Köprü Anasayfa

Demokratlık

"Kış 2014" 125. Sayı

  • Müslüman Demokrat

    Muslim and Democrat

    Hakan Yalman

    Giriş

    Dinler birer inanç sistemi olmakla birlikte çoğunlukla bir varlık algısıve bir yaşam biçimi oluştururlar. Bu nedenle ferdi hayatı ve sosyal hayatıderinden etkileyen yapılardır. Demokrasi de sosyal hayatın gelişimiyle birlikteartık bir yönetim şekli olmaktan çok, bir hayat tarzı olarak algılanmayabaşlandı. Daha önce ifade ettiği; “araya temsili bir organ koymaksızın doğrudanhalkın egemenliğine dayanan (doğrudan demokrasi) veya temsili birorgan aracılığıyla gerçekleştirilen (temsili demokrasi) siyasal rejim” (DictionairreLarousse, “Demokrasi” maddesi, s. 628.) gibi anlamlar artık insanınmerkeze konması, insanın önemsenmesi, bireye değer verilmesi ve bununsosyal hayatın her alanında gerçekleşmesi gibi anlamlara dönüştü. Belki buanlam benimsenip hayata geçirildiği ölçüde yönetim şekli olarak hedeflenendemokrasi de ideal anlamına yaklaşacaktır. Yönetimde söz sahibi olacak olanmilleti teşkil eden fertler, demokrasinin anlamını hazmedip yaşayabildikleriölçüde bunu sağlayabilirler. O halde, demokratik bir toplum hedefleniyorsafertler demokratlaştırılmalıdır. Bu ise, demokrasinin kağıt üzerinde kalanbir kavram, kitaplarda anlatılan bir terim değil, hayatın bir parçası olmasıylasağlanabilir. Sağlam bir demokratik toplumun temel yapı taşı (1) Sağlamkarakterli ve kişilikli, (2) kendisi ve çevresi ile ilgili fertler olmalıdır. Diğertaraftan her bir ferdin donanımlı ve karizma sahibi olduğu, tek şahsın karizmasıve liderlik özellikleri ile değil kurulan sistemlerin gücü ve sağlamlığı ile yürüyen yapılar oluşturulması gereği dünya genelinin ve özellikle de İslamcoğrafyası şeklinde tanımlanabilecek İslam dininin yaygın olduğu topraklarınve ülkelerin temel ihtiyacı haline gelmiştir.

    Bu yönüyle İslami olup, olmadığı konusunda pek çok tartışmalar yapılandemokrasi, aslında semavi dinlerin hedeflendiği insan tipini oluşturmaya yönelmişbir rejim ya da bu fertlerden oluşan bir zeminde yeşerecek bir sistemdir.Bu noktada fazilet kavramı gündeme gelmekte; demokratik bir toplumuoluşturacak fazıl cumhur olmaksızın, cumhuriyetin oluşabilmesi mümküngözükmemektedir. Cumhuriyet ve fazilet bu açıdan birbirini tamamlayaniki önemli sosyal olgu gibidir. Fazilet ise Hz. Adem’e eşyanın öğretilmesi ilebaşlayan bir süreçte vahyin, semavi kitapların ve nübüvvetin insanlığa kazandırdığıbir özelliktir. Demokrasi ve dinin, özellikle de İslam’ın kesiştiği noktabu özellik olsa gerektir.

    Meşrutiyetin Kaynağı, Demokrasi ve İnsanlık Kolektif Şuuru

    İşte meşrutiyeti veya demokrasiyi bu bakış açısıyla algıladığı anlaşılanve “İslamiyet’in hakiki insaniyet olduğu” tezinden hareketle, insanlık şahs-ımanevisinin insana en uygun olduğu düşünülen bu üretimini, kendi toplumunave İslam alemine taşıma gayreti ile Bediüzzaman, özellikte kişihakimiyetinin ön planda olduğu Doğu toplumlarına demokrasi kavramınıanlatmak amacıyla Münazarat isimli eseri kaleme almıştır. Bediüzzamanmeşrutiyetin kaynağını, İslamiyet olarak göstermekte (Asar-ı Bediiye (Osmanlıca),1. baskı, s. 372.) ve Hz. Adem’den bu yana devam eden nübüvvetsilsilesinin bir meyvesi olarak görmektedir. Bu tezin kutsi kaynaklarının; “Veişlerinde onlarla (Sahabeler) istişare et!” (Âl-i İmran Suresi: 159) ve “Onlarınaralarındaki işleri istişare iledir” (Şura Suresi: 38) gibi ayetler olduğunuifade etmektedir. Aslında demokrasi varlık içinde gizlenmiş, kişilerin arzu vemeyillerinin etkisi ile gölgelenmiş ilahi mesajın kolektif şuur ile daha rahatalgılanabileceğinin sosyolojik olarak ifadesidir. Varlıkta aslolan, külli iradedir.Lokal alanda, cüzlerde yansıyan iradelerde külli irade benliklerle, şahsiliklerleve ferdiliklerle gölgelenir. Bütünde, genelde ise bu durum azalacağı içinkülli irade daha fazla netleşir. Dolayısı ile kâinat kitabında ifade edilen varlıkiçinde gizlenmiş ilahi külli iradeyi anlayabilmek ve ona muhatap olabilmekiçin şahs-ı manevi, topluluk ya da millet halinde bütünleşmek daha sağlıklıbir yol olmalıdır. İslami yaşantıda cemaatin teşvik edilmesi, ibadetlerde bileferdilik yerine cemaat ruhunun özendirilmesi belki de bu yüzdendir. Demokrasiözünde topluluk iradesine, kolektif şuura, yani meşveret ve şurayasaygı ise bu da milletin iradesini yönetime yansıtmak şeklinde ortaya çıkıyorsa,özünü İslam’dan almış olmalıdır. İstibdat ve meşrutiyetin tarifleriniyaparken Bediüzzaman şöyle der: “İstibdat tahakkümdür, muamele-i keyfiyedir,kuvvete istinat ile cebirdir, rey-i vahiddir, suistimalata gayet müsaitbir zemindir, zulmün temelidir, insaniyetin mahîsidir. Sefalet derelerininesfel-i safiline zillet ve sefalete düşürttüren ve ağraz ve husumeti uyandıranve İslamiyet’i zehirlendiren, hatta her şeye sirayetle zehrini atan, o dereceihtilafı beyne’l-İslam ika edip, Mutezile, Cebriye, Mürcie gibi dalalet fırkalarınıtevlid eden, istibdattır.

    “Evet taklidin pederi ve istibdad-ı siyasinin veledi olan istibdad-ı ilmidir ki Cebriye, Rafıziye ve mutezile gibi İslamiyet’i müşevveş eden fırkalarıtevlit etmiştir.” (Nursi, Bediüzzaman Said, Münazarat, Yeni Asya Neşriyat,İstanbul 1994, s. 15.)

    Burada insaniyet ve İslamiyet arasındaki gizemli, ancak Bediüzzamantarafından önemle vurgulanan kuvvetli bağın işaretlerini görmekteyiz. İnsanıdiğer canlılardan ayıran en önemli unsurlardan biri, ihtiyar sahibi oluşudurdiye düşünüyoruz. İhtiyar sahibi olmak bir tercih ortaya koyabilmekdemektir. Yani bir fert olarak kendi özellikleri ile kişilerin kabullenilmesisonrasında gerçek insanlık konumlarını elde etmiş olabilirler. Hür iradelerdeve serbest tercihlerde bunların müdahalesiz ve fıtri bir ahenkle bir arayagelmesinde ilahi mesajlar gizli olmalıdır. Çünkü, açıkça ifade edilmiş olanilahi mesajda istişare ve meşveret emredilmektedir. Kısacası İslamiyet’inaçığa çıkması insaniyetin açığa çıkması ise, Bediüzzaman’ın da işaret ettiğigibi, zulmün temeli, suistimallere açık, zor ve kuvvete dayanan ve tek kişinintercihi doğrultusunda şekillenen istibdadın boyunduruğundan kurtulması ilemümkün olacaktır. Zaten asırlardır devam eden bir sürecin sonunda insanlıkkolektif şuurunun, dünya toplumlarının genel iradesinin geldiği nokta da buolmuştur. Temennimiz, düşüncede gelinen bu noktanın pratik uygulamalarada yansıdığı, insanlığın kolektif ruhundan ortaya çıkan İslami güzelliklerinhayata aksettirildiği bir dünyada yaşamaktır.

    İnsaniyetin ve İslamiyet bağlantısı içinde meşrutiyeti izah eden Bediüzzaman,ilginç bir yaklaşımla bu kavramın yukarıda da bahsi geçen “Ve işlerdeonlarla istişare et”, “Onların aralarındaki işleri istişare iledir” meallerindekiayetlerin tecellisi olduğunu ifade etmektedir. Yani meşveretin ve meşrutiyetinkaynağı şer’idir. Bugün demokrasi kelimesi ile ifade edilen mana meşveretve meşrutiyetin insanlığın kolektif şuuru ile bulunmuş şekli olmalıdır.Yani kolektif irade şer’i bir hükme fıtrî seyri içinde ulaşmış ve kolektif akılkülli aklın hükmünü istibdadın sınırlamalarından sıyrılarak bulmuştur. Bunoktada insanlığa yakın olmanın Kur’an’a yakın olmak anlamına geldiğinigörüyoruz. Bu yaklaşımla meşrutiyetin ya da demokrasinin gelmesi ile şeriatıngelmesinin eş anlamlı olduğunu anlıyoruz. Demokrasiye küfür rejimidiye karşı çıkanlarla, şeriata demokrasi adına karşı çıkanların anlamaları gerekenve buluşacakları nokta bu olmalıdır. Bu manayı yine meşrutiyet için,“O vücud-u nuraninin kuvvete bedel, hayatı haktır, kalbi marifettir, lisanımuhabbettir, aklı kanundur, şahıs değildir.” (Münazarat, s. 15) ifadelerinikullanan Bediüzzaman’da daha net görürüz: “Evet, meşrutiyet hakimiyet-imillettir, siz dahi hakim oldunuz. Umum akvamın sebeb-i saadetidir. Sizde saadete gireceksiniz. Bütün eşvak ve hissiyat-ı âliyeyi uyandırır. Uykubes! Siz de uyanınız. İnsanı hayvanlıktan kurtarır, siz de tam insan olunuz.İslamiyet’in bahtını, Asya’nın talihini açacaktır.” (Münazarat, s. 16)

    Bütün şevklerin ve yüksek duyguların uyanmasını meşrutiyete bağlamakoldukça ilginç bir yaklaşımdır. Sonra İslâmiyet’in gelişimini ve Asya’nıngeleceğini meşrutiyete bağlamak genel İslamî algılayış içinde olağan dışıkarşılanabilecek bir tezdir. Çok çarpıcı bir yaklaşım ile meşrutiyetin ferdiplandaki gelişimine zemin hazırlayıcı yönünün “İnsanı hayvanlıktan kurtarır;siz de tam insan olunuz.” şeklinde izahı meşrutiyet, İslamiyet ve insaniyetilişkilerinin üzerine oturduğu temel bir yaklaşım olarak kabul edilebilir.

    Eğitim, Demokrasi ve Demokrat Kişilik

    İslami ve insanî gelişim bir anlamda beraber yürüyen iki unsurdur. Çünküher ikisinin de özünü fazilet teşkil eder. Bu ise hürriyeti gerekli kılar. Faziletlerancak hür ortamlarda gerçek anlamları ile ortaya çıkabilirler. Mesela,kanun zoru ile hırsızlık, gasp, dolandırıcılık gibi suçlardan uzak durmak biritaat örneği olabilir, ama gerçek anlamıyla faziletin yansıması olarak kabuledilemez. Bu yüzden otoriter yönetimlerde potansiyel suç patlamaları hepmevcuttur. Bu potansiyel arttıkça baskısının da artmasını gerekli kılan birkısır döngü içinde hep gerilim hakimdir. Oysa baskıları ortadan kaldırıp,kişi iradelerinin yönetime ve yaşantıya yansıtılmasını hedefleyen demokrasidetemel yapıtaşı olarak faziletli insanlar şarttır. Faziletli insanlar için isedemokratik bir ortam şarttır. O halde, demokratikleşme yönünde ilk adımlarinsana yönelik olarak atılmalı ve fâzıl olmayan insanların oluşturduğu birtoplumda bu insanlara yönelik fazilet eğitimi ve terbiyesi yine demokratikzeminde yapılmalı, geçiş döneminin sıkıntıları da göze alınabilmelidir. Böylebir girişimin başlangıç noktası da kuşkusuz eğitim olmalıdır. Bu konuda, Dr.Ben Levin’in düşünceleri dikkat çekmektedir: “Eğitim ve demokrasi tam anlamıylaiç içe girmiş fikirlerdir. Evrensel eğitim 19. yy.’da peş peşe gelen demokratikgelişmelerle canlandı; Thomas Jefferson ve Benjamin Disraeli’nintavsiye ettiği gibi, çoğu insan eğitimi, demokrasinin işlemesinde temel birelement olarak gördü. Geniş anlamıyla ele alındığında eğitim demokrasi ilişkisidünyanın her yerinde aynıdır. Eğitimin güçlü olduğu yerde demokrasi;demokrasinin de güçlü olduğu yerde eğitim güçlüdür.

    “Eğitim ve demokrasi, ayrıca insanların yoğun olarak ilgi duydukları kavramlardır.Bunlar toplumumuzun en çok gururlandığı ve en çok inandığıdeğerler içinde yer alır. Her iki terim de teori ve pratikte oldukça geniş biralanda uygulanabilir.

    “Pearson’ın Gutmann’dan aktardığı tanıma göre: ‘Demokratik bir toplumya da katılımcı bir demokrasi… öyle bir şeydir ki, bu sayede toplumun üyelerikendileri ve toplumu ilgilendiren politikalara ilişkin karar vermeleri konusundayetkilendirilir. Ama bu kararlar baskıdan ve ayırımcılıktan uzak ilkelerdoğrultusunda olmalıdır.’

    “Haller ve Strike demokrasiyi, içinde her ferdin isteklerinin dikkate alındığıve her ferdin kendi tercihlerinde etkin olduğu ortak kararların bir süreciolarak tanımlamaktadır. Held ve Barber gibi birçok başka yazarlar ise, daranlamda politik bir demokrasi fenomeninden öte sosyal bir demokrasi görüşünedestek verdiler. Bu tanımlar, çoğunluk ve azınlık haklarından neyinkastedildiği, karar verme ve katılımcılığın ne anlama geldiği gibi kompleksmeselelerin anlaşılmasını kolaylaştırır.” (Levin, Ben, Okulda Demokrasi,Yeni Eğitim, Yıl: 1, Sayı: 1, s. 22)

    Aslında, 20. yüzyılın sonlarında ortaya konmuş bu tanımları, aynı yüzyılınbaşında Bediüzzaman’ın çözümlediği, Münazarat isimli eserinde gözlenmektedir.Demokrasinin bir hayat tarzı olduğu ve hayat tarzının anlatımdanziyade yaşanarak ve yaşatılarak öğretilebileceği bu eserde ortaya konmaktadır.Eserin en başta gelen farklılığı bir eğitim yöntemi olan soru-cevaptarzının tercih edilmesidir. Bunu Bediüzzaman şöyle izah eder: “..Kürtlerin tabiat-ı meşrutiyetperveranelerine binaen, dersi münazara ve münakaşa suretindeokuyorlar. Onun içindir ki, medreseleri küçük bir meclis-i mebusan-ıilmiyeyi andırıyor. İşte, ta’mimen lil-faide, suallerini cevaplarımla musafahaettirerek şu kitabı yazdım, ta birbirine muavenette bulunsun. Hem de görmediğimEkrat ve emsaline şu kitap, bana bilvekâle onlarla konuşarak cevapversin; hem de lisanları kalplerine tercümanlık edemeyenlere bedelen sualetsin. Elhasıl, şu kitap, tarafımdan cevap, onların canibinden sual etmek vazifesiylemükelleftir.” (Münazarat, s. 13)

    Burada meşrutiyetin soru ve cevap şeklinde ders verilmesi dikkat çekicidir.Meşrutiyetin günümüzde ifade ediliş şeklini demokrasi olarak elealırsak, demokrat bir toplumun sorgulayıcı olması gerektiği bizzat böyle biruygulama ile ortaya konmaktadır. Toplum sorgulamalı, muhataplar cevaplandırmalıdır.Demokrat kişilik yapısı, sorgulayan kişilik yapısıdır; demokratkonuşmacı ya da idareci sorulara cevap verme ve muhatabını ikna etme mecburiyetinihissetmelidirler. Yine, bu bölümde geçen “işte teşhis-i maraz içinmiftah-ı kelamı onlara verdim” cümlesi çok ilginçtir. Özellikle psikiyatrikmuayenede önemli kabul edilen bir yaklaşım şeklidir. Hastanın probleminianlayabilmek ve doğru teşhis koyabilmek için açık uçlu sorular sorulmalı vehasta sorularla yönlendirilmemelidir. Ancak bu şekilde hasta kendi alemininkapılarını size açabilir. Bu durumda cümleler, mimikler, tavırlar adetabir anahtar gibidir. Bu da idareciler veya sorumlular açısından demokratikanlayışın karşı tarafın kendini hür ve serbest ifade etmesine izin vermek,yönlendirici olmamak şeklinde bir yol izlemesi gerektiğini ortaya koymaktadır.Hemen takip eden cümlede bu durum daha net ifade edilmektedir. “Eyehl-i hamiyet, anlayınız! Kürt ve emsali, fikren meşrutiyetperver olmuş veoluyorlar. Lakin, bazı memurun fiilen meşrutiyetperver olması müşküldür.Halbuki, akılları gözlerinde olan avama ders veren fiildir.” (Münazarat, s. 14)

    Yani demokrasi yaşanan bir olgudur. Ailede, okulda, iş yerinde, ülkede vedünyada… insanla alakalı her ortamda yaşanmalıdır. Yine meşrutiyet dersininmeşrutiyet prensipleri ile verilmesi gerektiğini, yani demokrasinin yaşanaraköğrenilebileceğini Münazarat’ta adeta günümüz toplumunun kontrolsüz,organize olmamış, tek tek çıktığı için gürültüye dönüşen sorgulamaşeklini ifade eden şu bölümden sonraki ifadelerde buluyoruz:

    “Sual: İstibdat nedir? Meşrutiyet nedir?

    “Diğeri: Ermeniler ağa oldular. Biz sefil kaldık.

    “Başkası: Dinimize zarar yok mu?

    “Daha başkası: Jön Türkler şöyledirler, böyledirler, bizi de zarardide edecekler?

    “Diğeri: Gayrimüslim, nasıl asker olacak? ila ahir…” (Münazarat, s. 14)

    Farklı endişeler, farklı beklentiler ve bunların organize olmamış, netleşmemişve birbirine karışır tarzda dile getirilmesi, gelişmemiş toplumlarınbelki de en temel problemi. Bu durumun çözümü de yine bir hayat tarzı yada günlük uygulama şeklinde şöyle ders verilmektedir:

    “Cevap: Yahu, şu gürültülü, karma karışık sizin gibi intizamsız suallerinizenasıl cevap vereceğim?’

    “Sual: Kaide: suali sen göster?

    “Cevap: Meşrutiyet kanunuyla sual ediniz. Yani içinizden bir iki zekiadamı intihap ediniz, ta size vekil olarak müşteri olup sual etsin. Siz de dinleyiniz.”(Münazarat, s. 15)

    Yönetilenler, himaye edilenler ve yönlendirilenler açısından katılımcılık,sorumluluk duygusu, sağlam kişilik yapısı önem kazanmakta; yönetenler,himaye edenler ve yönlendirenler açısından tek tek fertlerin ve sonuçta toplumunfikirlerine önem verme, kendini toplumun üstünde görmeme, bulunduğumakamı bir hizmet yeri olarak görme, muhataplarını anlamaya çalışıp,onları ikna yöntemiyle yönlendirme gibi hasletler önplana çıkmaktadır.

    Ancak günlük yaşantıda durumun biraz farklı olduğu, insanların ya kurtya da koyun oldukları Erich Fromm tarafından ifade edilmektedir: “Kurtlaröldürmek, koyunlar birisinin peşinden gitmek istiyorlar, cinayet işletiyor,insan boğazlatıyorlar; koyunlar da hoşlandıklarından değil, yalnızca birisininpeşinden gitmek istedikleri için boyun eğiyorlar buna. Gene de katiller,yaptıklarının soylu bir şey olduğunu kanıtlamak için masallar uydurmak zorundakalıyorlar. Koyunların çoğunun kendileri gibi davranmalarını sağlamakiçin kurtlar, özgürlüklerinin tehdit edildiğini, süngülenen çocukların,ırzlarına geçilen kadınların, çiğnenen onurların öcünü aldıklarını söylüyorlar.Yanıt akla uygun görünüyor, gene de bazı kuşkular var. Bu yanıtla iki ayrıinsan ırkının -kurtların ve koyunların- bulunduğu mu söylenmek isteniyor?Dahası, yaratılıştan öyle olmadıklarına göre, nasıl oluyor da koyunlar, şiddetkendilerine kutsal bir görev olarak da sunulsa, kurtlar gibi davranmaya razıedilebiliyorlar. Kurtlar ve koyunlarla ilgili varsayımımız akla yatkın değildir;bu durumda kurtların, insan yaradılışının temel niteliğini gösterdiği, doğruolmasın sakın? Bütün bunlardan sonra, bu iki yanlı olasılığın bütünüyle yanlışolduğunu da düşünebiliriz. Belki insan hem kurttur, hem koyun ya da nekurttur, ne de koyun” (Fromm, Erich, Sevginin ve Şiddetin Kaynağı, PayelYayınevi, İstanbul Kasım 1982.)

    Deveye: “İnişi mi seversin, yokuşu mu?” diye sorulduğunda: “Bunun düzüyok mu?” demiş. İnsanın kurt mu, kuzu mu olduğu konusu da buna benzerbir şey olmalı. Evet, insanlığın da bir düzü olmalı, bu da “vasat” olsa gerek.

    “İnsandaki kuvvelere şeriatça bir had ve nihayet tayin edilmiş ise de, fıtratentayin edilmemiş olduğundan bu kuvvelerin her birisi, ‘tefrit’, ‘ifrat’, ‘vasat’namıyla üç mertebeye ayrılırlar.” (Nursi, Bediüzzaman Said, İşaratü’l-İ’caz,Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1997, s. 29.)

    “Vasattan ifrat ve tefrit bölgelerine geçildikçe kurtlar ve kuzulara rastlanır.Burada dikkatimizi çeken önemli bir nokta insandaki kuvvelere şeriatçabir nihayet tayin edilmemiş olmasıdır. Yani her insan potansiyel bir kurt yada potansiyel bir kuzudur. Bu potansiyel özelliklerinin ne kurt ne kuzu ya dainsan şeklinde ortaya çıkabilmesi için hadleri ve nihayetleri belirleyici şeriatön plana çıkmaktadır. Bu noktada ‘şeriat’ kavramını genelleştirip insanlığıngenel olarak sahiplendiği ahlâkî değerleri, toplumda kültür ve çevresel faktörlerinortaya çıkardığı örf, adet gibi unsurları da içine dahil edebiliriz.”(Yalman, Hakan, Cumhuriyet İnsanı, Köprü, Güz/1998, No: 64, s. 35) Belki,bunlara hukuk kurallarını da eklememiz lazım. Bütün bu kuralların toplamındanortaya çıkan sonuç, sınırsız arzular ve meyiller içinde kuvve-i şeheviye,kuvve-i gadabiye ve kuvve-i akliyenin (İşaratü’l-İ’caz, s. 29.) vasatınıortalarından geçen bir yol belirleyecektir. Bu doğrultuda giden yolda, kurt ve koyun kişilikli insanlar değil, vasatta ve istikamette giden; kimseyi ezmeyen,ancak kendini de kimseye ezdirmeyen sağlam kişilikli fertler ortayaçıkacaktır. Bunun temel şartı ise kendinden emin ve aynı zamanda kendinitanıyan bireylerin toplumu oluşturmasıdır. Kendinden eminlik, kendinemana-i harfi ile bakmaktan kaynaklanacak, bu bakışın sonucunda kendininzannettiği güç, kuvvet ve ilim gibi şeylerin asıl kaynağının ilahi olduğunugörmekle, sahip olduklarına Allah namına sahiplenecek ve başkalarına baskıunsuru olarak kullanmayacaktır. Başkalarında gözlediği güç, iktidar ve idareyide aynı bakış açısı ile değerlendireceği için bunların altında ezilmeyecekve haksızlıklara boyun eğmeyip, hukukunu muhafaza için canını dahi fedaedebilecektir. Bu psikolojik yapı üzerindeki sağlam kişiliğin manevi temelleriniBediüzzaman, “hamiyet-i milliyenin mi, yoksa hamiyet-i İslamiyeninmi daha gerekli olduğu” sorusuna verdiği cevapta şöyle ifade eder: “Birden,şimendiferimiz tünelden çıktı. Biz de başımızı çıkardık, pencereden baktık.Altı yaşına girmemiş bir çocuğu, şimendiferin tam geçeceği yolun yanındadurmuş gördük. O iki muallim arkadaşlarıma dedim: İşte bu çocuk lisan-ıhaliyle sualimize tam cevap veriyor. Benim bedelime o masum çocuk, bu seyyarmedresemizde üstadımız olsun. İşte lisan-ı hali bu gelecek hakikati der:

    “Bakınız, bu dabbetü’l-arz, dehşetli hücum ve gürültüsü ve bağırmasıylave tünel deliğinden çıkıp hücum ettiği dakikada, geçeceği yolda bir metreyakınlıkta o çocuk duruyor. O dabbetü’l-arz tehdidiyle ve hücumunun tahakkümüylebağırarak tehdit ediyor. ‘Bana rast gelenlerin vay haline!’ dediğihalde, o masum yolunda duruyor. Mükemmel bir hürriyet ve harika bir cesaretve kahramanlıkla beş para onun tehdidine ehemmiyet vermiyor. Budabbetü’l-arzın hücumunu istihfaf ediyor ve kahramanlığıyla diyor: ‘Ey şimendifer!Sen ra’d ve gök gürültüsü gibi bağırmanla beni korkutamazsın.’”(Nursi, Bediüzzaman Said, Hutbe-i Şamiye, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul1995, s. 71)

    Burada eğitim ve demokrasi açısından çok önemli bir nokta ortaya konmaktadır.Demokrasi, hür insanların yaşayabileceği bir sistemdir. Hürriyetinen temel başlangıç yeri ise “ben” ve “tabiat” ya da “varlıklar”dır. Varlıkların yada benliklerin şeriat-ı fıtriye doğrultusunda ve ilahi kontrolle hareket ettiklerinibilen bir fert onlarla ilgili farklı korkulara ve endişelere kapılmayacak vebunların esiri olmayacaktır. Örnekteki çocuğun rayların üstüne çıkmamasıgerektiği gibi, varlığın işleyiş mekanizmalarına uygun hareket eden, bir anlamdafiili dualarını yerine getiren, ancak her şeyin kontrol altıda olduğunubilen bir fert, kendini Yaratıcı dışındaki unsurlara karşı tam bir serbestiyetve mükemmel bir hürriyet içinde hissedecektir. Kişilikli olmanın, hukukunumuhafazanın, diktatörler ve otoriteler karşısında ezilmemenin, hukuku üstüntutmanın en temel şartı da bu olmalıdır. Bu anlayıştaki fertlerin oluşturduğutopluluklarda kuzulara ve kurtlara rastlanmayacaktır. Bu ise, gerçek demokrasininsarsılmaz temeller üzerine oturtulabilmesinin, eğitimin manevitemelleri ile çok yakından alakadar olduğunu ortaya koyar. Sultan-ı Kâinat’akul olmak, masivasına ya da onun dışındakilere karşı tam bir serbestiyet kazanmakzulmün topu, güllesi, kal’ası karşısında sinmeyen, ezilmeyen, eğilmeyenbir hürriyetle sağlanır.

    Müslüman kimliğinin demokrasi ile en çok uyumlu olduğu noktalardan biri burası olmalıdır. Şahısların ilmi ya da siyasi otoritesi karşısında eğilmeyenKur’an’ın temel değerleri olan hak ve adalet ile oluşan varlık algısıçerçevesinde herkese ve her şeye değer verdiği gibi iç dünyasında korkulacakotoriteler ve ölçüsüz kutsiyetler atfetmeyen bir noktada durmak da bukimliğin önemli bir özelliğidir. Hakiki ya da tahkiki iman, meselenin merkeznoktasını oluşturmaktadır. Kâinata meydan okuyabilecek bir ruh halinihakiki imanla -örnekteki çocuk misali- kazanan bir insan boyun eğmeyen,boyun eğdirmeyen ve tahakküm etmeyen insan olacaktır. Bu konuyu dahaönce “Cumhuriyet İnsanı” (Yalman, Hakan, Cumhuriyet İnsanı, Köprü,Güz/1998, No: 64) isimli makalemizde, yine trenin yanında korkmadan durançocuk misalinden hareketle şöyle özetlemiştik:

    Bu misalde imanla gelen barışın, bu durumun sağladığı çevre, toplumve varlıklarla barışıklık halinin ve Doğan Cüceloğlu’nun deyimiyle “BizBilinci”nin müşahhas bir şekilde gözümüz önüne konduğuna tanık oluyoruz.En küçük zerreden kuyruklu yıldızlara kadar bütün varlıkların kendilerinetayin edilen yolda ve kendileri ile ilgili kanunlar çerçevesinde hareketettiğini bilen insan, karanlıkta akıl fenerinin verdiği ışıkla canavarlar, hayaletlerillüzyonundan iman ışığı ile kurtuluyor ve hepsi kendi yararına olaneşyalarla dolu bir odada bulunduğunu anlıyor. Ruh ve beden sağlığı için gerekliolan bu kendi ve çevresi ile barışıklık hali bilmenin ve inancın sonucuolarak ortaya çıkacaktır. Demir yolunun hemen yanı başında durup üzerinedoğru gelen trenden korkmayan çocuk, onun rayında gideceğini bilmekte vebuna tereddütsüz inanmaktadır. Kendisine, çevresine ve topluma, daha daötesi kâinattaki bu işleyişe inancın eksikliği “kurtlar ve kuzular” doğurmaktadır.Lem’alar adlı eserinin 17. Lem’asında Bediüzzaman Said Nursî insanlarıAvrupa fen ve medeniyeti adı altında dalâlet ve sefahete sürükleyen anlayışile ideal manada olması gereken ancak, numuneleri pek fazla olmayan İslâmve Kur’an ışığında oluşan medeniyetin mukayesesini yaparken “kurtlar vekuzular” topluluğunun “küfür ve küfranı dağıtıp neşreden bedbaht ruh”’unbir mahsulü olduğunu ortaya koyuyor; “Senin karanlıklı dehân, nev-i beşeringündüzünü geceye kalbetmiş. Yalnız o sıkıntılı, zulümlü ve zulmetli geceyeısındırmak için, yalancı muvakkat lambalarla tenvir ettin. O lambalar sürurile beşerin yüzüne tebessüm etmiyorlar. Belki beşerin ağlanacak acı hallerindekieblehâne gülmesine o ışıklar müstehziyâne gülüp eğleniyor.

    “Her bir zihayat, senin şakirtlerin nazarında, zâlimlerin hücumunamâruz, miskin birer musibetzededirler. Dünya bir mâtemhane-i umumiyedir.Dünyadaki sadâlar ölümlerden, elemlerden gelen vaveylalardır. Sendentam ders alan şakirdin, bir firavun olur. Fakat en hasis şeye ibadet eden vemenfaat gördüğü her şeyi kendine Rab telakki eden bir firavun-u zelildir.Hem senin şakirdin mütemerriddir. Fakat bir lezzeti için nihayet zilleti kabuleden miskin bir mütemerriddir. Hasis bir menfaat için şeytanın ayağınıöper derecede alçaklık gösterir. Hem cebbardır. Fakat kalbinde bir nokta-iistinad bulamadığı için, zatında gayet âciz bir cebbar-ı hodfüruştur. O şakirdingaye-i himmeti hevesât-ı nefsaniyeyi tatmin ve hamiyet ve fedakârlıkperdesi altında kendi menfaat-i nefsini arayan ve hırs ve gururunu teskin etmeyeçalışan bir dessastır. Nefsinden başka ciddi olarak hiçbir şeyi sevmiyor;her şeyi nefsine feda ediyor. (Doğan Cüceloğlu’nun Ben Sen Bilinci şeklinde tarif ettiği durum bu olsa gerek.)

    “Amma Kur’ân’ın halis ve tam şakirdi ise bir abddir. Fakat âzam-ı mahlukatakarşı da ubudiyete tenezzül etmez ve Cennet gibi en büyük ve âzambir menfaati gaye-yi ubudiyet yapmaz bir abd-i azizdir. Hem halim selimdir.Fakat Fâtır-ı Zülcelâlinden başkasına izni ve emri olmadan tezellüle tenezzületmez bir halim-i âlihimmettir. Hem fakirdir. Fakat onun Mâlik-i Kerimiona ileride iddihar ettiği mükâfat ile bir fakir-i müstağnidir. Hem zaiftir.Fakat kudreti nihayetsiz olan Seyyidinin kuvvetine istinad eden bir zaif-ikavidir ki, Kur’ân hakiki bir şakirdine Cennet-i ebediyeyi gaye-i maksat yaptırmadığıhalde, bu zail, fani dünyayı ona gaye-i maksat hiç yapar mı? İşte ikişakirdin himmetlerinin ne derece birbirinden farklı olduğunu anla!”

    Bu ikinci paragraftaki tarif bir anlamda cumhuriyet insanının ve fazılcumhuru teşkil edecek bireylerin tarifidir. Allah’a kul olmadan hür olmakmümkün olmayacağına ve en alt düzeyde sebeplerin esiri olmaktan kurtulunamayacağınagöre gerçek anlamda fazilet olan hürriyet bütün varlıklara veher sebebe hükmü geçen Zat’a kulluktur. Bu kul; paranın, makamın, şöhretin,benliğinin ve korkunun esiri olmayacaktır. “Kim var?” denildiğinde sağınasoluna bakmayacak kadar kendine güvenli ve kendi ile barışık, haksızlıkkarşısında susmanın “dilsiz şeytanlık” olduğunun idrakinde, padişah da olsaAllah’ın hükmü altına girmediğinde hain olacağının şuurunda olacak bir insan.Bu insan rejimin şekli ne olursa olsun, hangi şartlar altında bulunursabulunsun en azından halifesi olduğu iç aleminde, ailesinde ve yakın çevresindecumhuriyetin ve demokrasinin hedeflediği faziletleri yaşayacak, yaşatacaken azından yaşanmasından rahatsız olmayacaktır. Bu anlamda imana yapılanhizmet cumhuriyete yapılan hizmettir. Ancak bütün varlıkları, atomları vegalaksileri tasarrufu altında bulunduran, amirlerin, hakimlerin ve firavunlarınTerbiye Edicisine, Hâkim’ine köle olan insan bunların baskı, zulümve tazyiklerinden kurtulup gerçek anlamda hür olabilir. Bu insanlar ne kurt,ne kuzu; iffet, şecaat ve hikmetin çizdiği doğru yolda ve ikisinin ortasındakiinsanlık noktasındadır. Bu insanlar atomları bile “Biz” kavramı içine dahiledecek kadar geniş bir “Biz Bilinci”ne sahiptir. Ancak bu türden insanlarınteşkil ettiği topluluk ‘cumhur’ olabilir.

    Sonuç

    Sonuçta şunu söyleyebiliriz; şeriat-ı fıtriyenin, yani kitab-ı kâinat verilerinin,başka bir ifade ile hakkın arayışı içinde, doğrunun peşinde olan sosyoloji,siyaset, hukuk, psikoloji gibi bilimlerin ortaya koyduğu hükümlerinşeriat-ı kelamiye, yani semavi kitapların verileriyle birlikte ele alınması vebirlikte değerlendirilmesi şarttır. Bu değerlendirmeler tarafgirlikler, hisler,çıkarlar, kısır çekişmeler bir tarafa bırakılarak yapılırsa, sosyal yaşantı şeklive idare şekli olarak ulaşılacak kesişim noktası demokrasi şeklinde ortayaçıkacaktır. Kur’an’a kâinat kitabını okuttuğunuzda hür yaşantı, meşveret vemilletin şahs-ı manevisine hürmet gerektiğini işitirsiniz. Kim bilir? Belki deönümüzdeki dönemde insanlık bu ortak paydada bütünleşecek ve Kur’an’ın,varlığı aydınlatacak ve kalpleri ısıtacak ışığı demokratikleşme penceresinden girip, insanlık zemininde gelişecektir.

    Bundan sonraki süreçte Müslüman toplumlara ve Müslümanlaşacakdünyaya lazım olan, karizmatik liderlerin zuhuruna zemin hazırlayan sosyalsüreçlerden ziyade, sağlıklı ve sağlam sistemlerin kurulduğu eğitim modellerive sosyal yapılar oluşturmaktır. Liderliğin ve karizmanın fertlerdençok kurumlar ve şahs-ı manevilerce üstlenildiği toplum düzeni sağlıklı birMüslüman toplumun ve gerçek Müslüman kimliğinin şu asırda ortaya çıkabilmesinintemel şartı haline gelmiş gibidir. Bundan sonraki süreçte etkilihocalar ve karizmatik liderlerin yerine sağlam kurumların her şahsın karizmasınıngüçlenmesi Müslüman toplulukların özellikle de Türk toplumununen sağlıklı çıkış yolu olacak gibidir.

    Özet

    Bir varlık algısı ve bir yaşam biçimi oluşturan dinler ferdi ve sosyal hayatıderinden etkileyen yapılardır. Demokrasinin son yıllarda bir yönetim şekliolmaktan çok, bir hayat tarzı olarak algılanmaya başlanması din ve demokrasiarasındaki ilişkiyi tekrar gündeme getirdi. İslami olup, olmadığı konusundabugüne kadar hakkında pek çok tartışmalar yapılan demokrasi, aslındasemavi dinlerin hedeflendiği insan tipini oluşturmaya yönelmiş bir rejimya da bu fertlerden oluşan bir zeminde yeşerecek bir sistem olarak bugünkarşımızdadır. Bu yazı buradan hareketle demokrasinin İslam ile kesiştiğinoktaları ele almayı hedeflemekte Müslüman tipinin demokrat kimliği ileilişkisini irdelemektedir.

    Anahtar Kelimeler

    Din, demokrasi, cumhuriyet, fazilet, demokrat kişilik, eğitim

    Abstract

    Religions, which build up a perception of existence and a pattern of life,are structures that deeply influence the individual and social life. The conceptionof democracy in recent years as a style of life rather than a modeof administration brought forward the relationship between religion anddemocracy once more. Whether democracy is Islamic or not has been discussedmuch, but in fact it is there as a system which tries to render the typeof human beings that has been the goal of divine religions or which will risein a society consisting of such people. Therefore this study aims at dealingwith the points commonly shared by democracy and Islam on one hand andinvestigating the relationship between a Muslim type and the democraticidentity on the other.

    Key Words

    Religion, democracy, republic, virtue, democratic personality, education