Köprü Anasayfa

İnsanî Değerler, Toplumsal Barış, Milliyet ve Milliyetçilik

"Güz 2013" 124. Sayı

  • Toplumsal Barış İçin Vicdan Terbiyesi

    Training of Conscience for Social Peace

    Veysel Kasar

    Yrd. Doç. Dr. Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

    Giriş

    Ülkemizde insanların, ekonomik, sosyal ve eğitim seviyeleri bir hayliyükseldi. İletişim araçları insanları hiç yalnız bırakmıyor. Televizyon ve internetininsanları kuşattığı bir ortamdayız.

    Ancak, teknolojik gelişmelere paralel olarak, cemiyeti huzursuz edenhadiseler de artmaktadır. İçki tüketimi, uyuşturucu kullanımı, gençler arasımeşru olmayan birliktelikler, aile dramları, intiharlar, su-i kastlar ve kandavası kabilinden örfler, vicdanları rahatsız etmektedir.

    Bu tablo, Kur’anî ve İslamî ölçüleri bilmeyen hasta ruhlar üstünde telkinve taklit etkisi gösteriyor. Trafik terörü, insan ilişkilerinde şiddet, boşanmalarınartması, ticarî hayattaki hileler vb. sosyal hastalıklar, vicdanlarınciddi şekilde yaralı olduğunu gösteriyor.

    Bu çalışmada cemiyette huzur ve barış için vicdanın anlamı, insanınahlakî hayatındaki etkisi ve vicdanın dinî yaşantımızdaki önemi incelenecektir.

    Vicdan ve şuur

    Vicdan Arapça, v-c-d kök fiiline bağlı, bulmak anlamında bir mastardır.Vicdanla en yakın ilgisi olan bir kavram şuurdur. Şuur, nefiste ortaya çıkanani ve kesin kavrayış anlamına gelir. Tanımlarına dikkat edilirse, vicdanın,şuurun anlaşılması ile yakından ilgili olduğu görülüyor. Bu yüzden, vicdanın aktif hale getirilmesi için, şuurun da incelenmesinin gerekli olduğunudüşünüyoruz.

    Şuur, “Duyuların dış âlemden aldıklarını, kalbin birleştirmesi sonucuedinilen bilgi” diye tanımlanır.

    Şuur kelimesi Arapçadır. İnce anlayış, fetanet ve bilgi inceliğine sahipolmak anlamındadır. Kelime ve kavramlar arası ince ilişkileri tespit edipdüzenleyen kişiye bu sebeple şair denmiştir. Şa’r hissetmek, fark etmek demektir.Meşairu’l hacc, haccın insanın beş duyusu ile hissedilen erkânınıifade eder.

    Yaşama, yeme-içme ve çeşitli duygular, canlıların ortak özellikleri iken,şuur sadece akıl sahiplerine aittir. Psikolojide şuur, “belirli bir zaman sınırıiçerisinde insanın yaşantısından haberdar olması”dır. Bilginin ancak şuuretmekle elde edilmesine işaretle, kelimenin, Latince karşılığı olan “conscientia”,“bilgiyle donatılmış olmak” anlamına gelmektedir. Sağlıklı iletişimiçin gerekli olan şartların en üst düzeyinde şuur yer almaktadır.

    Şuur ve vicdanın işler halde olması için insanın eğitimi devreye girmektedir.Eğitim olmalı ki, şuur ve vicdan vazifesini yapabilsinler.

    İnsan tabiatı ve vicdan eğitimi

    Eğitimciler, geçmişte, insanın eğitilebilir olup-olmamasını tartışmışlar;bir kesim, insanın doğuştan getirdiği karakterlerin değişmeyeceğini iddiaetmiştir. Bazıları da insanın eğitilmesi ile doğuştan getirdiği nitelik ve karakterlerindeğişme imkanı olduğunu söylemişlerdir. Eğitimin gücüne inananbu pedagoglar, “bir cani, cani olarak doğmaz, insan telkine açıktır. Herinsanda taklit kabiliyeti vardır,” demişlerdir. Günümüzde herkes, eğitimingücünü kabul etmektedir. İnsan ruhu, her türlü tohumu yetiştirecek bir tarlaya,çocuğun zihni, her şeklin verilebileceği bir balmumuna, ya da her türlüyazının yazılabileceği boş bir levhaya (tabula rasa) benzetilmektedir.

    Çünkü, “Eğitim ruhsal yönden insanı şekillendirir. Ve insanın iç dinamizmineyardımcı olur. İnsanoğlunun mücadelesinde en büyük desteği eğitimsağlar. İnsanın doğuştan getirdiği kabiliyetlerin, özellikle ruhsal gücün,kendi kendine yeterli olması için ortaya koyduğu çabalara rehberlik eder.”

    İnsanın ruhsal gücünün önemli bir kısmını vicdan meydana getirir. Eğitiminde asıl hedefi insandaki vicdan hassasının şekillenmesi olmalıdır. Vicdanınnasıl eğitildiği, eğitilmesi gerektiği onun mahiyeti ile ilgilidir.

    Vicdan da terbiye edilebilir mi? Buna ihtiyaç var mı? Said Nursi’ye göredini ilimler aklî bürhanlara (akılla reddi imkânsız delillere) dayanır. Dinimizise insanın bedeni, sosyal hayatı ve şehir düzeni ile ilgili hükümlergetirmiştir. Vicdan ise insanın ruhî hayatı ile ilgilidir. Kur’an ve sünnetteinsanın, irade, akıl, ruh ve kalbinin eğitimini hedef alan güzel ahlak esasları,kalbin kemal sıfatlarla bezenmesi vicdan eğitimini oluşturur.

    Ona göre, “bir kalb ve vicdan fezâil-i İslâmiye ile mütezeyyin olmazsa,ondan hakikî hamiyet ve sadakat ve adalet beklenilmez.”

    Vicdan’ın mahiyeti ve hakikat aşkı

    Vicdan, Said Nursi’ye göre, acip bir hatiptir. O Allah’ın birliğine şahittir.Gayb ve şehadet âleminin kesişme noktasında bulunur. Ona göre vicdan “fıtrat-ı zîşuurdur. Evet, fıtrat ve vicdan akla bir penceredir; tevhidin şuâını (parıltısını) neşrederler.”

    Bu ifadelerden şunlar anlaşılabilir: Vicdan, şuur sahibi bir yaratılıştır.O gerçekleri anlamak için akla pencere açar. İnsan şuurla ve vicdanına kulakvererek, kâinatı okursa, Allah’ın şehadet âlemindeki kudretinin izlerinigörür. Her yerde ve her şeyde tevhidin parladığını idrak eder. Allah’a imanbu açıdan, insan için tabii ve fıtrî bir hâldir; fıtratın sesine kulak vermektir.Müellifin şu cümleleri de bunu gerçeği açmaktadır:

    “Akıl tâtil-i eşgal etse de,…vicdan Sânii unutamaz. Kendi nefsini inkâretse de onu görür. Onu düşünür. Ona müteveccihtir.”

    İnsanın heva ve hevesi tesirine girerse, bu hisler aklı etkisiz kılabilir.Ancak günahlar gerçeği bulma yolunda vicdanı tamamen devreden çıkaramaz.Nice katiller, 10-15 yıl sonra kendini ihbar ediyor. Ceza çekmek içindevlete teslim oluyorlar. İnsanı adalete teslim eden bu müeyyide, vicdandır.

    “Şu fıtrattaki incizap ve cezbe, bir hakikat-i câzibedarın cezbiyledir.”Fıtratı bu arayışa sevk eden, bütün gerçekleri yaratan ve insana da bu aşkıyerleştiren Âlemlerin yaratıcısı olan Allah’tır.(c.c.)

    İnsanın vicdanı böyle bir ulviyete sahipken, eğitim, yönlendirme, başkafaktörler vicdandaki yönelişin yolunu tıkayabilir. Bu durum, yolu kapatılansu kaynakları ve derelere benzer. Dereler ve çaylar, yolu kesilince başka birmenfez arar; bir hamle ile biriken suya yol açmak ister. Vicdan da böyledir.Gerçeği ararken, yolu kapatılırsa, “hak ve gerçek” zannı ile “batıla” sarılabilir.Müellif bu durumu şu cümleleri ile anlatmıştır:

    “İnsan fıtraten mükerrem olduğundan, hakkı arıyor. Bazen batıl elinegelir, hak zannederek koynunda saklar. Hakikatı kazarken, ihtiyarsız,bâtıl başına düşer; hakikat zannederek kafasına giydiriyor.”

    Bediüzzaman ülkemizin belirli bir döneminde, insan fıtratındaki buarayışın önünü kapatma gayretlerine dikkat çekmiş ve “insanın mükerrem”varlık olarak arayışına cevap verme hizmetine eğilmiştir.

    Vicdanın ahlâkî değeri

    Ahlak felsefesinin önemli problemlerinden biri vicdandır. Hayvanlarıiçgüdüleri, insan davranışlarını ise vicdan yönlendirir. Ahlakçıların bir kısmıvicdanı ahlâki bir değer; bir kısmı onu sadece bir duygu olarak görür.Değer olarak kabul edenlere göre “Vicdan iyiyi kötüden ayıran bizi iyiyesevk eden ve kötüden uzaklaştıran hakim bir kuvvettir.” İnsan davranışlarınıgerçekleştirirken bu güce müracaat eder, onun yargı ve kararı ileeyleme geçer. Bazı ahlâkçılar, bu sebeple vicdanı, mükemmel ayarlanmış,tartısında şaşmayan bir teraziye benzetir. Ahlak alimlerine göre, vicdanvasıtası ile bize doğru ve güzeli emreden Allah’tır. Bu tür alimlerin çoğunluğu,vicdanın ruhun bir kuvveti ve hassesi (latife) olduğunu kabul eder.

    Vicdan ruhun kuvveti ve latifesi ise, onu, bir anda çok sayıda işi becerenbir bilgisayara benzetebiliriz. Bu cihazın mükemmel olması yetmez, onuçalıştıracak işletim sistemi ve ofis programlarına ihtiyaç vardır. Aksi haldebu kuvvet, kullanılacağı yer bilinmeden üretilen yüksek voltajlı bir elektrikenerjisine döner. Bu açıdan vicdanı olgunlaştıran en önemli faktör vahiydir.Allah kelamından alınan prensipler ve Hz. Peygamberin sünneti vicdana ışık ve rehber olmalıdır. Aksi halde bizatihi önemli bir değer olan vicdan, yanlış işletim sistemi yüklenmiş bilgisayar gibi sürekli hata verebilir, ya da enerjisini fıtri ve tabii olmayan yerlere sarf edebilir.

    Kur’an’dan uzak vicdanların köreldiğini gösteren çok sayıda örnek vardır.Yalan ile doğrunun karışması sık görülen bir vicdan körelmesidir. Mü’miningıybetini yapmak, hakka duyarsız kalmak, haramları işlemeye cesaretli olupAllah’ın emir ve yasaklarına ilgisiz davranmak bunların bir kısmıdır. SaidNursî vicdanı kötürüm hale getiren ve cemiyeti şaşıya çeviren yalanla ilgilişöyle der:

    “Bu zamanda sıdk ve kizbin mabeynleri (arasında mesafe) ancak birparmak kadar vardır. Bir çarşıda ikisi de satılır. Sıdk ve yalan iman ve küfürkadar birbirinden uzak olmalı. Bunun canlı misali asr-ı saadettir. Çünküyüksek hasletler, ulvi hisler sıdkla hayat bulur ve insana yerleşir. Sıdk veyalan, şark ve garb kadar birbirinden uzak olması gerekir.

    Müslüman vicdanı dinle aydınlanır

    Bediüzzaman asrın başlarında Doğu aşiretlerine meşrutiyeti anlatmış,bu diyaloglarda Müslümanlar ile Avrupalıların temel farkına dikkat çekmiştir.Bunlardan birisi de, doğu ile batı insanı arasındaki farklardır. Doğuinsanı fıtraten dine meyillidir. Sıcak kanlıdır. Akraba ve arkadaşlığa düşkündür.Aile bağları kuvvetlidir. Cömertliği, kadirşinaslığı ve hakperestliği,belirgin özellikleridir. Bu hasletler ise İslamî hasletlerdir. Bu hasletlerile yoğrulmuş insanlara faydalı işler yaptırmak, ancak dinin kutsal gücünühatırlatmakla mümkündür. Bu sebeple şarkta eğitimde dinî esaslar mutlakayer almalıdır. Çünkü, şark milletlerini, onlara bulaşan bazı yanlışlardankurtaracak, tekrar, tarihteki yüksek mevkiine çıkaracak olan, sadece dinihissiyattır. Osmanlı topraklarındaki insanların birbirini kardeş görmesi deancak dinle mümkündür. “Ekser enbiyanın Şarkta, bir çok filozofların daBatı’da gelmesi kader-i ezelinin bir remzidir ki, Şark’ı ayağa kaldıracak olandindir.”

    “Vicdanın ziyası, ulûm-u dîniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir.İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmetipervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinden taassup, ikincisinden hile veşüphe tevellüd eder.” Bu cümleden şu anlaşılabilir:

    Dinî ilimler Kur’an’la ilişkisi ölçüsünde tesir gücüne sahip olur. ÇünküKur’an, vicdanları faydalı, hayırlı ve salih amellere teşvik edecek olankutsallığın kaynağıdır. Din adına hareket eden şahıslar, dinî hizmet verenkurumlar, Allah Kelâmı Kur’an’la irtibatı nispetinde etkili olmaktadırlar.Aksi halde beklenen tesiri bulmak mümkün olmaz. O, özellikle Şark için,“Şimdi bu kadar düşmanlara karşı birbiriyle yardımlaşma ve dayanışmayamecburuz,” diyerek bu gerçeği ifade etmiştir.

    Dinsiz bir nesilden ise vicdanın sesine kulak vermesini ummak en hafifiile saflık olur. Din ilimleri, genç nesillere, ciddi, inandırıcı, psikolojik ve sosyolojikgerçeklere uygun şekilde aktarılmalıdır. Milletin ekonomik ve sosyalihtiyaçlarının telafi edilmesi gerekli olmakla birlikte, vicdanlarda iman cevheriyer etmezse, onun yerini başka unsurlar alacaktır. Bu maksatla, Hz.Peygamberin hayatı ve Kur’an-ı Kerim’in liselere seçmeli ders olarak konması gençlerimiz ve geleceğimiz için çok hayırlı olmuştur.

    Mü’min ve Müslüman, hayatını hikmetle yaşayan insandır. Hikmet,sözde, fiilde ve ahlâkta kişinin istikamet üzere hareket etmesidir. Çünküdinin insan üzerindeki ilk meyvesi, insanın Allah’ın murakabesi altında olduğunuhissettirmesidir.

    Hz. Peygamber bir hadisinde, ‘’Hikmetin başı Allah korkusudur’’ buyurmuştur.Mü’minin her an, Allah korkusu ile istikamette kalması mümkünolmayabilir. Yanlışa düşülmesi halinde, Allah’a sığınmak ve güzel amelsarılmak gerekir.

    “Nerede olursan ol, Allah’tan sakın, bir kötülük (işlersen) hemen onunpeşi sıra bir iyilik yap ki, onu silsin. İnsanlara güzel ahlakla davran” hadisi buanlamda vicdanları körelmekten kurtaracak bir formüldür.

    Vicdanın ruhu takvadır. “İman’dan sonra Kur’an’da en sık dikkat çekilenve esas tutulan bir esas takvadır. Takva, haramlardan çekinmek, salih amellereyönelmektir.” Kur’an’a göre, takva sürekli bir vazifedir. Takva’ya göreyaşama, ölüme kadar sürer.

    “Ey iman edenler, Allah’tan nasıl korkup-sakınmak gerekiyorsa öylecekorkup-sakının ve siz, ancak Müslüman olmaktan başka (bir din ve tutumüzerinde) ölmeyin.

    Sahabiler bu ayeti okuyunca olağanüstü bir gayrete girmiş, gece namazlarıkılarken alınlarında yaralar oluşmuştur. Bilahare, “Gücünüzün yettiğikadar Allah’tan korkun.” emrinin indiği rivayet edilmiştir.

    Said Nursî vicdanın ancak din ilimleri ile aydınlanacağını ifade ederken,insanın ikinci yönünü oluşturan aklın da müspet ilimlerle tatmin olacağınıbelirtir. Vicdan ve akıl birlikteliği kamil insanı oraya çıkarır.

    Akıllar, medeniyet fenlerini öğrenmekle parıldar ve hayatın gerçekleriile doğru şekilde ilişki kurar. Dinî ilimler ile çağdaş fenleri birbirindenayırmak, insanı bölmektir. Çünkü insan ruh ve bedenden oluşan bir bütündür.Ruhun ihtiyacı din ilimleri, beden ve fizik yanının icapları da akılla vefizik dünyaya yönelmekle giderilir. Bu denklemin bozulması Said Nursî’yegöre, vicdanları tahrip etmiştir. Ortaya çıkan sonuçlardan birisi taassup, diğerihile ve şüphedir. Taassub ki, din adına yapılan yanlışlar, hurafelerdir;ülkemizde dine ve dindara bakışı ters yüz etmiş; İslamiyet’in güneş gibigerçekliğini örtmüştür. Dine yönelik yanlış bakışların ardında büyük ölçüdetaassubun bıraktığı izleri aramak gerekir. Dinî ilimlerden mahrum vicdanlarınişi olan hile ve şüphe ise, insanın, insana, Allah’a ve kâinata bakış veyaklaşımını bozmuştur. Dinî ilimden mahrum yetişen vicdanlar, sahiplerinier geç, tabiat ve çevresiyle savaşan vahşi bir hayvan derekesine düşürmüştür.Bu durum, sosyal hayatta da, bin yıldır kardeşler halinde yaşayan insanlararasına ırkçılık fitnesini başlatmıştır. Bu hatanın telafisi Said Nursî’nin başkabir eserinde şöyle ifade edilir:

    “Terakkimiz, ancak milliyetimiz olan İslâmiyet’in terakkisiyle vehakaik-i şeriatın tecellîsiyledir.”

    Ona göre bir Müslüman, İslam milletini sevmeli, Ahiret sevabına düşkünolmalı. İçinde yaşadığı insanların ilerlemesi ve İslam’ın yücelmesi içingayret göstermelidir. Vatan ve din sevgisi ile dolu olmalıdır.

    Müslümanlar, tarihte değişik ırkların kardeşliğini ancak Kur’an’ın şuemrine uymakla sağlamıştır:

    “Hep birlikten Allah’ın ipine (kitabına, dinine) sımsıkı sarılın. Parçalanıpayrılmayın. Allah’ın üzerinizdeki nimetini düşünün. Hani siz birbirinizedüşmanlar idiniz de, O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun (bu)nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tamkenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyleapaçık bildiriyor ki, doğru yola eresiniz.” (Al-i İmran, 103)

    “Allah’ın ipi”ne sarılmak, “Müslümanların Allah’ın dinini, tüm ilgilerininmerkezi yapmalarıdır.

    Yıllardan beri birbirine düşman olan, kanlı savaşlar yapan ve birbirlerinevahşi saldırılarda bulunan Evs ve Hazrec kabileleri İslâm’ı kabul ettiktensonra birbirleriyle kardeş olmuşlardı. Sadece bununla da kalmamış, tarihtehiç eşine rastlanmayacak bir şekilde Mekke’den gelen muhacirlerin rahatetmesi için emsalsiz fedakârlıklar yapmışlardı.

    Bediüzzaman 1940’larda yazdığı bir mektupta, medenileşmek-Avrupalılaşmakadı altında sahneye konan icraatlar ile, “komitecilik mayası taşıyanhabis bir ruh” sayesinde, Müslüman âleminin umumi vicdanı ve kalbîhayatının dehşetli bir yıkıma maruz kaldığını görür. Bu afet, halkın, örf veâdetleri ile ayakta duran imanlarını sarsmaktadır. Vicdanlardan dini ve mukaddeskabul edilen her şeyi söküp atmaya yönelik bu dehşetli belaya karşı,O Risale-i Nurların hedefini şöyle ifade eder:

    “Risale-i Nur, yalnız bir cüz’î tahribatı, bir küçük haneyi tamir etmiyor;belki küllî bir tahribatı ve İslâmiyeti içine alan dağlar büyüklüğünde taşlarıbulunan bir muhit kaleyi tamir ediyor. Ve yalnız hususî bir kalbi ve has birvicdanı ıslaha çalışmıyor; belki bin seneden beri tedarik ve teraküm edilenmüfsit âletlerle dehşetli rahnelenen kalb-i umumî ve efkâr-ı âmmeyi veumumun, bâhusus avâm-ı mü’minînin istinadgâhları olan İslâmî esaslar vecereyanlar ve şeâirler kırılmasıyla, bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumîyiKur’ân’ın i’câzıyla o geniş yaralarını, Kur’ân’ın ve imanın ilâçlarıyla tedavietmeye çalışıyor.”

    Bu mektuptan şu önemli sonuçlar çıkarılabilir:

    1-Risale-i Nurların hedefi ve izlediği metodu İslâm’ın çok geniş dairesindeoluşan tahribatı tamirle ilgilidir. Müellif bunu, “dağlar büyüklüğündetaşları bulunan bir kale” temsili ile ifade etmiştir. Kalenin kırılan taşları,İslam’ın istikbal nesillerine taşıyan medrese, tekke ve benzeri kurumlar ileİslami şeairdir. Kale aynı zamanda, İslâm alemi ve Müslümanların kalbî,ruhî ve vicdânî hayatlarıdır.

    2-Bu kale, asırlardır farklı tehditlere maruz kalmıştır. Kimi oryantalistlerin,bazı felsefecilerin, inkârcı akımların, batıl mezheplerin ileri sürdükleriyanlış düşünceler, Müslüman umumi efkârını ve mü’minlerin kalp ve vicdanlarınıetkilemiştir.

    Bediüzzzaman Müslümanın bozulmasını bir ehl-i kitabın bozulmasındançok daha dehşetli bir çözülme olarak görür.

    “Hem İslâmiyet sair dinlere kıyas edilmez. Bir Müslüman, İslâmiyet’tençıksa ve dinini terk etse, daha hiçbir peygamberi kabul edemez. BelkiCenâb-ı Hakkı dahi ikrar edemez ve belki hiçbir mukaddes şeyi tanımaz; belki kendinde kemâlâta medar olacak bir vicdan bulunmaz, tefessüh eder.Onun için, İslâmiyet nazarında harbî kâfirin hakk-ı hayatı var. Hariçte olsa,musalâha etse; dahilde olsa, cizye verse İslâmiyetçe hayatı mahfuzdur. Fakatmürtedin hakk-ı hayatı yoktur. Çünkü vicdanı tefessüh eder, hayat-ıiçtimaiyeye bir zehir hükmüne geçer. Halbuki, Hıristiyan’ın bir dinsizi, yinehayat-ı içtimaiyeye nâfi bir vaziyette kalabilir. Bazı mukaddesâtı kabul ederve bazı peygamberlere inanabilir ve Cenâb-ı Hakkı bir cihette tasdik edebilir.”

    Bilerek İslam’dan çıkanın durumu, cevheri ve elması terk edip, yerdekiçakıl taşlarıyla avunması gibidir. Böyle kimseler zarara rızası ile girdikleriiçin acınmaya da lâyık değillerdir. Onlara merhametle muamele etmek, keta’liku’ddüreri fi a’naki’l -bakari deyişi ile, bir ineğin boynuna gerdanlıktakmak kadar abes bir iştir. Onlar merhamete layık değillerdir.

    Mü’minlere karşı vicdan genişliği nasıl olmalıdır?

    Vicdanın önemli bir yönü de mü’minler arası ilişkilerdedir. Mü’mininvicdanı, iman, ilim, marifet ve muhabbetle doludur. Onun vicdanı,Yaratan’dan ötürü herkese karşı müsbet ilgi duyar. Mü’minin sinesi bütünkâinatı kucaklayacak bir sevgi taşır. O, madde ve cismaniyeti itibariyle sınırlı,aciz, güçsüzdür. Ancak, Allah’a itimadı, imanı, O’na olan intisabı sebebiylesonsuz ve sınırsız bir istinad ve istimdat noktasına dayanır. Vicdanıda bu nispette geniş ve huzurludur.

    Vicdanı geniş bir mü’min, insanlarla muamelelerinde Peygamberimizinsünnetine uygun bir üslup sergiler; herkesi sever, herkesin iyiliğini ister.Kendisini küçük hatalarından dolayı bile sorgular; ama başkalarının kusurlarınıgörmezlikten gelir; yakın-uzak çevresindekilerin yanlışlarını sadecenormal hallerde değil, öfkelendiği zamanlarda bile bağışlar ve en huysuzruhlarla dahi iyi geçinmesini bilir.

    Müslümanları İslâmî ve insanî sıfatları itibariyle sevmek, İslâm ve imanınen önemli işaretlerinden biridir. Hz. Peygamber bir hadisinde konuylailgili şu uyarıda bulunmuştur:

    “Nefsim, Kudret elinde olan Allah’a yemin olsun ki; Müslüman olmadıkçaCennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de Müslüman olamazsınız.Aranızda selamı yayın ki, birbirinizi sevesiniz. (Müslümana) buğzdansakının. Çünkü bu, traş edicidir. (Silip süpürür) Saçı traş eder demiyorum.İnsanların dinlerini traş eder. (ortadan kaldırır)”

    Yüce dinimiz, kendi müntesiplerine, elden geldiğince affetmeyi, kine,nefrete yenik düşmemeyi ve öç alma duygusuna kapılmamayı tavsiye eder.Uhuvvet Risalesi kardeşlikle ilgili ilgili vicdani ölçüleri çok mükemmel şekildetoplamıştır. Buna göre, mü’min Rabbani bir hanedir ve o ilahi birgemiye benzer. Bu gemi ve hanede, bir cani 10 masum sıfat olsa hiç birinsaf ölçüsü ile batırılamaz, yıkılamaz. Hatta, 10 cani bir masum sıfat olsabile, yine batırılamaz. Çünkü bir masumun hakkı, dokuz cani yüzünden, hiçbir zaman yok sayılamaz. Mü’minde iman ve İslam gibi sıfatlar adeta Kabeazametinde ve Uhud dağı yüceliği ve kıymetindedir. İman ve İslam’a göresair günahlar ve kusurlar ise, çakıl taşları gibi değersiz ve geçici şeylerdir.Çakıl taşları, Kabeye tercih edilemez. Mü’min bir kaç hata ve kusuru ile mahkum edilemez. Bir kişi hakkında değerlendirme yapılırken beşeri kusurlarıyanında İslami sıfatları mutlaka dikkate alınmalıdır.

    Hakiki mü’min hep başkaları için hayır yolları araştırır, hayır dileklerindebulunur, ruhundaki sevgiyi hep canlı tutmaya çalışır, hatta bütün muamelelerindesevginin de ötesinde şefkati esas alır. Ğayz, nefret ve kine iseuzak kalır. O, kendi gönlünden işe başlayarak, her bucakta iyilik ve güzellikfidanlarının gelişmesine zemin hazırlar; üzerine kinle, nefretle gelenleri biletebessümle karşılar ve en mütecaviz kimseleri dahi sevginin gücüyle savmaçarelerini araştırır. Bu yaklaşımlar, mü’minin vicdanını yüceltir; Kur’an veSünnet’in istediği mükemmel insan haline getirir.

    Ahlak ve vicdan’ın yücelmesi

    Vicdanı inkişaf ettiren vesilelerin başında güzel ahlak gelir.

    Mesela, başkalarını affetmek güzel ahlakın bir şubesidir; kusurları bağışlamave dostça muameleyi sürdürme vicdanı geniş bir mü’minin özelliğidir.

    Yüce Allah, kardeşlerini affedenleri Kur’an-ı Azimu’şşan’da övmüştür.

    “Onlar, öfkelerini yutar, insanları affederler. Allah ihsan sahiplerini sever.”

    Esasen mü’min, başkalarından gördüğü kötü muamele karşısında, sabırlı,temkinli, mürakabe ve muhasebede dikkatli olur. Bu konuda vicdanlarınterbiyesi, İyiliği Allah’tan bilmek, kötülükleri kendi nefsine nispet etmeklemümkündür. Çünkü, “Nefsin muktezası daima iyiliği kendinden bilip fahrve ucbe girer. Oysa nefis, kusurun ve aczin merkezidir. Bütün iyilikler vekemaller, Fâtır-ı Zülcelâl’in nimetidir. Arif insanlar, “iyiliği Allah’tan kötülüğükendinden bil” diye bunu veciz hale getirmişlerdir. Şu Kur’an ayeti buhususu anlatır:

    “Sana her ne iyilik erişirse, Allah’tandır. Sana her ne kötülük gelirse oda nefsindendir.”

    Kötü ahlak, insanda darlık hasıl eder. Ahlakî güzellikler vicdanı arındırır.Allah’ın istediği kıvama getirir. Vicdan; cehalet, kibir, gurur, bencillik,kıskançlık gibi fenalıklar sebebiyle daralır ve bu duygular sahibini birhodgâmlık heykeline çevirir. Mesela; bir insanda çekememezlik ve kıskançlıkda diyebileceğimiz “haset” marazı mevcutsa, o kimse, kendisinden başkasınınbaşarısını, zenginliğini, güzelliğini, ilmini, mutluluğunu… çekemez;kendisinde olmasını istediği değişik vasıf veya güzelliklerin başkasında bulunmasıkarşısında rahatsızlık duyar. Hakk’ın takdirine rıza göstereceğine,kaderî planların kendi heva ve hevesi istikametinde cereyan etmesini ister;hadiseler arzu ettiği gibi gitmeyince de kaderi tenkit eder ve sürekli yanlışayaşar. Haset kişinin dünya hayatını karartır. İnsanlara bakışını etkiler;Müslüman tabiatından beklenmeyen bir hale düşürür. Bu his sadece dünyadeğil, uhrevi hayat için de tehlikelidir. Peygamber Efendimiz (a.s.m.) birhadisinde şöyle buyurur:

    Haset ateşin odunu yakması gibi, güzel amelleri yok eder. Sadaka da suyunateşi söndürmesi gibi hatalarını siler, ortadan kaldırır. Namaz Mü’mininnurudur. Oruç, ateşe karşı kalkandır.”

    Hatta bazen hâsid kimse, kıskandığı insanlar Müslüman olmasına rağmen,her fırsatta onlara hakaretler savurur; sırf kıskançlığından ötürü ehl-i küfürle bir olup haset ettiği müminlere saldırır. Kendi nefsine ait bir darlığınmahkumu olan böyle biri, ahsen-i takvimde yaratılmış olan mükemmelinsana ait genişliği kat’iyen duyamaz ve iman atmosferinin gerçek renginigöremez.

    Kibirli bir insa, kendini büyük kabul ettiğinden dolayı hakiki büyüklerinbüyüklüğüne tahammül edemez. Hatta, bir üstadı, bir hocası, bir mürşidivarsa, onu bile hazmedemez. Zâhiren mürşidini takdir eder ve onun ardısıra yürüyor görünür, ama haddizatında görünüşteki o takdir ve takibindende içten içe rahatsızlık duyar. Biraz mürekkep de yalamışsa, “Ben debir kısım şeyleri biliyorum” der. Bazı insanların, Allah’ın te’yidine mazharolduklarına ve ilahî inayetle desteklendiklerine hiç inanmaz; benliğini aşıpkendine rehberlik yapan bir başkasını kabule yanaşmaz. O hal üzere devamettiği sürece de, hep bir darlığın pençesinde kıvranır durur.

    Bu konuda, Bediüzzaman’ın 16. Mektuptaki ifadeleri oldukça yüksekbir ahlak ve vicdan terbiyesi taşır. O kendine, zulmeden, tarassut altındatutan, âmirlerinin ilgisini çekmek için kendini tazyik altına alanlar içinAllah’a iltica ediyor ve diyor ki:

    “Bu dostlarım içinde çok münafıklar var. Münafık kâfirden eşeddir.Onun için, kâfir Rus’un bana çektirmediğini çektiriyorlar.”

    “Hey bedbahtlar! Ben size ne yaptım ve ne yapıyorum? İmanınızınkurtulmasına ve saadet-i ebediyenize hizmet ediyorum. Demek hizmetimhâlis, lillâh için olmamış ki, aksülâmel oluyor; siz, ona mukabil her fırsattabeni incitiyorsunuz. Elbette mahkeme-i kübrâda sizinle görüşeceğiz.”

    Bir başka yerde, kendini tenkit edenlere nasıl bir vicdanla mukabele ettiğinişöyle okumaktayız: “Eğer onun tahkiri ve beyan ettiği kusurlar, şahsımave nefsime ait ise, Allah ondan râzı olsun ki, benim nefsimin ayıplarınısöyler. Eğer doğru söylemiş ise, beni nefsimin terbiyesine sevk eder ve gururdanbeni kurtarmaya yardımcı olur. (…) Benim boynumda veya koynumdabir akrep bulunduğunu biri söylese veya gösterse, ona darılmak değil,belki memnun olmak lazım gelir.”

    Şüphesiz bunlar, vicdanı yücelmiş bir mürşidin sözleri… Vicdanı inkişafetmemiş bir insan, başkalarından gördüğü iyilik ve ihsanları, bir de kendihata ve günahlarını hemen unutuverir. Kötülük ve kusur adına kendi maruzkaldıklarını ve başkalarına yaptığı en ufak bir hayrı ise aradan senelergeçse de kat’iyen aklından çıkarmaz. En küçük iyiliğini bile on-yirmi senesonra da olsa hatırlatır ve muhatabını minnet altında bırakır. Yirmi yıl önceduyduğu bir incitici sözü, aradan onca zaman geçmiş olmasına rağmen yinehiç unutmaz; bazı dönemlerde sessiz kalsa bile, fırsatını bulunca ve tedayiettirici bir durum hasıl olunca hemen eski defterleri yeniden açar, yıllanmışhataları sayıp dökmekten haz alır.

    “Falan senin hakkında şunları söyledi” denince hemen öfkelenir, etrafıkırıp döker, bazılarını defterden siler ve yeniden kine, nefrete kapılır. Vicdanındakidarlık onun geniş ve tutarlı düşünmesine mani olur. Fakat, böyledurumlarda bir insanın şunu da düşünmesi mümkündür: HıristiyanlarAllah’a çocuk isnadında bulunmuştu. Böyle bir durumda bile, Kur’an’ın ifadesiyle,”Allah, çocuk edindi,” dediler. Hâşâ, O, yücedir. Göklerde ve yerdeolanların hepsi O’nundur, hepsi O’na boyun eğmiştir.”

    “Ben her halimle müzekka bir insan mıyım ki, eleştirilecek yanım olmasın?Rahman’a çocuk isnad etmelerinden ötürü neredeyse gökler çatlayacak,yer yarılacak ve dağlar yıkılıp çökecekti; evlat edinmek Rahman’ın şanınayakışmazdı ama bu âşikâr hakikate rağmen, bazıları Cenâb-ı Hakk’a iftiraetmekten bile çekinmediler. Zât-ı uluhiyete bu denli iftiraların atıldığı birdünyada bana bir şey denmiş çok mu?” demek suretiyle meseleyi kendi nefsinebakan yönüyle hafifletme yoluna gitmek mümkündür.

    Bu bakış açısı tebe-i tâbiin dönemi alimlerinden birinden olan Yahya b.Kattan tarafından aynen uygulanmıştır. Bir gün komşusu ona çok ağır sözlersöyler. Hak dostu, hakaretler savuran insana hiç karşılık vermez; sadecebir fısıltı halinde dudaklarından şu ifadeler dökülür: “Belki de doğru söylüyor,bana kimliğimi ve nasıl biri olduğumu hatırlatıyor. Evet, ben kimim kiya da neyim ki bunlara istihkâkım olmasın!” demiştir.

    Mü’minde sosyal vicdan

    “Tevhid-i imani, tevhid-i kulubü” gerektirir. Ayni şeylere iman, sosyalhayatın da birliğini ister. Çünkü toplumları yücelten, ben yerine biz şuurununyerleşmesidir. Bir topluluğu oluşturan fertler, benlik yerine bizlik şuuruile hareket ettikleri nispette, her fert şahs-ı manevinin bir ferdi haline gelir;sosyal ruhun bir temsilcisi hüviyetini kazanır. Fertler duyguları itibarıyladar, düşünceleri açısından da benlik çıkmazında ise ve enaniyetini bir türlüaşamıyorsa, öyle fertlerden sağlam bir heyetin oluşması asla düşünülemez.

    Belki de bu hikmete binâendir ki, her gün namazlarımızda defalarcaokuduğumuz Fâtiha suresinde, Cenâb-ı Hak biz mü’minlerden söz alırken, “İyyâke na’büdü ve iyyâke nesteîn – Biz, yalnız sana ibadet eder, yalnızsenden yardım dileriz!” dememizi ve böylece namazımızı ikâme ederkentek başımıza da olsak, bir cemaat arasındaymışız ve herkes adına Rabbimizesesleniyormuşuz gibi, “biz” demek suretiyle bütün kardeşlerimizi de hesabakatmamızı emir buyurmuştur. Vicdanlarımızda bu içtimaî ruhu kuvvetlendirmekiçin her birimizin ikrarını umumun tasdiki saymış; her mü’mininsözünü, derin bir kardeşlik duygusunun ve geniş bir vicdanın teşkil ettiğibüyük bir şahs-ı manevînin va’di olarak kabul etmiştir.

    Bazı emirler, sadece beden değil, ruhlara da bütünlük hissi yaşatan birözelliğe sahiptir. Hac bunlardan birisidir. Şu halde önce kalplerin birleşmesi,ikinci olarak fiillerin birleşmesi, hak dinin en büyük esasıdır. Çünkü « دَي ةَعاَمَجْلا عَم هَّللا ». “Allah’ın kudreti toplumla beraberdir.” Ve dinin dünyada enbüyük feyzi de bu toplumun /cemaatin kuruluşundadır. Bunun içindir ki,toplumlarını yitiren veya perişan edenler muhakkak perişan olurlar. Birlikhususunda çalışmak Allah’ın emridir. Hz. İsa bile, “Allah yolunda banayardımcı olacaklar kimlerdir?” dedi.

    Sosyal ilişkilerde Kur’an ve Sünnetin kardeşlik prensiplerini yok saymakvicdanları işlemez hale getirmektedir. Kur’an’a göre günah şahsidir.Kişi başkasının günahından dolayı ayıplanamaz. Said Nursî bu gerçeği,“Herkesin kazandığı yalnız kendisine âittir. Kendi (günâh) yükünü taşıyanhiç kimse, bir başkasının (günâh) yükünü taşımaz.” (Al-i İmrân, 6/164)Bu ayetin nüzul sebebi ile ilgili tefsirlerde şu bilgiye yer verilir: MüşriklerMüslümanlara, “Siz bize uyun, biz onları üstleniriz” derdi. Açıkcası, “İşlediğiniz günahlar bize yazılsın, ya da ahirette onların cezası bize ait olsun” diyorlardı.Kur’an, bu düşünceyi kökünden reddetmiştir. Said Nursî bu ayete,önceki alimlerden farklı şekilde, “Bir insanın cani bir sıfatı yüzünden diğermasum sıfatları mahkum edilemez” tefsirini yapmıştır. Bu tefsirin cemiyeteyansıması, “Bir mü’minin fena sıfatından darılıp, o mü’minin akrabasına daadaveti teşmil etmemektir.” İnsanlar arası ilişkilerde vicdanları yaralayanbu durum kan davaları ve değişik ihtilaflarda görülmektedir. Said Nursibu ayetin tefsirinde, ilgi çekici şu teşbihe yer verir: “Şer ve fenalıklar, şer vetoprak gibi kesiftir; başkasına sirayet ve in’ikâs etmemek gerektir.”

    Husumet duygusu vicdanın sesini keser. Kur’an bize, kötülükler ve çirkinahlak eseri fiillerle karşı karşıya geldiğimizde, kötü söze karşı husumetlekarşılık vermek yerine, oradan, vakarla uzaklaşmayı emreder. “Onlaryalan ve boş sözün yanında bulunmazlar. Boş sözlerle çirkin davranışlarlakarşılaştıkları zaman, izzet ve şereflerini muhafaza ederek, oradan geçip giderler.”(Furkan, 25/72) Ayetle, mü’minlerin yanında bulunmadıkları (zûr)çirkinlikler, şirk, putlara tapma, fısk, içki sofraları, batıl ve boş işler olarakifade edilmiş; bazıları da şehadetü’zzürü, bir başka mü’mine karşı kastenyalan söylemektir, demiştir.

    Bu vicdanî tavır, gayr-i İslamî unsurlara olduğu kadar, mü’minler içinde geçerlidir. Nitekim, hicret sırasında Hz. Peygamberin yanına gelmeyiisteyip de hanımları ve çocukları yüzünden hicrete geç katılanlar vardı. Bazısahabiler bunları cezalandırmak istedi. Bu sırada inen ayetler, gönülleriimanla dolu bu kimselere afv ve müsamaha ile davranmayı hatırlattı: “Eğeronları affeder, kusurlarına bakmaz ve bağışlarsanız, şüphesiz ki Allah da çokbağışlayıcı ve affedicidir.” ayeti bu hususa işaret eder.

    İnsan cemiyette yaşamakta, cemiyetteki suçlar ve bunlara takdir edilencezalar da yer yer vicdanları etkilemektedir. Suç ve ceza dengesi üzerineBediüzzaman’ın bir tespitine vererek meseleyi bitirelim.

    Suç, vicdan ve ceza

    Haksız yere adam öldürme, hırsızlık, trafik kazaları, terör, aile cinayetleri,kadına şiddet, çocuk istismarı, kamu haklarını hiçe saymak gibi birçoksuçlara verilen cezaların yetersiz olduğu sıklıkla görülen gerçeklerdir. Butür suçlarda, suçluların Allah’a hesap verme endişesi ve cehennem korkusutaşımadığı bir vakıadır. Said Nursî toplumdaki bu hak tanımaz ve hukukbilmez serkeşliği, “dini hamiyetin” eksikliği ile açıklar. O, suçlara karşı vicdanlarınterbiyesini, hırsızlığa İslam’da verilen had cezası örneği ile anlatır.

    Hadler, İslâm’da, Allah Hakkı olarak uygulanması gereken, miktarıbelirli cezalardır. (Bilindiği gibi, İslam ceza hukukunda ilk defa hırsızlıkedenin cezası sağ elin bileğinin kesilmesi, ikinci defa hırsızlık edenin solayağının topuktan kesilmesi, gene hırsızlık ederse, tevbe edinceye kadar hapisolunmasıdır.) İffetli insana, iffetsizlik iftirasının cezası 80 sopa; yol kesipadam öldürenin cezası suçlunun öldürülmesidir.

    İslam’da cezanın hedefi intikam değil, insanları doğru yola sevk etmektir.Bu yöneliş de cezanın caydırıcılığı ile temin edilir. Bu iş için tercihanşer’i mahkeme olmasıdır. Dini müeyyide her zaman tesirli olamadığı için,din, suçlara dünyevi cezalar da takdir etmiştir.

    Said Nursî’ye göre bu türden suçlara karşı, ilk tedbir, İlahî emre karşıhassas bir iman hali ile kalpte ulvi hislerin uyandırılmasıdır. Böyle bir imanve duyarlılık sahibi insan, hırsızlık yapmak isterse, başkasının malına eliniuzattığı anda, vicdanın derinliklerinde Allah’ın emrini çiğnediğini hisseder;bu his, nefis ve hevesin hırsızlığa olan meylini kırar.

    Durum böyle olmakla birlikte bu tür cezalarda, Bediüzzaman, medenihukukla işleyen mevcut mahkemelere alternatif olarak, şer’i mahkemeleriönerir. Çünkü, “Allah haklarının çiğnenmesi halinde” verilecek cezalar,Allah’ın emri olmadığından, o cezalar ile adalet de gerçekleşmiş olmaz.Adeta abdestsiz, kıblesiz namaz kılmak gibi, dünyevî ceza da, “battal olur.”Ona göre adalet, ceza Allah’ın emri namıyla olursa tesir gösterir. Yoksa tesiriyüzden bire iner. O, bu meselede şu uyarıyı yapar:

    “Adalet ise, doğrudan doğruya Kur’ân’ın gösterdiği yol ile olabilir.”

    “Eğer beşer çabuk aklını başına alıp adalet-i İlâhiye namına ve hakaik-iİslâmiye dairesinde mahkemeler açmazsa, maddî ve mânevî kıyametler başlarınakopacak, anarşilere, Ye’cüc ve Me’cüclere teslim-i silâh edecekler diyekalbe ihtar edildi.”

    Sonuç

    Gerçekleri fıtrî bir şekilde görme ve bulma, insanın kendini, tabiatı veAllah’ı hissetmesi denebilecek vicdan, ulvi bir melekedir. Vicdan günahla,nefsaniyetle kirlenir, paslanır; hakkı göremez olur. Vicdanlar vahyin getirdiğiilkeler doğrultusunda terbiye edilerek doğruyu bulur. Ferdi ve toplumsalbarış vicdanların işlemesi ve dinle hayat bulmasına bağlıdır.