Köprü Anasayfa

İnsanî Değerler, Toplumsal Barış, Milliyet ve Milliyetçilik

"Güz 2013" 124. Sayı

  • Yaratılış, Din ve Milliyet

    Creation, Religion and Nationality

    Ali Ferşadoğlu

    Yaratılış, din ve milliyet

    Kur’ân ile onun ilk ve orijinal tefsiri hadislerde, “Hz. Âdem (as) ilk insan,insanlığın babası ve kendi nefsinden yaratılan Hz. Havva (ra) da insanlığınilk annesidir” hükmü, yoruma meydan vermeyecek şekilde, apaçık nazaraverilir. Halık-ı kâinat, Hz. Âdem’i (as) de topraktan, anasız-babasız halkettiğini beyan eder Kur’ân-ı azimüşşanda: “Şüphesiz Allah katında yaratılışlarıbakımından İsa’nın durumu, Âdem’in durumu gibidir: Onu topraktanyarattı. Sonra ona ‘ol’ dedi. O da hemen oluverdi.” (Al-i İmran Sûresi,59.) buyrulmaktadır. Hz. Havva’yı (ra) da, (Allah-u a’lem) Hz. Adem’in (as)genetik yapısından klonlayıp/kopyalayarak yarattığına meallerini nakledeceğimizşu âyetler delil olabilir: “Ey insanlar sizi tek bir nefisten yaratanAllah’ı tanıyın!” (Nisâ Suresi, 1.) “Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve dişidenyarattık…” (Tahrim Suresi, 6.) “Sizi topraktan yaratması, O’nun delillerindendir.Sonra bir de gördünüz ki siz beşer olmuş, çoğalıp yayılıyorsunuz.(Rûm Sûresi, 20.) Peygamberimiz (asm) Veda Hutbesi’nde de tek bir insandantüretildiğimizi net bir şekilde insanlığa ilan eder: “Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız, Âdem ise topraktandır.”

    İnsanlar ileriye doğru çoğaldığına göre, geriye doğru gidildiğinde birkişiden ürediği aklın ve mantığın kabul ettiği hususlardandır. İnsan zürriyeti,yani bütün kavimler, milletler bu ikisinden türemiş ve çoğalmıştır. Aklî,mantıkî ve ilmî deliller de bunu göstermektedir. İnsanların tek bir nefisten(kişiden) türemesine rağmen, farklı renk ve dillerde olmasının hikmeti de şöyle açıklanır son İlâhî mesajda: “Göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da O’nun varlığı, birliği, kudretinin de delillerindendir. Şüphesiz bunda bilenler için elbette ibretler vardır. (RûmSûresi, 22.) Bu hakikat bir hadiste de, “Rabbiniz bir olduğu gibi, babalarınız,dininiz ve Peygamberiniz de birdir. Arab’ın Acem’e, Acem’in Arab’aüstünlüğü olmadığı gibi, kırmızının siyaha, karanın kırmızıya üstünlüğüyoktur. Hiçbir milletin diğerine üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvailedir.” şeklinde nazara verilir. Bu ve benzeri onlarca naklî, aklî, mantıkî delil,Hz. Âdem’in (as) topraktan yaratılmış, insanların da ondan çoğaltılmışkardeşler olduğunu gösterir.

    Milliyet de imtihan sebebidir

    Milliyet meselesini din zaviyesinden ele aldığımıza göre, her şeyde olduğugibi milliyeti değerlendirirken de şu sorunun cevabından başlamakuygun olacaktır: “Biz bu dünyaya niye gönderildik? Bizi kim gönderdi,niçin gönderdi? Övünmek için mi, başkalarına üstünlük taslamak, yabanibakmak, ötekileştirmek için mi? Yoksa imtihan olmak, biribirini tanımak,kabul etmek, kaynaşmak, yardımlaşmak için mi?”

    Kur’ân’da, bu dünyaya imtihan olmak için gönderildiğimiz onlarca âyettebeyan edilir. Dolayısıyla Müslümanlar, milliyetle de imtihan edilmektedir:“Ey insanlar! Sizin bir kısmınızı diğer bir kısmınıza imtihan vesilesi kıldık;bakalım sabredecek misiniz?” (Furkan Suresi, 20.) âyeti buna işaret etmektedir.Buna göre, “Din bir imtihandır. Teklif-i İlâhî bir tecrübedir. Tâervâh-ı âliye ile ervâh-ı sâfile müsâbaka meydanında birbirinden ayrılsın.” 1 [1]

    Hucurat Suresi’nin 13. âyetinde farklı yaratılışın sebepleri şöyle nazaraverilir: “Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yaratmışım, tâ birbirinizitanımalısınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimaiyeye ait münasebetlerinizibilesiniz, birbirinize muavenet edesiniz. Yoksa sizi kabile kabile yaptım ki,yekdiğerinize karşı inkârla yabanî bakasınız, husumet ve adâvet edesinizdeğildir.” Mealini verdiğimiz bu ayette, farklı millet, dil ve renklerde yaratılmamızlailgili şu çıkarımlar da yapılabilir:

    ● Birbirimizi tanımak, kabul etmek,

    ● Sosyal, toplum hayatına ait münasebet ve ilişkileri bilip düzenlemek,

    ● Yardımlaşmak ve dayanışmak.

    Yani, farklılıklarımızla birlikte yardımlaşmaya mı birbirimizi tanımaya,kabul etmeye mi çalışacağız; yoksa birbirimize yabani bakmaya, düşmanlıketmeye mi? Netice olarak, milletimizi Allah adına mı, O’nun hesabına mıseveceğiz, yoksa nefsimiz hesabına mı sevip-sevmeyeceğimiz konusundaimtihan ediliyoruz.

    Ayette geçen yardımlaşmaya, bir boyutuyla şöyle bir açılım getirilebilir:Her bir millet için, o milletin millî cesâretini teşkil eden ve nâmus-u milliyesinimuhafaza eden ve kuvveti onda toplayan mânevî bir havuz vardır.Her milletin öne çıkan bir cephesi, bir özelliği olduğu sosyolojik bir vakıadır.Keza, her toplumun kendisine has bir karakteri, bir yapısı vardır. “Birmilletin mizacı, o milletin hissiyatının çıkış kaynağıdır.” Her milletin, taifenin istidat ve kabiliyetleri de farklıdır. “Millî âdetler, bir milletin varlığını devam ettiren şeylerdir. ’’

    Batılılar teknik, teknoloji üretir. Bediüzzaman’a göre Allah onları dünyayıimar etmek için yaratmıştır. Müslümanlar iman, ibadet, ahlak, nezaket,nezahet üretir. Batı’nın tanınmış simâlarından, Fransa’nın eski Cumhurbaşkanısosyalist Mitterand’ın yakınında bulunan, solcu düşünür BernardKouchner Müslüman Türk toplumundan şunu bekler: “Biz komünizmekarşı bir zafer kazandık. Ama biz de yenildik. Çünkü, biri birimize söyleyecekbir şeyimiz kalmadı. Ama İslâm ülkeleri ve halkları öyle değil. İslâmülkelerindeki halklar, Batı’nın yalnızlığını hissetmiyorsa, Allah’ın varlığınıhâlâ hissettikleri içindir. Ona yakarabilirler, ona yalvarabilirler. Batıdakayboldu bu.Onun için sizden öğreneceklerimiz var, diyorum. Dayanışmayı,âile bağlarını, yeniden insan olmayı öğrenebiliriz sizden. Irkçılığa karşıbir panzehir olacaksınız bizim için. Avrupa’yı kendi içine dönük bir kaleolmaktan kurtaracaksınız. Irkçılığın 2. Dünya Savaşı öncesine benzer birdönüş yapmasından çok korkuyorum.”2[2]

    Asabiyet, ırk üstünlüğü iddiasının kökeni

    Enaniyetten (ego, benlik) kaynaklanan, başkasını yutmakla beslenen“ırkçılık, etnik köken üstünlüğü, milliyetçilik”, cahiliye dönemi değerler sistemine,“kabile örfü” ve “asabiyete” dayanır. O değerler sisteminde üstünlük;sanat, üretim ve insanî değerlerde değil; soy, sop, kabile, zenginlik, ırk, renkve kuvvette aranırdı. Kabile örfünün üç ana maddesi vardır: Kabilede düzenkurmak ve yaşatmak, kabile düzenine, örfüne kayıtsız-şartsız bağlılık ve diğerkabilelerle yapılan anlaşmalara itaat.

    Peygamberimizi (asm) çok seven, koruyan, kollayan Ebu Talib’in makbulbir iman getirmemesinin sebebi; kavmine, atalarına, kabilesine, adet,örf ve geleneklerine aşırı derecede bağlılığıydı. Peygamberimizi öven sözleriüzerine, müşriklerin “Abdülmuttalib’in milletinden, dininden yüz müçevireceksin!” baskısına karşılık, “O (kendisi için), Abdülmuttalib’in diniüzeredir” demişti. 3[3]

    Asabiyet, ırkı üstünlük; soy-sop övgüsünün kaynağı milliyetçilik, “ene”ağacının acı meyvesidir ve şeytani bir vasıftır. Şeytan, Allah’ın kendisiniateşten, Adem’i (as) ise topraktan yarattığını, dolayısıyla kendisinin dahahayırlı ve üstün olduğunu iddia ederek ona secde ile saygı göstermedi. (TâhâSuresi, 116., Bakara Suresi, 34.) Bu durumda ırkçılıkta, şeytânî, menhus birlezzet olduğu açıktır. Bu hastalığa yakalanan kendini yüceltir, diğer etnikkökenden gelenleri ötekileştirir, onları yutarak beslenir, haksızlık ve zulümesebep olur.

    Irkçılık ve menfî milliyetin acı meyveleri de enaniyet, üstünlük kompleksi,müthiş kavga, gürültü, huzursuzluk ve gerginliktir. Birinci ve ikincidünya savaşları başlangıç ve sonuç itibariyle ırkçılığın acı meyveleridir.

    Peygamber Efendimiz bir çok hadisinde yaratılışın gayesinin iman ileubudiyet olduğunu ifade etmiş ve iki temel mesele ile sürekli mücadele etmiştir:Bunlar şirk ve asabiyet-i cahiliye, yani arkçılıktır. O, şirki, putperestliği ortadan kaldırdığı gibi, ırk üstünlüğü taslama, etnik köken, asabiyet damarı dahil, cahiliye döneminin tüm çirkin, kötü, batıl anlayış ve davranış biçimlerini kaldırdı, yerlerine en güzel ahlâkî değerleri ve “uhuvveti” yerleştirdi.

    Yahudilik ve ırkçılık

    Hz. Adem’in (as) yaratılışıyla ortaya çıkan “asabiyet, kabilecilik, aşiretçilik,soy-sop, ırk üstünlüğü, etnik köken milliyetçiliği” 19 ve 20. yüzyıllardapozitivist ve materyalist ideolojilerin etkisiyle insanlık tarih boyunca yaşanmayanbir vahşetin sergilenmesinin müsebbibi oldu. Yahudiliğin kaynağımuharref Tevrat’a göre; “Siz, Allah’ınız Rabbin oğullarısınız. Çünkü sen,Allah’ın Rabbe mukaddes bir kavimsin ve Rab yeryüzünde olan bütün kavimlerdenüstün olarak kendisine has bir kavim olmak üzere seni seçti.”(Tesniye, 14/12.) denir. Bu inanışa göre: Diğer insanlar horlanır ve dışlanır.Mülk edinmek, devlet kurmak, hürriyet sahibi olmak yalnız Yahudilerinhakkıdır. Doğuştan “günahkâr “ olan diğer milletlerin, Yehova’nın oğullarıtarafından “Sion”da (Kudüs yakınlarındaki bir dağın adı olan Sion, ‘TanrıYehova’nın’ yeryüzü krallığını ifade eder) kurulacak Dünya Krallığı’na yerleriniterk etmeleri, yeryüzünün Yahudilerin eline geçmesi ve Yahudilerinbu gizli savaşın sonunda” Yeryüzü İlâhı “ ilân edilmeleri “din” anlayışlarınıntemelini oluşturur. Bu anlayış, öyle bir derekeye indi ki, Bediüzzaman’ınifadesiyle, “mabud ittihaz” edildi.4 [4]Bugün, İslâm, bilhassa Arap âlemini ve Ortadoğu’yu kan gölüne çeviren de bu çarpık milliyetçilik, ırkçılık anlayışıdır. .

    Asabiyet damarı ve gurur

    Bir Müslüman, iradesinin bile söz konusu olduğu malı-mülkü, kazancı,güzelliği, yakışıklılığı ile gururlanamaz ve kibirlenemez. Özellikle “iradesinin”olmadığı verilen herhangi bir değeri kendine mal ederek hiç gururlanamaz.Zira bundan nehyedilmiştir:

    “Küçümseyerek surat asıp insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerekyürüme! Çünkü Allah, hiçbir kibirleneni, övüngeni sevmez.”(Lokman Suresi, 18.) Bir hadis-i şerifte, “Allah cahiliyet övünmelerinisizden kaldırdı. Hepiniz Âdem’in (as) evlatlarısınız. Âdem ise topraktanyaratılmıştır.” (Tirmizi) denirken, bir diğerinde, “Rabbiniz bir olduğu gibi,babalarınız, dininiz ve Peygamberiniz de birdir. Arab’ın Acem’e, Acem’inArab’a üstünlüğü olmadığı gibi, kırmızının siyaha, karanın kırmızıya üstünlüğüyoktur. Hiçbir milletin diğerine üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancaktakva iledir.” şeklinde nazara verilir. (İbni Neccar)

    Üstünlüğün, soy-sop, etnik köken, zenginlik vs. unsurlarda değil, yalnıztakvada olduğu mealen şöyle beyan edilir Kur’ân’da: “Ey insanlar, gerçekten,Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizihalklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün(kerim) olanınız, (ırk ya da soyca değil) takvaca en ileride olanınızdır. ŞüphesizAllah, bilendir, haber alandır.” (Hucurat Suresi, 13)

    Takva; Allah’ın rızasını gözeterek, Allah hakkı ile kul haklarına, yanibaşta insan hakları olmak üzere yaratılan bütün varlıkların haklarına saygıgöstermek ve riayet etmek, şeklinde özetlenebilir. Dolayısıyla bir insan etnikkökeniyle, milliyetiyle de gururlanamaz. Çünkü, hiç kimse etnik kökenini,yani, Arap, Türk, Kürt, Alman, İngiliz olmayı seçemez.

    Irkçılık, milliyetçilik damarı adaletten saptırır

    Milliyetçilik, asabiyet damarı, etnik köken üstünlüğü anlayışı barış veadalete de manidir. Zira, bu damar haksız da olsa insanı nefsine, anne-babasına,akrabasına, ırkdaşına tarafgir yapar. Oysa, Kur’an, “Ey imân edenler!Adalet üzere olun ve Allah için şahitlik edin. Kendi aleyhinize veya anne vebabanızla akrabalarınızın aleyhine olsa bile. Hakkında şahitlik ettiğiniz kişi,zengin de olsa, fakir de olsa doğruluktan ayrılmayın. Çünkü ikisini de Allahsizden daha iyi gözetir.” (Nisâ Suresi, 135.) ayetiyle kesin olarak adaletiemreder. Asabiyet, milliyetçilik damarı; birisinin hata, kusur ve yanlışını,mensup olduğu grup, aşiret, şirket, aile, parti veya millete mal ederek hepsinimesul ve sorumlu tutar. Bu, kutuplaşmayı getirir. Birinin haklı olarak akdediğine diğeri kara, birinin iyi dediğine diğeri kötü, der. Bu cedelleşmeyi,boğuşmayı netice verir. Birbirine muarız olarak boğuşanlar müspet hareketedemez, olumlu davranmaz, pozitif yaklaşmaz.

    Kur’ân bu fasit anlayışı, “Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez.”(En’âm Sûresi, 6:164; İsrâ Sûresi, 17:15; Fâtır Sûresi, 35:18; ZümerSûresi, 39:7.) şeklindeki hukukun temel ve cihanşumül kanunuyla tedavieder.

    “Milletin selâmeti için her şey fedâ edilir” şeklindeki zâlimce prensipırkçılığın yadigârıdır. “Devletin bekàsı için de her şey, hatta halkın haklarıda fedâ edilir” prensibi de böyledir. Halbuki, ırkçılık damarıyla, bir adamıncinayetiyle mâsum bir kardeşini, belki de akrabasını, belki de aşiretininefradını öldürmekte kendini haklı zanneder. O vakit hakikî adalet yapılmadığıgibi, şiddetli bir zulüm de yol bulur. Çünkü ‘Bir mâsumun hakkı,yüz câniye feda edilmez’ diye İslâmiyetin bir kanun-u esasîsidir. Bu ise çokehemmiyetli bir mesele-i vataniyedir. Ve hâkimiyet-i İslâmiyeye büyük birtehlikedir.” 5[5]

    Irkçılık, asabiyet, ittihad-ı İslam’a da engeldir

    Asabiyet, etnik köken üstünlüğü taslamanın birleştirici değil ayrıştırıcı,kaynaştırıcı değil, ötekileştirici olduğuna dikkat çeken Bediüzzaman, Müslümanlarınbirlik ve beraberliğini bozan, İttihad-ı İslam’a engelleyen, parçalamayagötüren en önemli unsurlardan birisinin de yine ırkçılık olduğunuşu sözlerle belirtir: “Frenk illeti tâbir ettiğimiz ırkçılık, unsurculuk fikriyleAvrupa, âlem-i İslâm’ı parçalamak için içimize bu frenk illetini aşılamış.Fakat bu hastalık ve fikir, gayet zevkli ve câzibedar bir hâlet-i ruhiye verdiğiiçin, pek çok zararları ve tehlikeleri” vardır.” 6[6]

    Osmanlı devletinin parçalanıp tarih sahnesinden silinmesi, Müslümanlarıntefrikaya düşmeleri, İslam âleminin parçalanmışlığı, ülkemizdekianarşi ve PKK terörü, vs. bunun en tipik örneklerindendir.

    Irkçılık, etnik köken üstünlüğü iddiası, mikro âlemde, şahıs bazında,“Ben farklıyım, sen de farklısın, öyle ise bir araya gelemeyiz!” düşüncesiniberaberinde getirir. Makro âlemde ise, “Biz daha hayırlıyız, biz üstünüz, bizfarklıyız, öyle ise bir araya gelemeyiz.” fasit anlayışını doğurur.

    Günümüzde İslâm dünyasındaki bölünmelerin ve cemiyetteki ayrılıklarınartarak devam etmesinin, birlik ve dirlik için elle tutulur bir çalışmave gayret görülmemesinin sebeplerinden birisi budur. Oysa ferman-ı ezeliolan Kur’an’da, “Hepiniz Allah’ın ipine sarılın, bölünüp parçalanmayın”

    (Âl-i İmran, 3:103), “İhtilâfa düşmeyin; sonra cesaretiniz kırılır, kuvvetinizelden gider.” (Enfâl Sûresi, 8:46.) ayetleri mütecaviz düşmanlara, cehalet vefakirliğe, karşı birlik olmamızı, birlikte mücadele etmemiz emredilir.Âl-i İmran Sûresi’nde zikredilen “Allah’ın ipi”nden maksadın “Allah’ındini”, “Kitabullah”, “İslâm cemaati”, “Allah’ın emri ve dâveti” olduğu Hâzin,Râzî ve sair müfessirlerce de vurgulanır. İnanç ve ideal birliğinden kaynaklananbirliğin ve beraberliğin temelleri “Kitabullah” ve “Sünnet-i Resulullah”olduğu konusunda ittifak vardır. Birlik ve beraberlik şahıslarda vegruplarda değil, inançta, prensiplerde ve ideallerdedir.

    Zira, Peygamberimiz (asm) bir hadis-i şeriflerinde “Haberiniz olsun kisize iki şey bırakıyorum. Biri Allah’ın kitabıdır. O hablullahtır [Allah’ınipi]. Kim ona uyarsa doğru yolu bulur, kim onu terk ederse sapıklığa düşer.Diğeri ise benim sünnetimdir” (Müslim, Fedail, 37) buyurmuşlardır. Keza,yüce Allah mü’minlerin inanç ve ahlâkî değerlere sahip olmaktan kaynaklananinanç birliğinden dolayı “Mü’minler kardeştir” (Hucurat, 49:9) buyurarak,kardeşlik hukukunun gereğini yapmamızı ister.

    Sevgi ve milliyet

    Sevgi ile milliyet, milliyetçilik, asabiyet, ırk üstünlüğü taslama arasındakibağlantılar nelerdir? Muhabbet niçin verilmiştir, biz nerelerde kullanıyoruz?Irkdaşını sevmek gayr-i meşru mudur, milletimizi hangi ölçülerçerçevesinde sevmeliyiz?

    Muhabbet, aslında Allah’ı sevmek için verilmiştir ve kalbimiz de Allah’ısevmeye göre dizayn edilmiştir. Esma-i Hüsna’dan birisi Habib, diğeriVedud’dur. Sevgiyi, sevgi mahalli kalbimizi, sevgilileri ve sevgi sebepleriniyaratan O’dur. Bu sıfatlarla da ahlaklanmamız gerektiğine göre, bu özelliklerikendimizde nasıl yansıtmalıyız?

    Sevgi esaslı bir duygumuzdur. İnsan, evvelâ nefsini, sonra akraba ve milletinisever. Ancak, sevginin bazen yanlış kullanılması insanı dalalete atar,sapıttırır. Hıristiyanların Hz. İsa’yı (as), Rafizilerin Hz. Ali’yi (ra) sevmeleri,onları ebedî şekavete atması gibi. Sevgi var, insanı alay-ı illiyine çıkarır. Hz.Ebubekir ve sair Sahabelerin Rasulullah’ı (asm) Allah hesabına sevmelerigibi. Irkçılık manasındaki bir sevgi ise üstünlük taslamaya, ötekileştirmeye,adaletsizliğe, zulme sebebiyet verdiği için esfel-i safiline düşürür.

    İslâmiyet; milliyeti, milleti, etnik kökeni inkârı getirmiyor. Bilakis,Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “millet namına tefahur” ile iftihar etmeyi ve sevmeyigetiriyor. Ancak İslâm, bu şekildeki sevgiyi; milletini üstün görme, baskı, zulüm, sömürü vasıtası olarak kullanma yapılmasını engeller.

    Millet, vatan sevgisi ve milliyet

    Nefsimizi, anne-babamızı, eşimizi, çoluk-çocuğumuzu, akrabalarımızı,leziz taamları, güzel meyveleri, Cenâb-ı Hakkın ihsanı ve o Rahmân-ıRahîmin in’âmı cihetinde sevmek, Rahmân ve Mün’im isimlerini sevmektir.Hem mânevî bir şükürdür.7 8 [7]Bu noktadan hareketle, milliyetimizi de tayineden Halık-ı kâinattır. Dolayısıyla milletimizi de bu çerçevede sevmek, mânâ-yı harfiyle olan meşru bir sevgidir. Herkes, kendi milletiyle iftiharedebilir. Bu meşrûdur. Ancak bu, nefis adına değil, onu yaratan adına, milletadına olmalıdır. .

    Müslüman; milletini, millî değerlerini, vatanını sevip, sahip çıkan kişidiraynı zamanda. Bediüzzaman milli duygularla bezenmek gerektiğinisöyler: “Evet, hem şan ü şeref-i millet-i İslamiye, hem sevab-ı ahiret, hemcemiyet-i milliye, hem hamiyet-i İslamiye, hem hubb-u vatan, hem hubb-udin ile mütehassis olmalıyız. Bütün kuvvetimle derim ki: Terakkîmiz, yükselmemizancak milliyetimiz olan İslamiyetin terakkîsiyle ve Şeriat hakikatinintecellîsiyledir.” 8 [8]Buradan hareketle şu sonuçları çıkartabiliriz. .

    ● İnsan milletine karşı aklen, dinen, hissen, hikmeten şefkat hissi ve hürmet meyli ile mükelleftir. .

    ● Milletin selâmeti cana baksa, vermekten çekinilmez. .

    ● Bir ferd, öyle bir fedâkârlıkla yetiştirilmeli ki, isteği ile kendisini millete fedâ edebilmeli ve “Ben ölürsem milletim sağ olsun!” diyebilmelidir. .

    ● Büyük; milleti kendine fedâ eden değil, millet için fedâkârlıkta bulunandır. .

    Mecazi, gayr-i meşru millet ve vatan sevgisi

    Mecazî sevgi, Allah hesabına olması gereken sevginin yerine geçen sevgidir.Bu tür sevgi bizzat nefis için, madde hesabına ve onların fani, geçici, solan, yok olan yönlerine olan sevgidir. Meselâ, bir elmayı, Allah’ı anmadan, O’nun Habib isminin yansımalarını düşünmeden şuursuzca sevmek ve yemek gibi… .

    Bu bağlamda başkasına düşmanlık besleyerek telkinedilen,9 [9] yalnız maddeye, nefse, hasis çıkarlara hizmet eden, sevgiyi verene ve sevgilileri yaratana yönelmeyen haksız, yersiz muhabbet de gayr-i meşru bir sevgidir. Mesela, milletini, ırkını O’nun hesabına, O’nun farklı yaratığını ve bunun bir mucize olduğunu düşünmeden gösterilen sevgi gibi… Bunun dışında mesela, milletinin Kur’ân’a, Sünet-i Seniye’ye ters düşen hareket, fiil, örf ve geleneğini kabul etmek ve onlarla iftihar etmek de gayr-i meşru bir sevgidir. Böyle bir sevgi netice itibariyle huzursuzluğu beraberinde getirir. Bediüzzaman da gayr-i meşru sevginin tabiî olmadığından dolayı sonucunun merhametsizce azap çekmek olduğunu vurgular.10 [11] Gayr-i meşru dairesindeki sevgi, yerinde ve ölçüsünde sarf edilmediğinden incitir, yaralar, soldurur ve acı verir. Karşılıksız kalacağından istenmeyen taşkınlıklara sebep olur. Peygamberler bile Allah hesabına sevilmezse, sevgi batıl olur. İnsan, muhabbeti suiistimal ederse, ondan düşmanlık dahi çıkabilir.

    İslamda birlik, yardım ve dayanışma noktaları

    İslâm medeniyeti, toplum fertlerini birbirlerine bağlamak için Batımedeniyetinin esas aldığı ırkçılık yerine “din, sınıf ve vatan birliği”ni tesiseder. Müslümanlar, insanlara hiçbir zaman sistematik olarak “ırk ve menfîmilliyet” anlayışı ile yaklaşmamışlar, sadece kendi dindaşlarını koruyup-gözetmemişler,kim olursa olsun hak sahibine hakkını vermeye çalışmışlardır.Hangi din, mezhep, ırk, millet ve renkten olursa olsun, hangi dili konuşursakonuşsun müsamahayla bakmışlar, âdil davranmışlar; asla ırkî ve dinî taassubagitmemişlerdir. Çünkü, İslâmiyet, buna müsaade etmez ve kesinlikleırkçılığı reddeder.

    Irkçılık, boş ve kuru bir övgüden ibarettir. Ayrıca, başkalarını hakir görme,aldatmaktır. Zamanla öyle bir hale dönüşür ki, sadece kendi ırkdaşınayardım eder, başkalarını yutmaya başlar. Allah’ın Resûlü (asm), “Irkçılığaçağıranlar bizden değildir, ırkçılık için savaşanlar bizden değildir, ırkçılıkiçin ölenler de bizden değildir” (Ebû Dâvûd, Edep: 113.) buyurur. Başka birhadis-i şerîfte de ırkçılığı, zulüm ve haksızlıkta milletine yardım etme diyetarif eder. Böyle bir anlayışa dayalı olan milliyetçilik yardımlaşma ve tanışmayıdeğil, başkasını inkarı, ötekileştirmeyi, çatışmayı, başkasını yutmaklabeslenmeyi gerektirir.

    Milliyetin çeşitleri : Müsbet ve menfi

    Bu durumda Âyet-i Kerimece de sabit olan farklı ırkların yaradılışı hususundanasıl bir yol belirlemek gerekir, milliyet ile İslamiyet arasındakibağı nasıl kurmak gerekir?

    İslamiyet milliyeti reddetmez. Milletini sevmeyi de İslâm ahlâkındansayar. Bediüzzaman Said Nursî bu konuda toptancı bir tavır sergilemez.Bu girift meselede Bediüzzaman milliyeti “müsbet ve menfi” olmak üzereikiye ayırır.

    Menfi milliyetin (milliyetçik, ırkçılık) tefrikaya, hasede, çatışmaya,ihtilâfa, ötekileştirmeye, adaletsizliğe yol açtığını belirten Nursî, müsbetmilliyetin de kaynaşmaya, dayanışma ve yardımlaşmaya, uhuvvete yol açtığınıifade eder. Bu ümmet kardeşliğidir ve ayrıca, “dinî, vatanî ve sınıfî” olmaküzere bütün insanlığı kucaklayan bir milliyet anlayışıdır. Bediüzzaman’ıntabiriyle, “İslâm milliyeti”dir.

    Menfi milliyet

    Menfî milliyet, diğer adıyla ırkçılık, felsefenin gayr-ı meşrû çocuğudur.Bir Frenk illetidir. Fert ve toplumları ırkla bağlamaya çalışan bu anlayış,çarpışmalara, bölünmelere neden olur. Birbirlerini yutmakla beslenen ırkçıparazitler sonunda başkaları tarafından yutulmaktan da kurtulamazlar.İkinci Dünya Savaşı, ırkçılık yüzünden çıkmış ve 40 milyondan fazla insan hayatını kaybetmiştir.

    Irkçılığın zararlarını hayatın her alanında görmek mümkündür. Irkçılıkadalete mânidir, şevki kırar. Irkçılık, boş yere övünmek, haksızlık etmekveya haksız ırkdaşlarına taraf olup zulmetmektir. Menfi milliyette, sadecegençliğe yönelik, hissî, büyüleyici ve geçici bir güç bulunur. Oysa, insanlık,sadece gençlerden ibâret değildir. Toplumun büyük bir bölümünü teşkileden çocuklar, ihtiyarlar, hastalar, sırf âhiretini düşünen dindarlar için neyapılacak? Irkçılık; bu beş sınıfa ıztırap, sıkıntı ve zaman israfından başkahiçbir şey kazandırmaz. Irkçılık sosyal ve siyasi alanlarda büyük zulümlerinde müsebbibidir. “Milletin selâmeti için her şey fedâ edilir” şeklindekizâlimce prensip ırkçılığın yadigârıdır. “Devletin bekàsı için de her şey, hattahalkın hakları da fedâ edilir” prensibi de böyledir. Daha genel bir ifade ileırkçılık “ene” ağacının acı meyvesidir.

    Müsbet milliyet

    Sosyal hayatın ihtiyacından doğan müsbet milliyete gelince, onun ruhunuİslâm, aklını ise Kur’ân ve îman teşkil eder. Din, milliyetin hayatı ve ruhudur.

    Müsbet milliyet yardımlaşma ve dayanışmaya, adâlet ve insanlığa sebeptir.Bu milliyet, Resûlullah’ın (asm) lisanında, “Sizin en hayırlınız, sınırıaşıp günaha girmemek şartıyla milletini, aşiretini müdafaa edenlerinizdir”şeklinde ifadesini bulmuştur. Bu milliyet İslâmiyet’e hizmetkâr ve kale olur.Onun yerine geçmez. Yani milliyet, millete ait örf, gelenek ve inançlar dininyerine geçmemeli. Yani, hayatımızın her katmanında, Kur’ân ve iman hakikatleriesas alınmalı, hayat buna göre tanzim edilmeli; yoksa örf ve geleneklergöre değil. Bediüzzaman bu milliyet anlayışı için şöyle der:

    “Şu müsbet fikr-i milliyet, İslâmiyete hâdim olmalı, kale olmalı, zırhıolmalı; yerine geçmemeli. Çünkü İslâmiyet’in verdiği uhuvvet içinde binuhuvvet var; âlem-i bekada ve âlem-i berzahta o uhuvvet bâki kalıyor.” 11 [11]

    Etnik köken müzelerde, vitrinlerde sergilenen içi boş zırh gibidir. İçiİslamiyet’le dolarsa esas anlamını ve değerini kazanır. Milliyet bir kale gibidir.İçinde kimse yoksa, ziyaret edilen tarihi bir kültür yapısı olmaktanbaşka bir kıymet ifade etmez. Milliyet, İslamiyet’e, Müslümanlığa kale olursabir mana kazanır. Milliyet bir hizmetliliktir. Hizmetçilik, yapılan kişi vemakama göre değer kazanır. Milliyetin İslam’a hizmeti olmalı, yoksa İslam’ıkendisine hizmet ettirmemeli.

    Sosyal barış milliyetçilikle değil, imanla sağlanır

    Fert ailenin, aile toplumun çekirdeğidir. Dünya barışı birey, aile ve toplumçizgisinde dikey bir trend izler. Bediüzzaman öncelikle Müslümantoplum katmanları arasında barış ve huzurun sağlanmasının iman esaslarınınzihin ve gönüllerde tesis edilmesiyle mümkün olabileceğini söyler. Milliyetide, din psikolojisi ve din sosyolojisi perspektifinde ele alır. Toplumun;sosyolojik olarak altı tabakadan teşekkül ettiğini, altı sınıftan oluştuğunuesas alarak tahlilini yapar. Bunlar da: Ehl-i salâhat ve takvâ, musibetzedeve hastalar, ihtiyarlar, çocuklar, fakirler ve zayıflardır. Altıncı kısmı ise gençlerdir.

    Her kesimin, her taifenin dünyaya bakışı, algılayışı ve yaşayışı farklıdır.Huzur ve mutluluk kaynağı ve sebepleri de (genelde din olmakla beraber)hayat katmanlarında farklı etkiler meydana getirir. Bu katmanların milliyetide algılaması ve değerlendirmesi farklıdır. Milliyet, asabiyet, kabile örfü, etniküstünlük taslama duygusu bu toplum katmanlarına ne verebilir, onlarıntemel ihtiyaçlarını nasıl karşılayabilir?

    ● Ehl-i salâhat, takvâ; yani, hayatı din bazlı yaşayanların huzur ve mutlulukları, iman hakikatlerinin nurlarıyla sonsuz hayatı düşünüp, arzuladıkları ve adeta aşık oldukları hak yolda gitmekle mümkündür. Onlar ancak böyle bir yolda gerçek teselli bulabilirler.

    Millî, hamasî duygular, bu taifenin maneviyatını sarsıp, nurlarını söndürmezmi? Ölüm gerçeği karşısında onlara ne teselli verebilir?

    ● Toplumun ikinci grubunu teşkil eden musibetzede, hastalar ve hayatındanmeyus olanların menfaati, frenkmeşrebâne, dinsizcesine medeniyet terbiyesinde de olamaz.

    ● Üçüncü taife olan ihtiyarlar bir sülüs teşkil ediyor. Bunlar kabre yakınlaşıyorlar,ölüme yaklaşıyorlar, dünyadan uzaklaşıyorlar, âhirete yanaşıyorlar.Böylelerin menfaati ve nuru ve tesellisi, Hülâgû ve Cengiz gibi zalimleringaddarâne sergüzeştlerini dinlemesinde midir?

    ● Dördüncü taife ki, çocuklardır. Bunlar “hamiyet-i milliyeden” merhametisterler, şefkat beklerler. Bunlar da, zaaf ve acz ve iktidarsızlık noktasında,merhametkâr, kudretli bir Halık’ı bilmekle ruhları inbisat edebilir,istidatları mesudâne inkişaf edebilir.

    ● Beşinci taife fakirler ve zayıflar taifesidir. “Acaba, hayatın ağır tekâlifinifakirlik vasıtasıyla elîm bir tarzda çeken fakirlerin ve hayatın müthiş dağdağalarınakarşı çok müteessir olar zayıfların hamiyet-i milliyeden hisseleriyok mudur? Bu biçare fukaraların fakirlik yarasına merhem ise, unsuriyetfikrinden değil, belki İslâmiyet’in eczahane-i kudsiyesinden çıkabilir. Zayıflarınkuvveti ve mukavemeti, karanlık ve tesadüfe bağlı, şuursuz, tabiîfelsefeden alınmaz; belki hamiyet-i İslâmiye ve kudsî İslâmiyet milliyetindenalınır.

    ● Altıncı taife olan gençlerin gençlikleri eğer daimî olsaydı, menfi milliyetleonlara içirdiğiniz şarabın muvakkat bir menfaati, bir faydası olurdu.Fakat o gençliğin lezzetli sarhoşluğu, ihtiyarlıkla elemle ayılması ve o tatlıuykunun ihtiyarlık sabahında esefle uyanmasıyla, o şarabın humarı ve sıkıntısıonu çok ağlattıracak ve o lezzetli rüyanın zevâlindeki elem ona çokhazin teessüf ettirecek. “Eyvah! Hem gençlik gitti, hem ömür gitti. Hemmüflis olarak kabre gidiyorum. Keşke aklımı başıma alsaydım!” dedirecek.Acaba bu taifenin hamiyet-i milliyeden hissesi, az bir zamanda muvakkatbir keyif görmek için, pek uzun bir zamanda teessüfle ağlattırmak mıdır?Yoksa onların saadet-i dünyeviyeleri ve lezzet-i hayatiyeleri, o güzel, şiringençlik nimetinin şükrünü vermek suretinde, o nimeti sefahet yolunda değil,belki istikamet yolunda sarf etmekle, o fâni gençliği ibadetle mânenibka etmek ve o gençliğin istikametiyle dâr-i saadette ebedî bir gençlik kazanmakta mıdır? Zerre miktar şuurun varsa söyle!”12 [12]

    Bediüzzaman’dan dünya barışını sağlayacak milliyet modeli

    Felsefe; gruplar/cemaatlerarası bağı, menfi/olumsuz milliyet (ırkî, soy,sop vs) kabul eder. Bu ise, sosyal hayatı tar ü mar eder. Yani, kibirlenmeyi,böbürlenmeyi, çatışmayı, didişmeyi, ötekileştirmeyi, düşmanlığı, cedelleşmeyi,boğuşmayı, nefreti, öfkeyi körükler. Ve birbirini yutmakla beslenmeyigetirir.

    Kur’an medeniyetinin milliyet anlayışı, ötekileştirmez, ayırıcı değil, birleştiricidirve insanlığı kucaklar. İslâm’ın kelime anlamı, barıştır, emniyettir,selamette olmaktır, her türlü olumsuzluktan emin olmaktır. Dolayısıyla dahilive milletlerarası ilişkilerde de aslolan barıştır.

    İslam toplumun farklı din, inanç ve kültürlere sahip olanların dahi hakve hürriyetlerini “ Medine Anayasası” ile güvence altına almıştır. 52 maddedenoluşan bu anayasa, orada yaşayan Müslüman, Yahudi, Hıristiyan ve azsayıda da olsa “müşrik”i de kapsıyordu. Bu anayasanın en önemli noktası;aralarındaki sosyal ilişkilerde kabilecilik, ırkçılık, statü, inanç farkları yerine(ki bunlar garaz, kin, düşmanlığı körükler) “iman kardeşliği ve adalete”vurgu yapmasıydı.

    Başta Yahudiler olmak üzere her kesim, savaş veya barışta söz verdiğive imzaladığı anlaşma maddelerine uyduğu müddetçe Medine toplumunun“eşit” fertleriydi. Hatta, Yahudi ve Hıristiyanlar, kendi dinlerinin hükümleriyleyargılanma haklarına bile sahiptiler. Müslümanların hem kendiaralarındaki münâsebet, hem de gayrimüslimler veya diğer insanlarla olanilişkileri, “din, vatandaşlık ve sınıf kardeşliği” çerçevesinde cereyan eder.

    Bediüzzaman, milliyetin cihanşumül boyutlarını ortaya koyarak bütüninsanları, hatta bütün varlıkları “yaratılışta kardeşler” olarak tanımlar. Kitlelerve insanlararası bağı, “milliyet” yerine “dinî, vatanî ve sınıfî” bağlarıkabul eder.

    ● Aynı dinde olanlar kardeştir. Din kardeşliği muhabbet ve münasebetitesis eder.

    ● Aynı dinde olmayıp aynı “vatan”da yaşıyorlarsa “vatandaşlık” bağı kurulur.Aynı dinde değillerse, aynı vatanda yaşamaları dolayısıyla, vatandaşlıkbağları onları birbirine bağlar. Bu, yardımlaşmayı ve dayanışmayı gerektirir.

    ● Aynı topraklarda yaşamıyorlarsa; “ilim, sanat, ticaret” gibi sınıf bağıylabağlanırlar. Bu, sevgiyi, adaleti, yardımlaşmayı, dayanışmayı, kaynaşmayı,dostluğu ve hoşgörüyü getirir.13 [13] Bu şöyle özetlenebilir: Dostlarına karşı mürüvvetkârâne muaşeret ve düşmanlarına sulhkârâne muamele etmektir.14 [14]

    Eğer, eğitim sistemimiz, hayat görüşümüz bu düşünceler istikametindeteşekkül ettirilebilseydi, şüphesiz ki, bugün ne PKK problemi, ne terör, nebaşka bir sıkıntı yaşardık. Eğer yıllardır, Hulagu ve Cengiz’e sahip çıkılmasa,yerine müsbet milliyet, din kardeşliği yerleştirilebilseydi, bugün ırkçılık problemiyle mücadele etme zorunda kalmazdık. Çünkü din kardeşliği, ırkçılığa manidir.

    Müsbet Milliyete Dayanan Şaheser Asr-ı Saadet Örnekleri

    Doğrudan doğruya Peygamber Efendimizin (asm) sohbetine iştirakeden, nuruyla boyanma şerefine nâil olan ve ondan din kardeşliği derslerialan Sahâbîlerin milliyet anlayışı, şaheser örneklerle doludur.

    Irk ve asabiyeti damarlarına işlemiş, bunun yüzünden yüzyıllarca birbiriylesavaşan, kan akıtan, birini boğazlayan, öldüren insanlar Nebevi boya ileboyandıktan sonra, milliyet anlayışında da bütün zamanların en muhteşemhayat tablolarını sergilemişlerdir.

    Hz. Ebû Zer anlatıyor: “Bir gün Bilâl-i Habeşî ile tartıştık. Ona,‘Senin aklın buna ermez, ey siyah kadının oğlu’ dedim. Çok üzülmüştü. Resulüllah’a şikâyet etmiş.

    “Resûlullah (asm), ‘Renginin siyahlığından dolayı, Bilâl’i ayıplayarak böyle böyle demişsin, doğru mu?’ dedi.

    “Ben cevap veremiyordum, utancımdan hep yere bakıyordum. Resulüllahdevamla buyurdu ki:

    “Demek sende, İslâmiyet’ten evvelki cehâlet günlerinden kalma değerölçüleri ve âdetleri var. Halbuki İslâm, insanları renkleri, şöhretleri ve servetleriile değerlendiren o bâtıl itikad ve âdetleri kaldırıp parçaladıktan sonrayerine, ‘en şerefli insan, en büyük ve en muhterem insan, Allah’tan çokkorkan insandır’ hükmünü koydu. Riyasız, ihlâslı bir Müslüman olduktansonra renginin siyahlığından dolayı bir mü’min ayıplanabilir mi?” Ebû ZerHazretleri ne yaptı dersiniz? Sadece bu utancıyla mı baş başa kaldı? Hayır.İsterseniz yine kendi ifâdelerinden takip edelim:

    Başını Bilâl-i Habeşî’nin evinin eşiğine koyarak, “Bilâl’in mübarekayakları bu kaba ve anlayışsız Ebû Zer’in yüzüne basarak buradan geçmedikçe,bu eşikten başımı kaldırmam,” dedi. Ve, “Bu yüzler basılmaya değil,öpülmeye lâyık” deyip hakkını helâl ettikten sonra, başını eşikten kaldırıpBilâl Hazretleri Ebû Zer Hazretlerini kucaklayarak helalleşiyorlar.

    İşte, İslâmiyet böyle bir ruhu aşılamaktadır. Aynı dinde olanlarla birmuhabbet ve münasebet tesis ederek ebedi bir kardeşliği oluşturur.

    Siyahi bir köle orduları kumandanı oldu

    Zeyd bin Harise, Peygamberimizin azadlı (hür bıraktığı) siyahi bir köleidi. Bir savaşa kumandan tayin edildi. Üsame b. Zeyd, onun oğludur. AnnesiÜmmü Eymen babası Abdullah’ın cariyesi idi, vefat edince, Rasûlüllahonu da azad etti.

    Rasul-i Ekrem (asm) 11. Hicri yılda hazırladığı ve içinde Ebu Bekir,Hz. Ömer, Ebu Ubeyde, Sa’d b. Ebî Vakkas, Saîd b. Zeyd, Katâde b. En-Nu’mân ve Seleme b. Eslem’enin (r.a.) bulunduğu büyük bir ordunun başınaÜsame’yi kumandan tayin etti.

    Bunun üzerine bazıları, “Peygamber, ilk muhacirlerin başına bir çocuğukumandan tayin etti” diyerek ileri-geri konuşur. Bu dedikoduları duyanPeygamberimiz (asm) çok kızar ve minbere çıkarak, “Üsame hakkındakisözleriniz bana ulaştı. Siz onun komutanlığını tenkit ettiğiniz gibi daha önce babası Zeyd’in kumandanlığını da tenkit etmiştiniz. Gerçek şu ki, o komutanlığa layıktır, nitekim babası da komutanlığa layıktı.” (Ibn Sa’d a.g.e., II, 189,’ 190; el-Askalânî, a.g.e., I, 29).

    Hz. Ömer (ra) halife seçilip Divan Teşkilatı’nı kurunca, Rasulullah’ayakınlık dereceleri ve savaşa katılanların başarılarına göre Müslümanlara ulûfe dağıtmaya başlar. Üsame b.Zeyd’e dört bin veya beşbin dirhem; kendi oğlu Abdullah’a ise iki bin dirhem verince Abdullah babasına “Neden Üsame’ye bana verdiğinden daha fazla verdin? Halbuki onun katılmadığısavaşlara ben katıldım” diye itiraz eder.

    Hz. Ömer (ra) “Allah Rasûlü Üsame’yi senden daha çok severdi.Üsame’nin babasını da senin babandan daha fazla seviyordu” diyerek onususturur. (Ibn Abdi’l-Berr, a.g.e.; Ibn Sa’d, a.g.e., III; 296, 297; el-Askalânî,a.g.e., I, 29; Ibnü’l-Esîr, Üsdü’l Gâbe, I, 80).

    Dipnotlar:

    1. Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 1999, s. 241-242.

    2. Nilgün Cerrahoğlu, Milliyet, 2 Nisan 1995

    3. M. Oğuz Reha Umurca, Peygamberimizin Hayatı, Yeni Asya Neşriyat, İst. 2012, s. 614.

    4. Bediüzzaman Said Nursî, Mesnevi-i Nuriye, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 1999, s. 96.

    5. Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikâsı, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 1999, s. 387.

    6. Age.s. 746.

    7. Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 1999, s. 582

    8. Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbât, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 1999, s. 65

    9. Bediüzzaman Said Nursî, Münâzarât, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 1999, s. 118

    10. Bediüzzaman Said Nursî, Sünuhat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 1999, s. 74.

    11. Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbât, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 1999, s. 310.

    12. Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 1999, s. 407- 412.

    13. Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 1999, s. 499, 122.

    14. Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbât, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 1999, s. 258