamı yüklenmekte ve büyük bir karışıklığa nedenolunmaktadır. Çünkü “ulus” belli bir inancı, din ve şeriatı değil; bir soydan gelen insanları belirtir. Bu nedenle, bir ulusa bağlığı temel alan anlayış veyaklaşımlar milliyet kelimesiyle değil, anlamına uygun biçimde ulusçulukya da kavmiyetçilik kelimeleriyle isimlendirilebilir.

    İslamiyet fıtrat dinidir. Fıtrat ise Allah nasıl yaratmış ve ne amaçla yaratmışise yaratılanı ve var olanı bu amaca yönlendirmek, Allah’ın insanlığabahşettiği akıl, irade ve diğer duyguları ile geliştirilmesi istediği ruhunu vekabiliyetlerini inkişaf ettirmek, cennete ve ebediyete layık olacak şekildeterakki ve teâli ettirmektir.

    İnsanı fıtratı değiştirmeden, kabiliyetleri bozmadan ve amacı dışına çıkarmadanfıtrî halini koruyarak geliştirmek esastır. Bu nedenle hak din “fıtratdini” ve “fıtrî kabiliyetlerin gelişimini sağlayan” “hanif ” ve “tevhid dini”olan İslam’dır. (Al-i İmran, 3:19) “Müslüman ve Hanif olmak” (Al-i İmran,3:67; En’am, 6:162) “Millet-i İbrahimiyeden” olmak İslam’ı saf haliyle kabuledip hayatına uygulamak demektir. Bu nedenle yüce Allah inananlara“yüzünü hanif dinine çevir” (Nahl, 16:123; Rum, 30:30) buyurur.

    Her insanın ve her milletin fıtri kabiliyetleri vardır. Fıtratı değiştiren vehürriyetleri kısıtlayan kültürler ve medeniyetlerdir. Allah peygamberini vedinini fıtratını olduğu gibi koruyan ve iman, ilim ve hakikatlerle müsbetduygularını geliştirme imkânı bulamadığı için de menfi duygularını fıtrîolarak geliştirmiş ve hayra yönlendirmemiş olan milletlere göndermiş, onlarıdin ile terbiye etmiş ve diğer milletlere de numune-i imtisal yapmıştır.

    Yüce Allah Hz. İsa’yı (as) geleneklerini tam olarak oluşturmuş olan Yahudimilletine gönderdi onları riyadan ve şirkten tevhide davet etti. Ancakonlar dinlerini bozduğu gerekçesi ile Hz. Yahya (as) ve Zekeriya’yı (as) şehitettiler, Hz. İsa’yı (as) da öldürmeye teşebbüs ettiler. Yüce Allah Hz. İsa’yı(as) onlara vermedi ve katına yükseltti. Yahudiler bununla kalmadılar, Hz.İsa’nın (as) dinini tevhidden teslise çevirdiler. Havarileri de Roma putperestkültürünün etkisinde kalarak Hristiyanlığın imanını sevgiye, ibadetini desimgesel basit şeylere ve ikonalara irca ederek tahrif ettiler.

    Yüce Allah ahir zaman peygamberini (asm) Çin, Hint, İran, Yunan veMısır gibi medeni milletlerin içinden göndermemiştir. Hürriyetlerine sınırkonulmamış, fıtratlarını bozmamış, ancak yanlışa kanalize ederek fıtrîolarak Allah’ın kendilerine verdiği cesaret, şecaat, cömertlik ve mertlik gibiduygularını doğruluk yolunda değil, cehaletlerinden yanlışa yönlendirerekmecralarını değiştirmiş olan ama riyakârlıkla bozmayan millete göndermiştir.Devletin hukuk kuralları ile hürriyetlerini sınırlamayan, medeniyetinfantezileri ile değiştirmeyen Arap milletine göndererek onların fıtratlarınıİslamiyet ile eğiterek “medeni milletlere muallim ve üstad” yapmıştır. Fıtratlarıbozulmadığı için doğruya yönlendirilince içlerinden her sahada önderlerve kahramanlar çıkmış ve “Asr-ı Saadet toplumu” meydana gelmiştir.

    Emeviler ve Abbasiler zamanında diğer medeniyet ve kültürlerle tanışanAraplar gerek İsrailiyat, gerekse Hint, İran ve Yunan felsefesinden vemedeniyetlerinden etkilenmişlerdir. Daha sonra “devletin bekası ve toplumunçıkarları namına (gerçekte idarecilerin çıkarlarını koruyan) yaptıklarıyasalarla hürriyetleri sınırlayarak İslam’ın fıtrî gelişmesini sekteye uğrattıklarıiçin hem fırak-ı dallenin ortaya çıkmasına hem de İslâmi gelişmenindurmasına sebep olmuşlardır. Bunun üzerine yüce Allah İslamiyet’in imdadına hiçbir medeniyetten etkilenmeyen ve medeni bir millet olmayan,göçebe olarak bozkırlarda ve çadırlarda yaşayan fıtrî cesaret ve hürriyetesahip olan Türkleri gönderdi. Türkler hiçbir medeniyetten etkilenmedikleriiçin medeniyetlerini doğrudan Kur’an üzerine kurdular, Kur’ân’ı veSünnet’i esas alarak “Ehl-i Sünnet” çizgisini geliştirdiler ve “Fırak-ı Dallenin”İslamiyet’i bozmasına ve İslam’ın yanlış anlaşılmasına mani oldular.Bu nedenle İslamiyet’e hizmet ettiler ve Allah da onların devletini üç kıtayahâkim ve hükümran kıldı.

    Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin talebelerini âlimlerden değil defıtratını riya, şöhret ve yanlış bilgilerle bozmamış olan ve safî bir kalb vezihne, akıl ve fıtrata sahip olanlardan seçmesi ve “iman hizmetini” onlarüzerine bina etmesinin hikmeti de budur.

    Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri Münazarat’taki “hürriyet ve demokrasi”“eğitim ve kalkınma” konularında fikirlerini İstanbul gibi o günkümedeniyetin ve kültürlerin yoğrulduğu yerde matbuat imkânlarıyla ifadeetmiş, ancak zihni bulanan ve fıtratları bozulan, farklı mecralara yönelenasker, ulema, umera dikkatlerini çekememiş ve kabul ettirememiştir. Bununüzerine doğuya yönelerek “rihlete’ş-şitai ve’s-sayf ” yaptığı bir seyahatlefıtratını bozmamış olan Kürtlere ders vermiştir ve onların fıtratlarını esasalarak Münazarat’taki hakikatleri bize anlatmıştır.

    Bediüzzaman Münazarat’ı “Azametli Bahtsız Bir Kıt’anın, Şanlı Tali’sizBir Devletin, Değerli Sahipsiz Bir Kavmin Reçetesi” olarak niteler. BediüzzamanMünazarat’taki hedeflerin ilk uygulamasını Kürtler üzerindeyapmıştır. Bu nedenle eserine “Ekrad Reçetesi” adını vermiştir. Yoksa ırkçılarınanladığı gibi salt Kürtlere yönelik bir reçete değildir. Bediüzzamanbu nedenle “Şu eserlerden her birisi Kürt olduğu gibi, aynı halde Türk, aynıvakitte Arap’tır. Güya her bir eser Arap abasını iktisâ ve Türk pantolonugiymiş külahlı bir Kürt’tür” diyerek Asya’nın ve İslamiyet’in bahtını ve taliiniaçacağını ifade ettiği fikirlerini öncelikli olarak Kürtlerle paylaşmıştır.

    Günümüzde Kürtlerin uyanması ve hürriyet istemeleri elbette diğerunsurların da dikkatini çekmektedir. Ancak bunun “demokrasi talebinden”ötesinin doğru olmadığını da Bediüzzaman ders vermektedir. Anarşive terör her zaman baskıyı ve istibdadı netice verir. Şiddete dayalı haktalepleri de sonuçta haklardan mahrumiyete sebep olur. Bunun en güzel,fıtrî ve mutedil yolu Bediüzzaman’ın Münazarat’ta dile getirdiği “eğitim,kalkınma, demokrasi, hak ve özgürlüklerdir.” Bunlar da ancak demokratikve diplomatik yollarla kazanılır. Bunun usul ve metodu da Bediüzzaman’ınMünazarat’ta belirlediği esaslar çerçevesinde olmalıdır.

    Sonuç

    Şu halde, Bediüzzaman’ın “Münazarat”ı, hem hamiyet-i diniye hem dehamiyet-i milliye ürünüdür. İslamiyet milliyeti ile hamiyet ilişkisi yukarıdaizah edildiği şekilde kurulabilir. Günümüzde Kürt kimliği, Kürtlerin vatanperverlikve gayret duygularını geliştirirken Türk kimliği de Türklerin, Arap kimliği de Arapların hamiyet duygularını geliştirir. “İslamiyet milliyeti”içinde Kürt, Türk ve Arap kimlikleri yerleştirilebilirse “İslamiyet” öneçıkar. Böylece Bediüzzaman’ın dediği şekilde “Milliyetimiz bir vücuttur,ruhu İslamiyet aklı ve Kur’an ve iman” olur.

    Bunu sağlamanın yolu da “Önce meşrutiyet/demokrasi idaresi ve hürriyetprensipleri” çerçevesinde bir araya gelebilmek ve şiddeti bir kenara bırakmaktır.Devlet ve hükümet bu konuda ortak hareket etmediği ve Türklerve Kürtler yani her iki taraf ırkçılığı ve şiddeti bırakmadıkça ne hamiyettenne İslamiyet milliyetinden ve ne de demokratikleşme ve hürriyetten sözedilemez.

    Dipnotlar:

    [1] Nursî, Said, Mektubat, Yeni Asya Neş. İst. 2000, s. 314

    [2] Nursî, Said Münazarat, Yeni Asya Neş. İst. 2000, s. 99

    [3] Nursî, Said, Emirdağ Lahikası, Yeni Asya Neş. İst. 2000, s. 422

    [4] Nursî, Said, Hutbe-i Şamiye, Yeni Asya Neş., İst. 2000, s. 97

    [5] Nursî, Said, Mektubat, Yeni Asya Neş. 2000, s. 309-312

    [6] age, s. 309

    [7] Buharî, Ahkâm: 4, İmâra: 36, 37; Ebû Dâvud, Sünnet: 5; Tirmizî, Cihâd: 28, İlim: 16, Nesâî, Bey’a: 26; İbniMâce, Cihad: 39; Müsned, 4: 69, 70, 199, 204, 205, 5:381, 6:402, 403.

    [8] Nursi Said, Mektubat, Yeni Asya Neş. İst. 2000, s. 312

    [9] Nursî, Said, Emirdağ Lahikası,Yeni Asya Neş. İst. 2000 , s. 93

    [10] Nursî, Said, Divan-ı Harb-i Örfi, Yeni Asya Neş. İst. 2000 , s 40

    [11] Nursî, Said, Mesnevi-i Nuriye, Yeni Asya Neş. İst. 2000 , s. 205

    [12] Age. s. 318

    [13] Nursî, Said, Mektubat, Yeni Asya Neş. İst. 2000, s. 313

    [14] Nursî, Said, Hutbe-i Şamiye, Yeni Asya Neş. İst. 2000, s. 151-152

    [15] Nursî, Said, Eski Said Dönemi Eserleri, Münazarat, Yeni Asya Neş. 2012 s. 277

    [16] Nursî, Said, Eski Said Dönemi Eserleri, Hutbe-i Şamiye, Yeni Asya Neş. 2012 s. 152

    [17] age. s. 357

    [18] Nursî, Said, Eski Said Dönemi Eserleri, Münazarat, Yeni Asya Neş. 2012 s. 214