Köprü Anasayfa

Bediüzzaman’ın Görüşleri Işığında Doğu ve Güneydoğu Hadiselerinin Gerçek Reçetesi

"Bahar 94" 46. Sayı

  • Bediüzzaman'ın Tesbitleri Işığında Doğu ve Güneydoğu Hadiselerinin Gerçek Reçetesi

    Prof. Dr. Ahmet AKGÜNDÜZ

    Dumlupınar Üniversitesi BİİBF Dekanı

    I – Alem-İ İslâmı İlgilendiren Müessif Hadiseler Ve Çözüm İçin TeklifEdilen Beyhûde Görüşler

    Doğu ve Güneydoğu bölgelerimizde vuku’ bulan ve hem İslâma ve hem deMüslüman Türklere ezelden düşman olan dış güçler tarafından desteklenen kuklahâin örgütler tarafından tertiplenen hadiseler, milletçe hepimizi üzmektedir.Kuru üzüntü fayda vermediğinden, sadece Türk devletini değil, bütün âlem-iİslâmı ve İslâm milletini de yakından ilgilendiren bu müessif olaylarınsebeplerini ve çözüm yollarını, aklı başında olan her Müslüman elbette kikendisine dert edinmekte ve üzerinde düşünmektedir.

    Bir kısım insanlarımıza göre, bu bölgede yaşayan insanlar, her ne kadar Kürtdenilse de aslında Türktürler. O halde, bunlara Türklüklerini hatırlatmaklaçözüme kavuşmak mümkündür. Yani hadiseyi sadece bir millet ve kavim hadisesiolarak görmektedirler. Hatta bir kısım iyi niyetli insanlarımızın da, İran veIrak’taki Kürtlere dahi Türk dersek, bu meselenin halledilebileceğinisöylemeleri, bizi şaşırtmaktan da öte, ayrıca acı acı düşündürmektedir. Zira butür iddialar, Türkiye Cumhuriyetini bölmeyi hedefleyen hâinlerin ekmeklerineyağ sürmektedir. Böyle bir yaklaşımın faydalı olmadığı ve hâdiseleri daha çokalevlendirdiği, yaşanan olaylardan anlaşılmaktadır.

    Bir kısım insanlarımız ise, bu bölgelerin iktisadî açıdan geri kaldığı, fakru zaruret içinde kalan ve devletin şefkatli elini arkalarında hissetmeyenhalkın devlete itaat hissinin de zayıfladığı kanaatindedirler. Bunlara göre,eğer bu bölgeler, iktisadî açıdan kalkındırılırsa, problemler de hal yolunagirecektir. Böyle bir görüşün tek başına çözüm olmadığını da devlet ve milletolarak yaşıyoruz. Memleketin iktisadî açıdan terakkisinin milletin huzur vesaadetinde rolü olduğu elbette inkâr edilemez. Bu husus, bütün siyâsetnâmelerde ısrarla belirtilmiştir. Ancak birinci ve tek sebep asla değildir.

    Bu ve benzeri fikirler çerçevesinde, doğu bölgelerindeki problemlerin çözümyolları aranırken, dış düşmanlar da boş durmamakta ve ne acıdır ki, onlarıntahrik ve tahrip kurşunları tam hedefine ulaşırken, bizim tedbir kalkanlarımızbir türlü yerine oturtulamamaktadır. Yani doğu hâdiselerinin can damarınıdüşmanlarımız yakalamıştır ve kanayan yarayı kanatmaya ve hatta kangren halinegetirmeye gayret göstermektedir.

    Yukarıdaki görüşlerin istikametinde alınan tedbirler ise, düşmanların işineyaramaktadır. Düşmanlar, 1300 senedir Müslüman yurdu ve 1000 senedir de hemMüslüman ve hem de Türk yurdu olan bu bölgedeki insanları, TürkiyeCumhuriyetinin içinde bir azınlık olarak takdim etmekte ve dünyada azınlıklaratanınan haklardan bunların da yararlanmasını değişik mahfillerde savunmaktadır.Halbuki bu vatandaşlar, Türkiye Cumhuriyetinin vatandaşı olarak her haktanistifade edebilmekte ve Batılı düşmanlarımız bunu bildikleri halde, sözkonusutahriklerine devam etmektedir. Önemle ifade edelim ki, bu tahriklere karşı,sözkonusu bölgelerin dağına taşına "Ne mutlu Türküm" yazısınıyazmakla yahut bölgedeki vatandaşlara "Siz de aslında Türksünüz; ancak budili unutmuşsunuz" demekle çare bulunamaz. Çareyi başka şeylerde aramakicab eder ve bu hususta tarihten ders alınması gerekir. Zira Osmanlı devleti,350 seneye yakın hâkimiyeti altında kalan ve son zamanlardaki bazı cüz’îisyanlar dışında fevkalade sükûnetle kendisine itaat eden; seferde ve hazardailây-ı kelimetullah için cihad eden Osmanlı ordusunun gönüllü bölükleri olan bubölge insanlarına ne yapmıştır da bu durumunu asırlarca muhafaza edebilmiştir?Neden Osmanlı devletine savaşsız, yani istimâlet ile tabi olmuşlar? Neden hemTürk, hem Müslüman olan Karaman Eyaletinde elli çeşit isyan çıktığı halde, 350seneye yakın hiç isyan etmeden bu bölge insanları Osmanlıya itaat etmişlerdir?Kanaatimize göre, Doğu ve Güneydoğu meselelerinin çözümünde, bu ve benzerisuallerin cevapları yatmaktadır.

    I – Çözümü Kolaylaştıracak Ulvi Hakikatler

    Doğu ve Güneydoğu hadiselerini kolaylaştıracak bazı hakikatleri evvelâözetle ifade edecek ve sonra da hep birlikte tarihte yaşanan ibretli hadiselereatf-ı nazar eyleyeceğiz.

    Birinci Hakikat

    Biz, yani doğusuyla batısıyla Anadolu’nun bütün bölgelerinde asırlardırberaber yaşayan insanlar, %99 nispetinde Müslümanlarız. Devletimiz laik olsada, fert olarak bizler Müslüman’ız. Devletimizin bir zamanlar beynini teşkileden kimseler, altmış yetmiş senedir aksini iddia etseler de, bizimhissiyatımızı, bizim duygularımızı, bizim arzularımızı, bizim fikirlerimizi,hülâsa kalbimizi, aklımızı ve nefsimizi tesiri altında tutan bir unsur vardırki, o da dindir. İşte biz, her şeyimize hâkim olan dinimize göre, kimin bizekardeş, kimin bize yabancı, kimin bu ülkede asıl vatandaş ve kimin azınlıkolduğuna karar veririz. Batılıların ve. İslâm düşmanlarının Doğu veGüneydoğu’daki olayları tahrik için kullandıkları en önemli silâh olan azınlıkfikrine en öldürücü darbe, ancak ve ancak din ve İslâmiyet’le verilebilir. Ziraİslâma göre, dünyada gerçek anlamda iki ayrı vatan vardır; birincisi, darü’l-İslâm,yani Müslümanların yaşadığı ve hâkim olduğu ülke ki, bu topraklarda birdenfazla hâkim Müslüman devletin bulunması asla zarar vermez. İkincisi, gayr-imüslimlerin hâkim olduğu darü’lküfr. Bin senedir darü’l-İslâm olan ve kıyametekadar da inşaallah öyle kalacak olan Anadolu insanının inancına, yani İslâmagöre, kardeşi ve hatta babası da olsa Türk de olsa, Acem de olsa, eğer gayr-imüslim ise, o bu ülkede azınlıktır. Eski tabirle zimmîdir ve İslâm ülkesininasla asıl vatandaşı ve hâkimi olamaz. Ancak Müslüman olan herkes, ister Türk,ister Acem ve ister Arap olsun bu ülkenin asıl vatandaşıdır. Kavmiyetfarklılığı, asla azınlık mânâsını gündeme getirmez. İşte bu ruhu ve fikri,devlet siyâsetinde ve ahalisinin vicdan-ı âmmesinde hakim kılan Osmanlıdevletinde Müslüman olan herkes, kendisini bu devletin aslî vatandaşı kabuletmekte ve bunun için Türk, Kürt, Arap veya Acem olmak bir mânâ ifadeetmemektedir. Geçenlerde Yugoslavya’nın Banyaluka Üniversitesi’nden gelen dörtMüslüman ilim adamı ile İstanbul’u dolaşırken, milliyetler mevzuuna sıra gelmişve Türklükten-Hırvatlıktan mesele açılmıştı. Bin sene âlem-i İslâmınbayraktarlığını ifa eden Türk milletine olan takdirlerini ifade etmekleberaber, müşterek olduğumuz çok önemli bir değerden bahsettiler. Ben neyikastettiklerini anladıysam da, kendilerinden duymak istedim ve cevap manidardı:"Siz İslâmın bahadır kahramanı Türklersiniz. Biz de Hırvat veya Arnavuduz.Ancak hepimiz de Müslüman ve Osmanlıyız. Osmanlıya ait şerefler, sadece sizedeğil, bütün âlem-i İslâma aittir."

    Bu hakikati teyid eden Muhammed Abdüh’ün şu sözleri de çok manidardır:"(Osmanlı eğitim sistemi üzerinde dururken diyor:) Bu kitaplar, bütünOsmanlılara dağıtılacaktır. Yani Osmanlı Araplara Arapça, Osmanlı TürklereTürkçe ve diğer milletten Osmanlılara da kendi lisanlarından takdimedilecektir." Yetişen yeni neslin "akîdede Müslüman ve şahsiyetteOsmanlı" olarak kalmasını müdafaa eden Abdüh, Osmanlı devleti hakkındakikanaatlerini de şöyle özetlemektedir: "Müslümanlardan her kalp sahibibilir ki; Osmanlı devletinin muhafazasına çalışmak, Allah’a ve Peygamberineimandan sonra imanın üçüncü rüknüdür. Zira Osmanlı devleti, dini tam mânâsıylave bütün gücüyle omzuna yüklemiş bulunan İslâm’ın tek güçlü devletidir. Ondanbaşka dini koruyacak devlet mevcut değildir. Ben, Allah’a hamd olsun, bu akîdeüzerindeyim ve inşaallah böyle yaşar ve ölürüm."1

    Bu fikrin Türklüğü unutturduğu ve Osmanlı devletinin çekmesine sebep olduğuşeklindeki itiraz, kesinlikle yerinde değildir. Bu ruhtur ki, milyonlarcakilometrekarelik Osmanlı ülkesinde yaşayan insanları, huzur içinde asırlarcaberaber ve gönül huzuru içinde yaşatmıştır. Bu ruhun eksikliğidir ki, Doğu veGüneydoğuda’ki bir avuç insan, altmış yıldır şer kuvvetlere alet olmaktankurtarılamamıştır. Ayrıca mevcut olan birlik ve beraberliğin temelinde de, yineeskiden kalma iman ve İslâm bağı bulunmaktadır. Bu ruhun tesiriyle Osmanlıyabağlanan Müslümanlar ve bu arada şarkın imanlı ahalisi, asırlarca İslâmabayraktarlık yapan Türk milletine, İslâm’ın kahramanı ve Müslümanlarınağabeyisi olarak bakmışlardır. Bunun bazı müşahhas misallerini biraz sonratarihî belgeleriyle ortaya koyacağız. Bu hakikati, Doğu Anadolu’nun bağrındançıkan ve büyük bir İslâm âlimi olan Bedîüzzaman şöyle dile getirmektedir.

    "Allahu Zülcelal Hazretleri Kur’ân-ı Kerimde ‘Öyle bir kavimgetireceğim ki, onlar Allah’ı severler. Allah da onları sever’ buyurmuştur. Bende bu beyân-ı İlâhî karşısında düşündüm. Bu kavmin bin yıldan beri âlem-iİslâmın bayraktarlığını yapan Türk milleti olduğunu anladım. Bu kahramanmillete hizmet yerine ve dört yüzelli milyon (o zamanki âlem-i İslâmın nüfusu)kardeş bedeline, bir kaç akılsız kavmiyetçi (bir kısım Kürtçüleri kastediyor)kimsenin peşinden gitmem.2 GerçekTürklük ve Türkçülüğün, İslâmın içinde eriyen Türklük olduğunu ifade eden büyükâlim, bu mânâda diğer milletlerin Türklere bakış tarzını da şöyle dilegetiriyor: "İslâmiyet milliyetinden çıkmak isteyen a-damları, Türkbilmiyoruz, Türk perdesi altına girmiş Frenk telâkkî ediyoruz. Çünkü, yüz bindefa Türkçüyüz deyip dâvâ etseler, ehl-i hakikati kandıramazlar. Zira fiillerive hareketleri, onların dâvâlarını tekzip ediyor ve yalanlıyor.3

    O halde Müslüman bir ülkede yaşayan insanla arasında azınlık-çoğunlukayırımı asla yapılamaz. Bu ayırım Müslümanlar için, ancak gayr-ı müslimler,mesela Ermeniler açısından mümkün ve geçerlidir. Asırlarca ilây-ı kelimetullahuğruna cihadda beraber olmuş Müslüman Anadolu halkı için geçerli değildir.

    İkinci Hakikat

    Doğu Anadolu halkı ile Anadolu’nun diğer belgelerindeki insanları birbirinebağlayan bağ, kuru bir ırkçılık değildir. Zira kuru bir ırkçılık fikri, Avrupatarafından İslâm âlemini ve özellikle Osmanlı devletini parçalamak için içimizebir Frenk illeti olarak atılmıştır. Bu hastalık ve parçalayıcı fikir, gayet zevklive cezbedici olduğundan bütün tehlikeleri ve zararları ile beraber, her milletaz çok bu fikre kapılmışlardır. Emeviler devrinde İslam âlemine büyük zararveren; II. Meşrutiyetin başında kulüpler şeklinde Osmanlıyı bölen ve I. DünyaHarbinde Osmanlıya karşı düşmandan daha tehlikeli bir silâh olarak kullanılanırkçılık fikri, şimdi de, Doğuda İslâm kardeşliğine karşı kullanılmakistenmektedir. I. Dünya Harbinde ırkçılık illetine tutulup Osmanlıyı yarı yoldabırakanlar, huzur bulamadıkları gibi, bugün de İslâmın en kuvvetli kalesi olanTürk devletini yıkıp yerine kukla devlet kurmak isteyenler de, aynı âkıbeteçarpılacaklarından habersiz görünmektedirler. Evet, Anadolu’nun safMüslümanları ayrı ayrı milletlerden ve kabilelerden olabilirler. Ancak aralarındabin birler adedince birlik bağları vardır. Yaratanları bir, Rezzâkları bir,peygamberleri bir, kıbleleri bir, kitapları bir, vatanları bir… Bu kadar birbirler, kardeşliği, muhabbeti ve birliği iktiza etmektedir. Zaten Kur’ân daaynı hakikati haykırmaktadır: ‘Sizi, tâife tâife, millet millet, kabile kabileyarattık. Tâ birbirinizi tanıyasınız. Ve birbirinizdeki sosyal hayata aitmünasebetlerinizi bilesiniz ve birbirinize yardım edesiniz. Yoksa, sizi, kabilekabile yaptım ki, yek diğerinize karşı inkâr ile yabanî bakasınız, husumetedesiniz diye değildir."4

    Üçüncü Hakikat

    Biz Müslümanlar, indimizde ve yanımızdadin ve milliyet, bizzat müttehiddir; bunları birbirinden ayırmak mümkündeğildir. Aralarında itibarî ve ârızî bir aynlık var. Belki din, milliyetinhayatı ve ruhudur. Biz şarklılar, garplılar gibi değiliz. İçimizde vekalbimizde hâkim olan din duygusudur. Kaderin çoğu peygamberleri şarktagöndermesi işaret ediyor ki, şarkı uyandıracak ve terakki ettirecek sadece vesadece din duygusudur. Asr-ı saadet ve Osmanlı dönemi bunun en bâriz misalidir.5

    Bu üç hakikati nazara attığımızda, görülecektir ki, günümüzdeki Doğu veGüneydoğu yaralarının merhemi, 400 seneye yakın Osmanlı devleti tarafındangayet mahirce kullanılan mezkur üç hakikattir. Bu hakikati bir asır önce görenbüyük âlim Bediüzzaman, meseleyi çok açık bir şekilde takdim etmektedir:"Sultan Selim’e biat etmişim, onun ittihad-ı İslâm’daki fikrini kabulettim. Zira o, şark vilâyetlerini ikaz etti, onlar da ona biat ettiler. şimdikişarklılar, o zamandaki şarklılardır"6 Aynı ikazını Büyük MilletMeclisinin ilk günlerinde davet edildiği meclis kürsüsünde de aynen tekraredegelmiştir. Milletvekillerine yaptığı ikazlardan üçü, özetle şöyledir kigünümüzdeki hadiseleri görerek kaleme alınmıştır:

    "Râbian: Bu Müslüman milletin cemaatleri, kendisi namazsız da kalsafâsık da olsa, başlarındakini dindar görmek ister. Hatta, umum şarkta, bütünmemurlara dair en evvel sordukları sual bu imiş:’Acaba namaz kılıyor mu?’derler. Namaz kılarsa mutlak emniyet ederler; kılmazsa, ne kadar muktedir olsanazarlarında müttehemdir. Bir zaman, Beytüşşebab aşiretlerinde isyan vardı. Bengittim, sordum:’Sebep nedir?’ Dediler ki, ‘Kaymakamımız namaz kılmıyordu, rakıiçiyordu. Öyle dinsizlere nasıl itaat edeceğiz?’ Halbuki bu söyleyenler denamazsız, hem de eşkiya idiler.

    Hâmisen; … şarkı ayağa kaldıracak din ve kalptir, akıl ve felsefe değil.şarkı intibaha getirdiniz, fıtratına uygun bir cereyan veriniz. Yoksa,gayretiniz ya boşa gider veya muvakkat, sathî kalır.

    Sâdisen; hasmınız ve İslâmiyet düşmanı olan Avrupalılar, dindekilakaytlığınızdan pek fazla istifa ettiler ve ediyorlar. Hatta diyebilirim ki,düşmanları kadar İslâma zarar veren, dinde ihmalinizden yaralanan insanlardır.İslâmın maslahatı ve milletin selâmeti namına, bu ihmalinizden vazgeçmelisiniz.İttihatçılar, bütün gayretlerine rağmen, dinde ihmallerinden dolayı, millet tennefret ve tahkir görmüşlerdir."7

    Bu hakikatlere, aynı ehemmiyette şimdiki idare ve hususan olağanüstü bölgedevazife yapan devlet yetkililerinin de muhatap olduğu ve ne kadar yaşananolayları doğru olarak yansıttığı, ehl-i vicdan için inkâr edilemez bir hakikatve vâkıadır. Bu ulvî hakikatleri kısaca zikrettikten sonra, şark meselesiningerçek çözümü için bir projektör vazifesi ifa edecek olan tarihî olaylardanbazılarını birlikte mütalâa edelim.

    II – Şark Meselesinin Tarihi Esası

    Tarih, hataların düzeltilmesi ve düzeltilmediği takdirde tarihte yaşananbenzeri olayların tekerrür edeceğinin bilinmesi açısından seyredilip ibretalınması gereken mühim bir ayinedir. Biz de bu ayinede, Doğuda yaşanan olaylarıseyredelim ve zamanın şeridine takılan bir kısım hâdiseleri tarih sahnesindenaktararak beraber izleyelim. Acaba Doğu ve Güneydoğu, nasıl 0smanlı devletininhâkimiyeti altına girmiştir? Bu hal, ne kadar zaman almıştır? Osmanlıhâkimiyeti altında kaldığı 350 yıllık devrede, herhangi bir huzursuzluk veanarşi olmuş mudur? Olmuşsa sebebi nedir? Olmamışsa, asırlarca bu bölgeleriOsmanlı devletine sadakatle bağlayan bağlar ve yapıştırıcılar nelerdir? Yavuz SultanSelim, kendi devrindeki şarklıları na5ıl ikaz etmiştir ki, o ikazın sonucunda350 sene itirazsız Osmanlı devletine tâbi olmuşlardır? Bu soruların cevabınıarşiv vesikalarından beraber okuyacağız.

    l. Çaldıran Zaferi vegetirdikleri

    Osmanlı devletinin Doğu Anadolu ile alâkası, XV. yüzyıla kadar uzanır. Ancakbölgenin Osmanlı devletine ilhakı veya daha doğru bir tabirle iltihakı,1514’dekazanılan Çaldıran Zaferinden sonradır.

    Bilindiği gibi, Şah İsmail, İran’da kısa bir zamanda Safevî devletini kurmuşve Doğuda hem Osmanlı devleti için ve hem de âlem-i İslâm’ın birlik veberaberliği için, hem siyasî ve hem de dinî açıdan tehlike arz eder halegelmiştir. Şehzâde Selim, bu iki yönlü tehlikeyi henüz Trabzon Sancakbeyi ikenfark etmiş ve babasını İstanbul’da ikaz dahi eylemişti. Fakat, II. Bâyezid,tedbir anlamamanın yanında, Şiîlerin tahrikiyle çıkarılan Şahkulı İsyanını daönleyememişti. Anadolu’yu Şiîleştirme hedefini güden ve her gün geçtikçe buhedefine doğru ilerleyen Şah İsmail, bir türlü durdurulamıyordu. Nihâyet YavuzSultan Selim padişah olunca, şuurlu âlim İbn-i Kemal’in de yerinde ikazlarıyla,hem İslâm birliğini bozan ve hem de Doğudaki Sünnî Kürt ve Türkmen aşiretlerinirahatsız eden Safevî tehlikesini bertaraf etmeye azmetti. Allah’ın yardımıyla1514 tarihinde kazanılan Çaldıran Zaferi ile, Şah İsmail’in Anadolu üzerindekisiyasî ve dinî emellerine son verildi. Bu mühim zaferin kazanılmasında tamamenSünnî olan ve gazada Yavuz Selim’in yanında yer alan Sünnî Kürt ve Türkmen aşiretbeylerinin de büyük rolü vardı. Anadolu’nun doğu cephesinin emniyete alınmasıve buradaki Müslümanların huzura kavuşturulması için, başta şarkın kapısı demekolan Diyarbekir olmak üzere, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun ve hatta Musul veKerkük civarının da Osmanlı devletine katılması gerekiyordu. Bu iş nasılyapılmalıydı? Kılıçla ve savaş yoluyla bu mümkün değildi. Zira bunlar da hemMüslüman ve hem de ehl-i sünnet v’el-cemaat idiler. Bununla beraber, bubölgenin kendi başına kalması, hem mahallî halkın güvenliği açısından tehlikelive hem de Osmanlı devletinin de Müslüman bir ülke olması; İslâmın kahramancamüdafaasını yapan böyle bir devlete itaat etmenin siyasî ve hukukî açıdan birfarklılık meydana getirmeyeceği ve hem de İslâm birliğinin teşekkülü gibigayelerle münferiden hareket etmek lüzumsuzdu. İşte bu hakikati idrâk eden Kürtve Türkmen beyleri, istimâlet ile yani kendi meyil ve arzuları ile, Osmanlıdevletine itaat etmenin zaruretini anlamışlardır. Büyük âlim İdris-i Bitlisîtarafından Padişaha yapılan telkinler neticesinde, Doğu ve Güneydoğu bölgesinintamamı, bir iki ay içinde Osmanlı devletine iltihâk etmişti.8

    Osmanlı devletinin değişmeyen siyasetinin kaynağı ve dayandığı hukukîtemeli, İslâmiyetin getirdiği şer’î hükümlerdi. Osmanlı devleti, Kur’ân,sünnet, icma ve kıyas yoluyla vaaz edilen şerî hükümler yanında, İslâmhukukunun müsaade ettiği ölçüde her mahallin örf ve âdetlerine de hürmetgösteriyordu. Bu sebeple, Osmanlı devletine tâbi olan bir Müslüman beylik,dâhilde ve hâriçte, farklı bir sistemle karşılaşmıyordu. Meselâ, Doğudaki Kürtve Türkmen aşiretleri, Osmanlı devletine iltihak etmekle bir şeykaybetmemişlerdi; belki kazanmışlardı. İşte Osmanlıya bağlılığın sırrı buradayatıyordu. Daha önce de izah ettiğimiz gibi, Osmanlı devleti sahip olduğutopraklar üzerinde, ırka ve maddî sömürüye dayanan bir ayırıma gitmiyordu. Ziratopraklarının dahilinde bulunan her yer darü’l-İslâm sayılıyor ve bütünMüslüman ahali de bu ülkenin aslî vatandaşı kabul ediliyordu. Zaten OsmanlıyıAvrupa’dan ayıran en "nemli hususiyet de buydu. Osmanlı topraklarındayaşayan insanların arasında düşünülebilecek en önemli farklılıklar, bazı örfâdetlere münhasırdı. Rengi ve şekli farklı olsa da, bütün Müslüman Osmanlıahalisi, yemede, içmede ve hatta giymede dahi aynı dinin esaslarına tâbioldukları için, aralarında ihtilâfa vesile olacak ciddî bir şey mevcut değildi.Mesela, Müslüman Türklerle Kürtler arasında mevcut olan bazı ufak ve"nemsiz farklılıklar dışında, aralarında dinî, ahlâkî, kültürel ve coğrafîçok büyük âzamî müşterekler vardı. Bu sebeple de, Doğu Anadolu’nun si asî dinî,kültürel ve idarî bütünlüğünü bozmak ve parçalamak maksadıyla içerde vedışarıda yapılan faaliyetlerin, bölge halkı arasında müessir olması çok zordu.9

    2. Kürt ve Türkmenbeyleri teker teker Osmanlıya itaat ediyor

    İşte bu müşterek bağları çok iyi idrâk eden mahallî aşiretler, çareyiOsmanlı devletine iltihak etmekte bulmuştu. Bunda Yavuz gibi;

    "İhtilâf u tefrikaendişesi,
    Kûşe-i kabrimde dahi bîkarar eyler beni;
    İttihadken savlet-i a’dâyı defa çaremiz,
    İttihad etmezse millet, dağıdar eyler beni…"

    diye haykıran şuurlu Osmanlı padişahının da payı büyüktü. İstersenizgeliniz, şarkın kısa zamanda Osmanlı devletine iltihaklarının belgeleriniberaber okuyalım.

    Çaldıran Zaferini takip eden 1516 yılında, Yavuz Sultan Selim, kendisineDoğu Anadolu’nun fethedilmesini tavsiye eden meşhur âlim ve tarihçi İdris-iBitlisî’ye, Doğu ve Güneydoğu bölgelerinin Osmanlı devletine ilhakı için vazifeveriyordu. Böylesine ehemmiyetli bir zamanda İslâm birliğinin zaruretine inananbaşta Bitlis Hâkimi Şerefüddin Bey, Hizan Meliki Emir Davud, Hısn-ı Keyfâ EmiriEyyubîlerden II. Halil, İmâdiye Hâkimi Sultan Hüseyin olmak üzere 25-30 taneKürt beyi (ümerây-ı ekrâd), Osmanlı devletine itaat arzularını padişaha iletmişlerdi.Şah İsmail’in Diyarbakır muhasarası için gönderdiği orduyu on bin kişilikİdris-i Bitlisî kumandasındaki gönüllü birliklerle hezimete uğratan aynıbeyler, bu hâdiseden önce Şiîlerin Diyarbekir’i muhasara altına almalarıüzerine, Yavuz Sultan Selim’e şu tarihî arızayı, yardım talep etmek ve Osmanlıdevletine itaat etmeden huzur bulamayacaklarını ifade etmek gayesiylegöndermişlerdi:

    A) Kürt beylerinin Yavuz’a gönderdikleri ariza

    Molla İdris vasıtasıyla gönderilen bu arîzanın sûretini, Koca Müverrih’in Bedâyiadlı eserindeki şekliyle aynen naklediyoruz:

    a) Önce sadeleştirilmişözet metni verelim:

    "Can ü gönülden İslâm Sultanına biat eyledik, ilhâdları zâhir olanKızılbaşlardan teberri eyledik. Kızılbaşların neşrettiği dalâlet ve bid’atlerikaldırdık ve ehl-i sünnet mezhebi ve Şafiî mezhebini icra eyledik. İslâmSultanının namı ile Şeref bulduk ve hutbelerde dört halifenin ismini yâdabaşladık. Cihada gayret gösterdik ve İslâm Padişahının yollarını bekledik.Duyduk ki, Padişah, Zülkadriye eyaletine gitmiş; bunun üzerine biz de Mevlânaİdris-i Bitlisî’yi makamınıza gönderdik. Hepimizin arzusu şudur ki;

    Bu muhlis ve size itaat eden bendelere yardım edesiniz. Bizim beldelerimizKızılbaş diyarına yakındır, komşudur ve hatta karışıktır. Nice yıllar bumülhidler, bizim evlerimizi yıkmışlar ve bizimle savaşmışlardır. Sadece İslâmSultanına muhabbet üzere olduğumuz için, bu inancı saf insanları o zâlimlerinzulümlerinden kurtarmayı merhametinizden bekliyoruz. Sizin inâyetlerinizolmazsa, biz kendi başımıza müstakil olarak bunlara karşı çıkamayız. ZiraKürtler, ayrı ayrı kabile ve aşiret tarzında yaşamaktadırlar. Sadece Allah’ıbir bilip Muhammed ümmeti olduğumuzda ittifak halindeyiz. Diğer hususlardabirbirimize uymamız mümkün değildir. Sünnetullah böyle cârî olmuştur. Ancakümitvarız ki, Padişahtan yardım olursa, Arap ve Acem Irak’ı ile Azerbaycan’dann zâlimlerin elleri kesilir. Özellikle Diyarbekir ki, İran memleketlerininfethinin kilidi ve Bayındırhân sultanlarının payitahtıdır, bir yıldır, Kızılbaşaskerlerinin işgali altındadır ve 50.000’den fazla insan öldürmüşlerdir. Eşerpadişahın yardımı bu Müslümanlara yetişine, hem uhrevî sevap ve hem de dünyevîfaydalar elde edileceği muhakkaktır ve bütün Müslümanlar da bundanyararlanacaktır. Bâki ferman yüce dergâhındır."

    b) Şimdi de asıl metnizikredelim:

    "Can ü gönülden Sultân-ı İslâma bîat eyledik ve Kızılbaş-ızâhirül-ilhaddan teberrÎ eyledik. Memâlik-i Kürdistan ki, bir aylık yola karîbmemleketlerdir, bid’at ve dalâlet-i Kızılbaşı kaldırıp gerü âyîn-i sünnet-icemâat ve mezheb-i Şafiîyi icra eyledik. ….. Sultan-ı İslâm ile müşerref edübhutbede çihar-ı yâr-ı izâmı yâd edüb kudûm-ı mevkib-i hümây-na intizâr üzereidük ki, … ü leşker zafer-Şiâr olub meyân-ı meydan-ı cihâdda say ü içtihadgöstere idik. Çünki Sultân-ı İslâm’ın Alâüddevle memleketine avdetleri mesuımızoldu; müttefikül-kelam olub dâî-i devletleri olan Mevlânâ İdrisi rikâb-ıkâmyâblarına gönderdük. Cümlemizin matlûbı budur ki, bu muhlis bendeleretakviyet ve imdad buyuralar. Zira ki, bizim mesâkin ve bilâdımızın bilâd-ıKızılbaşa kurb-i civan vardır; belki muhtelittir. Nice yıllardır ki, bumülhidler, şimşir-i sitem ile bünyâdımız kazmıştır. On dört sene bizimle azîmcenk ü cidal ederler. Mücerred Sultân-ı İslâm’a muhabbet üzere olduğumuz içüneğer bu tâife-i pâk-itikadı ol zâlimlerin cevr ü sitemlerinden halâs-ıinâyetleri olmazsa, kendümüz istiklâl üzere ol kavme mukavemete tâkat edemeyüz.Zira ki, Ekrâd-ı mül-k tavâif ve akvâm ve aşâir-i muhtelifâtdır. Allah Teâlâ’yıbir bilüp Muhammed ümmeti olduğumuzda müttefikleriz. Sâir husustabirbirlerimize mütâbaat mümkün değildir. Sünnetullâh böyle cârî olmuştur. Lakinümitvarız ki, Hüdâvendi-gâr’dan imdâd olursa, Bilâd-ı Irak-ı Arap ve Acem veAzerbeycan’dan ol sitemkârların elleri kesilüb intizâ oluna. Hususan ÂmidiMahr-se ki, kilid-i fütûh-ı Memâlik-i İran ve pay-ı taht-ı Selâtîn-iBayındırhânîdir, şimdi bir yıldır ki, cıl şehrin ahalisi Sultân-ı İslâmınmerhameti ümidiyle mahsûr-ı leşker-i Kızılbaştır ve elli binden mütecâviz nüf-sanda helâk olmuştur. Eğer bu sene de Sultânin nazarı bizim hâlimize olub bubilâd-ı Müslümanîye iâne ve iğâseleri erişürse, ümiddir ki, mes-bât-ı uhrevîile envâ-ı fütûhât ve fevâid-i dünyeviyyeye müsta’kib ve mestetbi’ olacaklardırve cemâhîr-i müminân andan müstefîd ve müntefi olacaklardır. Bâkî fermanDergâh-ı Muallânındır."10

    Bu mektûb üzerine Konya Beylerbeyi,si Hüsrev Paşa kumandasında ve İdris-iBitlisî’nin manevî yardımlarıyla toplanan on bin kişilik gönüllüler ordusu, şahİsmail’in Diyarbekir’i muhasara altına alan ordularını tarumâr eylemiştir. Bumektupta, bizzat Kürt Beyleri, Kürt aşiretlerinin sosyal yapısına çok dikkatçekici bir üslûpla işaret etmişlerdir. "Ekrâd, muhtelif aşiret vekabileler halinde yaşarlar. Sadece Allah’ı bir bilip Muhammed ümmetiolduklarında ittifak ederler. Diğer hususlarda birbirlerine uymazlar. Allah’ınkanunu böyle cari olmuştur" şeklindeki ifade, asırlar sonra XX. asrınİdris-i Bitlisî’si olan Bediüzzaman tarafından özetle şöyle tekraredilmektedir: (1910’larda Osmanlı devletine karşı isyan etmek isteyen Kürtaşiret reislerine hitaben diyor:) "Altıyüz seneden beri tevhid bayrağınıumum âleme karşı yücelten ve millî âdetlerini terk ederek ihtiyarlanan bizimşanlı Türk pederlerimize, kuvvet ve cesaretimizi hediye edelim. Ona bedel,onların akıl ve marifetinden istifade edeceğiz ve asaletimizi de göstereceğiz.Elhâsıl, Türkler bizim aklımız, biz onların kuvveti; hep beraber bir iyi insanoluruz. Dik başlılık ve kendi başına hareket yapmayacağız. Bu azmimizle başkamilletlere ibret dersi vereceğiz. İyi evlat böyle olur… İttifakta kuvvet var,ittihadda hayat var, uhuvvette saadet var, hükümete itaat te selâmet var.İttihadın sağlam ipine ve muhabbet şeridine sarılmak zaruridir."11

    B) İdris-i Bitlisî’nin Yavuz’a gönderdiği mektup

    Diyarbekir’in şiîlerin elinden alınmasından sonra Kürt beyleri arasındakigayretlerini sürdüren büyük âlim İdris-i Bitlisî, bu faaliyetlerininneticesinde kısa zamanda Doğu ve Güneydoğu’daki Kürt ve Türkmen beylerininOsmanlı devletine itaatlerini temin eylemişdir. Şimdi İdris-i Bitlisîtarafından Farsça olarak kaleme alınan bu istimâletnâme, yani kendi arzu veistekleriyle Osmanlıya tâbi olma belgesinin Türkçe özetini beraber dinleyelim:

    "Mülk ve dinin maslahatlarının nizama girmesi, metin Sultanların tedbirve tedvirine bağlıdır. şark ve garbda adaletin tesisi, Acem ve Ara planınmazlumlarının matlub ve meramlarının temini, İslâm Padişahının adaletinevâbestedir. Diyarbekir mukimlerinden bu muhlis bendeleri arz eder ki;

    Bilâd-ı Ekrâd denilen Diyarbekir ve civardaki mazlum Müslümanlar, Devlet-ialiyyenizin hizmetine tâliptirler ve devlet ile din düşmanlarının şerlerindensizin yardım ve merhametlerinizle masûn olmak ümidindedirler. SizinDârül-Hilâfe yani İstanbul’a azimet haberiniz duyulduktan sonra buradaki birkısım muhlis bendeler, Beylerbeyiniz Bıyıklı Mehmed Paşaya arz-ı itaatetmişlerdir. Hem mezkûr Beylerbeyi ve hem de bu hakir vasıtasıyla size bazımaruzâtlarını arz etmek istemektedirler.

    Bazı insî şeytanların müdahalesiyle Kürt ve Türkmen kabile ve aşiretleri,başlangıçta bir kısım ihtilâf ve ihtilâllere marûz kalmışlardır. Ancak Allah’ınlûtf u inayetiyle bu menfilikler bertaraf edilmiştir. Ancak düşman durmamaktave Kürt beylerini isyana teşvik etmektedir. Bilâd-ı Ekrâdın Osmanlı devletineiltihakı, İstanbul’un fethi zaferini tamamlayacak derecede ehemmiyetlidir. Zirabu bölgenin ilhakıyla, bir taraftan Irak, yani Bağdat ve Basra’nın yolları,diğer taraftan Azerbaycan yolları ve bir diğer taraftan da Haleb ve Şam yollarıaçılmış olacaktır.

    Allah’ın yardımı pek yakındır.
    Bende-i Ahkar ve Çaker-i Efkâr İdris".12

    C) Hizmetleri karşılığında Yavuz’un İdris-i Bitlisî’ye verdiği cevap vetaltif

    İdris-i Bitlisî vasıtasıyla Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinin kısa birzaman içinde ve hem de yerli beylerin istek ve arzularıyla Osmanlı devletineilhak edildiğinin haberini alan Yavuz Sultan Selim, bu büyük âlimi taltif etmeküzere kendisine bir ferman gönderir. Mektubunun başında Diyarbekir vilâyetininsulh ile ve istimâlet yolu ile fethine vesile olduğu için İdris-i Bitlisî’yeteşekkür eder. Sonra da manevî takdirleri yanında ona gönderdiği bazı maddîhediyeleri zikreder. Osmanlı devletine kendi arzularıyla tâbi olan beylerin vebunlara bağlı olan sancakların miktarlarını ve tahrîrî bilgileri hazırlamasınıemreder. Diyarbekir Beylerbeyi Bıyıklı Mehmed Paşaya beyaz hükm-i şeriflergönderdiğini ve Osmanlı devletine bundan sonra da tâbi olacak olan bey olursa,gönderilen tuğralı beyaz kağıtlar kullanılarak onlara beratlarının yazılmasınıemreder. Yani bugünün vilâyetleri ve hatta devletleri, kendi arzu veistekleriyle ve hem de birer mektup ile Osmanlı devletine bağlanmaktadır.Devlete bağlanan beyler arasında ihtilâf ve ihtilâl vuku bulmaması için gerekentedbirlerin alınmasını ve in’âm ve ihsanların da ona göre yapılmasını ister.Mektubun sonuna doğru, Anadolu’yu Şiileştirmek isteyen şah İsmail’in kendisineelçiler gönderdiğini, bin bir türlü yağcılıklar yapıp sulh istediğini, ancakonun sözlerine ve ıslah olduğuna inanılmaması icabettiğini belirterek gereklitedbirlerin ihmal edilmemesini emretmektedir. şimdi bu mektubun aslını beraberdinleyelim:

    "Sûret-i Menşûr-i şah bâ Kerem

    Umdetül-efâdıl kudvetü erbâbil-fedâil sâlikü mesâlik-i tarikat hâdi-imenâhic-i şerîat keşşâfulmüşkilâtid-dîniyye hallâlül-mudılâtil-yakîniyyehulâsatül-mâi vet-tîn mukarrebül-mül-ki ves-selâtîn bürhânu ehlit-tevhîdvet-takdîs Mevlâna Hakîmüddin İdris -Edâmellâhu fedâillehû-.

    Tevkîi refî-i humâyûn vâsıl olacak malum ola ki, şimdiki halde südde-isaâdetime mektubun vâsıl olub senden umulan hüsn-i diyânet ve emânet ve fart-ısadâkat ve istikametin muktezâsınca, Diyarbekir Vilâyetinin feth-i küllîsinebâis olduğun ilâm olunmuş. Yüzün ağ olsun. İnşâallahul-Eazz sâir vilâ-yetlerinfethine dahi sebeb-i küllî olasın.

    Benim envâ-i inâyet-i âliyye-i hüsrevânem senin hakkında mebzûl vemünatıftır. Elhâletü hâzihî âhir-i şevvâl-i mübâreke dek vâki olan ulûfeniz ile2.000 sikke-i Efrenciye filori ve bir sammur ve bir vaşak ve iki mürabba sof veiki çuka ve bunlardan bir sammur ve bir vaşak kürk kaplu soflar dahi ve birFrengî kemhâ gılâflu müzehheb kılıç in’âm ve irsâl olundu. İnşâallahul-Kerimvusûl buldukda sıhhat ve selâmetle al-b masârifine sarf eyleyesin. Mukâbele-ihidemât ve mücâzât-ı istikametinde ve ihlâsında envâ-ı avâtıf-ı celile-ihüsrevâneme sezâvâr olub behre-mend olasın. Ve Diyarbekir cânibinde size ittibaedüb gelen beğlerin mukabele-i sadâkat ve ihlâs ve muhâzât-ı hidemât veihtisaslarına göre ol vilâyetde tevcîh olunan sancakların ve beğlerin ahvâli veelkâbı ve mekâdîri senin malûmun olduğu ecilden iftihârül-ümerâil-izâmzahîrülküberâil-fihâm zülkadri vel-ihtiram sâhibül-mecdi velihtişâm el-müeyyedbi envâ-i teyîdiflahil-Melikis-Samed Diyarbekir Beylerbeğisi Muhammed Dâmeikbâlühû’ya nişan-ı şerifimle muanven beyaz ahkâm-ı şerife irsâl olundu.Gerekdir ki, ol cânibde her beğe tevcîh olunan vilâyetin ahvali ne vechiletevcîh olunub ve ol beğlerin elkâbı ve mekâdîri ne üslub ile olmak münasib iseberâtları inşâ olunub yazıveresiz. Mufassalan ol yazılan berevâtın sûretleri vetımarının mikdarlarını dahi bir sûret defter edüb südde-i saâdetüme dahi inâledesiz ki, bunda dahi hıfz olunub her husus ve merkûm ve malûm ola.

    Her beğe ne sancak verüldüği ye ne vechile tefvîz olunduğı ve elkâbları niceyazulduğı ve riâyetleri ve in’âmları ne vechile olduğı ber sebîl-i tatsîl İlâmolunub amma birvechile tertîb ve tayîn oluna ki, birbiri arasında olan esasirtibât tezelzül ve tehallül bulmak ihtimali olmaya.

    Ve ol berâtlardan gayrı istimâletnâmeler günderilmek lâzım olan beğler içündahi nişanlu beyaz kâğıdlar irsâl olundu. Anlar dahi her beğe ne vechileistimâletnâme gönderilmek münasib ise inşâ olunub inâmlar ile bile irsâl oluna.Ve anlarun mufassalan suretlerinin ve inâmda ne vechile riâyet olundukların olberevât sûretleri ile bile defter edüb dergâh-i cihânpenâhima irsâl edesiz ki,her husus bunda dahi mufassal ve meşrûh mâlûm ola.

    Ve bu cânibde olan mühimmât-i Sultanî murâd-i şerifim üzere encâmayetişmiştir. İnşâallahul-Eazz benim dahi azimetim vaktinde ol cânibe munatif vemunsarıfdir. Ve ol beğlerin hakkinda dahi avâtif-i âliyye-i hüsre-vânemmülâhaza ettüklerinden ziyâdedir.

    Ve şimdiki halde Erdebil oğlu İsmail-i pür-tadlîl südde-i saâdetime HüseyinBeğ ve Behram Ağa nâm adamlarin risâlet hizmetine gönderüb takrîren ve tahrîrenenvâ-i ubûdiyyet ve tazarrullar arz edüb mâbeynde sulh ve isleh müyesser olurise, ol cevabindan ne murâd olunursa rizây-i şerifim üzere kabul suretingösterüb envâ-i temelluklar eylemiş. Amma anun kelimâtina ve salâhına kat’âitimad câiz olmaduğı ecilden mezkûrân elçileri Dimetoka Hisarında ve sâiradamlarını Kilidülbahr kalesinde habs ettirdim. Sen dahi gerekdir ki, makh-r-imezbûrun umûrunda ahsen-i tedbir ne ise anin tedbirinde olub Devlet-i edeb…Mehâmm ve masâlihinde mücidd ve sâî olasin. Min ba’d esnâf-i asâr-i cemîlenüzsâih ve lâih ola.

    Şöyle bilesin, alâmet-i şerife itimad kılasin.

    Tahriren fî evâsit-i şehr-i Şevvâlil-mükerrem senete ihdâ ve işrîne vetis’a-miete el-hicriyye Bi Makam-i Dâril-Hilâfe Edirne El-Mahrûse."13

    3. Bu gayretlerinneticesi ne oldu?

    Bu gayretlerin neticesinde, yıllar sürecek harplerle de edilemeyecekzaferlere ulaşıldı. Şark diye adlandırabileceğimi ve bugün Doğu Anadolu,Güneydoğu Anadolu, Musul ve Kerkük’ten itibâren Kuzey Irak ve Haleb’i de içinealan Kuzey Suriye bölgelerinde yaşayan çok sayıda Arap, Türkmen ve Kürtaşiretleri Osmanlı devletine iltihâk eylemiştir. Bu iltihâklardan bazısınıberaber görelim:

    A) Kürt ve Türkmen beylerinden istimâlet ile kendi meyil ve arzulan ileitaat eden 25’den fazla aşiretten ve reislerinden bazıları şunlardır:

     Bitlis Hâkimi Emir şerefüddin;
     Hizan Meliki Emir Davud;
     Hisn-i Keyfâ Emîri Melik Halik lmadiye Hâkimi Sultan Hüseyin;
     Cezire Hâkimi şah Ali Bey;
     Çemişgezek Hâkinii Melik Halil;
     Pertek Hâkimi Kasım Bey;
     Ayrıca Suran, Urmiye, Atak, Cizre, Eğil, Carzar Palu, Sürt, Meyyafarakin,Sasrin, Sincar, Çermik, Malal ya, Urfa, Besni, Harput, Mardin ve benzeriyerlerdek aşiretler de arka arkaya Osmanlı devletine iltihâk etmişlerdir.14

    B) Kürt ve Türkmen aşiretleri gibi, güneyde yer alan Arap aşiretleri de yinekendi irâdeleriyle Osmanlı devletine iltihâk etmişlerdir. Aralarinda fbn-iHarkuş, ˜bn-i Said, Benî lbrahim, Benî Sâyim, Benî Atâ aşiretleri, Safed veGazze şeyhleri ile Haleb ileri gelenlerinin buIunduğu se‡kin bir tenisilcilerheyetinin Yavuz’a takdim ettikleri ve asli Topkapi Sarayında bulunan şu itâ’atmektubu çok manidardir:

    "Bizler, canlarımız, mallarımız iyâlimiz ve dinimizin emniyeti i‡insize itaati arzuliivoruz. lslâmi tatbik ve adâleti tesis için sizinhakiniiyetinizi zaruri görüyoruz."15

    4. Osmanlı devletiDoğuda nasıl bir idari nizam tesis etmişti?

    Osmanlı Devletinin idarî yapısının temelini kaza, sancak ve eyâletler teşkilediyordu. Ancak Osmanlı Devleti, mutlak bir merkeziyet‡ilikten tamamıyla uzakbir anlayışa sahipti ve idaresi altına aldığı bölge ve cemiyetleri, çeşitliözelliklerine göre farklı idare tarzlarına tâbi tutuyordu. Yani eyalet vesancakların İstanbul’a olan bağlarında ayrı ayrı statüler söz konusuydu. İşteOsmanlı devleti, Çaldıran Zaferinden sonra Doğu Anadolu da Diyarbekir merkezkabul edilerek Musul, Bitlis, Mardin ve Harput da dahil olmak üzere bütün DoğuAnadolu’da gayet geniş bir eyâlet meydana getirmişti. Kanunî Süleyman devrindeyeni bir düzenleme yapılarak Van’da ayn bir eyâlet daha teşkil olundu.16

    Doğu Anadolu’daki sancakları, idare tarzı açısından, her iki eyâlette de, üçana gruba ayırmak mümkündü. Bunları kısaca özetlemekte yarar görüyoruz.

    Birinci grup, klasik Osmanlı Sancakları şeklindeydi. Yani Osmanlı devletinindiğer bölgelerinde tatbik edilen idare usulu burada da cari idi.

    Sancakbeyleri doğrudan merkezden tayin olunurlardı ve herhangi bir imtiyazasahip değillerdi. Bu sancaklar tımar sistemine dahildi. Diyarbekir ve Vaneyaletlerindeki bu tür sancaklar, umumiyetle aşiret yapısı kuvvetli olmayanyerlerde teşkil edilmiştir. Diyarbekir eyâletinde merkez Amid, Harput,Hasankeyf, Akçakale, Sincar, Zaho, Ergani ve Çemişkezek sancakları ile Vaneyaletindeki Erciş ve Adilcevaz sancakları, bu tür sancakların başlıcaörneklerini teşkil ederler.

    İkinci grup, Yurtluk ve Ocaklık tarzındaki sancaklardır. Fetih esnasındabazı beylere hizmet ve itaatleri karşılığında, devamlı olarak sancak ve hasşeklinde tevcih edilmiştir. Bunlara Ekrâd Sancakları da denir. Bunlar klasikOsmanlı sancaklarında farklıdırlar. Zira sancakların idaresi genellikle bölgeyeeskiden beri hâkim olagelen nüfuzlu, eski mahallî beyler ve hânedanlaraterkedilmiştir. Hayat boyu sancakbeyi olan bu idareciler vefat ettiğinde,yerlerine oğulları veya diğer yakınlardan biri geçmektedir. Devlete ihânetettikleri takdirde değiştirilebilmektedirler. Seferde beylerbeyinin hizmetinegirmekle mükelleftirler ve bu memleketlere merkezden kadı tayin edilir.Arazileri tımar nizamına tabidir. İmtiyazlı sancaklar da diyebileceğimiz busancaklardan Diyarbekir Eyaletine bağlı 13 ve Van Eyaletine bağlı olarak da 9adet mevcut idi. çermik, Pertek, Kulp, Mihrani, Sürt ve Atak Diyarbekir’e bağlıbu tür sancaklardandırlar.Müküs ve Bargiri de Van’a bağlı bu türsancaklardandırlar.

    Üçüncü grup ise, Hükümet adı verilen sancaklardır. Bunların idâresi, fetihesnâsında gösterdikleri hizmetlerden dolayı tamamen yerli beylereterkedilmiştir. Sancakbeylerinin tayinine merkezî idare asla karışmaz veellerine verilen ahidnâmeler gereğince, bunlar azl ve nasb edilemezler.Arazisinde tımar nizamı cari değildir. Dahilde tamamen müstakil olan bubölgeler, hariçte yani askerî ve siyasî alanda bölgedeki Osmanlı beylerbeyinetabidirler. Diyarbekir eyaletinde Hazzo, Cizre, Eğil, Tercil, Palu ve Gençsancakları; Van Eyaletinde ise, Bitlis, Hizan, Hakkari ve Mahmudi sancakları bumahiyette Osmanlı Sancaklarıdırlar.17

    Kısaca özetlediğimiz bu sistem, daha ziyade Doğu Anadolu’da uygulanagelmiştir. Sebebi bu bölgede daha önce müstakil veya İran a bağlı beylerinfetih esnasında Osmanlı devletine sadakat göstermeleri ve en önemlisi de, hemitikadî açıdan ve hem de amelî açıdan, Osmanlı devleti ile aralarında herhangibir farkın bulunmamı sıdır. Başlangıçta hizmet ve sadakat karşılığı verilen busancakların durumu, daha sonra ailelerin tasarrufuna bırakılmış ve Tanzimatdönemine yani 1840′-lara kadar bu hal aynen devam etmiştir.

    5. Doğu Anadolu’nun teslimiyet ve itâati ne kadar devam etmiştir? İdris-iBitlisî ile başlayan şarktaki beyler ve Müslüman halkın hilâfet ve saltanatasadakatle bağlılıkları, en azından 1850 yılına kadar, yani yaklaşık 330 senedevam etmiştir. Osmanlı devleti, bu yerli ahaliyi Müslüman kardeşleri ve bubölgeleri de darü’l-İslâm olan ülkesinin aslî parçası olarak görmüş; bunakarşılık yerli Müslüman ahali ve beyler de, Osmanlı Devletini İslâm’ınbayraktarı bir İslâm devleti olarak telâkki edip ona itaati kendileri içinibadet saymışlardır. Hatta bu bölgedeki beyler, Batı Anadolu ve Rumeli’deki hemTürk hem de Müslüman olan Ayanlar kadar, Osmanlı devletinin başına gaileçıkarmamışlardır. Meselâ hem Türk hem de Müslüman olan Karaman eyaletindeOsmanlıya karşı elli çeşit isyan görmek mümkün olduğu halde, 330 sene içindeDoğu bölgelerinde ciddi bir isyandan bahsetmek mümkün değildir. Bu dediğimizinmüşahhas bir delili, 1630’larda, yani şarkın Osmanlı devletine itaatinden 13sene sonra kaleme alınan şu fermanlardaki ifadelerdir:

    "Hükm-i Hümâyun

    …Ümerâ-i Ekrâd, Devlet-i Aliyye’nin sadakat ve istikamet ile hayırhahıolup ecdâd-ı izamım zaman-ı şeriflerinden ilâ hâzel-ân uşur-ı hümayunda enva’-ıhidemât-ı mebrure ve mesa’-i meşk-re-i gayr-ı adîdeleri vücuda gelmiş vezimmet-i himmet-i mülûkaneme ri’ayetleri lâzım olmağla badel-yevm himâyet vesıyânet olunmaları aksây-ı murâd-ı hümây-numdur…"18

    "… Siz eben an ced sünniyy’ül-mezheb ve pâk meşreb olub âbâ veecdâd-ı âliniz zamanlarında vâki olan Kızılbaş seferlerinde nice bin müsellahyarar ve nâmdâr ekrâd-ı zaferkirdâr ile asâkir-i mansûremin "nüne düşüp veicray-ı gayret-i çihar-r yâr-güzîn içün uğur-ı din-i mübinde can ve başladöğüşüp nice fütûhât-ı cemileye bâis olmuşsunuz."19

    Ne zaman ki İslâm kardeşliği mânâsı bozulmuş ve Avrupa zındık kâfirleritarafından bir Frenk illeti olan ırkçılık Osmanlı devletinin içine atılmış, ozaman Doğuda da ayrılık ve fitne rüzgarları esmeye başlamıştır. Çare, tarihtenibret dersi almaktır ve bu bölgeleri 300 küsur sene Osmanlı devletine sımsıkıbağlayan sırrı anlamaktır.

    IV – Cemal Kutay’ın Manidar Tesbitleri Ve Asrımızdaki Problemler

    Değerli tarihçi Cemal Kutay’ın konuyla alâkalı bir makalesini buraya aynenderç etmek istiyoruz:

    "Lisanımızda öyle tâbirler, terkibler var ki, ifade ettiklerihakikatlerin hayat içinde tezahürlerini tespite ömürler vakfetmeye değer…

    Bunlar arasında hayrü’l-halef tavsif terk¡binin muhtevası üzerinde açıklamayıeniştem rahmetli İbrahim Alâeddin Gövsa’dan dinlemişimdir. Edebiyatımızdakimüstesna yerinin hayranlığını sıhriyyetimiz tamamlayan üstad Süleyman Nazifiçin eserini hazırlıyordu. Mukaddime üstadın babası Diyarbekir’li Said Paşamnşahsiyeti ile başlıyordu. Ber ceste mısraları arasında:

    Müstakim ol, Hazret-i Allah utandırmaz seni…

    İlâhî tebşiri ciltlere bedel bu büyük Osmanlı vezirinin bıraktığı en büyükmiras için İbrahim Alâeddin, şu hükme varmıştı:

    "İki hayrü’l-halef oğlu Süleyman Nazif ve Faik Ali.."

    Belki Mevlâna Celâleddin’in beşer için temennisi buydu:

    "Bir beste ol, arkandan hasretle söylesinler…"

    Diyordu müstesnâ mutasavvıf… Söylenmeye değer ardda kalanlar arasında,babaların açtıkları hayır yolunda himmet sahibi olabilmiş evlâtlar kadar mesudve mebr-k miras olabilir miydi?

    İki himmet sahibi hemşehri

    Şüphesiz ki bu hayrü’l-haleflik için kan sıhriyyeti şart değildi, asıl olanmefkûre idi: Vatan ve insanlık için hayrın ve doğrunun yolunda gidebilme…Eğer bu intibak, akrabalık, hemşehrilik gibi cetlerimizin "intibâk-ımüstahsene=güzel uyumlar" olarak vasıflandırdıkları kucaklaşmalar iletamamlanırsa, elbette ki, hâfızalarda daha derin ve unutulmaz yerleri olurdu.

    Birbirinden tam 440 sene sonra hayata gözlerini kapayan ve ikincisibirincisine heyr’ul-halef iki hemşehriden Osmanlı Devri’nin son vak’a-NüvisiAbdurrahman Şeref Bey Hoca’mızın tespitiyle "İlmini vatanın selamet vekudreti için addedilecek kifâyet içinde izah ve ispat eden"ma’ruf müverrihBitlis’li İdris ile, o’nun mirasının devamı uğruna ömrünü vakfeden hemşehrisiBediüzzaman Said Nursi’den…

    İkisi de Bitlis’in Hizan İlçesi’nde doğmuşlar…İdris’in babası beldesininzahiri ve batıni ilimlerde ma’rûf şahsiyetlerinden Hüsâmeddin Ali El BitlisîNur Bahşi Tarikatinin kurucusu Muhammed Nurbahşi’nin halifesi… Bu NurbahşiTarikatı’nın, mefhum olarak ifadesi, ışık bahşeden ve dağıtan mâ’nâsı ile Nunhareketinin zaman ve mekân içindeki manevi irtibatını, mevzu üzerindekisalâhiyetler araştırabilirler.

    Bitlis’li İdris’in elimizdeki on iki eseri, kendisinin tarih, tasavvuf,edebiyat ve siyaset sahasındaki kıymetinin âbideleri… Bunlar arasında, OsmanGazi’den başlayarak, sekizinci Osmanlı Hâkaânı II. Bâyezid Hân Devri’ni anlatanFârisî "Heşt-Bihişt=Sekiz Cennet" tarihi, I. Sultan Mahmud’un emriyleVan’lı Abdülbaki Sa’di Efendi tarafından lisanımıza çevrilmiş. Hâlen HamidiyeKütüphanesi’nde muhafaza ediliyor.

    En büyük himmeti

    Bitlisli İdris’in Büyük himmet’i Osmanlı Hakanı Yavuz Selim’le beraberAnadolu’nun Osmanlı Birliğine katılmasında gösterdiği faaliyet ve eriştiğimerhaledir. Öyle ki, Yavuz Selim, fethettiği Kudüs’e Onu muvakkat Vali olarakbırakmıştır. Osmanlı hizmetinden evvel Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ınyanında bulunan Bitlis’li İdris, kendisi Şiî hareketine karşı OsmanlıSünnilerinin safına sokamayınca, İstanbul’a gelmiş ve İkinci Beyazıd’a vaziyetianlatmış, tedbir istemiştir. Doğu Anadolu’da Osmanlı idaresini tesis, oğluYavuz’un zaferleri neticesi olunca, fikrin sahibi İdris, yeni hakanın güveninesahip olmuş ve onun yakından bildiği mıntıkanın Osmanlı’nın bölünmez parçasıolması için düşünce ve tavsiyelerinden sonuna kadar istifade etmiştir.

    Sadrazamların huzurunda titrediği celalli Osmanlı Hakan’ı Yavuz Selim’inkendisine "Fikr-i vahdetin rehberi=birlik düşüncesinin öncüsü"dediğini oğlu Ebu Fazl Mehmed Efendi Heşt-Bihişt’in zeylinde yazıyor.

    1520’de İstanbul’da ölen Bitlisli İdris, Eyyub Sultann’da bugün kendi adınaanılan İdris Köşkü ve çeşmesi denilen yerde, karısı Zeyneb Hatun’un yaptırdığımescidin mezarlığındadır.

    Osmanlı milliyetçiliği fikri ve ikinci hemşehri

    622 sene sürmüş Osmanlı Hakanlığı devrinin, tek hanedan idaresinde bu kadaruzun zaman nasıl devam edebilmiş olması, dünya tarihçilerinin üzerinde ısrarladurduğu mevzu olmuştu. Çünkü Osmanlı idaresindeki haşmet devrinde yirmi milyonsekiz yüz kırk bin kilometrekareyi, yani iki Avrupa büyüklüğünü aşmış BabilKulesi’ni hatırlatacak kadar çeşitli din-dil ırkların bir arada huzur içindenasıl yaşayabilmiş olması yolunda bir başka misal yoktu. Zannederim ki en doğruteşhisi, Leon Kahun koymuştur:

    İslâm dininin bütün insanları kardeş sayan ve bir anadan babadandoğmuşçasına birbirinizi seviniz, diyen beşerî tavsiyesini en iyi kavrayan Türkmilleti olmuştur. Osmanlı devleti, daha çok Hıristiyan ve Musevîlerinyaşadıkları yerlerdeki fetihlerinden sonra buraların halkına dinlerinde ibâdethak ve hürriyeti temin edince huzur kolaylıkla temin edilmiştir. Fakat meselâ,İran Şiilerınin nüfuz mıntıkası saydıkları Şarkî Anadolu’da vahdeti ve huzurutemin edebilmek daha zor olmuştur. Bunun için birleştirici fikirlerle birOsmanlı milliyetçiliği terkibi meydana gelmişti. Bu fikir tatbikatta o kadarmüsamahakar ve âdil olmuştur ki, sadece dini Müslüman olanlar değil, Hıristiyanve Musevîler arasında da bu hak ve hürriyete dayalı siyaseti kabul edenler deçok olmuş ve mesud asırlar yaşanmıştır".

    Yavuz Selim’den sonra Doğu Anadolu’da milli birlik ve beraberliği bozucuteşebbüsler olmuş, bunlar günümüze kadar süregelmiştir. Bugün, sıkıyönetimmahkemelerinin önüne çıkarılmış ve adaletin kararını bekleyen üzücü hâdiselerarasında böylesine olanlar, hiç de az değildir.

    Ve bu sahada bir tarih muhasebesi, Bitlisli İdris’in açtığı birlik veberaberlik yolunda, kendisinden tam dört yüz yıl sonra hayata gözlerini kapayanbir hemşehrisini, Bediüzzaman Said Nursi’yi hatırlatıyor: 0 da, yaşadığıdevirde, devlete saygılı, mânevî rabıtayı kâfi bulan huzur ve sükûn hayatınınmüdafii olmuştu. Fikirlerin buhran ve teşettüte en çok mütemayil olduğu veböylesinin revaçta bulunduğu nazik anlarda da millî birliği muhafazayı temelakide sayan felsefesinden ayrılmamıştır. Manevî uhuvvetin, millî birliği teminyolunda en sağlam mesned olduğu artık inkâr edilemiyor…

    Yahya Kemal’in berceste mısraları arasında, kalben hasretini çektiğimtetabukları tahayyül ettikçe hatırladığım güzelim teşhisi şudur:

    İnsan âlemde hayal ettiği müddetçe yaşar

    Gerçekten de öyle…

    Şöyle bir güzel himmet hayâle değmez mi idi? Bediüzzaman vakit bulsa idi de,büyük hemşehrisi İdris’in Heşt-Bihişt-Sekiz Cennetini o salâhiyetli Farsçasıkadar, mükemmel tarih kültürü ile ve bilhassa Osmanlı milliyetçiliği heyecanıile dilimize çevirebilseydi…

    Neylesin ki, çileli ömründe elli mumluk bir elektrik ampulününışıklandırdığı 2×2=4 metrekarelik bir odada, san defter kâğıdı ile, yirmi dörtsaatte bir kâse süt veya yoğurt ufalanmış iki dilim ekmek tevazuu içinde beşonsene sürebilmiş huzur kifayetini bile bulamadı.

    Halbuki nasıl adetâ vecd içinde dilimize ve kafamıza kazandırırdı büyükhemşehrisinin kütüphanemizde yeri boş eserlerini…

    Onu seven ve yolunda gidenlerden bir himmet sahibini ümid ederek…"

    V – Asrın İdris-İ Bitlisi’si Bediüzzaman, 1955’lerde Tehlikeye DikkatÇekiyor Ve Tedbirlerini Teklif Ediyor

    Avrupalı tarafından nifak tohumları ekildiğini hisseden Doğu Anadolubölgesinden çıkmış İslâm âlimleri, tehlikeye zamanında dikkat çekmişler veçaresini de bizzat göstermişlerdir. Şarktaki cehalet sebebiyle, eğer buinsanlardaki dinî duygular zayıflarsa, ancak anarşist olabileceklerini veböylesi insanların devletin varlığı için büyük tehlike teşkil edeceklerinigören asrın İdris-i Bitlisi si Bediüzzaman, II. Abdülhamid zamanından beri,bölge halkının dinî ilimlerle mücehhez kılınmasını ve bunun temini için de bubölgede bir üniversite açılmasını ısrarla teklif etmiştir. Bu teklifini SultanReşad’a kabul ettiren Bediüzzaman, aynı teklifi birinci BMM’ne yapmış veMustafa Kemal’in de içinde bulunduğu l63 mebusun imzasıyla şarktaMedresetüz-Zehrâ adıyla bir üniversite açılması kararını çıkarttırmıştır. Bütünbu gayretlerinin asıl sebebi, şarkı asırlarca Osmanlı ordularında gönüllübölükler haline getiren ruhu tekrar ihya etmektir. 28.4.1955 tarihli birdilekçesiyle de, sanki bugün Doğuda ve de Körfezde meydana gelen hâdiselerigörürcesine, tedbir alınmazsa ileride devleti çok yük tehlikelerin beklediğinive bu tehlikeleri önlemenin tek çaresinin İslâm kardeşliğine sarılmak olduğunucesaretle ifade etmiştir. Hem o zamanki hükümetin Pakistan-Irak Türkiye üçlüsüşeklinde gerçekleştirmek istediği Birleşik İslâm Cumhuriyetleri projesinitebrik ve hem de emareleri görülen Kürtçülük hareketlerine karşı alınmasıgereken tedbirleri ihtar mahiyetinde, zamanın Reis-i Cumhuru ve Başvekiline çokmanidar bir mektup göndermiştir. Yavuz’a İdris-i Bitlisi tarafından gönderilenmektuba, hem gaye ve hem de muhteva itibariyle çok benzeyen bu mektubuarşivlerimizdeki haliyle aynen ve aslından neşrediyor ve bu mektuptadenilenlerden sonra bizim diyeceğimiz bir Şey olmadığını belirtmek istiyoruz:

    "Dahiliye Vekâletine
    Maarif Vekâletine,

    Pakistan-Irak ittifakı ve Şark üniversitesi mevzuunda, Isparta-Beycamiimahallesi, 61 a numarada Said Nursî tarafından Yüksek Cumhur reisliğine sunulupBaşvekâlete tevdi olunan mektup suretinin bağlı olarak sunulduğunu saygılarımlaarz ederim.

    Dahiliye ve Maarif Vekâletlerine yazılmıştır.

    Başvekil Namına
    Müsteşar
    Ahmet Salih Korur"

    "REİS-İ CUMHURA VE BAŞ VEKİLE

    Kabir kapısında ve seksen küsur yaşında, bir kaç hastalıkla hasta bulunan veölüme kendini yakın gören bir biçare, garip, ihtiyar der ki: Size iki hakikatibeyan ediyorum:

    Evvelâ: Sizlerin Pakistan ve Irak’la gayet muvaffakiyetkârane ittifakını bumillete kemâl-i samimiyetle, sürur ve ferah ile kazanmanızı bütün ruh ucanımızla tebrik ediyoruz. Bu ittifakınızı, inşaallah dört yüz milyon İslâm’ınsulh-ı umumisine ve selâmet-i âmmenin teminine kat’i bir mukaddeme olarakruhumda hissettim. Ve namaz tesbihatındaki kuvvetli bir ihtar ile bunu sizeyazmaya mecbur kaldım.

    Sâniyen: Irkçılık fikri, Emeviler zamanında büyük bir tehlike verdiği, vehürriyetin başında kulüpler suretinde büyük zararı görülmesi ve birinci harb-iumumide yine ırkçılığın istimaliyle mübarek kardeş Arapların mücahid Türklerekarşı zararı görüldüğü gibi, şimdi de uhuvvet-i İslâmiyeye karşı istimaledilebilir ve istirahat-ı umumiye düşmanları gizli dinsizler yine o ırkçılıklabüyük zarar vermeye çalıştıklarına emareler görünüyor. Halbuki, menfi hareketlebaşkasının zararıyla beslenmek, ırkçılığın seciye-i fıtriyesi olduğu halde,evvela başta Türk Milleti dünyanın her tarafında Müslüman olduğundan onlarınırkçılıkları İslâmiyetle mezc olmuş; kabil-i tefrik değil. Türk, Müslümandemektir. Hatta Müslüman olmayan kısmı Türklükten de çıkmışlar. Türk gibiAraplarda da Arapçılık ve Arap milliyeti İslâmiyetle mecz olmuş ve olmak lâzımdır.20Irkçılık bütün bütün bir tehlike-i azimedir. Sizin bu defaki Irak vePakistan’la pek kıymettar ittifakınız inşaallah bu tehlikeli ırkçılığınzararını def edecek. Ve dört beş milyon ırkçıların yerine dört yüz milyonkardeş Müslümanları ve sekiz yüz milyon sulh ve müsalemet-i umumiyeye şiddetlemuhtaç Hıristiyan ve sair dinler sahiplerinin dostluklarını bu vatan milletinekazandırmaya tam bir vesile olacağına ruhuma kanaat geldiğinden size beyanediyorum.

    Sâlisen: Altmış beş sene evvel bir vali bana bir gazete okudu. Bir dinsizmüstemlekât nazırı, Kur’ân’ı elinde tutup konferans vermiş. Demiş ki: "Bu,İslâmların elinde kaldıkça biz onlara hakiki hâkim olamayız. Tahakkümümüzaltında tutamayız. Ya Kur’ân’ı sukut ettirmeliyiz veyahut Müslümanları ondan soğutmalıyız."

    İşte bu iki fikirle iki dehşetli ifsat komitesi bu biçare, fedakâr, masum,hamiyetkâr millete zarar vermeğe çalışmışlar. Ben de altmış beş sene evvel bucereyana karşı Kur’an’ı Hakimden istimdat eyledim. Hakikate karşı kısa bir yol,bir de pek büyük bir Darü’l-fünun-ı İslâmiyye tasavvuru ile altmış beş senedirâhiretimizi kurtarmak ve onun bir faydası olarak hayat-ı dünyeviyyemizi deistibdâd-ı mutlaktan ve dalâletin felâketinden kurtarmaya ve akvam-ıİslâmiyenin mabeynindeki uhuvvetini inkişaf ettirmeğe iki vesileyi bulduk.

    İKİNCİ VESİLESİ: Altmış beş sene evvel Câmi’ül Ezhere gitmek istiyordum.Alem-i İslâmın medresesidir diye ben de o mübarek medresede bir ders alayımniyet ettim. Fakat kısmet olmadı. Cenab-ı Hak rahmet ile bir fikir ruhuma verdiki: Câmi’ül-Ezher Afrika’da bir medrese-i umumiye olduğu gibi, Asya Afrika’danne kadar büyükse daha büyük bir Dar’ül-fünun, bir İslâm üniversitesi Asya’dalâzımdır. TA Kİ: İslâm kavimlerini, meselâ: Arabistan, Hindistan, İran, Kafkas,Türkistan, Kürdistan’daki ayrı ayrı milletleri menfi ırkçılık ifsad etmesin…Hakikî müsbet ve kudsî ve umumî milliyet-i hakikiye olan İslâmiyet milliyetiile "İnnemel mü’minûne İhvetün"21 Kurân’ın bir kanun-ıesasisinin tam inkişafına mazhar olsun. Ve felsefe fünunu ile ulûm-ı diniyebirbirleriyle barışsın. Ve Avrupa medeniyeti İslâmiyet hakaikî ile tam müsalâhaetsin ve Anadolu’daki ehl-i mekteb ve ehl-i medrese tam birbirine yardımcıolarak ittifak etsin diye vilâyet-i şarkiyenin merkezinde, hem Hindistan, hemArabistan, hem İran, hem Kafkas, hem Türkistan’ın ortasında, Medreset’üz-Zehramânâsında Cami’ül-Ezher uslûbunda bir dar’ül-fünun, hem mekteb hem medreseolarak bir üniversite için tam elli beş senedir çalışmışım. En evvel bununkıymetini (Allah rahmet etsin) Sultan Reşat takdir edip yalnız binasını yapmakiçin 20.000 altun lira verdiği gibi; sonra ben eski Harb-i Umumi’dekiesaretimden döndüğüm vakit Ankara’da, mevcut iki yüz meb’usdan yüz altmış üçmeb’usun imzası ile 150.000 lira o zaman paranın kıymetli vaktinde aynı oüniversite için vermeyi kabul ve imza ettiler. Mustafa Kemâl de içinde idi.Demek şimdiki para ile beş milyon liraya yakın bir tahsisat vermekle ta ozamanda böyle kıymettar bir üniversitenin te’sisine her şeyden ziyade ehemmiyetverdiler. Hattâ dinde çok lâkayt ve garplılaşmak ve an’anâttan tecerrüd etmektaraftarı bulunan bir kısım meb’uslar dahi onu imza ettiler. Yalnız onlardanbir ikisi dediler ki: Biz şimdi ulam-u an’ane ve ulûm-ı diniyyeden ziyadegarplılaşmağa ve medeniyete muhtacız. Ben de cevaben dedim:

    Siz farz-ı muhal olarak hiçbir cihette ihtiyaç olmasa da, ekser Enbiya’nınAsya’da, şarkta zuhuru ve ekser hükemanın, feylesofların garpta gelmelerinindelâleti ile Asya’yı hakiki terakki ettirecek fen ve felsefenin tesiratındanziyade, hiss-i dinî olduğu halde, bu fıtrî kanunu nazara almayarak garplılaşmaknamı ile an’ane-i İslâmiye’yi bıraksanız ve lâdini bir esas yapsanız dahi, dörtbe büyük milletlerin merkezinde olan vilâyât-ı şarkiyede millet, vatan selâmetiiçin dine, İslâmiyet’in hakaikine katiyyen taraftar olmak size lâzım veelzemdir. Binler misâllerinden bir küçük misâl size söyliyeceğim:

    Ben Van’da iken hamiyetli Kürt bir talebeme dedim ki: "Türklerİslâmiyete çok hizmet etmişler, sen onlara ne nazarla bakıyorsun?"

    Dedi: "Ben Müslüman bir Türkü fasık bir kardaşıma tercih ediyorum.Belki, babamdan ziyade ona alâkadarım. Çünkü tam imana hizmet ediyorlar."

    Bir zaman geçti, (Allah rahmet etsin) o talebem ben esarette ikenİstanbul’da mektebe girmiş. Esaretten geldikten sonra gördüm. Bazı ırkçımuallimlerden aldığı aksül-amel ile o da Kürtçülük damarı ile başka bir mesleğegirmiş. Bana dedi: "Ben şimdi gayet fasık, hattâ dinsiz de olsa bir Kürdü,salih bir Türk’e tercih ediyorum." Sonra ben onu birkaç sohbettekurtardım. Tam kanaati geldi ki, Türkler bu millet-i İslâmiyenin kahraman birordusudur.

    Ey suâl soran meb’uslar: Şarkta22 beş milyona yakın Kürt var. Yüzmilyona yakın İranlı ve Hindliler var. Yetmiş milyon Arap var. Kırk milyonKafkas var. Acaba birbirine komşu, kardaş ve birbirine muhtaç olan bukardaşlara bu talebenin Van’daki medreseden aldığı ders-i dîni mi daha lâzım?Veyahut o milletleri kaçıracak ve ırkdaşlarından başka düşünmeyen ve uhuvvet-iİslâmiyeyi tanımayan, sırf ulûm-i felsefeyi okumak ve İslâmî ilimleri nazaraalmamak olan o merhum talebenin ikinci hali mi daha iyidir? Sizden soruyorum.

    İşte bu cevabımdan sonra an’ane aleyhinde ve her cihetle garplılaşmakfikrini taşıyanlar kalktılar, imza attılar. İsimlerini söylemeyeceğim. Allahkusurlarını af etsin. Şimdi vefat etmişler.

    Râbian: Madem Reis-i Cumhur, gayet mühim mesail-i siyasiyye içinde Şarküniversitesini en ehemmiyetli bir mes’ele yapıp, hattâ harika bir tarzda altmışmilyon liranın o üniversiteye sarfı için bir kanun çıkarmak derecesindefevkalâde bir hizmet ile medresenin medar-ı iftiharı ve kendisine büyük birşeref verdiren bu medrese-i İslâmiyeye eski hocalık hissiyatı ile başlaması,bütün şark hocalarını minnettar etmiş. Ve şimdi orta şarkta sulh-ı umumînintemel taşı ve birinci kal’a olan bu üniversiteyi yine mesâil-i azime-i siyasiyeiçinde‚ yeniden nazara alması, elbette bu vatana, bu devlete, bu millete, buazim faydalı hizmeti netice verecek.

    Ulûm-i diniyye o üniversitede esas olacak. Çünkü: Hariçteki kuvvet,tahribat-ı manevîdir: İmansızlıktır. 0 manevî tahribata karşı atom bombasıancak manevî cihetinde maneviyattan kuvvet alıp o tahribatı durdurabilir.

    Madem elli beş sene bu mes’eleye bütün hayatını sarf etmiş ve bütündekaikiyle ve neticeleri ile tetkik etmiş bir adamın bu mes’elede re’yini almakve fikrini sormak lâzım gelirken Amerika’da, Avrupa’da ve bu mes’eleye dair istişareye kendinizi mecbur bildiğinizden, elbette benim de bu mes’elede söz söylemeğe hakkım var. Hamiyetkâr olan bütün bu millet namına sizden belkiyoruz.

    Hasta halimde konuştuğum sözlerimdeki tâbirattan kusura bakmayınız.

    Said Nursi

    İşte tarih ve yakın mazi… Ders alınırsa, tarih tekerrür etmeyecektir.

    Dipnotlar

    1. Akgündüz, Prof. Dr. ahmed. Belgeler Konuşuyor, 1/143,150

    2. Mürsel, Safa, Devlet Felsefesi, sh. 301

    3. Mektûbat, sh. 437

    4. Kur’ân, Hucurât S-resi

    5. Mürsel, 285

    6. Said Nursi, Tarihçe-i Hayat

    7. Mesnevi-i Nuriye 90-91

    8. Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, Osmanlı Tarihi, 11/273.;Kodaman, Bayram Sultan II. Abdülhamid Devri Doğu Anadolu Politikası,Ankara 1987, sh. 10 vd.

    9. Bayram, 8 vd.

    10. Koca Müverrih, Bedâyi’, c. II. vrk 452/a-b

    11. Nutuk (Osm.), sh. 20

    12. Topkapı Sarayı Arşivi, e. 1019

    13. Koca Müverrih, Bedâyi’, II vrk. 460/a-461/a

    14. Süleymaniye Kütüphanesi, Esad Efendi, No:2362, Vrk.112/a-113/a; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, 11/274 vd.

    15. Topkapı Sarayı Arşivi No:11634/26

    16. Kodaman, 12 vd.

    17. Kodaman, 13 vd.

    18. Kanunname-i Sultani Li Aziz Efendi, Harvard, 1985, sh.133.

    19. Kanunname-i Sultani, 133

    20. Hakiki milliyetleri İslâmiyet’tir, o kâfidir.

    21. "Gerçekten mü’minler kardeştirler" mealindekibu ayet, Hucurât Sûresindedir.

    22. Şarktan kasıt, genel olarak Asya ve doğu bölgeleridir.

    23. Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, No: 130-63-43-339-6