Köprü Anasayfa

Demokratlık

"Kış 2014" 125. Sayı

  • Meşruiyetin kaynağı ve demokratlık nedir? Bediüzzaman demokratlara neden destek olmuştur?

    What is Democraticism and the source of Constitutionalism? Why have Bediüzzaman always supported the Democrats?

    M. Ali Kaya

    Giriş

    Demokrasi, istişareye önem veren ve tüm vatandaşların bir organizasyoniçinde veya devlet politikasının şekillenmesinde eşit haklara sahip olduğubir yönetim şeklidir. Demokrasi bir devlet yönetim şekli olmakla berabertüm organizasyonların, kurum ve kurulların da yönetim biçimidir. Temeli“İstişare”ye dayanır. Demokrasinin temeli istişareye dayandığı için ilk insandangünümüze kadar varlığını devam ettiren fıtrî bir yönetim olarakgörülebilir. Günümüzün gelişen teknolojisine de uyumlu olarak organizasyonların,örgütlerin ve en gelişmiş örgüt olarak kabul edilen devletlerinyönetim şekli olarak kendisini kabul ettirip geliştirmiştir. Bu nedenle demokrasininYunan kaynaklı olduğu tartışılabilir. Çünkü Kur’ân-ı Kerim’deHz. Süleyman (as) zamanında Yemen Melikesi Belkıs’ın devletini “İstişaribir meclis” usulü ile yönettiği bize haber verilmektedir. [1]

    İstişareye dayanan yönetimleri Yunan ve Batı kaynaklı gösterme çabalarıdaha çok son zamanlarda öne çıkmıştır. Müslüman devletler her nekadar padişahlıkla yönetliyor olsa dahi “İstişare”yi asla terk etmiş değillerdi.Ancak padişahın belirlediği bir istişare kurulu olduğu ve halkın seçiminedayanmadığı için meşrutî, yani demokrtaik sayılmıyordu. Halbuki “Asr-ı Saadette” “Hulefa-i Raşidin”in seçilmelerine baktığımız zaman “Hilafetin”seçimle tahakkuk ettiği görülmektedir. Hz. Ali (ra) ile Hz. Muaviye(ra) arasındaki mücadelenin “Hilafetle saltanat mücadelesi” olduğunu ifadeeden Bediüzzaman “Adalet-i Mahza” dediği ve Hz. Ali’nin (ra) savunduğuhilafetin seçime ve istişareye dayalı, hukukun üstünlüğünü esas alan, yanibir insanın hakkını tüm insanlığa da feda etmeyen bir yönetim şekliydi. [2]Ama ne var ki toplum o dönemde saltanata ve güce destek verdiği içinhilafet saltanata ınkılap etmiş oldu.

    Hilafetin saltanat tarafından temsil ediliği padişahlık dönemi tam 1214sene devam etti. Nihayet 1876’da Osmanlı’nın meşrutiyeti ilan etmesi ilehilafetin şartı olan “seçim” ve “hukukun üstünlüğü” prensipleri siyasi hayatageçmiş oldu. Ancak asırlarca devam eden istibdat anlayışının bir anda yerinimeşruti ve demokratik anlayışa bırakması çok zordur. Bu nedenle günümüzekadar büyük mücadeleler verilmiştir. Bu mücadelenin en ön cephesinde“hürriyet”i “imanın hassası” olark görüp meşrutiyeti “Asr-ı Saadetin” yönetimşekli olarak kabul edip savunan Bediüzzaman Said Nursi’yi görüyoruz.Bu makalemizde Bediüzzaman’ın meşrutiyet, demokrasi ve demokratlıkkonusundaki fikirlerinin çok berrak olduğunu, Meşrutiyet döneminde kendifikirlerine hizmet ettikleri için “Ahrarları” desteklediğini gördük. Cumhuriyetdöneminde de “Ahrarların devamı” olarak “Demokratları” açıkçadesteklediğini görerek sebeplerini araştırdık.

    Araştırmamızda dikkatimizi çeken en önemli şey Ahrarlardan önceBediüzzaman’ın hürriyetçi fikirlerinin varlığı idi. Ahrarlar Bediüzzaman’ınfikirlerini savundukları için Bediüzzaman onları desteklemişti. Hatta kendisine“Sen Selanik’te İttihat ve Terakki ile ittifak etmiştin, neden ayrıldın?”diyenlere “Ben ayrılmadım, onların bazıları ayrıldılar. …. Ben, hamiyetli vedindar adamlarla daima beraberim. Ben Selanik’te meydan-ı hürriyette okuduğumnutuk ile ilan ettiğim mesleğimi, şimdi de onu takip ediyorum ki,İ’lâ-yı şevket-i İslamiye ve İ’lây-ı Kelimetullah’ın vasıtası olan meşruta-imeşrutayı Şeriat dairesinde idamesine çalışıyorum.” [3] şeklinde cevaplamıştır.

    Daha sonra “Ahrarların devamı” dediği “Demokratlar” aynı fikirlerin siyasihayatta uygulamaya geçirdikleri için bu defa onları desteklediğini görmekteyiz.Bu hususu özetleyen en önemli şey ise Bediüzzaman’ın Meşrutiyetdöneminde sıklıkla dile getirdiği “Meşrutiyet, hakimiyet-i millettir.”[4]ifadelerinin daha sonra TBMM’de “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir.”ifadeleri ile sahiplenilmesi ve TBMM’nin de bu hakimiyeti sağlamayıamaç edinmiş olmasıdır. Ancak bu hakimiyet mücadelesinin günümüzdede devam etmekte olduğu bir gerçektir. Bu nedenle Osmanlıda “Hürriyetve Milli hakimiyet” mücadelesinden önce Bediüzzaman vardı. Ahrarlardanönce Bediüzzaman vardı ve Demokratlardan önce de Bediüzzaman vardı.Onlar Bediüzzaman’ın bu davasını hayata geçirmeye çalıştıkları için Bediüzzamanonları desteklemiş ve teşvik etmiştir.

    1. Meşrutiyetten Demokrasiye Geçiş

    Osmanlı’da demokratikleşme hareketleri “Kanun-i Esasi”nin kabulüve 1876’da Meşrutiyetin ilanı ile başlamış ve fiilen uygulamaya geçilmiştir.Meşrutiyet Osmanlıda Anayasal Parlamento sistemi ile idare edildiği dönemdir.Bu 1876-1922 dönemini kapsar. Arapça “şart” kökünden türeyen“Meşrutiyet” XIX. asrın ikinci yarısında Osmanlı siyasi hayatında “Anayasalı,meclisli, saltanat ve hilafet rejimi” olarak uygulanmıştır ve “AnayasalParlamento Sistemi” olarak Osmanlı siyasi literatürüne girmiştir. Osmanlıedipleri ve siyasileri buna “Usul-i Meşveret” demişlerdir. “Kanun-i Esasi”ve “Meclis-i Mebusan” ile devleti idare ederek, “kudret-i teşrii erbab-ı hükümetinelinden almak” şeklinde değerlendirmişlerdir.[5] Osmanlı aydınlarıMeşrutiyet ile “yetkileri anayasa ile sınırlandırılan bir idarenin kurulmasını”amaçlamışlardır.[6] Böylece, Meşrutiyeti istibdadın ilacı olarak görmüşlerdir.Nitekim Kânun-ı Esâsî’yi yürürlüğe koyan 23 Aralık 1876 tarihli fermanda“Ferd-i vâhidin veya efrâd-ı kalîlenin tahakküm-i müstebiddânesi”nden doğabileceksıkıntıların önlenebilmesi için “kavânîn ve mesâlih-i umûmiyyeninkaide-i meşrûa-i meşrûtiyyete merbutiyeti emr-i sâbitü’l-hayr olduğundanbir meclis-i umûmînin teşkili” gerekliliğine işaret edilmişti.

    Başta “Hürriyet” ve “Muhbir” olmak üzere Jön Türklerin sözcülüğünüyapan yayın organları Meşrutiyeti “Meşveret” emrinin gereği olarak kabuledip savunmuşlardır. Jön Türk hareketine destek veren ulemâ da, meşrutîidarenin şeraite uygunluğunu savunmuşlardır. Hoca Muhiddin Efendi “Buasrın müceddidinin bu meclisi küşâd eden ve millet-i İslâmiyeye hürriyetverenin olacağını” ifade etmiştir.[7] Jön Türklerin çıkarttığı Meşveret veŞurâ-yı Ümmet dergileri bu hususları anlatmak amacı ile yayın hayatınabaşlamıştı. Meşrutî idarenin dinen, aklen ve siyaseten gerekliliği anlatılmışve peygamberimizin (sav) “El-hata mine’l-şura evlâ mines-savabi bi-dûnişûra” yani “istişarede hata da olsa, istişaresiz isabetten daha hayırlıdır” hadisinedayanılarak savunulmuştur.[8] Daha sonra Şeyhu’l-İslam Musa KâzımEfendi de “İslam’da Usul-i Meşveret ve Hürriyet” isimli risalesi ile bu tartışmalaradestek vermiş ve “Şeriatın Meşrutiyetin esası” olduğunu ifade etmiştir.[9] “Beyanu’l-Hak” “Sırat-ı Müstakîm” ve “Volkan” gibi gazete ve dergilerdemeşrutiyet ve meşveret ile ilgili hususlar çokça tartışılmış ve yazılmıştır.

    1907’de İstanbul’a gelen Bediüzzaman’ın Meşrutî yönetimi savunmasıhilafetin ve yönetimdeki meşruiyetin kaynağının seçim, yani milletin iradesinedayandığı, Asr-ı Saadet’in yönetim şekline uygun olduğu ve Adalet-iMahza’yı netice verecek bir yönetim şekli olduğu anlayışına dayanıyordu.Meşrutiyete geçişin tarihi seyrine baktığımız zaman Osmanlı Devleti’ndeMeşrutiyet’e geçiş “Kanun-i Esasi” tartışmaları ile başlamış ve nihayet 23Aralık 1876’da “Kanun-i Esasi” kabul edilerek “Meşrutiyet” ilan edilmiştir.II. Sultan Abdülhamit parlamentonun tartışma ve bölünmelere sebep olacağınıgörerek 1878 yılında Meclis-i Mebusanı feshetmiş ancak “Kanun-i Esasiyi” uygulamaya devam etmiştir. Sultan Abdulhamit “Meclis-i Mebusanı”tatil etmiş ise de “Meclis-i Ayanı” (Senato) çalıştırmaya devam etmiştir.Böylece teorik olarak Meşrutiyetin devamını sağlamıştır. 24 Temmuz1908’de İttihat Terakki ve Ahrarların baskısı ile Meclis-i Mebusan’ıtekrar açmıştır. Parlamento çalışmalarına aralıksız devam etmiş ve nihayetİngilizlerin İstanbul’u işgal etmesi ve meclisi feshetmesi üzerine mebuslarAnkara’ya giderek burada toplanmışlar ve 23 Nisan 1920’de Ankara TürkiyeBüyük Millet Meclisi’ni açmışlardır. Bu meclisin en büyük hayrı daAnadolu’nun düşman istilasından kurtarılması olmuştur.

    1908 yılında İstanbul’a gelen Bediüzzaman Meşrutiyet’e sahip çıktı vetesisine hararetle çalıştı. Bediüzzaman’ın Divan-ı Harb-i Örfî müdafaasıbir nefsî müdafaa olmayıp, gerçekte “Meşrutiyet’in” müdafasından başka birşey değildir. Bediüzzaman bu müdafaasında özetle şöyle demektedir: “Meşrutiyetve kanun-u esasî işittiğiniz mesele ise adalet ve meşveret-i şer’iyedenibarettir. Hüsn-ü telâkki ediniz. Muhafazasına çalışınız. Zira saadetimiz,meşrutiyettedir. Ve istibdattan herkesten ziyade biz zarardîdeyiz.” [10] Bediüzzamanbu ifadelerinde anayasal ve seçime dayalı parlamenter sisteminadalet ve dinin emrettiği meşveret sistemi olduğunu açıkça ifade etmekteve istibdattan herkesten çok inananların zarar gördüğünü belirtmektedir.

    Bediüzzaman müdafaanın girişinde her şeyi şeriat ölçülerine göre yazdığınıda açıkça ifade etmekte ve “Ben talebeyim. Onun için her şeyi mizan-ışeriatla muvazene ediyorum. Ben milliyetimizi, yalnız İslâmiyet biliyorum.Onun için her şeyi de İslâmiyet nokta-i nazarından muhakeme ediyorum.”[11] demektedir. Dolayısıyla Bediüzzaman’ın ifadeleri kendi görüşüolmayıp Kur’ân’ın, dinin ve İslamiyet’in ahkâmından başka bir şey değildir.

    Bediüzzaman siyasi sistemi ikiye ayırır, sistem ya adalettir veya zulümdür,ya hürriyettir veya istibdattır. İslamiyet daima hürriyet ve adaletin yanında,istibdat ve zulmün karşısındadır. Bu düşüncesini de peygamberimizin(asv) “Kavmin efendisi ona hizmet edendir.”[12] hadisine dayandırmaktave “Bu hadisin sırrı ile şeriat aleme gelmiş ta istibdadı ve zalimane tahakkümümahvetsin.”[13] demektedir. Sonra “İstibdat, zulüm ve tahakkümdür.Meşrutiyet, adâlet ve Şeriattır. Padişah, Peygamberimizin emrine itaat etseve yoluna gitse halîfedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa, Peygambere tâbiolmayıp zulüm edenler, padişah da olsalar haydutturlar. Bizim düşmanımızcehâlet, zaruret, ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı; san’at, marifet, ittifaksilâhiyle cihâd edeceğiz.”[14] buyurarak meşrutiyet idaresinin adalet ve şeriatınsiyasi hayatta tatbikatından ibaret olduğunu ve sahip çıkılması gerektiğiniaçık bir dille söylemektedir.

    Meşrutiyetle beraber onun kanadı altında iktidara gelen İttihatçılar “Şeriatistiyorsun” diye Bediüzzaman’ı ve pek çok ulemanın içinde bulunduğuönemli kişileri yargılayarak bir kısmını idam etmişlerdir. Buna rağmen Bediüzzaman“Meşrutiyet’i” müdafaa etmiş ve “İttihat ve Terakki” Hükümetinincinayetlerini Meşrutiyet’e yıkmamış, meşrutiyeti hükümetin istibdadından ayrı tutarak daha sonra gittiği şark vilayetlerinde ulemaya ve halka yineMeşrutiyeti müdafaa etmeye devam etmiştir. Bu sohbet ve münazaralarını“Münazarat” isimli eserinde bir araya getirerek bastırmıştır.

    Bediüzzaman “Münazarat” isimli eserinde soru ve cevap şeklindekisohbetlerinde “Meşrutiyet Kanunu” ile muamele etmelerini, içlerindenbirini sözcü seçerek ona güvenmelerini ve soruları onun sormasını ister.Böylece fiilen meşrutiyetin uygulamasını da göstermiş olur.[15] Bediüzzamanbu eserinde önce istibdadın tarifini yapar. Çünkü istibdat bilinirseonun alternatifi olan Meşrutiyet ve Hürriyeti anlamak daha kolaydır.“İstibdat tahakkümdür, muâmele-i keyfiyedir, kuvvete istinad ile cebirdir,rey-i vâhiddir, sû-i istimâlâta gâyet müsâit bir zemindir, zulmün temelidir,insâniyetin mâhisidir. Sefâlet derelerinin esfel-i sâfilînine insanı tekerlendirenve âlem-i İslâmiyeti zillet ve sefâlete düşürttüren ve ağrâz ve husûmetiuyandıran ve İslâmiyeti zehirlendiren, hattâ her şeye sirâyet ile zehrini atan,o derece ihtilâfâtı beyne’l-İslâm îkâ edip, Mûtezile, Cebriye, Mürcie gibidalâlet fırkalarını tevlid eden, istibdattır.”[16]

    Bediüzzaman sonra istibdat hastalığını tedavi edecek meşrutiyet ilacınıtarif eder. “Bâzı memurların ef ’ali, adem-i ülfetten dolayı size yanlış dersgösterdiği ve şiddetten neş’et eden müşevveşiyetle hâl-i hazırdan fehmettiğinizmeşrûtiyeti tefsir etmeyeceğim. Belki hükümetin hedef-i maksadıolan meşrûtiyet-i meşrûâyı beyân edeceğim. İşte, meşrûtiyet “Mü’minlerinaralarındaki işleri meşveret iledir.”[17] “Onlarla işlerini istişare et”[18] âyet-ikerîmelerinin tecellîsidir ve meşveret-i şer’iyedir. O vücud-u nûrânînin kuvvetebedel hayatı haktır, kalbi mârifettir, lisânı muhabbettir, aklı kânundur,şahıs değildir. Evet, meşrûtiyet hâkimiyet-i millettir; siz dahi hâkim oldunuz.Umum akvâmın sebeb-i saadetidir; siz de saadete gideceksiniz. Bütüneşvâk ve hissiyât-ı âliyeyi uyandırır; uyku bes, siz de uyanınız. İnsanı hayvanlıktankurtarır; siz de tam insan olunuz. İslâmiyetin bahtını, Asya’nıntâliini açacaktır. Size müjde. Bizim devleti ömr-ü ebedîye mazhar eder.Milletin bekâsıyla ibkâ edecek; siz daha me’yus olmayınız. Bir ince telgibiher tarafa hevâ ve hevesin tehyîci ile çevrilmeye müstaid olan rey-i vâhid-iistibdâdı lâyetezelzel bir demir direk gibi, lâyetefellel bir elmas kılınç gibiolan efkâr-ı âmmeye tebdil eder; siz de, sefine-i Nuh gibi emniyet ediniz.Herkesi bir padişah hükmüne getiriyor; siz de hürriyetperverlikle padişaholmaya gayret ediniz. Esâs-ı insâniyet olan cüz’-ü ihtiyârı temin eder, âzâdeder; siz de câmid olmaya râzı olmayınız. Üç yüz milyondan ziyâde ehl-iİslâmı bir aşîret gibi bir birine rapteder; siz de o râbıtayı muhâfaza ediniz.”[19] ifadeleri ile tarif eder.

    Bediüzzaman ayrıca “Meşrutiyetin kuvvetini kanundan aldığını ve şahsınhiç olduğunu; ama istibdad da ise şahsın kanunu kendi keyfine tabiederek hakkı kuvvete mağlup ettirdiğini”[20] ifade eder. Meşrutiyetin şeriatamuhalif olduğunu iddia edenlere karşı ise “Ruh-u meşrutiyet şeriattandır;hayatı da ondandır.”[21] buyurarak Meşrutiyet zamanında meydana gelenher şeyin meşrutiyetten kaynaklanmadığını söyler.

    “Tebeddül-ü esma ile hakaik tebeddül etmez.”[22] diyen Bediüzzamandaha sonra yazdığı makalelerinde Meşrutiyet ile Cumhuriyet ve Demokrasiyiaynı manayı ifade eden kelimeler olarak görür. Esas olan isim ve resimdeğil, içinde taşıdığı mana ve hakikattir. Bediüzzaman “Cumhuriyet ve demokratmânâsındaki meşrutiyet ve kanun-u esasî denilen adalet ve meşveretve kanunda cem-i kuvvet.”[23] ifadeleri ile bu sistemlerin içinin “Adalet,meşveret ve kanun hakimiyeti” ile doldurulması gerektiğinin altını çizmiştir.

    Bediüzzaman ayrıca gazete lisanı ile umum cemiyetlere ve siyasi teşkilatlarahitaben “Cemiyetlere İhtar-ı Mühim” başlığı altında “Meşrutiyetesahip çıkmalarını” ve bu zamanda asıl sahip çıkılması gereken büyük cemiyetinmeşrutiyet ve onun hakimiyetini sağlayan hükümet olduğunu” ihtaretmiş ve ayrılıkçı, meşrutiyet karşıtı bir tavır ve tutum içine girmemelerinitavsiye etmiştir. Şöyle ki:

    “Cemiyetlere İhtar-ı Mühim! Şimdi cemiyetimiz bir hükûmet-imeşruta-i meşruadır. Hükümet içinde hükümetin zararı görüldü. Seviye-iirfan bir olmadığından, fırkalarda husumet, taassub ve taraftarlık intaç eder.Hem de avam cahil fırkaya dahil olduğu halde bir maddi kuvveti intaç eder.Tabii o kuvveti istimal ile siyasete karışacak ve umur-u idarede herkesçeleziz olan tahakkümatı yapacak sahib-i ağraza müsaid bir zemin olur. Binaenaleyh,bizdeki fırkaların şimdiki hal ile devamı gayet muzırdır. Lâkinbir şirkette veya münevverü’l-fikir ve bitaraf mabeyninde tenkidat-ı siyasettenveya ehl-i ilim mabeyninde nasihat ve irşaddan nafi olabilir. Şimdihükûmet-i meşruamız asıl büyük cemiyettir.” demiştir.[24]

    Bediüzzaman isim ve resme takılmadan içerik olarak Meşrutiyet veonun daha geniş şekli olan Cumhuriyet ve onun daha hürriyetçi şekli olanDemokrasi’yi “Adalet, hürriyet, meşveret, kanun hakimiyeti” olarak kabuletmiş ve müdafaa etmiştir. Daha sonra Cumhuriyet döneminde DP iledemokrasiye geçildiği zaman da Peygamberimizin (asv) “Kavmin efendisiona hizmet edendir.”[25] hadisini esas alarak “Demokratlık ve Hürriyet-iVicdan İslamiyetin bu kanun-u esasisine dayanabilir.”[26] buyurarak demokratlardediği Demokrat Parti’yi desteklemiştir.

    2. Demokratlık

    Demokrasiyi ve demokratik prensipleri benimseyerek sosyal ve siyasi hayattademokrasinin hakimiyeti için gayret gösterenlere “demokrat” denilir.

    Bir ülkede demokrasinin yerleşmesi, demokrasinin amacına ve ilkelerineuygun bir düzen kurması için demokrasiye inanmış ve demokratikilkeleri benimsemiş, bunun için mücadele edecek insanların olması gerekir.Demokrasiyi hakim kılacak olanların “demokrat” olması şarttır. Her şeydenönce seçilmiş olan hükümet yasalara bağlı olmalı ve yasaları uygulamalıdır.Yasaların uygulanmasında taraflı ve yanlı davranmamalı, ideolojik, dini,etnik, bölgesel veya ahbap çavuş ilişkişi içinde hareket etmemesi lazımdır.

    Demokraside en önemli şey birey ve bireyin haklarıdır. Dinimiz buna“kul hakkı” adını vermiş ve ihlalini büyük bir günah saymıştır. Yasalar adilolmalı ve herkes yasalar karşısında eşit durumda bulunmalıdır. Ayrıcadin ve vicdan hürriyetine hem inanmalı hem de uygulamalıdır. Kur’an-ıKerim’in “Dinde zorlama yoktur.”[27] ayeti “Din ve Vicdan Hürriyeti”ninolması gerektiğini ifade etmektedir. İnsanlar inançlarından dolayı Allah’akarşı sorumlu olur ve ahirette bunun karşılığını mutlaka görürler; ama birtoplumda yasalar din ve inanç farkı gözetilmeden uygulanması gerekir.Hukuk karşısında herkes eşittir.

    Peygamberimiz (asm) “Kim bir zımmıye eziyet ederse ben onun hasmıyım,karşısında beni bulur. Kim benim hasmım olursa ahirette onunlahesaplaşırım.”[28] buyurarak hukuk karşısında inanç farkı gözetilmemesi gerektiğiniaçıkla belirtmiş ve inananları ikaz etmiştir. Bu nedenle demokrasiyisavunanların önce demokrat olmaları gerekir. Müslümanlığı savunanınMüslüman olması gerektiği bir gerçektir.

    Demokratlık tarafsız olmayı, başkalarının da haklı olduğu yönlerininolduğunu kabul etmeyi gerektirir. Demokrat eleştiriyi kabul eder ve başkalarınıeleştirirken de insaflı ve hakkaniyetli davranır.

    XIX. Yüzyıl sonu ve XX. Yüzyıl başlarında I. Dünya Savası sonrasıAvusturya-Macaristan ve Osmanlı Devleti’nin yıkılması ile dünya haritasıdeğişti ve bir çok yeni devletler ortaya çıktı. Milletin sıkıntı ve buhraniçinde olduğu bu dönemde bir kurtarıcı beklentisi de dikta heveslilerini hareketegeçirerek demokratik metotlarla ama daha hürriyetçi ve cumhuriyetyönetimleri vaat ederek halkı aldatan dikta rejimleri ortaya çıktı. Özellikle1929 yılında ortaya çıkan büyük ekonomik buhran sonucu Avrupa, LatinAmerika ve Asya ülkelerinde diktatörler yönetimi ele geçirdiler. İspanya,İtalya, Almanya’da Faşist diktatörler meydana çıkarken; Küba, Brezilya, Japonyave Sovyet Rusya’da kimi ırkçılığı, kimisi de işçi ve orta sınıfı istismareden demokratik olmayan yönetimler iktidara geldiler. Bu sebeple 1930’luyıllar diktatörlük dönemi olarak tarihe geçti. Dikta düşüncesinin doymakbilmez hırsı ve toplumu yönetme arzusu II. Dünya Savaşı’nı netice verdi.Bu savaş diktanın insanlığa ne kadar zararlı olduğunu ispat etti ve yenidendemokratikleşme hareketleri öne çıktı. Özellikle Batı Avrupa’da yoğunlaşanbu hareketler 1945 “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” gibi insanhaklarını öne çıkaran önemli sözleşmelerin kabulünü netice verdi.

    II. Dünya Savaşı sonucu Almanya ve Japonya’da diktatörlükler sonaererken diktatörlük yine Cumhuriyet adı altında Sovyet Rusya’nın elindekaldı. Böylece Batı demokrasileri ile Sovyet Bloğu ülkeleri arasında büyükbir “Soğuk Savaş” dönemi başlamış oldu. Komünizmi yaymaya çalışanSovyet Bloğu ile Liberal Demokrasiyi yaymaya çalışan ABD arasındaki çekişmenihayet 1989 yılında Hürriyet ve Demokrasi’nin galibiyeti ve Komünizminmağlubiyeti ile sonuçlandı. Bundan sonra Liberal Demokrasi tümdünyada kabul görmeye başladı.

    I. Dünya Savaşı öncesi demokrasi yönetimleri kabul görerek bir dereceyaygın hale geldiği için diktatörler demokrasiyi kullanarak kendilerinitopluma kabul ettirdiler. Kurdukları sisteme de güya Meşrutiyet’in dahagelişmiş bir şekli olan Cumhuriyet adını verdiler. Daha sonra diktanın hakve hürriyetleri sınırlandırması, hürriyetlerin kısıtlanmasını meşrulaştırmakamacı ile cumhuriyetin bir rejim, demokrasinin ise rejimin (ideolojik devletsisteminin) uygulama şekli ve aracı olduğu söylendi. Böylece devlet yüceltilipkutsanırken, demokrasi araç haline getirilerek yozlaştırılmak ve önemsizhale getirilmek istendi. Çünkü diktanın, istibdadın en büyük düşmanı hakve hürriyetleri savunan demokrasinin kendisi idi.

    İdeolojik devlet yapısının yüceltildiği, bunun için siyasi hakların kısıtlandığı,hak ve hürriyetlerin, özellikle “Din ve Vicdan Hürriyetinin” yoksayıldığı bir dönem yaşandı. İstibdat kendisini meşrulaştımak ve kabul ettirmekiçin “rejimin korunması”, “devletin bekası” ve “asayişin – emniyetin”korunması adı altında “hürriyetleri kısıtlayan” pek çok yasalar çıkarmış vebu amaçla halk meclisleri üzerinde büyük baskılar kurmuşlardır. Onlar daçıkardıkları yasalarla diktatörlerin daha da güçlenmesine ve devlet kurumlarınınbaskı aracı olarak kullanılmasına imkan vermişlerdir. Diktatörlerkendilerine tabi olup destek verenlere “seküler” bir hayat vaat ederek kredive makam gibi imtiyazlarla devletin her türlü imkanlarını sunarak önlerineaçacaklardır. Bu da halk ile imtiyazlılar ve idarecilerin arasında büyük biruçurum açılmasına sebep olacaktır ve öyle de olmuştur. Bundan da sekülerizmingerçekte demokrasiden değil, diktadan kaynaklandığını görmekmümkündür.

    Böyle bir devlet yapılanması içinde halk ile hükümet ve devletin arasındakiuçurumu kapatmaya, toplumda halkın iradesini ve isteklerini öneçıkarmaya, hak ve hürriyetleri savunmaya, din ve vicdan hürriyetini müdafaaetmeye, despotizme ve diktaya karşı mücadele aracı olarak demokrasiyiöne çıkarmaya çalışan ve ülkeye demokratik bir sistemin hakim olması içinfedakarlıkla gösterenlere “demokrasiyi benimseyen ve müdafaa edenler” anlamında“demokrat” denilmiştir. Demokratlar, demokratik çoğulcu bir sisteminülkeye hakim olmasını isteyenler olarak ortaya çıkmışlardır.

    Demokratik bir toplumda halk efendi ve söz sahibidir, idareciler ise halkahizmet etmek için halkın seçtiği veya belli bir ücret mukabilinde görevlendirdiğimemurlardır. Bu peygamberimizin (asm) “Halkın efendisi onlarahizmet edendir.”[29] hadisinin toplumda kabul görmesinden ve uygulanmasındanbaşka bir şey değildir. Bu nedenle Bediüzzaman “Demokratlık vehürriyet-i vicdan islamiyetin bu kanun-i esasisine dayanabilir.”[30] buyuraraksahip çıkmış ve bunun için siyasi mücadeleye girenlere de “Demokrat” demiş,hem sahiplenmiş, hem desteklemiş, hem de tebrik etmiştir.

    Demokrat kişi, demokrasinin değerlerini savunan ve demokrasinin ülkeyehakim olmasını isteyen ve bunun için siyasi mücadeleye giren fert,birey ve vatandaştır. Nedir demokratik değerler? Her şeyden önce bireye aittemel hak ve hürriyetlerdir. Bunların en önemlisi “Din ve Vicdan Hürriyeti”ve “Basın- Yayın ve Fikir Hürriyeti”dir. Sonra imtiyazların kalkması ve hukukkarşısında eşitliktir. Bediüzzaman da Divan-ı Harb-i Örfi müdafasında“Herkesin bir fikri var. İşte sulh-u umumî, afv-ı umumî ve ref ’-i imtiyazlazım. Ta ki biri bir imtiyazla başkasına haşerat nazarıyla bakmakla nifakçıkmasın.”[31] diyerek demokratik bir toplumda olması gereken hukuki eşitliğisavunmuş ve fitnenin ancak bu şekilde ortadan kalkacağını, hükümetinbunu sağlaması gerektiğini ifade etmiştir.

    Bediüzzaman yönetimde idarecinin değil, kanunların hakim olmasınıistemiştir. Yöneticilerin ve memurların görevi herkese eşit davranarak kanunlarınhakimiyetini sağlamaktır. Bediüzzaman’a göre meşrutiyet, cumhuriyetve demokrasi “adalet, meşveret ve kanunda cem-i kuvvetten ibarettir…. Kuvvet kanunda olmalıdır. Yoksa istibdat tevzi olunmuş olur.”[32] Yani birülkede kanun hakimiyeti yoksa memurların keyfi yönetimleri hakim olur,bu da her yerde istibdat ve baskının ve keyfi yönetimin olması demektir.Demokrat, ülkede kanun hakimiyetinin olmasını isteyen ve bunun mücadelesiniveren kişi ve bireydir.

    3. Demokrasinin Dayanağı:

    Demokrasi halk iradesinin hakimiyetini sağlamayı amaçlar. Demokrasideidarecinin istekleri ve keyfi yönetimi yerine halkın ihtiyaç ve isteklerininkarşılanması esastır. Halk efendi, memur ve hükümet ise ona hizmet edengörevlilerdir.

    Demokrasinin temel prensibi olan “Hürriyet” ve “Temel Haklar” İslaminancının ve İslâm’ın insanın hürriyet ve haklarına bakan yönünün genelamacıdır. Bediüzzaman Said Nursi hazretleri bunu “Şeriat âleme gelmiş taher nevi istibdadı ve zalimâne tahakkümü mahvetsin.”[33]cümlesi ile ifadeetmiştir. Hürriyeti “imanın hassası”[34] yani, özelliği olarak gören Bediüzzamanbu gerçeği “kanun-u adalet ve tedipden başka kimse kimseye tahakkümetmesin, herkesin hukuku mahfuz kalsın, herkes harekât-ı meşruasındaşahane serbest olsun.”[35] ifadeleri ile tarif etmiştir.

    Bediüzzaman’a göre hürriyetin temelinde inanç ve ifade hürriyeti vardır.Tarih boyunca çeşitli din ve inanca mensup milletlerin ve grupların İslamhükümetleri içinde serbest bir şekilde inançlarının gereğini yaptıklarına veinançlarını ifade ettiklerine dikkatleri çeken Bediüzzaman “asayişe ve emniyeteilişmemek şartıyle herkes vicdanıyla, kalbiyle kabul ettiği inancı vefikri ile mesul olmaz” demiştir.

    İnanç ve fikir hürriyeti demek, inancını yayma, yayınlama, fikrini anlatmave yayma hürriyeti demektir. Bu da basın ve yayın hürriyetini zarurikılar. İnanç hürriyeti kalben inanma; fikir hürriyeti de düşünme hürriyetidemek değildir. İfade edilemeyen fikir ve anlatılamayan inanç hürriyeti zatenolmaz. Hiçbir hükümet insanların kalplerine ve beyinlerine zaten karışamazve hükmedemez. İnsan hakları ise İslam dininin “Kul Hakkı” olarakele aldığı en önemli konudur. Günümüz demokrasisi “Bireyin hakları” ifadesiile İslam dininin “kul hakkı” kavramına yaklaşmıştır.

    Parlamenter sistem, halk temsilcilerinin oluşturduğu şuralardır. Yüce Allah“Şura Suresi” adında bir sure inzal buyurarak mü’minlere dünya işlerini meşveret ve şuralarla yapmalarını tavsiye etmiş,[36] peygamberimize de “istişareet!”[37] emretmiştir. Peygamberimiz (sav) bu emre en çok imtisal edereksahabelerine ve ümmetine örnek olmuştur. Hz. Ömer (ra) ise “Şurayı”devletin bir organı haline getirerek sistemleştirmiştir. Bu durumda moderndemokrasilerdeki parlamenter sistem şeriatın emrine uygundur ve şeriattanalınmıştır. Bunun için Bediüzzaman “İstibdad zulüm ve tahakkümdür; meşrutiyetadalet ve şeriattır.”[38] buyurarak parlamenter sistemin şeriatın emrineuygun olduğunu açıkça belirtmiştir.

    Ümmetin istişare ve ittifakının şeriatın uygulaması ve emri olduğunu daaçıkça belirten Bediüzzaman “İcma-yı ümmet, şeriatte bir delil-i yakînîdir.Rey-i Cumhur şeriatte bir esastır. Meyelân-ı âmme şeriatte muteber vemuhteremdir.”[39] demektedir. Parlamenter sistem içinde farklı inanç ve düşüncedeinsanlar elbette bulunacaktır. Herkesin düşüncesi aynı olsa meşveretezaten gerek kalmaz. Hüküm de eksere göre verilir. Amaç da hak ve hürriyetlerikorumak için gerekli kanunları yapmaktır. Üç yüz farklı düşüncedeolan insanların fikir ve düşüncelerini birleştirecek olan şey “maslahatlar, hakve hukuktur.” Hak ve maslahat ise, şeraitte bir esastır. Hukuk değişmez;ancak tatbikat ve tercihattır ki meşverete ihtiyaç gösterir.[40]

    Demokrasi ile milletin hâkim olduğunu ve hükmün milletin eline geçtiğiniifade eden Bediüzzaman bu düşüncesini de “Meşrutiyet hâkimiyet-imillettir. Yani efkâr-ı âmmenizin misal-i mücessemi olan mebusân hâkimdir;hükümet, hâdim ve hizmetkârdır.”[41] demektedir. Bediüzzaman Said Nursihazretleri Kasım 1922 yılında Ankara’da Büyük Millet Meclisi’ne geldiğizaman meclise hitaben yayınladığı ve okuttuğu beyannamede “Ey Ehl-iHal ve’-Akd” diye hitap etmesi İslam bilginlerinin devlet başkanını seçenkurumun; yani “Ehl-i Hal ve’l-Akd”in parlamenter sistem ve Asr-ı Saadetteki“Şura” kurumu ile aynı olduğunu göstermektedir. “Meclis-i Mebusanı”da millet hâkimiyetinin tecelli ettiği yer olarak göstermektedir. Devlet gibitüzel bir kişiliği olan büyük bir kurumun ancak milletin şahs-ı mânevisi,yani temsilciler kurulu olan parlamento ile idaresinin daha kolay ve adilolacağını ifade etmektedir. Bediüzzaman bir kişinin görüşünün bir ince telgibi rüzgârın estiği tarafa dönebileceğini, ama parlamentodaki üç yüz kişiningörüşünün bir demir direk gibi hiçbir rüzgâra kapılmayacağını ve hissidavranmayacağını ifade etmektedir. Demokrasinin hâkim olduğu zamanmeydana gelen olumsuzlukların ve hak ve hukuk ihlallerinin doğrudan demokrasiyeyüklenemeyeceğini, şahısların ve istibdat heveslilerinin, nefis veşeytana aldananların suçu olarak görmek gerektiğini belirtir. Suçun şahsiliğigenel bir kuraldır. Meclisin dinin yüzde doksan dokuzu olan “İman,ahlak ve ibadet” konularına karışamayacağını ifade eden Bediüzzaman dininyüzde biri olan ve değişmez hükümleri içeren farz ve vacip olan hukukprensiplerine de dokunamayacağını belirtir. Meclisin görevinin dinin emir ve yasaklarını tanzim etmek ve değiştirmek değil, bunun dışında kalaniktisadî ve içtimâî konularda kanun yapmak olduğunu belirtir. Meclis halkınve toplumun faydasına olan bu gibi kanunları yaparken elbette fertlereve kurumlara nispeten daha fazla isabet edecektir.

    “Meclis-i Mebusan’da Hıristiyanlar, Yahûdiler vardır; onların reylerininşeriatta ne kıymeti vardır?” şeklindeki bir suâle Bediüzzaman şöyle cevapverir: “Meşverette hüküm ekserindir. Ekser ise Müslümandır. Altmıştanfazla ulemadır. Mebus hürdür, hiçbir tesir altında olmamak gerektir. Demekhâkim İslam’dır.”[42] Bu durumda meşverette Yahudi ve Hristiyanlarınbulunmasından korkmamak gerekir.

    “İkincisi, saati yapmakta veyahut makineyi işletmekte, sanatkâr bir Haçove Berham’ın reyi muteberdir, şeriat reddetmez. Meclis-i mebusândakimesâlih-i siyasiye ve menâfi-i iktisâdiye dahi ekserî bu kabilden olduğundan,reddetmemek lazım gelir.”[43] Meclis-i Mebusan’da konuşulan ve kararabağlanan meseleler dine ait meseleler değildir; siyasi ve iktisadî konulardır.Bunlar da ülkede yaşayan tüm kesimlerin menfaatleri gereğidir. Elbette ortakkararlar alınmalı, ülkenin dış tecavüzlerden korunması, kalkınması vegelişmesi için alınacak tedbirler görüşülmelidir. Bu konularda ihtisas sahibiolan Yahudi ve Hıristiyan ve diğer milletlerden olanların da söz haklarıvardır ve olmalıdır. Bu konuda onlara değer verilmesi, fikirlerinin alınması,iktisadi konularda ve ülkenin emniyet ve güvenin sağlanmasında büyükfaydaları olacaktır.

    “Ammâ ahkâm ve hukuk ise zaten tebeddül etmez; tatbikât ve tercihattırki, meşverete ihtiyaç gösterir. Mebusların vazifesi, o ahkâm ve hukukusû-i istimâl etmemek ve bâzı kadı ve müftülerin hilelerine meydan vermemekiçin bâzı kanunları yapmak ve etrafına sur etmektir. Aslın tebdilinegitmek olmaz; gidilse intihardır.”[44]

    Hukuk, “Hak” kelimesinin çoğuludur. Bu ise hak sahibine hakkını vermek,haksızı cezalandırmak ve adaleti sağlamaktır. Hak sahibine hakkınıvermemek, hak ihlali ve hukuksuzluktur. Bundan zulüm çıkar. Haklar isebellidir ve bu konuda din, millet, siyasi görüş ayrılığı yoktur. Herkesin amacıhak ve hürriyetleri sağlamak, haksızlığa engel olmaktır. Bu nedenle “hukukilkeleri değişmez.” Meclis-i Mebusanın vazifesi hak ihlallerinin önünegeçmek için gereken yasaları çıkarmaktır. Çünkü gerek hâkimler, gereksemüftüler ve diğer memurlar yasaların açıklarından faydalanarak hile ile verdiklerifetvalar ve kararlar ile haksızlıklara sebep olmaktadırlar. Meclisinde çıkaracağı yasalarla bunun önüne geçmesi vazifelerinin gereğidir. Bütündinlerde “Adalet” ilkesi geçerli olduğu gibi, “hak” ilkesi de geçerlidir ve değişmez.Bu nedenle mecliste Yahudi ve Hıristiyanların bulunması onlarınhaksızlık yapacakları ve bütün meclisi tesirleri altına alacakları anlamınaelbette ki gelmez.

    Hukukun değişmezlik ilkesinden dolayıdır ki hak haktır, büyüğüneküçüğüne bakılmaz ve tüm dünyada insanlar haksızlık karşısında hakkınıarama ve haksızlığa karşı sesini çıkarma hakkına sahiptir. Bu konuda din,milliyet ve fikir ayrılığı olmaz.

    4. Yönetimin Meşruiyetinin Kaynağı

    Yönetimin meşruiyetinin kaynağı halk iradesidir. Yani yönetilen halkyönetme yetkisini kime verirse yönetim yetkisi ona aittir. Hiç kimse halkınkendisine vermediği yetkiyi halk adına kullanamaz. Kullanacak olursa bumeşru olmaz. Nitekim peygamberimiz (asm) Medine’de kendisine yönetimgörevi verildiği zaman bunu Allah’ın kendisine verdiği bir görev olarak değil,yetkisini yönetilenlerden, yani halktan ve toplumdan alarak kabul etmişve kullanmıştır.

    Şöyle ki:

    Peygamberimizden (asm) önce Araplarda siyasi bir birliktelik sözkonusudeğildi. Kabileler göçebe bir hayat yaşıyorlardı. Çoğu ümmi olduğuiçin Arap tarihi de yazılamamıştı. Araplarda dahilde emniyeti sağlayan hükümetlerve idareyi elinde tutan teşkilatlı bir organ da mevcut değildi. Herkabile ve aşiret müstakil ayrı cemaatlerden oluşmuştu. Kabile mensupları daöyle idi. Aralarında tam bir hürriyet vardı. Her bireyin kabile içinde kabileninortak görüşünü redddetme hürriyeti vardı. Yetki nakli için hiyerarşikbir düzen de yoktu. Kabile reisi çoğu zaman kabilenin en yaşlısı, veya enzengini veyahut saygı ve hürmeti kazanabilen en uygun kişisi seçilirdi.[45]

    Peygamberimiz (asm) Medine’ye hicret ettiği zaman burada da kurulubir düzen mevcut değildi. Medine halkı üç ana gruptan oluşuyordu. Bunlar,Muhacir ve Ensar’dan oluşan Müslümanlar. Beni Kaynuka, Beni Nadrve Beni Kureyza Yahudileri ve henüz Müslüman olmayan Araplar. Müslümanlarazınlıktaydılar. Arapların iki büyük kabilesi olan Evs ve Hazrecarasında bir asra yakın kan davaları ve kavgalar devam ediyordu. YahudilerMedine’nin hem ticari hem de ekonomik hayatına hakim durumdaydılar.Hıristiyanlar ise sayıca neredeyse yok denecek kadar azınlıktaydılar.

    Peygamberimizin (asm) hicreti ile Kureyş’in husumetini de kendilerineçeken Medinelilerin siyasi birliğe ve güvenliğe büyük ihtiyacı vardı. Ziraaralarındaki dağınıklık bir yana, Arapların en saygın ve büyük kabilesi olanKureş’in tehditlerine ve hatta gözdağı verme şeklinde baskınlarına maruzkalmışlardı. Medine’de herkesin kabul edebileceği belli bir siyasi otorite demevcut değildi. Her grup kendi içinde bir bütünlük teşkil ediyor ve diğergrubun hakimiyetini ise asla kabul etmiyordu.

    Peygamberimiz (asm) Medine’deki toplulukları belli bir statüde bir arayagetirmek için harekete geçti. Öncelikle Müslümanlar arasında kardeşliğintesisi yönüne gitti ve Muhacirlerle Ensar arasında “Din kardeşliğini”oluşturdu. Sonra Medine’nin ileri gelenlerinden Enes b. Malik’in evindeher kesimden çağırdığı reislerle “istişare” etti. Medine’nin harici tecavüzlerdenkorunması ve dahilde asayişin temini için ortaya bir anlaşma ve sözleşmemetni çıktı ve taraflarca imzalandı. Elli iki maddeden oluşan bu metinbir nevi Anayasa belgesiydi. Bu vesika aynı zamanda bütün dünyada yazılıilk Anayasa olma özelliğine sahipti.

    Ortaya çıkan bu anlaşma metnini tarafların da onayı ile yürütmek üzerepeygamberimiz (asm) görevlendirildi. Müslümanlar Allah’ın emri olarakpeygamberimize (asm) itaat etmek durumundaydılar ve kayıtsız şartsız itaatediyorlardı. Müslüman olmayanların peygamberimize itaat etmeleri elbette beklenemezdi. Peygamberimiz (asm) Müslüman olmayanların onayını dasözleşme gereği almış oldu. Medine halkından almış olduğu ve sözleşmegereği yasa ile onaylanan dünyevi yetkileri kullanmaya başlamış oldu.[46]

    Burada açıkça görüldüğü gibi peygamberimiz (asm) Allah’ın peygamberiolmakla beraber yönetim ve hakimiyet yetkisini Allah’tan değil, sözleşmegereği doğrudan Medine halkında almıştır. Medine’de kaldığı süre içindeyapılan tüm savaşları, anlaşmaları ve siyasi kararları bu yetkiye ve “MedineVesikası” adı verilen ortak “sözleşmeye” yani, “Anayasa”ya dayandırdı.

    Peygamberimiz (asm) Medine’de Anayasanın güvencesi altında, hukukunüstünlüğünü sağlayan, herkesin meşru hareketlerinde şahane serbestolduğu, vatandaşlar arasında hukuki eşitliğin sağlandığı, Müslümanların datakva ve amel-i salih dışında hukuken herkesle eşit sayıldığı, kardeşlik veyardımlaşma temeline dayanan bu sistemle kavgaları önledi, barışı ve huzurusağladı.

    Peygamberimizin (asm) kurduğu sistem bir devlet değildi. Ancak tümdevletlerin kendisini örnek alacağı bir sistemdi. Bu sistem “şura prensibine”[47] dayanıyor, “adaleti ve kanun hakimiyetini” sağlıyordu.[48] Batı’nın yüzyıllarsonra keşfettiği demokrasi, gerçekte peygamberimizin (asm) uyguladığısistemin keşfinden ve örnek alınmasından başka bir şey değildi.

    Peygamberimizim (asm) vefatından sonra sahabeler bu sistemi aynendevam ettirmişlerdir. Ancak “Medine Vesikası” yazıldığı şartların tamamendeğişmesi ile yürürlükten kaldırılmış, onun yerine tüm Müslümanlarınortak kabul ettiği Kur’an-ı Kerim ve Peygamberimizin (asm) sünneti veHulefa-i Raşidin’in “Şura” ile aldığı siyasi kararları ve uygulamaları esasalınmıştır. Bu nedenle “Asr-ı Saadet”i de bir devlet olarak değil, bir sistemolarak görmek daha doğrudur.

    5. Bediüzzaman’ın Demokrat Parti’yi Desteklemesinin Sebebi

    Bediüzzaman Meşrutiyet döneminde “Hürriyet ve Meşrutiyeti” şeriatnamına müdafaa ederken Şeriat-ı Garra’nın hayat-ı içtimaiyeye / sosyalhayata ve siyasete bakan yönünün Meşrutiyet olduğunu ısrarla savunmuştur.Adalet-i ilahinin tahakkuk ve tecellisinin ancak iman ile tekâmül etmişolan hürriyet olduğunu izah etmiştir. Akıl ve tedbir-i mücessem dindar“Cemiyet-i Ahrar” dediği hürriyetçi fikirlerin ihtilafları ortadan kaldırarakmilli birliği ve muhabbeti sağlayacağını belirtmiştir.

    Meşrutiyet düşmanları hürriyete din adına karşı çıkarak “hürriyet küfüralametidir ve kâfirlere hastır” şeklinde propaganda yapıyorlardı. Bediüzzamanbunlara karşı “Bunu iddia edenlerin hürriyeti kuralsızlık ve yasaklarınolmadığı, “Bolşevizm Mesleği” zannettiklerini, bu nedenle karşı çıktıklarınıbelirtir. Gerçekte ise hürriyetin “İyi ve doğru olanı yapma hürriyeti” olduğunu,kötüyü ve yanlışı yapma ve suç işleme hürriyeti olmadığını ifade eder.[50]

    İnsanın nefsine ve insanlara kul ve köle olmaktan kurtulması ve tam hür ve bağımsız olmasının ancak Allah’a hakiki kul olmaktan geçtiğini izaheden Bediüzzaman “insana karşı hürriyet Allah’a karşı ubudiyeti intaç eder.”buyurur. Sultan Abdülhamit’i 1876 yılında Kanun-i Esasi’yi ilan ederekHürriyet’e geçtiği için insafsızca eleştirenler mutaassıp dindar insanlar olmuştur.Gerekçeleri de Allah’ın kanunu varken beşerî kanunları yapmasınıeleştirmeleri, Rum ve Ermenilere temel hak ve hürriyetlerini vermesidir.Onlar maalesef dini istibdat ve baskı aracı olarak görmüşlerdir. Asırlar boyudevam eden ve insanların damarlarına kadar işleyen istibdat kendisini muhafazaetmek ve her şeyi kendisine alet etmek için herkese vesvese vermektedir.Gerçekte ise Allah’tan korkan dindarların, mutekid Müslümanlarınekserisi hürriyetçidir.[51]

    Bediüzzaman 1918 yılından itibaren 35 senedir siyaseti terk etmişti veNurculara da “Bırakınız” diyordu. Çünkü siyaset ihlâsı kırar. Fakat münafıklar,dindarları kullanarak dini siyasete alet, sonra da siyaseti dinsizliğealet etmeye çalıştıklarından safdil dindarların hatırı için ve onları yanlıştankurtarmak amacı ile siyasete bakarak siyasi ölçüleri yazmak durumunda kalmıştır.Çünkü “Şimdi hissettim ki, bazı münafıklar dindarları perde yapıpdini siyasete alet; sonra da siyaseti dinsizliğe alet etmeye çalıştıklarındansafdil dindarların hatırı için bir-iki defa siyasete baktım, gördüm ki: Bizi buüç-dört mahkemede “Dini siyasete alet ediyor” diye itham edenler kendileridessasane dini tezyif etmek için kendileri sonra da siyaseti dinsizliğe aletetmek için dinsizlik düsturlarını kanuna bağlamak gibi dünyada hiçbir şeddat,hiçbir zalimin yapmadığı bir dehşet gördüm. Şiddetli bir me’yusiyetimiçinde, hürriyet başında bizimle, yani İttihad-ı Muhammedi (a.s.m.) Cemiyetiile, İttihadçıların bir kısmındaki gizli farmasonlara muarız ve manenbizimle, yani İttihad-ı Muhammedi ile müttefik olan Ahrar Fırkası yineotuz beş sene sonra dirildi, yine uyandı. Birden şeair-i İslamiyenin başındaolan ezan- ı Muhammedi’yi farmasonların zincirlerini kırıp ilan etmesiyle;siyasetten kat’ı alaka eden, eskide “İttihad-ı Muhammedi” şimdi “Nurcular”namını alan ve İttihad-ı İslam içinde bulunan kardeşlerimiz yanlış basmamakiçin bazı şeyleri söylemek isterdim. Fakat Risale-i Nur benim bedelimekonuşuyor dedim, yüzümü çevirdim. ”[52] diyerek Risale-i Nur’da “siyasiölçüleri” yazmak durumunda kalmıştır.

    Bediüzzaman Said Nursi hazretleri DP’nin halkın oyları ile iktidar olmasısebebiyle Demokrasinin işlemeye başlamasından dolayı Reis-i CumhurCelal Bayar’ı “seçimle geldiği için” meşru bir devlet başkanı olarak kabuletmiş ve kendisine tebrik telgrafı çekmiştir. Bediüzzaman’ın bu tavrıDP’nin iktidara geliş biçimi olan demokrasi ve seçim sistemini onaylamakve meşru şekilde seçildiğini ifade etmek anlamı taşımaktadır.

    Bunu Bediüzzaman’ın tebrik telgrafından anlıyoruz. Şöyle ki:

    “Reis-i Cumhur Celâl Bayar ve Heyet-i Vükelâsına,

    Otuz seneden beri ben siyaseti terk etmiştim. Bu defa, birkaç gün zarfındaAhrar’ların başına geçip milletin mukadderatına sahip çıkması sebebiyle,Reis-i Cumhuru ve Heyet-i Vekileyi tebrikle beraber, bir hakikati ifşaediyorum.”[53] diye devam etmektedir.

    Burada Bediüzzaman Celal Bayar’ın kurduğu ve başında bulunduğuparti olan DP için “Ahrar” yani “Hürriyetçi” tabirini kullanmakta ve CelalBayar’ı da Ahrarların başına geçtiği için tebrik etmektedir. Tebriğin sebebiAhrarların başında olduğu ve memleketin mukadderatına sahip çıktığı veistibdadı temsil eden CHP’yi devirdiği ve milli iradeyi meclise hakim kıldığıiçindir.Bediüzzaman ayrıca Ispartalıları özellikle tebrik etmekte ve “Son hayatımıIsparta havâlisinde geçirmek büyük bir arzumdur. Isparta taşıyla toprağıylabenim için mübarektir. … Hususan oradaki eski tahribatı tamiratabaşlayan hakikî vatanperverler olan Demokrat namında hamiyetli Ahrarlar,yani hürriyetperverler, Nur ve Nurcuları takdir etmelerine çok minnettarım.Onların muvaffakiyetine çok dua ediyorum. İnşallah, o Ahrarlar istibdad-ımutlakı kaldırıp tam bir hürriyet-i şer’iyeye vesile olacaklar.”[54] demektedir.

    Bediüzzaman Ahrarların devamı ve “Demokratlar” dediği DemokratPartiyi ve Demokrat Partilileri milletin arzusuyla “Şeâir-i İslâminin” serbestiyetinevesile olduklarını, yani ezanı aslına çevirdiklerini, din dersleriniokullara koyduklarını, İmam-Hatip ve İslam Enstitüsü gibi dini eğitim verenkurumları hiç yokken açtıklarını bizim nazarımıza vermektedir. Onlarıicraatlarıyla Ahrar, Hürriyetçi ve Demokrat oldukları için desteklemiştir.Demokrat Parti içinde bazılarının Mason olmalarına, içki içmelerine, CumaNamazı dahi kılmamalarına bakmamış, şahsi hatalarını tenkit etmemiştir.

    Bediüzzaman eskide “İttihad-ı Muhammedi” ve “İttihad-ı İslam” adınasosyal ve siyasi hayatla iştigal edenlerin gerçekte Nurcu olduklarını, buzamandaki Nurcuların onları temsil ettiğini ifade eder. Nasıl ki Meşrutiyetzamanında İttihad-ı İslam ve İttihad-ı Muhammedi namı altında çalışanlaro zaman İttihat ve Terakki’ye değil de Ahrarlara destek olmuşlar, ayrıbir siyasi oluşuma girmemişler ise, 1950’den sonra Nurcular namını alanve “iman hizmetini” yapan ve “İttihad-ı İslam” düşüncesini savunanlarında ayrı bir siyasi oluşuma girmeden ve yönetime talip olmadan DemokratParti’yi desteklemeleri gerektiğini izah etmiştir.[55]

    Bediüzzaman ayrıca DP’nin (Demokrat Parti) Ankara’daki kongresindekendisine Diyanet Riyaseti dairesinde bir vazife verilmesinin hararetlekonuşulduğundan bahseder. O toplantıda bu teklifi yapan mebuslara teşekküreder; ama kendisinin yerine Risale-i Nur’un şahs-ı manevisinin maneviolarak o vazifeyi yaptığını, inşallah ileride resmi surette de yapabilecekleriniifade ile bu görevi Nur Talebeleri’ne havale eder.[56]

    Bediüzzaman’ın Demokrat ve Ahrar dediği siyasi oluşum Celal Bayar’ın1946 yılında kurduğu Demokrat Partisi’dir. Ondan sonra onu takip edenAhrarlar ise Süleyman Demirel’in AP ve DYP’sidir. Ne var ki Ahrarlar/Demokratlar dine ve imana yaptıkları hizmetlerin cezasını çekmektedirler.Nurcuları hapisler ve yasaklarla cezalandıranlar, Ahrar DP’yi 1960 ihtilaliile kapatmıştır. AP’nin 1971’de muhtıra ile elinden hükümeti almışlardır.Yok edemeyince bu defa 1980’de ihtilal ile kapatmışlardır. 1980 sonrasıgelişmeler ve icraatler göz önüne alındığında ise Ahrarların siyaseten temsiledildiğini söylemek zordur.

    6. Nur Talebelerinin Siyasî Misyonu:

    Risale-i Nur’un iman hizmetinin bir yönü de İslam’ın ve Kur’an’ın istikametliyüksek siyasetini ortaya çıkarmak, “Sosyal ve Siyasi” hayata istikametvermektir. Risale-i Nur’da bu husus “Hayat-ı İçtimaiye-i Siyasiye”olarak geçmektedir. Nur talebelerinin siyasetle iştigal etmelerini ve siyasibir parti kurmalarını Bediüzzaman istememiştir. Siyasetle iştigal etmemek,seçimlere katılmamak ve vatandaşlık görevi olarak oy kullanmamakanlamına gelmemektedir. Bediüzzaman’ın yasakladığı siyaset siyasi partikurarak devletin yönetimine talip olmaktır. Yani Nur talebelerinin vazifesi“iman hizmeti” çerçevesinde herkesin imanına ve ahiretine hizmet etmekve dolayısıyla da dünya saadetine ve sosyal hayatta hukuk ve ahlakın hâkimolmasını ve asayişin korunmasını sağlamaktır.

    Sosyal ve siyasi hayatta hukukun ve asayişin korunması ise hürriyetçidemokratlara mânen ve maddeten yardımcı olmak, onlarla ittifak etmek veonlara nokta-i istinat olmakla sağlanacaktır.[57] Bediüzzaman hayatında bununen güzel misallerini vermiş, 1908’de İstanbul’a geldiği zaman “Ahrarları”desteklemiş, 1957 seçimlerinde sandığa gitmiş ve herkesin göreceği şekildeoyunu Demokrat Parti’ye vererek tartışılmaz şekilde destek olduğunuispat etmiştir. Talebelerinden Hamza Emek’in Emirdağ DP İlçe Başkanıolmasını onaylamıştır. Bediüzzaman’ın yakın talebeleri de “Siyasetle alakamızyoktur; ancak Demokratlar Nurların neşrine müsaadekâr olmalarındandolayı Demokratların hatırı için seçimlerle alakadar olduk.”[58] demişlerdir.

    Bediüzzaman vefatından önce talebelerine verdiği son dersinde de “Bizdünyaya bakmıyoruz. Baktığımız vakit de onlara yardımcı olarak çalışıyoruz.Âsâyişi muhafazaya müspet bir şekilde yardım ediyoruz. İşte bu gibihakikatler itibarıyla, bize zulüm de etseler hoş görmeliyiz. Risale-i Nur’unneşri her tarafa kanaat-i tâmme verdi ki, Demokratlar dine taraftardırlar.”[59] buyurarak demokratların desteklenmesini istemiştir. Sonra Bediüzzaman“Madem siyasetçilerin bir kısmı Risâle-i Nur’a zarar vermiyor, azmüsaadekârdır; ‘ehven-i şer’ olarak bakınız. Daha ‘âzamü’ş-şer’den kurtulmakiçin, onlara zararınız dokunmasın, onlara faydanız dokunsun.”[60] tavsiyesindebulunmuştur. Burada ehven-i şer dediği kısmın dinde laubali olandemokratlar olduğu zaten anlaşılmaktadır.

    Bediüzzaman istibdada karşı daima hürriyeti ve hürriyetçileri desteklemiştir.Hürriyetçilerin mason olduğu propagandasını da “istibdat kendinimuhafaza etmek için herkese vesvese verdiği gibi, beni de inkılaptan onsene evvel aldattı ki, ehl-i ihtilalin (yani padişaha karşı çıkan ve hürriyetiisteyenler) ekseri masondur. Lillahilhamd, o vesvese bir iki sene zarfındazail oldu. Tâ o vakit anladım; bizim ekser Ahrârımız mutekit Müslümanlardır.”[61] demiştir. Siyasi hayatta istibdada karşı hürriyet mücadelesinde BediüzzamanAhrarların cemiyeti ile Nur talebelerinin siyasi amaçlarını birgörmüş ve “Yaşasın akıl ve tedbir–i mücessem dindar Cemiyet–i Ahrâr veNur Talebeleri” [62] ifadeleri ile bunu ilan etmiştir.

    7. İstikametli Siyasî Çizgi: (Siyasetin Muktesit Mesleği)

    Siyaset ile saltanat iç-içe olmakla beraber, birbirinden farklıdır. Saltanatıesas alanlara göre amaç her ne suretle olursa olsun iktidar olmak ve insanlarahükmetmektir. Bu anlayış saltanatın devamı için şahısların feda edilmesinegöz yuman bir anlayıştır. Siyasette ise, insanları iyiye yönlendirmek,asayişi sağlamak ve milletin birlik ve dirliğini sağlamak amaçtır. Bu anlayıştaadalet esastır. Bu cihetle siyaset saltanattan daha geniş bir kavramdır.

    Bediüzzaman Said Nursî 1918 yılında siyaseti yanlış anlayan, kendisiyasî fikrini savunan şeytan gibi zalimleri, melek gibi dindar kardeşlerinetercih eden bir zihniyetin ve ecnebi esaretini siyasetin gereği gibi görenbir yaklaşımın karşısında, “Şeytandan kaçar gibi bu nevi siyasetten kaçmakgerektiğini” belirtmiştir. Burada siyaseti tamamen reddeden bütüncül biryaklaşım söz konusu değildir; siyasetin amaç dışına çıkmasının ne derecedehşetli neticeleri olduğuna dikkat çekilmiştir. Nitekim Bediüzzaman1922 yılında ısrarlı dâvetler ile çağrıldığı TBMM’ye gitmiş ve “Ben siyasetiterk ettim.” dememiştir. Ancak imana ve dine karşı siyaseti dinsizliğe aleteden, dini tamamen dışlayan kanunları kabul eden bir siyasî yapılanmayıve bunun ortaya çıkaracağı vahim sonuçları görerek “evvelâ imanı ve dinimüdafaa etmek gerekir” demiştir. “Dinsizliğe karşı siyasetle değil, iman hakikatleriile mukabele edilebilir.” demiştir.

    Muhalefete imkân tanınmadığı ve tek parti hâkimiyetinin devlet politikasıhaline getirildiği dönemde de Bediüzzaman bu duruma tamamenbigâne kalmayarak, parti genel sekreteri Hilmi Uran’a mektup yazmış vegerekli ikazlarda bulunmuştur. Çok partili döneme geçildiği zaman da reyiniDP lehinde belirtmiş ve “Ben siyasetler üstüyüm” dememiştir. TalebeleriniDP Emirdağ İlçe Teşkilâtı’nda kurucu ve yönetici olmalarını teşvikde etmiştir. Bizzat sandık başına giderek oy da kullanmıştır. Bu DP’ninyanlış icraatlarını onaylamak anlamına gelmez. Müsbet ve doğru icraatlarınadestek anlamı taşır. Çünkü “Suç işleyenindir.” Müsbet icraatlarda ise,sonuç tüm destekçiler tarafından paylaşılır. Suçun şahsîliği, yapılan hayırlıişin müşterekliği esastır. Bediüzzaman bunun için, “O iktidar partisinin lehindeehl-i dini yardıma dâvet etmiştir.” Bazı DP bakanları ile görüşmüşve Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Başbakan Adnan Menderes’e mektuplaryazmıştır.

    Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu istikametli siyaset anlayışına göre, “Heradam vatanıyla, milletle ve hükümetle alâkadardır.” Bu insanın fıtratı gereğive sosyal hayatın müşterekliği sebebiyledir. Bununla beraber insan kalpve mide dairesini ve kâinatla alâkasını unutmamalı ve insan olarak onlarakarşı görevlerini ve sorumluluklarını ihmal etmemelidir. Her birine ihtiyacıkadar ve gerektiği ölçüde hayatında yer vermeli ve zaman ayırmalı, birinitamamen ihmal ve terk ederek hataya düşmemelidir.

    Siyasetin dinde yeri her ne kadar yüzde bir de olsa, o yüzde birlik vazifeyiterk ve ihmal etmek çok vahim neticeleri beraberinde getirecektir. Birkaptanın vazifesi içinde yüzde birlik bir ihmal ile gemiyi karaya oturtmasıve tüm gemi çalışanlarını ve gemi sahibini büyük zararlara sokması misalibunu en güzel şekilde açıklamaya yeterlidir. Bir araba şoförünün vazifesi içinde yüzde birlik bir ihmal ile gaflete düşerek birkaç saniye uyumasıylane gibi feci kazalara sebebiyet verdiği yaşanan bir tecrübe olarak karşımızdadurmaktadır. Bütün bunları görerek, yaşayarak “Canım, bu yüzde birlik birmeseledir. Hiç önemi yoktur” demek, büyük bir gaflettir. Hiçbir akıl ve vicdansahibi bunu söyleyemez.

    Bediüzzaman’ın anlayışında siyaset gerçekten ihmal edilemez derecedeönemlidir; ancak bu “iktidar olmayı” hedefleyen bir amaca yönelik değildir.Bediüzzaman “Siyasetin şerrinden Allah’a sığınırım” dediği bir zamandaDP’ye açıkça destek vermiştir. “Nur talebelerinin siyasete karışmadığını”söylediği aynı zamanda DP’yi desteklemek amacı ile talebelerini görevlendirmiştir.Burada iktidarı hedeflemeyen, ama siyaset yoluyla dine hizmetiamaçlayan ince bir siyaset vardır. Bediüzzaman ve talebelerinin “iktidarolma” ve “devleti yönetme” gibi bir amacı yoktur. İktidara ve devleti yönetenlereadil olmaları için yol gösterme; hak ve hürriyetleri korumada yardımcıolma, asayişi koruma gibi insanî ve vatanî görevleri yerine getirmesorumluluğu vardır. Zaten halka hizmeti esas alan siyasî bir partiyi desteklemeve oy verme böyle bir vatandaşlık görevinin gereğidir.

    Burada Bediüzzaman’ın çok güzel, örnek bir vatandaşlık görevini sergilediğinigörmekteyiz. Siyasetin içinde olmamakla beraber, siyasî göreviniihmal etmemiş, siyaset yapmamakla beraber siyasî olaylara bigâne de kalmamıştır.İstikametli siyasî çizgi budur.

    Sonuç:

    İnsanlar siyasetle yönetilir, devlet de siyasetle idare edilir. Siyaset ülkeyiadalet ve hakkaniyetle yönetmek ve insanların hak ve hürriyetlerini korumakiçin gereklidir. Menfaat elde etmek, makam ve mevki kazanmak, halka baskıyapmak ve tepeden bakmak için siyasete girmek tehlikelidir; bu haksızlıkve zulümle sonuçlanır. Bediüzzaman asrın müceddidi olarak insanları herbakımdan sahil-i selâmete erdirecek çareleri Kur’an’dan ders alıp insanlaraanlatmakla görevli olduğu için siyasetteki istikametli ve muktesit mesleğigöstermek de vazifesidir. Bunun için siyasetin ilmini yapmış, hem siyasetçilerehem de seçmen olan tüm vatandaşlara yol ve yöntem göstermiştir.

    Halkın siyasete katılımı ve idarede söz sahibi olmasının yolu Meşrutiyetleaçılmıştır. Bunun sonucu olarak toplumun geniş kesimlerinin siyaseteilgisi artmıştır. Bundan dolayı her düşünce ve fikir akımı kendilerini siyasipartilerle ifade etmeye başlamıştır. Böylece siyaset ideolojilerin odağı halinegelmiş ve kafalar karışmış, zihinler bulanmıştır. Doğru ile yanlış ayırtedilemez hale gelmiştir. Bu durumda halkı doğru siyasi tercih konusundabilgilendirmek önem kazanmaktadır. Bediüzzaman burada devreye girerekhalkın doğru siyasi tercihinin nasıl olması gerektiğini Kur’andan ders alarakmü’minlere anlatmaya başladı. Bu fiilî siyasete girmek şeklinde değil yol gösterme,ikaz ve irşat etme şeklinde bir görevdir.

    Meşrutiyet yıllarında Hürriyet ve Meşrutiyetin mahiyet ve anlamını halkaders vermek gerekiyordu. Bediüzzaman bunu yaptı. Kur’an-ı Kerim’ininsanlığa getirdiği hürriyet ve meşveret esaslarını ders verdi. “Şeriat âleme gelmiş ki, her nevi istibdadı ve tahakkümü mahvetsin” dedi. Peygamberimizin(sav) “Kavmin efendisi ona hizmet edendir” hadisini ele alarak “Memuriyetbu hadise göre halka hizmet vasıtasıdır, tahakküm ve tagallüp makamıdeğildir. Hürriyet-i Vicdan ve Demokratlık İslam’ın bu kanun-u esasisinedayanabilir” dedi. Gerçek “hürriyetin ne nefsine ve ne de başkasına zararvermemek” olduğunu ve “herkesin meşru hareketlerinde şahane serbest olduğunu”vurguladı. İnsanların hür olmalarının ancak Allah’a kul olmaklamümkün olduğunu belirtti.

    Bediüzzaman yukarıdaki gerekçelerden dolayı siyasi hayatta meşrutiyeti,hürriyeti ve hizmeti esas alan siyasi yaklaşımı desteklemiş, diğer siyasileride bu manada hizmet etmeye ve siyaset yapmaya çağırmıştır. Siyasi hayattahürriyetçiliği esas almış ve daima “Ahrar” çizgisini takip etmiştir. Daha sonrakihayatta ise Ahrar çizgisini takip eden Demokratlara destek olmuş veinananları da demokratlara destek olmaya davet etmiştir.

    Bediüzzaman sadece fikir vermekle kalmamış bir aksiyon ve hayat adamıolarak fiilen de bunu ispat etmiştir. Hatalarından dolayı da dindar insanlartarafından tenkide uğrayarak ve dini referans alan partilerin kurularak“Demokrat Parti”sinin yıpratılma sürecine girdiği 1957 seçimlerinde bizzatsandık başına giderek ve oyunu herkese göstererek DP lehinde kullanmış vedindarlığı öne çıkaran Millet Partisi’ni (MP) desteklememiştir.

    Buradan siyasi tercihin siyasilerin hatalarına göre değil, doğru siyasi tercihegöre yapılması gerekti?

    KAYNAKÇA:

    1. Alaaddin Aliyyu’l-Muttaki, Kenzu’l-Ummal, Beyrut, 1989.

    2. Bediüzzaman Said Nursi, Beyanat ve Tenvirler, 1970.

    3. Bediüzzaman Said Nursi, Divan-ı Harb-i Örfi, YAN, İstanbul-1993.

    4. Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lâhikası, YAN, İstanbul -2010.

    5. Bediüzzaman Said Nursi, Eski Said Dönemi Eserleri, YAN, İstanbul- 2009.

    6. Bediüzzaman Said Nursi, Hutbe-i Şamiye, YAN, İstanbul-1993.

    7. Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, YAN, İstanbul-2010.

    8. Bediüzzaman Said Nursi, Münazarat, YAN, İstanbul-1998.

    9. Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Meşrutiyet Maddesi, Cilt: 29.

    10. M. Ali KAYA, Cumhuriyetin Manevi Temelleri, YAN, İstanbul-2001.

    11. Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Tarihsiz-İstanbul.

    12. Prof. Muhammed Faruk en-Nebhan, İslam Anayasa ve İdare Hukukunun Genel Esasları,Terc. Prof. Dr. Servet Armağan, Sönmez Neşriyat, İstanbul-1980.

    13. Prof. Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, İrfan Yayınevi, İstanbul-1980.

    14. Şeyh İsmail b. Muhammed b. Abdulhadi’l-Cerrahî Aclunî, Keşfu’l-Hafa, Lübnan-1997.

    15. Şeyhülislam Musa Kazım, İslam’da Usul-i Meşveret ve Hürriyet, İstanbul-1324.

    Gazete ve Dergiler:

    1. Kânûn-i Esâsî, Receb 1314/ 21 Aralık 1896.

    2. M. Ali KAYA, İslam Meşvereti Emretti, Yeni Asya Gazetesi, 22 Eylül 1991.

    3. Nâmık Kemal, “Ve şâvirhum fi’l-emr” Hürriyet, 30 Rebiyülevvel 1285/20 Temmuz 1868.

    4. Usûl-i Meşveret, Muhbir, 20 Zilkade 1284/ 14 Mart 1868.

    5. Şûra-yı Ümmet, 14 Cemâziyelâhir 1321/7 Eylül 1903.

    6. Serbesti, 17 Nisan 1909.

    7. Volkan, 20 Nisan 1909.

    Dipnotlar:

    [1] Neml Suresi, 27:29-35. Bu ayetlerde Belkıs’ın Hz. Süleyman’dan (as) gelen mektup üzerineMele’ tabir edilen “İstişare Meclisini” topladığı ve onlarla müzakere ederek karar verdiği,kendi başına karar vermediği anlatılır. “Ey milletin uluları bana bir fikir verin. Biliyorsunuzben sizden görüş almadıkça hiçbir şeyi kendi başına yapıyor değilim.” (Neml Suresi, 27:32)ayeti Belkıs’ın daima iştişare ile hareket ettiğini açıkça ifade etmektedir. Müfessirler bu heyetinher birinin on bin kişiyi temsil eden üç yüz on iki kişilik bir heyet olduğunu söylemişlerdir.(Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Tarihsiz-İstanbul (Feza Yayıncılık)6:141.) Yüce Allah Belkıs’ın bu yönetiminden överek bahseder.

    [2] Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul-2010, s.88-90.

    [3] Bediüzzaman Said Nursi, Eski Said Dönemi Eserleri, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul- 2009. 97-98.

    [4] Bediüzzaman Said Nursi, Münazarat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul-1998, s. 23, 42, 79.

    [5] Nâmık Kemal, “Ve şâvirhum fi’l-emr” Hürriyet, 30 Rebiyülevvel 1285/20 Temmuz 1868, s. 1

    [6] Usûl-i Meşveret, Muhbir, 20 Zilkade 1284/ 14 Mart 1868, s. 1

    [7] Kânûn-i Esâsî, Receb 1314/ 21 Aralık 1896, s. 4; Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Meşrutiyet Maddesi, Cilt:29

    [8] Şûra-yı Ümmet, 14 Cemâziyelâhir 1321/7 Eylül 1903, s. 1-2

    [9] Musa Kazım, İslam’da Usul-i Meşveret ve Hürriyet, İstanbul-1324; Serbesti, 17 Nisan 1909

    [10] Bediüzzaman Said Nursi, Divan-ı Harb-i Örfi, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul-1993, s. 21.

    [11] Age, s.18.

    [12] Şeyh İsmail b. Muhammed b. Abdulhadi’l-Cerrahî Aclunî, Keşfu’l-Hafa, Lübnan-1997, 1:409. H. No:1513.

    [13] Divan-ı Harb-i Örfi, s. 22.

    [14] Age, s.23.

    [15] Bediüzzaman Said Nursi, Münazarat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul-1998, s.22.

    [16] Age, s. 22.

    [17] Şura Suresi, 42:38.

    [18] Âl-i İmran Suresi, 3:159.

    [19] Münazarat, s.23-24.

    [20] Age, 38.

    [21] Age, 38.

    [22] Divan-ı Harb-i Örfi, s. 40.

    [23] Age, s. 69.

    [24] Bediüzzaman Said Nursi, Hutbe-i Şamiye, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul-1993, s.115; Volkan, 20 Nisan 1909.

    [25] Acluni, Keşfu’l-Hafa, 1:409.

    [26] Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lâhikası, Yeni Asya Neşriayt, İstanbul -2010, s. 747.

    [27] Bakara Suresi, 2:256

    [28] Aliyyu’l-Muttaki, Kenzu’l-Ummal, 4:10913

    [29] Aclunî, Keşfu’l-Hafa, 1:409; Emirdağ Lahikası, s.747.

    [30] Emirdağ Lahikası, s.747.

    [31] Divan-ı Harb-i Örfi, s. 39.

    [32] Divan-ı Harb-i Örfi, s. 65.

    [33] Divan-ı Harb-i Örfi, s. 22.

    [34] Münazarat, s. 59.

    [35] Age, s. 57.

    [36] Şura, 42:38.

    [37] Âl-i İmran, 3:159.

    [38] Divan-ı Harb-i Örfi, 23.

    [39] Münazarat, 40.

    [40] Münazarat, 38-45.

    [41] Münazarat, 42, 79.

    [42] Münazarat, 41.

    [43] Age, 41.

    [44] Age, 42.

    [45] Prof. Muhammed Faruk en-Nebhan, İslam Anayasa ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Terc. Prof. Dr.Servet Armağan, Sönmez Neşriyat, İstanbul-1980, s.60.

    [46] Prof. Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, İrfan Yayınevi, İstanbul-1980, 1:148.

    [47] Şura Suresi, 42:38.

    [48] M. Ali KAYA, İslam Meşvereti Emretti, Yeni Asya Gazetesi, 22 Eylül 1991. M. Ali KAYA, CumhuriyetinManevi Temelleri, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul-2001, s.40-42.

    [49] Divan-ı Harb-i Örfî, 89.

    [50] Münazarat, 58.

    [51] Münazarat, 125

    [52] Beyanat ve Tenvirler, 1970, 11-12, 201.

    [53] Emirdağ Lâhikası, 2006, s. 514.

    [54] Age, s. 520.

    [55] Age, s. 527.

    [56] Age, s. 819.

    [57] Beyanat ve Tenvirler, 1995, s. 201–203.

    [58] Emirdağ Lahikası, s. 828.

    [59] Age, 874.

    [60] Age, 877.

    [61] Münazarat, 1996, s.125.

    [62] Divan-ı Harb-i Örfî, 1993, s. 89.