Köprü Anasayfa

İnsanî Değerler, Toplumsal Barış, Milliyet ve Milliyetçilik

"Güz 2013" 124. Sayı

  • Müsbet fikr-i milliyet,İslâmiyete hâdim olmalı,kale olmalı, zırhı olmalı;yerine geçmemeli

    Bediüzzaman Said Nursî

    Müsbet fikr-i milliyet,İslâmiyete hâdim olmalı,kale olmalı, zırhı olmalı;yerine geçmemeli

    Bediüzzaman Said Nursî

    Üçüncü Mebhas

    <

    <

    Yani, [1]

    Yani, “Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yaratmışım, tâ birbirinizitanımalısınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimaiyeye ait münasebetlerinizi bilesiniz,birbirinize muavenet edesiniz. Yoksa sizi kabile kabile yaptım ki, yekdiğerinizekarşı inkârla yabanî bakasınız, husumet ve adâvet edesiniz değildir.”

    Şu Mebhas Yedi Meseledir.

    Birinci Mesele: Şu âyet-i kerimenin ifade ettiği hakikat-i âliye hayat-ı içtimaiyeyeait olduğu için, hayat-ı içtimaiyeden çekilmek isteyen Yeni Said lisanıyladeğil, belki İslâmın hayat-ı içtimaiyesiyle münasebettar olan Eski Saidlisanıyla, Kur’ân-ı Azîmüşşâna bir hizmet maksadıyla ve haksız hücumlara birsiper teşkil etmek fikriyle yazmaya mecbur oldum.

    İkinci Mesele: Şu âyet-i kerimenin işaret ettiği teârüf ve teâvün düsturununbeyanı için deriz ki:

    Nasıl ki bir ordu fırkalara, fırkalar alaylara, alaylar taburlara, bölüklere, tâ takımlarakadar tefrik edilir. Tâ ki, her neferin muhtelif ve müteaddit münasebâtı ve o münasebâta göre vazifeleri tanınsın, bilinsin-tâ, o ordunun efradları,düstur-u teâvün altında hakikî bir vazife-i umumiye görsün ve hayat-ı içtimaiyeleria’dânın hücumundan masun kalsın. Yoksa tefrik ve inkısam, bir bölük birbölüğe karşı rekabet etsin, bir tabur bir tabura karşı muhasamet etsin, bir fırkabir fırkanın aksine hareket etsin değildir.

    Aynen öyle de, heyet-i içtimaiye-i İslâmiye büyük bir ordudur; kabâil vetavâife inkısam edilmiş. Fakat bin bir bir birler adedince cihet-i vahdetleri var:Hâlıkları bir, Rezzakları bir, Peygamberleri bir, kıbleleri bir, kitapları bir, vatanlarıbir-bir, bir, bir, binler kadar bir, bir…

    İşte bu kadar bir birler uhuvveti, muhabbeti ve vahdeti iktiza ediyorlar. Demek,kabâil ve tavâife inkısam, şu âyetin ilân ettiği gibi, teârüf içindir, teâvüniçindir; tenâkür için değil, tehâsum için değildir.

    Üçüncü Mesele: Fikr-i milliyet şu asırda çok ileri gitmiş. Hususan dessasAvrupa zalimleri, bunu İslâmlar içinde menfi bir surette uyandırıyorlar, tâ kiparçalayıp onları yutsunlar.

    Hem fikr-i milliyette bir zevk-i nefsanî var, gafletkârâne bir lezzet var,şeâmetli bir kuvvet var. Onun için, şu zamanda hayat-ı içtimaiye ile meşgulolanlara “Fikr-i milliyeti bırakınız” denilmez. Fakat fikr-i milliyet iki kısımdır:

    Bir kısmı menfidir, şeâmetlidir, zararlıdır. Başkasını yutmakla beslenir, diğerlerineadâvetle devam eder, müteyakkız davranır. Şu ise, muhasamet ve keşmekeşesebeptir. Onun içindir ki, hadis-i şerifte ferman etmiş:

    [2]

    ve Kur’ân da ferman etmiş:

    [3]

    İşte şu hadis-i şerif, şu âyet-i kerime, kati bir surette menfi bir milliyeti vefikr-i unsuriyeti kabul etmiyorlar. Çünkü müsbet ve mukaddes İslâmiyet milliyetiona ihtiyaç bırakmıyor.

    Evet, acaba hangi unsur var ki, üç yüz elli milyon vardır? Ve o İslâmiyetyerine o unsuriyet fikri, fikir sahibine o kadar kardeşleri, hem ebedî kardeşlerikazandırsın? .

    Evet, menfi milliyetin tarihçe pek çok zararları görülmüş. Ezcümle,Emevîler, bir parça fikr-i milliyeti siyasetlerine karıştırdıkları için, hem âlem-iİslâmı küstürdüler, hem kendileri de çok felâketler çektiler.

    Hem Avrupa milletleri şu asırda unsuriyet fikrini çok ileri sürdükleri için, Fransız ve Almanın çok şeâmetli ebedî adâvetlerinden başka, Harb-iUmumîdeki hâdisât-ı müthişe dahi, menfi milliyetin nev-i beşere ne kadar zararlı olduğunu gösterdi.

    Hem bizde, iptida-yı Hürriyette, Babil Kalesinin harabiyeti zamanında“tebelbül-ü akvam” tabir edilen teşâub-u akvam ve o teşâub sebebiyle dağılmalarıgibi, menfi milliyet fikriyle, başta Rum ve Ermeni olarak pek çok kulüplernamında sebeb-i tefrika-i kulûb, muhtelif mülteciler cemiyetleri teşekkül etti.Ve onlardan şimdiye kadar ecnebîlerin boğazına gidenlerin ve perişan olanlarınhalleri, menfi milliyetin zararını gösterdi.

    Şimdi ise, en ziyade birbirine muhtaç ve birbirinden mazlum ve birbirindenfakir ve ecnebî tahakkümü altında ezilen anâsır ve kabâil-i İslâmiye içinde,fikr-i milliyetle birbirine yabanî bakmak ve birbirini düşman telâkki etmeköyle bir felâkettir ki, tarif edilmez. Adeta bir sineğin ısırmaması için, müthişyılanlara arka çevirip sineğin ısırmasına karşı mukabele etmek gibi bir divanelikle,büyük ejderhalar hükmünde olan Avrupa’nın doymak bilmez hırslarını,pençelerini açtıkları bir zamanda onlara ehemmiyet vermeyip, belki mânenonlara yardım edip, menfi unsuriyet fikriyle şark vilâyetlerindeki vatandaşlaraveya cenup tarafındaki dindaşlara adâvet besleyip onlara karşı cephe almak, çokzararları ve mehâlikiyle beraber, o cenup efradları içinde düşman olarak yokturki, onlara karşı cephe alınsın. Cenuptan gelen Kur’ân nuru var; İslâmiyetziyası gelmiş; o içimizde vardır ve her yerde bulunur. İşte o dindaşlara adâvetise, dolayısıyla İslâmiyete, Kur’ân’a dokunur. İslâmiyet ve Kur’ân’a karşı adâvetise, bütün bu vatandaşların hayat-ı dünyeviye ve hayat-ı uhreviyesine bir neviadâvettir. Hamiyet namına hayat-ı içtimaiyeye hizmet edeyim diye iki hayatıntemel taşlarını harap etmek, hamiyet değil, hamâkattir!

    Dördüncü Mesele: Müsbet milliyet, hayat-ı içtimaiyenin ihtiyac-ı dahilîsindenileri geliyor. Teâvüne, tesanüde sebeptir; menfaatli bir kuvvet temineder, uhuvvet-i İslâmiyeyi daha ziyade teyid edecek bir vasıta olur.

    Şu müsbet fikr-i milliyet, İslâmiyet’e hâdim olmalı, kale olmalı, zırhı olmalı;yerine geçmemeli. Çünkü İslâmiyetin verdiği uhuvvet içinde bin uhuvvet var;âlem-i bekada ve âlem-i berzahta o uhuvvet bâki kalıyor. Onun için, uhuvvet-imilliye ne kadar da kavî olsa, onun bir perdesi hükmüne geçebilir. Yoksa onuonun yerine ikame etmek, aynı kalenin taşlarını kalenin içindeki elmas hazinesininyerine koyup, o elmasları dışarı atmak nevinden ahmakane bir cinayettir.

    İşte, ey ehl-i Kur’ân olan şu vatanın evlâtları! Altı yüz sene değil, belkiAbbasîler zamanından beri, bin senedir Kur’ân-ı Hakîmin bayraktarı olarakbütün cihana karşı meydan okuyup Kur’ân’ı ilân etmişsiniz. MilliyetiniziKur’ân’a ve İslâmiyete kal’a yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiştehâcümâtı def ettiniz. Tâ

    [4]

    âyetine güzel bir mâsadak oldunuz. Şimdi Avrupa’nın ve frenk-meşrepmünafıkların desiselerine uyup şu âyetin evvelindeki hitaba mâsadak olmaktançekinmelisiniz ve korkmalısınız.

    Câ-yı Dikkat Bir Hâl: Türk milleti anâsır-ı İslâmiye içinde en kesretli olduğu halde, dünyanın her tarafında olan Türkler ise Müslümandır. Sair unsurlar gibi müslim ve gayr-ı müslim olarak iki kısma inkısam etmemiştir. Nerede Türk taifesi varsa Müslümandır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır (Macarlar gibi). Hâlbuki küçük unsurlarda dahi hem müslim ve hem de gayr-ı müslim var. Ey Türk kardeş!Bilhassa sen dikkat et. Senin milliyetin İslâmiyetle imtizaç etmiş; ondan kabil-i tefrik değil. Tefrik etsen, mahvsın. Bütün senin mazideki mefâhirin İslâmiyet defterine geçmiş. Bu mefâhir, zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği halde,sen şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle o mefâhiri kalbinden silme.

    Beşinci Mesele: Asya’da uyanan akvam, fikr-i milliyete sarılıp, aynen Avrupa’yı her cihetle taklit ederek, hattâ çok mukaddesatları o yolda feda ederek hareket ediyorlar. Hâlbuki her milletin kamet-i kıymeti başka bir elbise ister. Bir cins kumaş bile olsa, tarzı ayrı ayrı olmak lâzım gelir. Bir kadına bir jandarma elbisesi giydirilmez. Bir ihtiyar hocaya tango bir kadın libası giydirilmediği gibi, körü körüne taklit dahi çok defa maskaralık olur. Çünkü: Evvelâ:Avrupa bir dükkân, bir kışla ise, Asya bir mezraa, bir cami hükmündedir. Bir dükkâncı dansa gider, bir çiftçi gidemez. Kışla vaziyeti ile mescid vaziyeti bir olmaz.

    Hem ekser enbiyanın Asya’da zuhuru, ağleb-i hukemanın Avrupa’da gelmesi,kader-i ezelînin bir remzi, bir işaretidir ki, Asya akvâmını intibâha getirecek,terakki ettirecek, idare ettirecek, din ve kalbdir. Felsefe ve hikmet ise dinve kalbe yardım etmeli, yerine geçmemeli.

    Saniyen: Din-i İslâmı Hıristiyan dinine kıyas edip Avrupa gibi dine lâkaytolmak, pek büyük bir hatadır. Evvelâ, Avrupa dinine sahiptir. Başta Wilson,Loyd George, Venizelos gibi Avrupa büyükleri, papaz gibi dinlerine mutaassıpolmaları şahittir ki, Avrupa dinine sahiptir, belki bir cihette mutaassıptır.

    Salisen: İslâmiyeti Hıristiyan dinine kıyas etmek, kıyas-ı maalfârıktır; o kıyasyanlıştır. Çünkü Avrupa dinine mutaassıp olduğu zaman medenî değildi; taassubu terk etti, medenîleşti.

    Hem din onların içinde üç yüz sene muharebe-i dahiliyeyi intaç etmiş.Müstebit zalimlerin elinde avâmı, fukarayı ve ehl-i fikri ezmeye vasıta olduğundan,onların umumunda muvakkaten dine karşı bir küsmek hasıl olmuştu.İslâmiyette ise, tarihler şahittir ki, bir defadan başka dahilî muharebeye sebebiyetvermemiş.

    Hem ne vakit ehl-i İslâm dine ciddî sahip olmuşlarsa, o zamana nispetenyüksek terakki etmişler. Buna şahit, Avrupa’nın en büyük üstadı Endülüsdevlet-i İslâmiyesidir. Hem ne vakit cemaat-i İslâmiye dine karşı lâkayt vaziyetialmışlar; perişan vaziyete düşerek tedennî etmişler.

    Hem İslâmiyet, vücub-u zekât ve hurmet-i ribâ gibi binler şefkatperverânemesâil ile fukarayı ve avâmı himaye ettiği,

    [5]

    gibi kelimâtıyla aklı ve ilmi istişhad ve ikaz ettiği ve ehl-i ilmi himaye ettiğicihetle, daima İslâmiyet fukaraların ve ehl-i ilmin kalesi ve melcei olmuştur.Onun için, İslâmiyete karşı küsmeye hiçbir sebep yoktur.

    İslâmiyetin Hıristiyanlık ve sair dinlere cihet-i farkının sırr-ı hikmeti şudurki:

    İslâmiyetin esası, mahz-ı tevhiddir; vesâit ve esbaba tesir-i hakikî vermiyor,icad ve makam cihetiyle kıymet vermiyor. Hıristiyanlık ise, “velediyet” fikrinikabul ettiği için, vesâit ve esbaba bir kıymet verir, enâniyeti kırmaz. Adetarububiyet-i İlâhiyenin bir cilvesini azizlerine, büyüklerine verir.

    [6]

    âyetine mâsadak olmuşlar. Onun içindir ki, Hıristiyanların dünyaca en yüksekmertebede olanları, gurur ve enâniyetlerini muhafaza etmekle beraber, sabıkAmerika Reisi Wilson gibi, mutaassıp bir dindar olur. Mahz-ı tevhid diniolan İslâmiyet içinde, dünyaca yüksek mertebede olanlar ya enâniyeti ve gururubırakacak veya dindarlığı bir derece bırakacak. Onun için, bir kısmı lâkayt kalıyorlar,belki dinsiz oluyorlar.

    Altıncı Mesele: Menfi milliyette ve unsuriyet fikrinde ifrat edenlere derizki:

    Evvelâ: Şu dünya yüzü, hususan şu memleketimiz, eski zamandan beri çokmuhaceretlere ve tebeddülâta maruz olmakla beraber, merkez-i hükûmet-iİslâmiye bu vatanda teşkil olduktan sonra, akvâm-ı saireden pervane gibi çoklarıiçine atılıp tavattun etmişler. İşte bu halde Levh-i Mahfuz açılsa, ancakhakikî unsurlar birbirinden tefrik edilebilir. Öyleyse, hakikî unsuriyet fikrinehareketi ve hamiyeti bina etmek, mânâsız ve hem pek zararlıdır. Onun içindirki, menfi milliyetçilerin ve unsuriyetperverlerin reislerinden ve dine karşı peklâkayt birisi, mecbur olmuş, demiş: “Dil, din bir ise millet birdir.”

    Madem öyledir. Hakikî unsuriyete değil, belki dil, din, vatan münasebâtınabakılacak. Eğer üçü bir ise, zaten kuvvetli bir millet; eğer biri noksan olursa,tekrar milliyet dairesine dâhildir.

    Saniyen: İslâmiyetin mukaddes milliyeti, bu vatan evlâdının hayat-ı içtimaiyesinekazandırdığı yüzer faydadan iki faydayı misal olarak beyan edeceğiz.

    Birincisi: Şu devlet-i İslâmiye yirmi otuz milyon iken, bütün Avrupa’nınbüyük devletlerine karşı hayatını ve mevcudiyetini muhafaza ettiren, şu devletinordusundaki nur-u Kur’ân’dan gelen şu fikirdir: “Ben ölürsem şehidim,öldürsem gaziyim.” Kemâl-i şevkle ölümün yüzüne gülerek istikbal etmiş, daimaAvrupa’yı titretmiş. Acaba dünyada basit fikirli, sâfi kalbli olan neferâtınruhunda şöyle ulvî fedakârlığa sebebiyet verecek hangi şey gösterilebilir? Hangihamiyet onun yerine ikame edilebilir ve hayatını ve bütün dünyasını severekona feda ettirebilir?

    İkincisi: Avrupa’nın ejderhaları (büyük devletleri) her ne vakit şu devlet-iİslâmiyeye bir tokat vurmuşlarsa, üç yüz elli milyon İslâmı ağlatmış ve inletmiş.Ve o müstemlekât sahipleri, onları inletmemek ve sızlatmamak için elini çekmiş,elini kaldırırken indirmiş. Şu hiçbir cihetle istisgar edilmeyecek mânevî vedaimî bir kuvvetü’z zahr yerine hangi kuvvet ikame edilebilir, gösterilsin. Evet,o azîm mânevî kuvvetü’z zahrı menfi milliyetle ve istiğnâkârâne hamiyetle gücendirmemeli.

    Yedinci Mesele: Menfi milliyette fazla hamiyetperverlik gösterenlere derizki:

    Eğer şu milleti ciddî severseniz, onlara şefkat ederseniz, öyle bir hamiyet taşıyınızki, onların ekserîsine şefkat sayılsın. Yoksa ekserîsine merhametsizcesinebir tarzda, şefkate muhtaç olmayan bir kısm-ı kalîlin muvakkat, gafletkârânehayat-ı içtimaiyelerine hizmet ise, hamiyet değildir. Çünkü menfi unsuriyetfikriyle yapılacak hamiyetkârlığın, milletin sekizden ikisine muvakkat faydasıdokunabilir; lâyık olmadıkları o hamiyetin şefkatine mazhar olurlar. O sekizdenaltısı ya ihtiyardır, ya hastadır, ya musibetzededir, ya çocuktur, ya çok zayıftır,ya pek ciddî olarak âhireti düşünür müttakîdirler ki, bunlar hayat-ı dünyeviyedenziyade, müteveccih oldukları hayat-ı berzahiyeye ve uhreviyeye karşıbir nur, bir teselli, bir şefkat isterler ve hamiyetkâr mübarek ellere muhtaçtırlar.Bunların ışıklarını söndürmeye ve tesellilerini kırmaya hangi hamiyet müsaadeeder? Heyhat! Nerede millete şefkat, nerede millet yolunda fedakârlık?

    Rahmet-i İlâhiyeden ümit kesilmez. Çünkü Cenâb-ı Hak, bin senedenberi Kur’ân’ın hizmetinde istihdam ettiği ve ona bayraktar tayin ettiği bu vatandaşlarınmuhteşem ordusunu ve muazzam cemaatini, muvakkat arızalarlainşaallah perişan etmez. Yine o nuru ışıklandırır ve vazifesini idame ettirir.

    Mektûbât, 26. Mektup, s. 309-314.

    Irkçılığın Türk milletine dünyevî ve uhrevî zararlarıDördüncü Desîse-i Şeytâniye

    Şeytanın telkini ile ve ehl-i dalâletin ilkaâtıyla, bana karış propaganda ilehücum eden ve muhim mevkîleri işgal eden bâzı mülhidler, kardeşlerimi aldatmakve asabiyet-i milliyeleri tahrik etmek için diyorlar ki: “Siz Türksünüz.Mâşâallah, Türklerde her nevî ulemâ ve ehl-i kemâl vardır; Said bir Kürddür.Milliyetinizden olmayan birisiyle teşrik-i mesâil etmek, hamiyet-i milliyeyemünâfîdir?”

    Elcevap: Ey bedbaht mülhid! Ben, felillâhilhamd, Müslümanım. Her zamanda,kudsî milletimin üçyüz elli milyon efrâdı vardır. Böyle ebedî bir uhuvvetitesis eden ve duâlarıyla bana yardım eden ve içinde Kürdlerin ekseriyet-imutlakası bulunan üç yüz elli milyon kardeşi, unsuriyet ve menfî milliyet fikrinefedâ etmek; ve o mübârek hadsiz kardeşlere bedel, Kürd nâmını taşıyan veKürd unsurundan addedilen mahdud birkaç dinsiz veya mezhepsiz bir mesleğegirenleri kazanmaktan yüz bin defa istiâze ediyorum! Ey mülhid! Seningibi ahmaklar lâzım ki, Macar kâfirleri veyahut dinsiz olmuş ve frenkleşmişbirkaç Türkleri, muvakkaten dünyaca dahi faidesiz uhuvvetini kazanmak için,üç yüz elli milyon hakîki, nûrânî menfaattar bir cemâatin bâkî uhuvvetleriniterk etsin. Yirmi Altıncı Mektubun Üçüncü meselesinde, delilleriyle menfîmilliyetin mâhiyetini ve zararlarını gösterdiğimizden, ona havale edip, yalnızo Üçüncü Meselenin âhirinde icmâl edilen bir hakîkati burada bir derece izahedeceğiz. Şöyle ki: O Türkçülük perdesi altına giren ve hakîkaten Türk düşmanıolan hamiyetfüruş mülhidlere derim ki: “Din-i İslâmiyet milletiyle ebedîve hakîki bir uhuvvet ile, Türk denilen bu vatan ehl-i îmânıyla şiddetli ve pekhakîki alâkadarım. Ve bin seneye yakın, Kur’ân’ın bayrağını cihânın cihât-ısittesinin etrafında gâlibâne gezdiren bu vatan evlatlarına, İslâmiyet hesâbına,müftehirâne ve taraftarâne muhabbettarım. Sen ise ey hamiyetfüruş sahtekâr!Türkün mefâhir-i hakîkiye-i milliyesini unutturacak bir sûrette mecâzî ve unsurî ve muvakkat ve garazkârâne bir uhuvvetin var. Senden soruyorum:Türk milleti, yalnız yirmi ile kırk yaşı ortasındaki gâfil ve heveskâr gençlerden ibâret midir? Hem, onların menfaati ve onların hakkında hamiyet-i milliyenin iktizâ ettiği hizmet, onların gafletini ziyâdeleştiren ve ahlâksızlıklara alıştıran ve menhiyâta teşcî eden frenkmeşrebâne terbiyede midir? Ve ihtiyarlıkta onları ağlattıracak olan muvakkat bir güldürmekte midir? Eğer hamiyet-i milliye bundan ibâret ise, ve terakkî ve saadet-i hayatiye bu ise; evet, sen böyle Türkçü isen ve böyle milliyetperver isen, ben o Türkçülükten kaçıyorum, sen de benden kaçabilirsin! Eğer zerre miktar hamiyet ve şuurun ve insafın varsa, şimdiki taksimâta bak, cevap ver. Şöyle ki:

    Türk Milleti denilen şu vatan evlâdı altı kasımdır: Birinci kısmı ehl-isalâhât ve takvâdır, ikinci kısmı musîbetzede ve hastalar tâifesidir, üçüncü kısmıihtiyarlar sınıfıdır, dördüncü kısmı çocuklar tâifesidir, beşinci kısmı fakirlerve zaifler tâifesidir altıncı kısmı gençlerdir. Acaba bütün evvelki beş tâife Türkdeğiller mi? Hamiyet-i milliyeden hisseleri yok mu? Acaba altıncı tâifeye sarhoşçasınabir keyif vermek yolunda, o beş tâifeyi incitmek, keyfini kaçırmak,tesellîlerini kırmak hamiyet-i milliye midir, yoksa o millete düşmanlık mıdır?“El hükmü lil ekser” sırrınca, eksere zarar dokunduran düşmandır; dost değildir.

    Senden soruyorum: Birinci kısım olan ehl-i îmân ve ehl-i takvânın enbüyük menfaati, frenkmeşrebâne bir medeniyette midir; yoksa hakâik-ıîmâniyenin nurlarıyla saadet-i ebediyeyi düşünüp, müştak ve âşık olduklarıtarîk-i hakta sülûk etmek ve hakîki tesellî bulmakta mıdır? Senin gibidalâletpîşe hamiyetfürûşların tuttuğu meslek, müttakî ehl-i îmânın mânevînurlarını söndürüyor ve hakîki tesellilerini bozuyor ve ölümü îdam-ı ebedî vekabri dâimi bir firâk-ı lâyezâlî kapısı olduğunu gösteriyor.

    İkinci kısım olan musîbetzede ve hastaların ve hayatından me’yus olanlarınmenfaati frenkmeşrebâne, dinsizcesine medeniyet terbiyesinde midir? Halbuki,o biçareler bir nur isteler, bir tesellî isterler, musîbetlerine karşı bir mükâfatisterler ve onlara zulmedenlerden intikamlarını almak isterler ve yakınlaştıklarıkabir kapısındaki dehşedi def’ etmek istiyorlar. Sizin gibilerin sahtekâr hamiyetiyle,pek çok şefkate ve okşamaya ve timâr etmeye çok lâyık ve muhtaç obîçare musîbetzedelerin kalblerine iğne sokuyorsunuz, başlarına tokmak vuruyorsunuz,merhametsizcesine ümitlerini kırıyorsunuz, ye’s-i mutlaka düşürüyorsunuz!Hamiyet-i milliye bu mudur? Böyle mi millete menfaat dokunduruyorsunuz?

    Üçüncü tâife olan ihtiyarlar, bir sülüs teşkil ediyor. Bunlar kabre yakınlaşıyorlar,ölüme yakınlaşıyolar; dünyadan uzaklaşıyorlar, âhirete yanaşıyorlar.Böylelerin menfaati ve nûru ve tecellisi, Hülâgû ve Cengiz gibi zâlimleringaddarâne sergüzeştlerini dinlemesinde midir ve âhireti unutturacak, dünyayabağlandıracak, neticesiz, mânen sukut, zâhiren terakki denilen şimdiki nevîhareketinizde midir? Ve uhrevî nur, sinemada mıdır? Ve hakîki tesellî, tiyatrodamıdır? Bu bîçare ihtiyarlar, hamiyetten hürmet isterlerken, mânevi bıçaklao bîçareleri kesmek hükmünde ve “Îdâm-ı ebedîye sevk ediliyorsunuz” fikrinivermek ve rahmet kapısı tasavvur ettikleri kabir kapısını ejderha ağzına çevirmek,“Sen oraya gideceksin” diye mânevî kulağına üflemek hamiyet-i milliyeise; böyle hamiyetten yüz bin defa “El-iyâzü billah!..”

    Dördüncü tâife ki, çocuklardır. Bunlar, hamiyet-i milliyeden merhametisterler, şefkat beklerler. Bunlar da, zaaf ve acz ve iktidarsızlık noktasında,merhametkâr, kudretli bir Hâlıkı bilmekle, ruhları inbisat edebilir, istidatlarımes’udâne inkişaf edebilir. İleride, dünyadaki müthiş ehvâl ve ahvâle karşı gelebilecekbir tevekkül-ü îmânî ve teslim-i İslâmi telkinâtıyla o masumlar, hayatamüştakâne bakabilirler. Acaba, alâkaları pek az olduğu terakkiyât-ı medeniyedersleri ve onların kuvve-i mâneviyesini kıracak ve ruhlarını söndürecek,nursuz, sırf maddî felsefî düsturların tâliminde midir? Eğer insan bir cesed-ihayvânîden ibaret olsaydı ve kafasında akıl olmasaydı, belki bu mâsum çocuklarımuvakkaten eğlendirecek terbiye-i medeniyye tâbir ettiğiniz ve terbiye-imilliye süsü verdiğiniz bu frengî usül, onlara çocukçasına bir oyuncak olarak,dünyevî bir menfaati verebilirdi. Mâdem ki, o mâsumlar hayatın dağdağalarınaatılacaklar, mâdem ki insandırlar; elbette küçük kalblerinde çok uzun arzularıolacak ve küçük kafalarında büyük maksatlar tevellüd edecek. Mâdem hakîkatböyledir; onlara şefkatin muktezâsı, gâyet derecede fakr ve aczinde, gâyet kuvvetlibir nokta-i istinâdı ve tükenmez bir nokta-i istimdâdı, kalblerinde îmân-ıbillâh ve îmân-ı bilâhiret sûretiyle yerleştirmek lâzımdır. Onlara şefkat vemerhamet, bununla olur. Yoksa, dîvâne bir vâlidenin veledini bıçakla kesmesigibi, hamiyet-i milliye sarhoşluğuyla o bîçare mâsumları mânen boğazlamaktır;cesedini beslemek için, beynini ve kalbini çıkarıp ona yedirmek nevindenvahşiyâne bir gadr’dir, bir zulümdür.

    Beşinci tâife, fakirler ve zaifler taifesidir. Acaba, hayatın ağır tekâlifinifakirlik vâsıtasıyla elim bir tarzda çeken fakirlerin ve hayatın müthiş dağdağalarınakarşı çok müteessir olan zaiflerin, hamiyet-i milliyeden hisseleri yokmudur? Bu bîçarelerin ye’sini ve elemini arttıran ve sefih bir kısım zenginlerinmel’abe-i hevesâtı ve zâlim bir kısım kavîlerin vesîle-i şöhret ve şekâveti olanfrenkmeşrebâne ve perdebîrûnâne ve firavunâne medeniyetperverlik nâmı altındayaptığınız harekâtta mıdır? Bu bîçare fukarâların fakirlik yarasına merhemise, unsuriyet fikrinden değil, belki İslâmiyetin eczahâne-i kudsiyesindençıkabilir. Zaiflerin kuvveti ve mukâvemeti, karanlık ve tesadüfe bağlı, şuursuztabiî felsefeden alınmaz; belki hamiyet-i İslâmiye ve kudsî İslâmiyet milliyetindenalınır.

    Altıncı tâife, gençlerdir. Bu gençlerin gençlikleri, eğer dâimî olsaydı, menfîmilliyetle onlara içirdiğiniz şarabın muvakkat bir menfaati, bir faidesi olurdu.Fakat o gençliğin lezzetli sarhoşluğu, ihtiyarlıkla elemle ayılması ve o tatlı uykununihtiyarlık sabahında esefle uyanmasıyla, o şarabın humârı ve sıkıntısıonu çok ağlattıracak ve o lezzetli rüyânın zevâlindeki elem, ona çok hazin teessüfettirecek. “Eyvah! Hem gençlik gitti, hem ömür gitti, hem müflis olarakkabre gidiyorum; keşke aklımı başıma alsaydım” dedirecek. Acaba bu tâifeninhamiyet-i milliyeden hissesi, az bir zamanda muvakkat bir keyif görmek için,pek uzun bir zamanda teessüfle ağlattırmak mıdır; yoksa onların saadet-i dünyevilerive lezzet-i hayatiyeleri, o güzel, şirin gençlik nîmetinin şükrünü vermeksûretinde, o nîmeti sefâhet yolunda değil, belki istikâmet yolunda sarf etmekle,o fâni gençliği ibâdetle mânen ibkâ etmek ve o gençliğin istikâmetiyle dâr-ısaadette ebedî bir gençlik kazanmakta mıdır? Zerre miktar şuurun varsa söyle!

    Elhâsıl: Eğer Türk milleti, yalnız altıncı tâife olan gençlerden ibâret olsa vegençlikleri dâimî kalsa ve dünyadan başka yerleri bulunmasa, sizin Türkçülük perdesi altındaki frenkmeşrebâne harekâtınız, hamiyet-i milliyeden sayılabilirdi.Benim gibi hayat-ı dünyeviyeye az ehemmiyet veren ve unsuriyet fikrini,firengî illeti gibi bir maraz telâkkî eden ve gençleri nâmeşrû keyif ve hevesâttanmen’e çalışan ve başka memlekette dürıyaya gelen bir adama, “O Kürddür, arkasınadüşmeyiniz” diyebilirdiniz ve demeye bir hak kazanabilirdiniz. Fakat,mâdem ki Türk nâmı altında olan şu vatan evlâdı, sâbıkan beyân edildiği gibialtı kısımdır. Beş kısma zarar vermek ve keyiflerini kaçırmak, yalnız birtek kısmamuvakkat ve dünyevî ve âkıbeti meş’um bir keyif vermek, belki sarhoş etmek,elbette o Türk milletine dostluk değil, düşmanlıktır. Evet ben unsurca Türksayılmıyorum; fakat Türklerin ehl-i takvâ tâifesine ve musîbetzedeler kısmınave ihtiyarlar sınıfına ve çocuklar tâifesine ve zaifler ve fakirler zümresine bütünkuvvetimle ve kemâl-i iştiyakla müşfikâne ve uhuvvetkârâne çalışmışım ve çalışıyorum.Altıncı tâife olan gençleri dahi, hayat-ı dünyeviyesini zehirlettirecekve hayat-ı uhreviyesini mahvedecek ve bir saat gülmeye bedel bir sene ağlamayınetice veren harekât-ı nâmeşruâdan vazgeçirmek istiyorum. Yalnız bu altı yedisene değil, belki yirmi senedir Kur’ân’dan ahzedip Türkçe lisânıyla neşrettiğimâsâr meydandadır. Evet, lillâhilhamd, Kur’ân-ı Hakîmin mâden-i envârındaniktibas edilen âsâr ile, ihtiyar tâifesinin en ziyâde istedikleri nur gösteriliyor.Musîbetzedelerin ve hastaların tiryak gibi en nâfî ilâçları, eczahâne-i kudsîye-iKur’âniyede gösteriliyor. Ve ihtiyarları en ziyâde düşündüren kabir kapısı, rahmetkapısı olduğu ve idam kapısı olmadığı, o envâr-ı Kur’âniye ile gösterildi. Veçocukların nâzik kalblerinde hadsiz mesâib ve muzır eşyaya karşı gâyet kuvvetlibir nokta-i istinad ve hadsiz âmâl ve arzularına medâr bir nokta-i istimdat,Kur’ân-ı Hakımin mâdeninden çıkarıldı ve gösterildi ve bilfiil istifade ettirildi.Ve fukarâlar ve zuafâlar kısmını en ziyâde ezen ve mütessir eden hayatın ağırtekâlifi, Kur’ân-ı Hakımin hakâik-ı îmâniyesiyle hafifleştirildi.

    İşte bu beş tâife ki, Türk milletinin altı kısmından beş kısmıdır; menfaatlerineçalışıyoruz. Altıncı kısım ki, gençlerdir. Onların iyiliklerine karşı ciddîuhuvvetimiz var. Senin gibi mülhidlere karşı hiçbir cihetle dostluğumuz yok!Çünkü, ilhâda giren ve Türkün hakîki bütün mefâhir-i milliyesini taşıyanİslâmiyet milliyesinden çıkmak isteyen adamları Türk bilmiyoruz. Türk perdesialtına girmiş frenk telâkkî ediyoruz! Çünkü, yüz bin defa Türkçüyüz deyip dâvâetseler, ehl-i hakîkati kandıramazlar. Zîrâ, fiilleri, harekâtları onların dâvâlarınıtekzib ediyor.

    İşte ey frenkmeşrepler ve propagandanızla hakîki kardeşlerimi benden soğutmayaçalışan mülhidler! Bu millete menfaatiniz nedir? Birinci tâife olanehl-i takvâ ve salâhâtın nûrunu söndürüyorsunuz. Merhamete ve timâr etmeyeşâyan ikinci tâifesinin yaralarma zehir serpiyorsunuz. Ve hürmete çok lâyıkolan üçüncü tâifenin tesellîsini kırıyorsunuz, ye’s-i mutlaka atıyorsunuz. Veşefkate çok muhtaç olan dördüncü tâifenin bütün bütün kuvve-i mâneviyesinikırıyorsunuz ve hakîki insâniyetini söndürüyorsunuz. Ve muâvenet ve yardımave tesellîye çok muhtaç olan beşinci tâifenin ümitlerini, istimdatlarını akîmbırakıp, onların nazarında hayatı mevtten daha ziyâde dehşetli bir sûrete çeviriyorsunuz.İkâza ve ayılmaya çok muhtaç olan altıncı tâifesine gençlik uykusuiçinde öyle bir şarap içiriyorsunuz ki; o şarabın humarı pek elîm, pek dehşetlidir.Acaba bu mudur hamiyet-i milliyeniz ki, o hamiyet-i milliye uğrunda çok mukaddesâtı fedâ ediyorsunuz. O Türkçülük menfaati, Türklere bu sûretle midir? Yüz bin def’a el’iyâzü billâh.

    Ey efendiler! Bilirim ki, hak noktasında mağlûp olduğunuz zaman, kuvvetemürâcaat edersiniz. Kuvvet hakta olduğu, hak kuvvette olmadığı sırrıyla, dünyayıbaşıma ateş yapsanız, hakîkat-i Kur’aniyeye fedâ olan bu baş size eğilmeyecektir.Hem size bunu da haber veriyorum ki: Değil sizler gibi mahdut, mânenmillet nazarında menfur bir kısım adamlar, belki binler, sizler gibi bana maddidüşmanlık etseler, ehemmiyet vermeyeceğim ve bir kısım muzır hayvanâttanfazla kıymet vermeyeceğim. Çünkü, bana karşı ne yapacaksınız? Yapacağınıziş, ya hayatıma hâtime çekmekle veya hizmetimi bozmak sûretiyle olur. Bu ikişeyden başka dünyada alâkam yok. Hayatın başına gelen ecel ise, şuhud derecesindekatî îman etmişim ki, tagayyür etmiyor, mukadderdir. Mâdem böyledir;hak yolunda şehâdet ile ölsem, çekinmek değil, iştiyak ile bekliyorum. Bâhusus,ben ihtiyar oldum; bir seneden fazla yaşamayı zor düşünüyorum. Zâhirî birsene ömrü, şehâdet vâsıtasıyla kazanılan hadsiz bir ömr-ü bâkîye tebdil etmek,benim gibilerin en âlî bir maksadı, bir gâyesi olur. Ammâ hizmet ise,felillâhilhamd, hizmet-i Kur’âniye ve îmâniyede Cenâb-ı Hak, rahmetiyle öylekardeşleri bana vermiş ki, vefatım ile, o hizmet bir merkezde yapıldığına bedelçok merkezlerde yapılacak. Benim dilim ölüm ile susturulsa, pekçok kuvvetlidiller benim dilime bedel konuşacaklar; o hizmeti idâme ederler. Hattâ diyebilirim,nasıl ki bir tane tohum toprak altına girip ölmesiyle bir sünbül hayatınınetice verir, bir taneye bedel yüz tane vazife başına geçer; öyle de mevtim hayatımdanfazla o hizmete vâsıta olur ümidimi besliyorum.

    Mektûbat, 29. Mektup, ss. 407-412.

    Tahribatçı ehl-i bid’a iki kısımdır

    Bir kısmı, güya din hesabına, İslâmiyete sadakat namına, güya dini milliyetletakviye etmek için, “Zaafa düşmüş din şecere-i nuraniyesini milliyet toprağındadikmek, kuvvetleştirmek istiyoruz” diye, dine taraftar vaziyeti gösteriyorlar.

    İkinci kısım, millet namına, milliyet hesabına, unsuriyete kuvvet vermekfikrine binaen, “Milleti İslâmiyetle aşılamak istiyoruz” diye, bid’aları icad ediyorlar.

    Birinci kısma deriz ki:

    Ey “sadık ahmak” ıtlakına mâsadak biçare ulemâü’s-sû’ veya meczup, akılsız,cahil sufîler! Hakikat-i kâinat içinde kökü yerleşmiş ve hakaik-i kâinata köklersalmış olan şecere-i tûbâ-i İslâmiyet, mevhum, muvakkat, cüz’î, hususî, menfî,belki esassız, garazkâr, zulümkâr, zulmanî unsuriyet toprağına dikilmez. Onuoraya dikmeye çalışmak, ahmakane ve tahripkârâne, bid’akârâne bir teşebbüstür.

    İkinci kısım milliyetçilere deriz ki:

    Ey sarhoş hamiyetfuruşlar! Bir asır evvel milliyet asrı olabilirdi. Şu asır, unsuriyetasrı değil. Bolşevizm, sosyalizm meseleleri istilâ ediyor, unsuriyet fikrinikırıyor, unsuriyet asrı geçiyor. Ebedî ve daimî olan İslâmiyet milliyeti, muvakkat,dağdağalı unsuriyetle bağlanmaz ve aşılanmaz. Ve aşılamak olsa da, İslâmmilletini ifsad ettiği gibi, unsuriyet milliyetini dahi ıslah edemez, ibka edemez.

    Evet, muvakkat aşılamakta bir zevk ve bir muvakkat kuvvet görünüyor;fakat pek muvakkat ve âkıbeti hatarlıdır. Hem Türk unsurunda ebedî kabil-iiltiyam olmamak suretinde bir inşikak çıkacak. O vakit milletin kuvveti, bir şıkbir şıkkın kuvvetini kırdığı için, hiçe inecek. İki dağ birbirine karşı bir mizanın iki gözünde bulunsa, bir batman kuvvet, o iki kuvvetle oynayabilir, yukarı kaldırır,aşağı indirir.

    Mektubat, s. 419-425

    Irkçılığın ve hamiyet-i İslamiyenin mahiyetleri ve farkları

    İ’lem, eyyühe’l-azîz! Asabiyet-i câhiliye, birbirine tesânüd edip yardım edengaflet, dalâlet, riyâ ve zulmetten mürekkep bir mâcundur. Bunun için milliyetçiler,milliyeti mâbud ittihaz ediyorlar. Hamiyet-i İslâmiye ise, nûr-u îmandanin’ikâs edip dalgalanan bir ziyâdır.

    Mesnevî-i Nûriye, s. 96.

    Evet, “ene” ince bir “elif,” bir tel, farazî bir hat iken mahiyeti bilinmezse,tesettür toprağı altında neşvü nemâ bulur; gittikçe kalınlaşır, vücud-u insanınher tarafına yayılır, koca bir ejderha gibi vücüd-u insanı bel’ eder. Bütün o insan,bütün letâifi ile, âdetâ “ene” olur. Sonra nev’in enâniyeti de bir asabiyet-inev’iye ve milliye cihetiyle, o enâniyete kuvvet verip, o “ene,” o enâniyet-i neviyeyeistinad ederek şeytan gibi, Sani-i Zülcelâlin evâmirine karşı mübarezeeder. Sonra kıyas-ı binnefs suretiyle herkesi, hatta herşeyi kendine kıyas edipCenab-ı Hakkın mülkünü onlara ve esbaba taksim eder; gayet azim bir şirkedüşer; “Muhakkak ki şirk pek büyük bir zulümdür (Lokman Sûresi: 13.)”meâlini gösterir. Evet, nasıl mîrî malından kırk parayı çalan bir adam bütün hazırarkadaşlarma birer dirhem almasını kabul ile hazmedebilir; öyle de, “Kendimemalikim” diyen adam, “Herşey kendine maliktir” demeye itikad etmeyemecburdur..

    Sözler, 30. Söz, s. 496

    Hürriyetin başında Sultan Reşad’ın Rumeli seyahati münasebetiyle vilâyât-ıŞarkiye namına ben de refakat ettim. Şimendiferimizde iki mektepli mütefenninarkadaşla bir mübahese oldu. Benden sual ettiler ki, “Hamiyet-i diniye mi,yoksa hamiyet-i milliye mi daha kuvvetli, daha lâzım?” O zaman dedim:

    “Biz Müslümanlar indimizde ve yanımızda din ve milliyet bizzat müttehittir.İtibarî, zahirî, arizî bir ayrılık var. Belki din, milliyetin hayatı ve ruhudur.İkisine birbirinden ayrı ve farklı bakıldığı zaman; hamiyet-i diniye, avam vehavassa şâmil oluyor. Hamiyet-i milliye, yüzden birisine yani menâfi-i şahsiyesinimillete fedâ edene has kalır. Öyle ise, hukuk-u umumiye içinde hamiyet-idiniye esas olmalı. Hamiyet-i milliye, ona hadim ve kuvvet ve kal’ası olmalı.Hususan biz Şarklılar, Garplılar gibi değiliz. İçimizde kalplere hakim hiss-idinîdir. Kader-i ezelî ekser enbiyayı Şarkta göndermesi işaret ediyor ki, yalnızhiss-i dinî Şarkı uyandırır, terakkiye sevk eder. Asr-ı Saadet ve Tabiîn, bununbir bürhan-ı kat’isidir.

    “Ey bu hamiyet-i diniye ve milliyeden hangisine daha ziyade ehemmiyetvermek lâzım geldiğini soran bu şimendifer denilen medrese-i seyyarede dersarkadaşlarım! Ve şimdi, zamanın şimendiferinde istikbal tarafına bizimle berabergiden bütün mektepliler! Size de derim ki:

    “’Hamiyet-i diniye ve İslâmiyet milliyeti, Türk ve Arap içinde tamamiylemeczolmuş ve kabil-i tefrik olamaz bir hale gelmiş. Hamiyet-i İslâmiye, enkuvvetli ve metin ve Arştan gelmiş bir zincir-i nurânidir. Kırılmaz ve kopmaz bir urvetü’l-vüskadır. Tahrip edilmez, mağlup olmaz bir kudsî kal’adır,’ dediğim vakit o iki mektep muallimleri bana dediler: ‘Delilin nedir? Bu büyük davayabüyük bir hüccet ve gayet kuvvetli bir delil lâzım. Delil nedir?”

    Birden şimendiferimiz tünelden çıktı. Biz de başımızı çıkardık, penceredenbaktık. Altı yaşına girmemiş bir çocuğu şimendiferin tam geçeceği yolun yanındadurmuş gördük. O iki muallim arkadaşlarıma dedim:

    “İşte bu çocuk lisan-ı haliyle sualimize tam cevap veriyor. Benim bedelimeo masum çocuk bu seyyar medresemizde üstadımız olsun. Işte lisanı hali bugelecek hakikati der:

    “Bakınız, bu dabbetü’l-arz, dehşetli hücum ve gürültüsü ve bağırmasıylave tünel deliğinden çıkıp hücum ettiği dakikada geçeceği yolda, bir metre yakınlıktao çocuk duruyor. O dabbetü’l-arz tehdidiyle ve hücumunun tahakkümüylebağırarak tehdit ediyor: ‘Bana rastgelenlerin vay haline’ dediği halde, omasum, yolunda duruyor. Mükemmel bir hürriyet ve harika bir cesaret ve kahramanlıklabeş para onun tehdidine ehemmiyet vermiyor. Bu dabbetü’l-arzınhücumunu istihfaf ediyor ve kahramancıklığıyla diyor: ‘Ey şimendifer! Sen ra’dve gökgürültiisü gibi bağırmanla beni korkutamazsın!’

    Sebat ve metanetinin lisan-ı hali ile gûya der: “Ey şimendifer, sen bir nizamınesirisin. Senin gem’in, senin dizginin, seni gezdirenin elindedir. Seninbana tecâvüz etmen haddin değil. Beni istibdâdın altına alamazsın. Haydi, yolundagit, kumandanını izniyle yolundan geç!”

    İşte ey bu şimendefirdeki arkadaşlarım ve elli sene sonra fenlere çalışankardeşlerim! Bu mâsum çocuğun yerinde Rüstem-i İranî ve Herkül-ü Yunanîo acip kahramanlıkları ile beraber tayy-ı zaman ederek, o çocuk yerinde buradabulunduklarını farz ediniz. Onların zamanında şimendifer olmadığı için,elbette şimendiferin bir intizam ile hareket ettiğine bir itikatları olmayacak.Birden bu tünel deliğinden, başında ateş, nefesi gök gürültüsü gibi, gözlerindeelektrik berkleri olduğu halde birden çıkan şimendiferin dehşetli tehdidhücumu ile Rüstem ve Herkül tarafına koşmasına karşı, o iki kahraman nekadar korkacaklar, ne kadar kaçacaklar!.. O harika cesareti ile bin metredenfazla kaçacaklar. Bakınız, nasıl bir dabbetü’l-arzın tehdidine karşı hürriyetleri,cesaretleri mahvolur. Kaçmaktan başka çare bulamıyorlar. Çünkü onlar, onunkumandanına ve intizamına itikad etmedikleri için, mûtî bir merkep zannetmiyorlar.Belki gayet müthiş, parçalayıcı, vagon cesametinde yirmi arslanı arkasınatakmış bir nev’i arslan tevehhüm ederler.

    Ey kardeşlerim ve ey elli sene sonra bu sözleri işiten arkadaşlarım! İşte âltıyaşına girmeyen bu çocuğa o iki kahramandan ziyade cesaret ve hürriyet verenve çok mertebe onların fevkında bir emniyet ve korkmamak haletini veren;o masumun kalbinde hakikatin bir çekirdeği olan şimendiferin intizamına vedizgini bir kumandanın elinde bulunduğuna ve cereyanı bir intizam altındave birisi onu kendi hesabıyle gezdirmesine olan itikadı ve itminanı ve imanıdır.Ve o iki kahramanı gayet korkutan ve vicdanlarını vehme esir eden, onların—onun kumandanırıı bilmemek ve intizamına inanmamak olan—callileneitikatsızlıklarıdır.

    Bu temsilde, o masum çocuğun imanından gelen kahramanlık gibi, senedeİslâm taifelerinin birkaç aşiretinin (Türk ve Türkleşmiş milletin)—kalbindeyerleşen iman ve itikad cihetiyle—ru-yi zeminde yüz mislinden ziyade devlet lere, milletlere karşı imanından gelen bir kahramanlıkla İslâmiyet ve kemalât-ımaneviyenin bayrağını Asya ve Afrika’da ve yarı Avrupa’da gezdiren; ve “Ölsemşehidim, öldürsem gaziyim” deyip ölümü gülerek karşılamakla beraber,dünyadaki müteselsil düşman hadisatlara karşı da, hatta mikroptan kuyrukluyıldızlara kadar beşerin küllî istidadına karşı düşmanlık vaziyetini alan odehşetli şimendiferlerin tehditlerine karşı, imanın kaharamanlığıyla mukabeleedip korkmayan; kaza ve kader-i İlâhiyeye karşı imanın teslimiyetiyle korkmak,dehşet almak yerinde, hikmet ve ibret ve bir nev’i saadeti dünyeviyeyi kazananbaşta Türk ve Arap taifeleri ve bütün Müslüman kabileleri—o masum çocukgibi—fevkalâde bir manevî kahramanlık gösterdikleri gösteriyor ki: İstikbalinhâkim-i mutlakı, âhirette olduğu gibi dünyada da İslâmiyet milletidir.

    Hutbe-i Sâmiye, s. 69-74.

    Nev-i beşere rahmet olan Kur’ân, ancak umumun,lâakal ekseriyetin saadetini tazammun eden birmedeniyeti kabul eder.

    Nev-i beşere rahmet olan Kur’ân, ancak umumun, lâakal ekseriyetin saadetinitazammun eden bir medeniyeti kabul eder. Medeniyet-i hazıra, beş menfiesas üzerine teessüs etmiştir:

    Nokta-i istinadı kuvvettir. O ise, şe’ni tecavüzdür.

    Hedef-i kastı menfaattir. O ise, şe’ni tezâhumdur.

    Hayatta düsturu cidaldir. O ise, şe’ni tenâzudur.

    Kitleler mâbeynindeki rabıtası, âhari yutmakla beslenen unsuriyet ve menfimilliyettir. O ise, şe’ni müthiş tesâdümdür.

    Cazibedar hizmeti, hevâ ve hevesi teşcî ve arzularını tatmindir. O hevâ ise,insanın mesh-i mânevîsine sebeptir.

    Şeriat-ı Ahmediyenin (a.s.m.) tazammun ettiği ve emrettiği medeniyet ise:

    Nokta-i istinadı, kuvvete bedel, haktır ki, şe’ni adalet ve tevâzündür.

    Hedefi de, menfaat yerine fazilettir ki, şe’ni muhabbet ve tecâzüptür.

    Cihetü’l-vahdet de, unsuriyet ve milliyet yerine, rabıta-i dinî ve vatanî vesınıfîdir ki, şe’ni samimî uhuvvet ve müsalemet ve haricin tecavüzüne karşıyalnız tedâfüdür.

    Hayatta, düstur-u cidal yerine düstur-u teâvündür ki, şe’ni ittihad ve tesanüttür.

    Hevâ yerine hüdâdır ki, şe’ni insaniyeten terakki ve ruhen tekâmüldür. Hayatta, düstur-u cidal yerine düstur-u teâvündür ki, şe’ni ittihad ve tesanüttür.

    Hevâ yerine hüdâdır ki, şe’ni insaniyeten terakki ve ruhen tekâmüldür.

    Mevcudiyetimizin hâmisi olan İslâmiyetten elini gevşetme, dört elle sarıl.Yoksa mahvolursun.

    Mektubat, s. 458.

    Milliyetimizin rûhu İslâmiyettir

    Suâl: “İstibdat nedir; meşrûtiyet nedir?”

    Cevap: İstibdat tahakkümdür, muâmele-i keyfiyedir, kuvvete istinad ilecebirdir, rey-i vâhiddir, sû-i istimâlâta gâyet müsâit bir zemindir, zulmün temelidir,insâniyetin mâhisidir. Sefâlet derelerinin esfel-i sâfilînine insanı tekerlendirenve âlem-i İslâmiyeti zillet ve sefâlete düşürttüren ve ağrâz ve husûmetiuyandıran ve İslâmiyeti zehirlendiren, hattâ herşeye sirâyet ile zehrini atan, oderece ihtilâfâtı beyne’l-İslâm îkâ edip, Mûtezile, Cebriye, Mürcie gibi dalâletfırkalarını tevlid eden, istibdattır.

    Evet, taklidin pederi ve istibdâd-ı siyâsînin veledi olan istibdâd-ı ilmîdirki, Cebriye, Râfıziye, Mûtezile gibi İslâmiyeti müşevveş eden fırkaları tevlidetmiştir.

    Suâl: “İstibdat bu derece bir semm-i katil olduğunu bilmezdik. Lehü’1-hamd, parçalandı. Onu esâsiyle tedâvi edecek olan tiryâk-ı meşrûtiyeti bizetârif et.”

    Cevap: Bâzı memurların ef’ali, adem-i ülfetten dolayı size yanlış dersgösterdiği ve şiddetten neş’et eden müşevveşiyetle hâl-i hazırdan fehmettiğinizmeşrûtiyeti tefsir etmeyeceğim. Belki hükümetin hedef-i maksadı olanmeşrûtiyet-i meşrûâyı beyân edeceğim.

    İşte, meşrûtiyet

    âyet-i kerîmelerinin tecellîsidir ve meşveret-i şer’iyedir. O vücud-unûrânînin kuvvete bedel, hayatı haktır, kalbi mârifettir, lisânı muhabbettir, aklıkânundur, şahıs değildir.

    Evet, meşrûtiyet hâkimiyet-i millettir; siz dahi hâkim oldunuz. Umumakvâmın sebeb-i saadetidir; siz de saadete gideceksiniz. Bütün eşvâk vehissiyât-ı âliyeyi uyandırır; uyku bes, siz de uyanınız. İnsanı hayvanlıktan kurtarır;siz de tam insan olunuz. İslâmiyetin bahtını, Asya’nın tâliini açacaktır.Size müjde. Bizim devleti ömr-ü ebedîye mazhar eder. Milletin bekâsıyla ibkâedecek; siz daha me’yus olmayınız. Bir ince tel gibi her tarafa hevâ ve hevesintehyîci ile çevrilmeye müstaid olan rey-i vâhid-i istibdâdı lâyetezelzel bir demirdirek gibi, lâyetefellel bir elmas kılınç gibi olan efkâr-ı âmmeye tebdil eder; sizde, sefine-i Nuh gibi emniyet ediniz. Herkesi bir padişah hükmüne getiriyor;siz de hürriyetperverlikle padişah olmaya gayret ediniz. Esâs-ı insâniyet olancüz’-ü ihtiyârı temin eder, âzâd eder; siz de câmid olmaya râzı olmayınız. Üçyüz milyondan ziyâde ehl-i İslâmı bir aşîret gibi birbirıne rapteder; siz de orâbıtayı muhâfaza ediniz. Zîrâ meşveret perdeyi attı; milliyet göründü, hareketegeldi. Milliyet içinde İslâmiyet ışıklandı, ihtizâza geldi. Zîrâ, milliyetimizinrûhu İslâmiyettir; hakîki ve nisbî ve izâfiden mürekkeptir. Başka millete benzemiyoruz.

    Münazarat, s. 24

    Ruhun bedende yaşaması için insana verilen 3 temel duygu:Kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye, kuvve-i akliye vebunların mertebeleri

    Sırat-ı müstakim şecaat, iffet, hikmetin mezcinden ve hülasasından hasılolan adl ve adalete işarettir. Şöyle ki:

    Tagayyür, inkılap ve felaketlere maruz ve muhtaç şu insan bedeninde iskanedilen ruhun yaşayabilmesi için üç kuvvet ihdas edilmiştir. Bu kuvvetlerin,birincisi, menfaatleri celp ve cezb için kuvve-i şeheviye-i behimiye, ikincisi,zararlı şeyleri def için kuvve-i sebuiye-i gadabiye, üçüncüsü, nef’ ve zararı, iyive kötüyü birbirinden temyiz için kuvve-i akliye-i melekiyedir.

    Lakin, insandaki bu kuvvetlere şeriatça bir had ve bir nihayet tayin edilmişsede, fıtraten tayin edilmemiş olduğundan, bu kuvvetlerin herbirisi, tefrit,vasat, ifrat namıyla üç mertebeye ayrılırlar. Mesela, kuvve-i şeheviyenin tefritmertebesi humuddur ki, ne helale ve ne de harama şehveti, iştihası yoktur. İfratmertebesi fücurdur ki, namusları ve ırzları payimal etmek iştihasında olur. Vasatmertebesi ise iffettir ki, helaline şehveti var, harama yoktur.

    İhtar: Kuvve-i şeheviyenin yemek, içmek, uyumak ve konuşmak gibi füruatındada bu üç mertebe mevcuttur.

    Ve keza, kuvve-i gadabiyenin tefrit mertebesi, cebanettir ki korkulmayanşeylerden bile korkar. İfrat mertebesi tehevvürdür ki, ne maddi ve ne manevihiçbir şeyden korkmaz. Bütün istibdadlar, tahakkümler, zulümler bu mertebeninmahsulüdür. Vasat mertebesi ise şecaattir ki, hukuk-u diniye ve dünyeviyesiiçin canını feda eder, meşru olmayan şeylere karışmaz.

    İhtar: Bu kuvve-i gadabiyenin füruatında da şu üç mertebenin yeri vardır.

    Ve keza, kuvve-i akliyenin tefrit mertebesi gabavettir ki, hiçbir şeyden haberiolmaz. İfrat mertebesi cerbezedir ki, hakkı batıl, batılı hak suretinde gösterecekkadar aldatıcı bir zekaya malik olur. Vasat mertebesi ise hikmettir ki,hakkı hak bilir, imtisal eder; batılı batıl bilir, içtinap eder.

    İhtar: Bu kuvvetin şu üç mertebeye inkısamı gibi, füruatı da o üç mertebeyihavidir. Mesela, halk-ı ef’al meselesinde Cebr mezhebi ifrattır ki, bütün bütüninsanı mahrum eder. İtizal mezhebi de tefrittir ki, tesiri insana verir. Ehl-iSünnet mezhebi vasattır. Çünkü bu mezhep, beyne-beynedir ki, o fiillerin bidayetiniirade-i cüz’iyeye, nihayetini irade-i külliyeye veriyor. Ve keza, itikaddada tatil ifrattır, teşbih tefrittir, tevhid vasattır.

    Hülasa: Şu dokuz mertebenin altısı zulümdür, üçü adl ve adalettir. Sırat-ımüstakimden murad, şu üç mertebedir.

    İşârât’ül-İ’câz, 29-30.

    Milletler farklı ahlakî özelliklere sahiptir

    Gazeteler iki kıyas-ı fâsid cihetiyle ve haysiyet kırıcı bir neşriyat ile ahlâk-ıIslâmiyeyi sarstılar. Ve efkâr-ı umumîyeyi perişan ettiler. Ben de gazetelerle,onları reddeden makaleler neşrettim. Dedim ki:

    Ey gazeteciler! Edipler edeplí olmalı, hem de edeb-i İslâmiye ile müteeddipolmalı. Ve onlann sözleri, kalb-i umumî-i müşterek-i milletten bîtarafaneçıkmalı. Ve matbuat nizamnamesini, vicdanınızdaki hiss-i diyanet ve niyet-ihâlisa tanzim etmeli. Halbuki, siz iki kıyâs-ı fâsidle, yâni taşrayı İstanbul’a veİstanbul’u Avrupa’ya kıyas ederek efkâr-ı umumiyeyi bataklığa düşürdünüz. Veşahsî garazları ve fikr-i intikamı uyandırdınız. Zira; elif-bâ okumayan çocuğafelsefe-i tabîiye dersi verilmez. Ve erkeğe tiyatrocu karı libâsı yakışmaz: VeAvrupa’nın hissiyatı, İstanbul’da tatbik olunmaz. Akvâmın ihtilâfı, mekânlarınve aktârın tehâlüfü, zamanların ve asırların ihtilâfı gibidir. Birisinin libası, ötekininendamına gelmez. Demek Fransız Büyük İhtilâli, bize tamamen hareketdüsturu olamaz. Yanlışlık, tatbik-i nazariyat ve muktezâ-yı hali düşünmemektençıkar.

    Divan-ı Harb-i Örfi, 25-26.

    Tarafgirlik, inat ve haset duygularına kapılıp Müslümanlarakin ve düşmanlık beslemenin yanlışlığı

    Mü’minlerde nifak ve şikak, kin ve adavete sebebiyet veren tarafgirlik veinat ve haset, hakikatçe ve hikmetçe ve insaniyet-i kübra olan İslâmiyetçe vehayat-ı şahsiyece ve hayat-ı içtimaiyece ve hayat-ı maneviyece çirkin ve merduttur,muzır ve zulümdür ve hayat-ı beşeriye için zehirdir.

    Şu hakikatin gayet çok vücuhundan altı veçhini beyan ederiz.

    Birinci Vecih

    Hakikat nazarında zulümdür.

    Ey mü’mine kin ve adavet besleyen insafsız adam! Nasıl ki, sen bir gemideveya bir hanede bulunsan, seninle beraber dokuz masum ile bir cani var. O gemiyigark ve o haneyi ihrak etmeye çalışan bir adamın ne derece zulmettiğinibilirsin. Ve zalimliğini, semavata işittirecek derecede bağıracaksın. Hattâ birtekmasum, dokuz cani olsa, yine o gemi hiçbir kanun-u adaletle batırılmaz.

    Aynen öyle de, sen, bir hane-i Rabbaniye ve bir sefine-i İlâhiye olan birmü’minin vücudunda, iman ve İslâmiyet ve komşuluk gibi, dokuz değil, belkiyirmi sıfat-ı masume varken, sana muzır olan ve hoşuna gitmeyen bir cani sıfatıyüzünden ona kin ve adavet bağlamakla o hane-i maneviye-i vücudun manengark ve ihrakına, tahrip ve batmasına teşebbüs veya arzu etmen, onun gibi şenîve gaddar bir zulümdür.

    İkinci Vecih

    Hem hikmet nazarında dahi zulümdür. Zira malûmdur ki, adavet ve muhabbet,nur ve zulmet gibi zıttırlar. İkisi, mana-yı hakikîsinde olarak berabercem olamazlar.

    Eğer muhabbet, kendi esbabının rüçhaniyetine göre bir kalpte hakikî bulunsa,o vakit adavet mecazî olur, acımak suretine inkılâp eder. Evet, mü’min,kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle değil,belki lütufla ıslahına çalışır. Onun için, nass-ı hadisle, “Üç günden fazla mü’min mü’mine küsüp kat-ı mükâleme etmeyecek.” Eğer esbab-ı adavet galebe çalıp,adavet, hakikatiyle bir kalpte bulunsa, o vakit muhabbet mecazî olur, tasannuve temellük suretine girer.

    Ey insafsız adam! Şimdi bak ki, mü’min kardeşine kin ve adavet ne kadarzulümdür. Çünkü, nasıl ki sen âdi, küçük taşları Kâbe’den daha ehemmiyetli veCebel-i Uhud’dan daha büyük desen, çirkin bir akılsızlık edersin. Aynen öylede, Kâbe hürmetinde olan iman ve Cebel-i Uhud azametinde olan İslâmiyetgibi çok evsaf-ı İslâmiye muhabbeti ve ittifakı istediği hâlde, mü’mine karşıadavete sebebiyet veren ve âdi taşlar hükmünde olan bazı kusuratı iman veİslâmiyete tercih etmek, o derece insafsızlık ve akılsızlık ve pek büyük bir zulümolduğunu, aklın varsa anlarsın.

    Evet, tevhid-i imanî, elbette tevhid-i kulûbu ister. Ve vahdet-i itikat dahi,vahdet-i içtimaiyeyi iktiza eder.

    Evet, inkâr edemezsin ki, sen bir adamla beraber bir taburda bulunmakla, oadama karşı dostâne bir rabıta anlarsın; ve bir kumandanın emri altında beraberbulunduğunuzdan, arkadaşâne bir alâka telâkki edersin. Ve bir memleketteberaber bulunmakla, uhuvvetkârâne bir münasebet hissedersin. Halbuki, imanınverdiği nur ve şuurla ve sana gösterdiği ve bildirdiği esma-i İlâhiye adedincevahdet alâkaları ve ittifak rabıtaları ve uhuvvet münasebetleri var.

    Meselâ, her ikinizin Hâlıkınız bir, Mâlikiniz bir, Mâbudunuz bir, Râzıkınızbir, bir, bir; bine kadar bir, bir.

    Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir, bir, bir, yüze kadar bir, bir.

    Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir, ona kadar bir, bir.

    Bu kadar bir birler vahdet ve tevhidi, vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvvetiiktiza ettiği ve kâinatı ve küreleri birbirine bağlayacak manevî zincirler bulunduklarıhâlde, şikak ve nifaka, kin ve adavete sebebiyet veren örümcek ağı gibiehemmiyetsiz ve sebatsız şeyleri tercih edip mü’mine karşı hakikî adavet etmekve kin bağlamak, ne kadar o rabıta-i vahdete bir hürmetsizlik ve o esbab-ı muhabbetekarşı bir istihfaf ve o münasebat-ı uhuvvete karşı ne derece bir zulümve i’tisaf olduğunu, kalbin ölmemişse, aklın sönmemişse anlarsın.

    Mektubat, s. 442.

    Sosyal hayatı güven altına alan ve insanlığısaadete götüren sevgidir

    [Düşmanlığı sevgiye tercih etmemek

    Bütün hayatımda, hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeden kat’î bildiğim ve tahkikatlarınbana verdiği netice şudur ki:

    Muhabbete en lâyık şey muhabbettir; ve husumete en lâyık sıfat husumettir.Yani, hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi temin eden ve saadete sevk eden muhabbetve sevmek sıfatı, en ziyade sevilmeye ve muhabbete lâyıktır. Ve hayat-ıiçtimaiye-i beşeriyeyi zirüzeber eden düşmanlık ve adavet, her şeyden ziyadenefrete ve adavete ve ondan çekilmeye müstahak ve çirkin ve muzır bir sıfattır…Şöyle ki:

    Husumet ve adavetin vakti bitti. İki harb-i umumî adavetin ne kadar fenave tahrip edici ve dehşetli zulüm olduğunu gösterdi. İçinde hiçbir fayda olmadığıtezahür etti. Öyleyse, düşmanlarımızın seyyiatı -tecavüz olmamak şartıyla- adavetinizi celp etmesin. Cehennem ve azab-ı İlâhî kâfidir onlara…

    Bazen insanın gururu ve nefisperestliği, şuursuz olarak, ehl-i imana karşıhaksız olarak adavet eder; kendini haklı zanneder. Hâlbuki, bu husumet veadavetle, ehl-i imana karşı muhabbete vesile olan iman, İslâmiyet ve cinsiyetgibi kuvvetli esbabı istihfaf etmektir, kıymetlerini tenzil etmektir.

    Adavetin ehemmiyetsiz esbaplarını, muhabbetin dağ gibi sebeplerine tercihetmek gibi bir divaneliktir.

    Madem muhabbet adavete zıttır; ziya ve zulmet gibi hakikî içtima edemezler.Hangisinin esbabı galip ise, o hakikatiyle kalbde bulunacak; onun zıddıhakikatiyle olmayacak. Meselâ, muhabbet hakikatiyle bulunsa, o vakit adâvetşefkate, acımaya inkılâp eder. Ehl-i imana karşı vaziyet budur. Yahut adavet hakikatiylekalpte bulunsa, o vakit muhabbet, mümaşat ve karışmamak, zahirendost olmak suretine döner. Bu ise tecavüz etmeyen ehl-i dalâlete karşı olabilir.

    Evet, muhabbetin sebepleri, iman, İslâmiyet, cinsiyet ve insaniyet gibinuranî, kuvvetli zincirler ve manevî kalelerdir. Adavetin sebepleri, ehl-i imanakarşı küçük taşlar gibi bir kısım hususî sebeplerdir. Öyleyse, bir Müslümanahakikî adavet eden, o dağ gibi muhabbet esbaplarını istihfaf etmek hükmündebüyük bir hatâdır.

    Elhasıl: Muhabbet, uhuvvet, sevmek, İslâmiyetin mizacıdır, rabıtasıdır.Ehl-i adavet, mizacı bozulmuş bir çocuğa benziyor ki, ağlamak ister; bir şeyarıyor ki onunla ağlasın. Sinek kanadı kadar ehemmiyetsiz bir şey ağlamasınabahane olur. Hem insafsız, bedbin bir adama benzer ki, suizan mümkün oldukçahüsnüzan etmez. Bir seyyie ile on haseneyi örter. Bu ise, seciye-i İslâmiyeolan insaf ve hüsn-ü zan bunu reddeder.

    Hutbe-i Şamiye, s. 56-59.

    Toplum barışı için sevgi üzerine hareket şarttır.

    Muhabbet-i din saikasıyla teşekkül eden cemaatlerin iki şartla umumunutebrik ve onlarla ittihat ederiz.

    Birinci şart: Hürriyet-i şer’iyeyi ve asayişi muhafaza etmektir.

    İkinci şart: Muhabbet üzerinde hareket etmek, başka cemiyete leke sürmeklekendisine kıymet vermeye çalışmamak; birinde hata bulunsa, müfti-iümmet olan cemiyet-i ulemaya havale etmektir.

    Hutbe-i Şamiye, s. 104.

    Dipnotlar:

    [1] 1. “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık; sonra da, birbirinizi tanıyasınız diye milletlere ve kabilelere ayırdık.” Hucurat Sûresi, 49:13.

    [2] 2. Bu ibare, İslâmiyet öncesi câhiliye âdetlerine dönmekten men eden hadislerden iktibas edilmiştir. Bu mevzudabirçok hadis-i şerif rivayet edilmiştir. Bunlardan birisi şöyledir: “İslâm dini kendinden önceki bâtıl olanfiil, hareket, âdet ve inanışları keser, kaldırır.” Buharî, Ahkâm: 4, İmâra: 36, 37; Ebû Dâvud, Sünnet: 5; Tirmizî,Cihâd: 28, İlim: 16, Nesâî, Bey’a: 26; İbni Mâce, Cihad: 39; Müsned, 4: 69, 70, 199, 204, 205, 5:381, 6:402,403.

    [3] 3. “Kâfirler, kalblerine cahiliyet taassubundan ibaret olan o gayreti yerleştirdiklerinde, Allah, Resulünün ve mü’minlerin üzerine sükûnet ve emniyetini indirdi ve onlara takvâda ve sözlerine bağlılıkta sebat verdi. Zaten onlar buna lâyık ve ehil kimselerdi. Allah ise herşeyi hakkıyla bilir.” Fetih Sûresi, 48:26.

    [4] 4. “Allah öyle bir topluluk getirecektir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever. Onlar mü’minlere karşı alçakgönüllü, kâfirlere karşı izzet sahibidirler ve Allah yolunda cihad ederler.” Mâide Sûresi, 5:54.

    [5] 5. “Akıl etmiyorlar mı? Tefekkür etmiyorlar mı? İyice düşünmüyorlar mı?”

    [6]6. “Onlar hahamlarını ve papazlarını kendilerine Allah’tan başka rab edindiler.” Tevbe Sûresi, 9:31.

    Dipnotlar:

    [1] 1. “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık; sonra da, birbirinizi tanıyasınız diye milletlere ve kabilelere ayırdık.” Hucurat Sûresi, 49:13.

    [2] 2. Bu ibare, İslâmiyet öncesi câhiliye âdetlerine dönmekten men eden hadislerden iktibas edilmiştir. Bu mevzudabirçok hadis-i şerif rivayet edilmiştir. Bunlardan birisi şöyledir: “İslâm dini kendinden önceki bâtıl olanfiil, hareket, âdet ve inanışları keser, kaldırır.” Buharî, Ahkâm: 4, İmâra: 36, 37; Ebû Dâvud, Sünnet: 5; Tirmizî,Cihâd: 28, İlim: 16, Nesâî, Bey’a: 26; İbni Mâce, Cihad: 39; Müsned, 4: 69, 70, 199, 204, 205, 5:381, 6:402,403.

    [3] 3. “Kâfirler, kalblerine cahiliyet taassubundan ibaret olan o gayreti yerleştirdiklerinde, Allah, Resulünün ve mü’minlerin üzerine sükûnet ve emniyetini indirdi ve onlara takvâda ve sözlerine bağlılıkta sebat verdi. Zaten onlar buna lâyık ve ehil kimselerdi. Allah ise herşeyi hakkıyla bilir.” Fetih Sûresi, 48:26.

    [4] 4. “Allah öyle bir topluluk getirecektir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever. Onlar mü’minlere karşı alçakgönüllü, kâfirlere karşı izzet sahibidirler ve Allah yolunda cihad ederler.” Mâide Sûresi, 5:54.

    [5] 5. “Akıl etmiyorlar mı? Tefekkür etmiyorlar mı? İyice düşünmüyorlar mı?”

    [6]6. “Onlar hahamlarını ve papazlarını kendilerine Allah’tan başka rab edindiler.” Tevbe Sûresi, 9:31.