Köprü Anasayfa

Gecikmiş Bir Cihad Çağrısı

"Yaz 94" 47. Sayı

  • Gecikmiş bir cihad çağrısı

    Metin Karabaşoğlu

    Maddî cihad, "adalet" ölçülerinin aşılmadığı bir vasat olacaktır. Adalet ölçülerine uyarak mücahede yürütmek mümkün değilse, savaşılmayacaktır. Mü’min mazlum hale düşebilir, ama asla zalim olmaz.

    Sünuhat adlı eserinin sonunda modern zamanların zihnimize ettiği kötülüklerden söz açan Said Nursî, bir "medenî engizisyon"a dikkati çeker. Tarih kitaplarına bakılırsa, inançlarından dolayı insanlara eziyet etmenin adı olan "engizisyon" bir Ortaçağ hatırasıdır. Ortaçağ geçip gittiğine göre, o da yok olmuş demektir. Oysa Sünuhat’a bakılırsa, "engizisyon’ hâlâ daha mevcuttur. Geçip giden, onun Ortaçağdaki uygulama tarzıdır. Şu zamanın medenî engizisyonu bedenlere değil, doğrudan doğruya kalblere ve zihinlere eziyet etmektedir. Her insana, yaratılışı itibarıyla imana açık bir kalb ve zihin verilmiştir. Ama şu zamanda onlar başka yönlere sevkedilmekte; iğfal ve tecavüze maruz bırakılmaktadır. Şu asrın insanına iman-dışı fikirler aşılayan medenî engizisyon, sonuçta, zihinlerde "nâmeşrû veletler" doğurmuştur. Bir diğer deyişle, şu modern zaman, dünyalarımıza kendi görüş ve anlayışını dayatmaktadır. Bizden kendi kavramlarını esas almayı istemekte; bizi ona göre düşünmeye zorlamaktadır.1

    Kendi hayatımıza açık yüreklilikle baksak, Sünuhat’ta sözü edilen bu "modern" engizisyonun hayli yol aldığını görürüz. Dünyamızda yer edinmiş, çoğu kez sorgulamayı dahi abes gördüğümüz pek çok kavram, aslında bu engizisyonun, ürünüdür. Ihtiyaç diye gördüğümüz pek çok şey, aslında medenî engizisyonun "ihtiyaç olarak göreceksin’ diye dayattığı şeylerdir. Dünyamıza girmiş birçok uygunsuz davranış, aslında medenî engizisyon uygun dediği için dünyamızdadır.

    Bunların karşılığında ise, imanî bir nazar ve kavrayış, birçok noktada dünyamızdan çıkmış gibidir.

    "Kâinat"tan "tabiat"a, "mevcutlar"dan "varlıklar"a, "inşaallah"tan "tabiî’ye doğru yaşadığımız seyir, bunun en gündelik misali olsa gerek. Bugün hemen hepimizin dilinde, "tabiat" aslında "kâinat" yerine kullanılır. Halbuki, "tabiat" başka, "kâinat" başka şeylerdir. Kâinat, Rabbimizin kün emrinin tecellîleri olan mevcutları ifade eder. Tabiat ise, etrafımızdaki eşyayı makina imali gibi görmenin ifadesidir. Zaten tab’ kökünden gelen bir kelimedir. Bu ise, mevcudatı bir Yaratıcının emir, izin ve iradesine bağlı olmaksızın var olagelen şeyler gibi görmeyi gerektirir. Bu anlamları itibarıyla bakarsak, "kâinat" ve "tabiat" temelde iki zıt dünyanın kelimeleridir. Dolayısıyla, neredeyse iman ve küfür kadar, birbirine zıt ve uzaktırlar. Kâinat vardır, gerçektir, hakikattir. Ona alternatif olarak sunulan tabiat ise mevhumdur, farazîdir ve asılsızdır. Ne var ki, bizler de, gün gelir "tabiat"ı gezmekten söz ederiz. Mü’min için "tabiat"ı var olan birşey gibi görmenin uygunsuz düşmesine rağmen, eşe dosta tabiatı gezmelerini tavsiye ederiz.

    Kâinat ise, zannımızca, uzaklarda bir yerdedir. Kâinat terimini kullanmak, ancak "uzak"dan bahsederken gelir aklımıza.

    Aynı şekilde "medeniyet" adına bizi "Medine"den, Asr-ı Saadet örneğinden çekip alan bir çabanın ardına düşülür. İlerleme ve kalkınma adına, zaman zaman, birçok ölçüler unutulur.

    Keza bugün "hikmet"in yerinde "bilgi", "marifet"in yerinde "genel kültür" var. Herkes "kültürlü olmanın erdemi"nden söz ediyor. Ama sorulmuyor: Nedir kültür, ne işe yarar? Kulluğumuz açısından ne ifade eder? Örnekleri uzatıp, dünyamızdan giden kavramlar ile yerlerine ikame edilenler arasında beliren anlamlı zıtlığı ayrıntısıyla görmemiz mümkün. Fakat, aşağıda ele alınan ve bu yazının konusuyla doğrudan ilgili birkaç kelime, daha fazla örneğe sanırız ihtiyaç bırakmıyor.

    VATAN, MİLLET, HİCRET…

    Sevgili Peygamberimizin [asm] Mekke’den Medine’ye hicretini hepimiz biliriz. Bu hicretin kolay bir "göç" olmadığını da. Bildiğimiz anlamda bir "göç" olmadığını da. Yıllar yılı, Mekke’ye hâkim olan müşriklerin her türlü eziyetine rağmen Rabbi emrettiği için Mekke’de kalan sevgili Resul, doğup büyüdüğü, elli yıldır yaşadığı bu mübarek beldeyi, halkının onu orada istemediğinin ve davetine kulak tıkadığının ap açık göründüğü bir vasatta yine Rabbinin emri ile terketmiştir. Hüzünlü bir seferdir bu; Hz. Peygamber, şehrin az ötesinde devesini durdurmuş, yüzünü Mekke’ye dönmüş ve şöyle buyurmuştur:

    "Allah’ın arzında, sen, bana ve Allah’a en sevgili yersin. Halkım beni senden çıkarmasaydı, senden ayrılmazdım."2

    Böyle buyurmuş ve ayrılmıştır. Kesin bir hicrettir bu; öyleki, Rabbi kalbleri fethedip Mekke’ye dönmeyi nasip ettiğinde bile, Resulullah Kâbe civarına kurulan bir çadırda kalmıştır. Ne eski evine dönmüş, ne de bir eve misafir olmuştur. Gerek Mekke’nin fethi gerek Veda haccı esnasında bu "en sevgili yer"de sadece çadır kurmuş; günü geldiğinde, çadırını toplayıp, vaktiyle "hicret" ettiği Medine’ye geri dönmüştür. Hz. Peygamberin bu tavrı hepimiz için çok önemli anahtarlar taşır. Meselâ, "vatan" ve "hicre"in gerçek tarifi, bu tavırda mevcuttur. Dolayısıyla bu tavır, kendi "vatan" ve "hicret" tanımlarımızı gözden geçirmemizi gerektiren ipuçları barındırmaktadır.3

    Sözgelimi, neredeyse doğduk doğalı, "vatanı kanının son damlasına kadar koruma ve savunma" telkinine muhatap olmuşuzdur. Okulda, kışlada, evde, işyerinde öyle söylenir bize. "Önce Vatan" diye belletilir.4 "Peki; vatan nedir?" Onun da cevabı, önceden bellidir: "doğduğun ve doyduğun yer." Bu tanıma göre, Hz. Peygamber’in vatanı Mekke’dir. Zira orada doğmuş ve doymuştur. Ama o "kanının son damlasına kadar" değil, Rabbi orada kalmasını emrettiği sürece Mekke’de kalmıştır. Rabbi "hicret"i emredince bu kez hicret etmiştir. Mekke’de doğup büyümüş yüzlerce sahabî de hicret etmiştir -üstelik tüm mallarını, akrabalarını, anılarını arkada bırakarak.5

    Acaba neden?

    Bu noktada, onların hicreti ile bizim "vatan" tanımımız arasında açık bir farklılık göze çarpar. Vatanı "doğduğumuz ve doyduğumuz yer" diye tanımlamak doğru ve "vatanı savunmayı" anladığımız şekilde tarif etmek yeterli olsaydı, onların Mekke’yi asla terk etmemeleri, ölünceye kadar orada savaşmaları gerekirdi. Ama Hz. Peygamberin ve ashabının aksini yapmış olmaları bizi kendi tanımlarımızı gözden geçirme durumunda bırakıyor. Böylece, "vatan"ı "doğduğun yer" veya "doyduğun yer" diye tarifin uygun düşmediğini anlıyoruz. "Vatan"ı "toprak" esasına göre belirlememizin yanlış veya eksik olacağı, kulluğumuz için bir anlam taşımadığı dersini alıyoruz.

    Böylesi hususlar gündemimize girebilse, umulur ki, "vatan", "hicret", "cihad" gibi kavramlar ezbere konuşulan kelimeler olmaktan çıkıp imanî bir tahkiki -ve de tahkikî bir imanıifade eder hale gelecektir. Ama yaşadığımız düşünce tenbelliği ve cenderesine teslim olduğumuz medenî engizisyon içinde böylesi bir "tahkik" ve hakikatını araştırma halinden söz edebilmek maalesef pek mümkün gözükmüyor.6

    HANGİ "MİLLET?

    Hz. Peygamber’in [asm] elçiliği ile bize gönderilen Kur’ân-ı Hakîm, "millet"i iman beraberliğini ifade için kullanır. Meselâ, sık sık "millet-i İbrahim"e atıfta bulunur. Keza, "Küfür tek millettir" buyurur. Sözün kısası, "millet"in geçtiği bir yerde, muhakkak bir imanî tercih söz konusudur.

    Bu husus, "millet-i İbrahim" terimi ekseninde daha bir açıklığa kavuşur. "İbrahim milleti," yine Kur’ân’ın tabiri ile, "hanîf"tir. Çünkü, Hz. İbrahim "hanîf"lerin, yani fıtratına tâbi olan insanların timsalidir. Zaten her çocuk müslüman doğar. Zira fıtrat selîmdir. Temizdir. İmanın hakikatına açıktır. Kendisine verilen fıtratı, bozmadan, Fâtır-ı Hakîmin emanet ettiği şekilde koruyan herkes iman nuruna erişebilmektedir.7

    Hz. İbrahim [as], fıtratın bizi nasıl imana götürdüğünün bir misalini sunmuştur. Ay, güneş, yıldızlar gibi "mahlûk" olan şeylerin "rab" ve "yaratıcı" olamayacağı dersini, fıtratlara seslenerek vermiştir. Ay doğar; ve batar. Oysa kalb "Kaybolup gidenleri sevmem" demektedir. Güneş doğar; ve batar. Oysa kalb "Ufûle gidenleri sevmem" demektedir. Lâkin, yaratılmış, yani mahlûk olan herşey fanidir; gelir ve gider. Bozulmamış her fıtrat "kaybolup gidenler’e bakıp asıl sevgiye kaybolup gitmeyen, yani mahlûk olmayan Ezel ve Ebed Sultanının lâyık olduğunu görür. Yaratılmış şeyleri yine sever. Ama Onun adına ve izni dairesinde sever.

    Hz. İbrahim, kavminin şahsında, tüm insanlara bu dersi vermiştir. Ve bu anlamda, fıtratını Fâtır-ı Hakîmin izni, emri ve rızası dahilinde kullanan herkes "millet-i İbrahim"dendir. İster İngiliz, ister Rus; isterse Berberî olsun. Kısacası, "millet" kavrâmında temel ölçü, "iman"dır. Bu bakımdan, bütün mü’minler tek bir milletin, yani "millet-i İbrahim"in ferdidir. Dolayısıyla mü’min bir Arap veya Alman ile aynı millettendir. Ama dinsiz bir Türk ile aynı milletten değildir. Olsa olsa, aynı "kavim"dendir.

    Hz. Peygamler [asm] örneğinde ifade edersek; yarım yüzyıllık çileli "hakikat" ve "peygamber" arayışını Hz. Peygambere iman ederek noktalayan İranlı Selman-ı Farisî [ra] Resulullah ile aynı millettendir. Yahudi asıllı büyük sahibi Muhammed b. Mesleme [ra] ile siyahi sahabi Bilal-i Habeşî [ra] de Resulullah’ın milletindendir. Ama Ebu Leheb, amcası olduğu halde, kesinlikle Resulullah’ın milletinden değildir -yalnızca, onunla aynı kavimdendir.

    Halbuki bizim dünyalarımızda, "millet" ile "kavim" karışmışa benziyor.8 Galiba o yüzden, dinsiz bir Türkü "milletdaş"ımız; ama mü’min bir Arabı başka bir milletin ferdi diye görebiliyoruz.

    CiHAD "SAVAŞ" DEĞİLDİR

    Aynı kafa ve kavram karışıklığı, "cihad" ve "savaş" hususunda da karşımıza çıkar. Cihad, "emir ve izn-i İlahî" ile kalblerin imana açılması yolunda girişilen her cehd ve gayreti içine alır ki, kendi kalbimiz de buna dahildir. Bu cehdin ise, "maddî" ve "manevî" cihad diye tanımlanan iki boyutu vardır.

    "Manevî cihad" hiç bitmez. Çünkü "nefis her vakit şeytanı dinler."9 Bu haliyle, imana açılan kalblerle savaş halindedir. Şeytanın telkiniyle, onları bozmaya ve işgal etmeye kalkışır. Nefsin bu çabasına karşılık, mü’min, "cihad" ederek kalbini "feth" ile mükelleftir. Fetih ise "açmak" demektir. Kalbin iman hakikatlerine açılması, bir "fetih"tir. Mü’min "feth" eder; işgal etmez. Fakat, hem kendi nefsinin, hem sair nefislerin -yani, onların şeytanın telkini ile dimağlarımıza üflediği vehim, desise ve vesveselerin; gayri imanî tüm duygu, düşünce ve tavırların dünyamızı "işgal"ine karşı mücahede eder. Zira fıtrat esasen "selîm"dir10 ve kalb "mahall-i iman"dır.11 Yine kalb, "âyine-i Samed"dir.12 Sürekli Rabbine yönelecek bir istidad kalbe verilmiştir. Zaten kalbin vazifesi ve ihtiyacı da budur. Ve, iman mahalli olan bir yere yönelik tecavüzlere karşı orayı savunmak cihad olduğuna göre kalbi küfrî fikir ve hallere karşı koruma niyetini taşımak da cihaddır. Asıl olan ve asla bitmeyen cihad da budur.

    Maddî cihadda ise, bir beldedeki insanların kalbinin imana açılması çabasına karşı, maddî engeller söz konusudur. O beldeyi nefisleri namına "işgal" edenler mevcuttur. Ve bu işgalciler, fıtraten imana açık olan kalbleri kendi küfrî telkinlerine hapsetmekte; imanın tebliğine ise mani olmaktadırlar. Böyle bir durumda ilgili beldenin iman hakikatleri namına "feth"i, yani "maddî cihad" söz konusudur.

    İktidarı elinde tutan kesimin imanî esasların anlaşılmasına ve anlatılmasına engel olduğu bir belde düşünelim. Eğer, ehl-i iman olarak biz de burada yaşıyor isek ve iktidarın iman hakikatleri aleyhindeki tavrını halkın çoğunluğu da benimsiyorsa -yani, bizim orada mü’min olarak, imanımızı yaşayarak ve tebliğ ederek bulunmamıza izin verilmiyorsaufukta hicret gözüküyor demektir. Zira, Rabbimiz, "Allah’ın arzı geniştir"13 buyurmaktadır. Rabbinin mülkü olan, üzerinde Rabbinin esmasını bildiren işaret ve izler bulduğu her yer -yani bütün dünya, bütün kâinatmü’minin vatanıdır. Ayrıca, dinin "dahilde menfi tarzda istimaline" izin yoktur.

    Nitekim, sevgili Peygamber ve ashabı, Mekke’nin hâkim durumdaki müşrikleri ve onlan, destekleyen Mekke halkı tarafından eziyet ve işkenceye maruz bırakılmış; hatta içlerinde işkence ile şehit edilenler de olmuştur. Ama kılıç çekmemiş; "iktidar" kavgasına da girmemişlerdir. Bilakis, bu beldede mü’min olarak yaşamanın imkânsızlığı ap açık görününce, Rablerinin izniyle, hicret etmişlerdi. Hicret esnasında, Hz. Peygamber’in "Halkını beni senden çıkarmasaydı" diye buyurması, manidardır. Sevgili Peygamber’in ve ashabının orada savaşmak yerine hicreti ihtiyar edişleri, maddî cihad silahının dahilde kullanılamayacağının en birinci örneğidir. Ehl-i Sünnet ulemâsının üzerinde icma ettiği "Din dahilde menfi tarzda istimal edilmez" düsturunun özü de, işte burada yatmaktadır. Yani, mü’minin önünde iki şık vardır: mü’minâne yaşamak; yaşadığı beldede azınlık durumunda ise ve imanını yaşamasına imkân tanımıyorsa bunu yaşayabileceği beldeye hicret etmek. Yoksa dahilde din adına silaha davranmaya, anarşiliğe, kargaşa çıkarmaya izin yoktur.

    Bizler, ehl-i iman olarak müslüman bir beldede isek ve dışımızdaki bir beldeye imanî bir davette bulunmamız gerekiyorsa ne yapmamız gerekir? Buna cevap olarak karşımızda "Medine örneği" durmaktadır. Böyle bir durumda, bu iman daveti talebi ilgili beldeye iletilir. O beldenin ahalisi, çoğunluğu mü’min olmasa bile, imanî esasların tebliğine ve yaşanmasına engel olmuyorsa, o beldeye karşı "maddî cihad" izni yoktur. Bu belde, fıkıh ıstılahını kullanırsak, "dârü’l-İslâm" değilse bile, "dârü’s-sulh"tur; ona karşı maddî cihada girişilemez. Nitekim, Hz. Peygamber ve ashabı zamanında, iktidarı ve halkının ekseriyeti mü’min olmadığı halde, imanın tebliğine izin veren beldeler vardır. Yemen, Habeşistan, Bahreyn bunun bir misalidir. Ve bu beldelere karşı, imanın tebliğine engel olmadıkları sürece, maddî cihada girişilmemiştir.

    Eğer o haricî beldenin iktidar sahipleri imanın tebliğine ve yaşanmasına mani oluyor iseler; veya mü’min beldelere karşı tecavüzlere girişivor iseler, bir "dârü’l-harb" ile karşı karşıyayız demektir. Onların bu engelleme veya saldırısına karş, "maddî cillad" ilan olunur.

    Burada önemli olun husus, maddî cihadda dahi, hedefin toprak kazanmak, saikin ise toprak kavgası olmayışıdır. Bilakis yine, kalblerin imana açılması, yani kalblerin fethi hedeflenmektedir.

    ADALETSİZ CİHAD YOKTUR

    Maddî cihadı, ümmet adına, bir ordu ifa ve icra etmektedir. Bu ordu, bugünkü anlamda, sürekli kışlada, tutulan özel bir sınıf değildir. Eli silah tutan her mü’min bir maddî cihad gerektiğinde "İslâm ordusu"nun bir ferdi olma durumundadır. Nitekim, Hz. Peygamber zamanında, gün gelmiş, harbetle durumundaki bütün erkek sahabiler "cihad"a dahil olmuştur. Belki ehl-i iman içersinde kendisini bilhassa maddî cihadla ilgili noktalarda -kas gücü, süvarilik, kılıç, nişacılık vs.eğiten mü’minler olmuştur. Ama onları bahane ederek, maddî cihad vazifesi yalnızca bir kesime "ihale" edilmemiştir. Bir grup insana "ordu" kurdurulup tek tek hepimize bakan cihad mesuliyetinden kaçılmamıştır.

    Cihadı ifa edecek ordu, İslâm ordusu olarak, imanî ölçü ve esaslara uymakla yükümlüdür. Sözgelimi, Kur’ân "Birisinin hatası ile başkası mes’ul olmaz" diye hükmeder.14 Buna göre, İslâm ordusu doğrudan ona savaş açmamış insanlara, sırf kendisiyle savaş edenlere yakınlığından dolayı eziyet edemez, kılıç çekemez, bomba yağdıramaz. Yani, buna göre, bugünün "topyekün savaş"ları bir mü’min için imkânsızdır. Çünkü, söz konusu âyetin de ders verdiği gibi, mü’min "adalet-i mahzâ" ile mükelleftir. Mahzâ, yani kelimenin tam ve mutlak anlamı ile adalet ise, bize şunu emreder: "Birisinin hatası ile başkası mes’ul olmaz. Bir gemide yüz cani, bir masum varsa, o masumun hakkı için o gemi batırılmaz."15

    Hz. Peygamber’in[asm] ve ashabının, hadiste "küçük cihad" diye tanımlanan "maddî cihad"ları bunun ap açık delilidir. Bu cihadlarda, bir beldeye karşı "topyekün" savaş açılmamıştır. Bir cephe, bir savaş meydanı teşkiş olunmuş; o cephede savaşılmıştır. Ve o cephede dahi, yalnızca İslâm ordusuna kılıç çekenlere kılıç çekilmiştir. Yani, savaş ordularla sınırlı kalmıştır. Küfrü hâkim kılmak isteyen, bunu sağlamak için de fıtraten imana açık Olan insanlara imanın anlatılmasına mani olan, kalblerin "feth"ini engelleyen haricî "iktidar"ı temsil eden müşrik ordusuna karşı cihad edilirken, kadınlara, çocuklara, eli Silah tutamayacak haldeki yaşlı ve hastalara, tarlada işiyle uğraşanlara, evine kapananlara, mâbedlerinde ibadetle meşgul din ehline; ayrıca evlere, ağaçlara, ekinlere ve hayvanlara zarar verilmemiştir. Ne kadın, çocuk ve yaşlıların canı heder edilmiş; ne de bağlar, bahçeler ve evler yakılmıştır. Çünkü, mü’min "adalet"le yükümlüdür. Savaşta da "adalet"li olmak zorundadır. Çünkü, uğruna cihad ettiği Rabbi Adil-i Mutlak’tır. Adaleti emreden Kitabında, "Birinin hatasıyla başkası mes’ul olmaz" hükmünü koymaktadır.

    Halbuki, bugünün savaşlarına baktığımızda, karşımıza neredeyse daima "topyekün savaşlar" çıkar. Bugün bir hükûmet başka bir hükûmet ile harp ilan etmişse, bu harp iki hükûmet ve onların orduları ile sınırlı kalmaz. Bütün bir halk "düşman" sayılır. O yüzden evler, okullar, hastaneler, mabedler bile bombalanır. Kışla, cephe ve cephanelere değil, şehirlere bomba yağdırılır. "Düşman askerlerini barındırıyor olabilir" ihtimali dahi, bir köyü veya mahalleyi içinde yaşayanlar ile birlikte yok etmek için yeterli bir gerekçedir. Nitekim, bir gecede Leipzig başka bir gün Nagazaki yerle bir edilir. Başka bir gece yarısı, bu kez başka bir şehre milyonlarca kilo bomba yağdırılır. O beldede bulunan yüzbinlerce insanın "ordu"yu ve "devlet"i temsil etmediği gerçeği gözardı edilir. Bebeklerin, hastaların, kolunu kaldırmaktan âciz yaşlıların, ayrıca hayvanların ve ağaçların ne günahının olduğu sorulmaz bile. A devleti B devleti ile savaş ilan etmiştir. O halde B devleti sınırları içindeki herşey ve herkes "potansiyel düşman"dır. Öyleyse, yok edilmelidir!

    Bu denli zalim, böylesine gaddar bir savaş halinin imanın öngördüğü cihadla ilgisi yoktur. Masumları ateşe atan her maddî çaba, "adalet"e sığmadığına göre, zulümdür ve zalimliktir. Oysa "zulüm" için değil, "adalet" için cihad edilir. Zalimce eylemler, mahzâ adaleti esas alan "cihad" ile bir arada düşünülemez.

    ‘SİYASET’ ADALETE KARŞI

    Said Nursî’nin "Risale-i Nur’daki şefkat, hakikat, hak, bizi siyasetten men’etmiş. Çünkü masumlar belaya düşerler, onlara zulmetmiş oluruz"16 diyerek başlayan bir mektubu, tam da bu hususları düşündürmektedir. "Şefkat, hak ve hakikat" ile "siyaset"in zıtlığı ise, bir başka mektup göz önüne alınınca, daha iyi anlaşılmaktadır.

    Emirdağ Lâhikası’nda yer alan bu ikinci mektupta, şöyle bir ifade vardır: "Risale-i Nur, adalet-i hakikiye ile bu asırda insanları mes’ud edebilir bir istidaddadır."17

    "Hakikî adalet"ten kasıt, elbette mahzâ adalettir. Yani, Hz. Peygamber ve dört halifesi devrinde her daim tatbik olunan; Hz. Ali ve Hz. Muaviye arasında çıkan içtihad savaşında ise Hz. Ali’nin savunduğu adalet anlayışıdır. Mahzâ adalet ise, daha önce de belirtildiği gibi, "Bir gemide yüz cani, bir masum varsa o gemi batırılmaz" der. "Cemaatın selameti için fert feda edilmez" diye hükmeder. "Mutlak bir hayır, olup olmayacağı belirsiz, yani mevhum bir zarar için terkedilmez"18 hükmünü verir. Kur’ân’ın "Birinin hatasıyla başkası mes’ul olmaz" emrine tam bir itaati öngörür.

    Böylesi kılı kırk yaran, en küçük bir zulme dahi düşmemenin yolunu ortaya koyan bir hassasiyet, Risale-i Nur’a da nüfûz etmiştir. Bedüizzaman’ın, yukarıda bahsi geçen cümlenin hemen ardından, Risale-i Nur için "Hz. Hasan’ın şu zamandaki bir muavini, mütemmimi, bir manevî veledi"19 demesi işte bu sırdandır. Bunun ne anlama geldiği, Hz. Hasan’ın ne yapmış olduğu ortaya konulunca, daha rahat anlaşılacaktır.

    Hz. Hasan, kalblerin nefislerle olan manevî ve "büyük" cihadda mağlub düşmeye başladığı bir vasatta halife olmuştur. Hilâfeti sadece altı ay sürmüş; daha altıncı ayda kendi rızası ile "maddî hilafet"ten ve onun uhdesi altındaki "maddî cihad"dan feragat etmiştir.

    Risale-i Nur’da Hz. Hasan’ın bu tavrı, asıl olan "manevî hilâfet" görevini tam anlamıyla ifayı tercih etmesine bağlanır.20 Dolayısıyla, "manevî cihad"ın mutlak bir zaruret olarak ortaya çıkmasına… "Adalet-i mahzâ"nın sancaktarı Hz. Hasan, "maddî hilâfet"ten "manevî hilâfet" uğruna feragat etmiştir. Çünkü, ortalığı "adalet" yerine "siyaset"in kaplama istidadı belirmiştir. Gitgide daha çok zihin, "adalet" ile değil, "siyaset" ile düşünür hale gelmiştir. Meselâ, mahzâ adaletin zıddına, artık "Bir gemide yüz cani bir masum varsa o gemi batırılır" denilebilmektedir. Gerekçe olarak da, aksi takdirde, geminin karaya yanaşacağı; canilerin yeni cinayetler işlemesinin mümkün olduğu; bu cinayetleri önlemek için bir kişinin hakkının feda edilebilmesi gerektiği ileri sürülmektedir. Oysa, canilerin yeni cinayetler işlemesi "mevhum"dur. Gerçekleşmiş birşey değildir. Olabilir veya olmayabilir. Oysa gemideki masumun masumluğu mutlaktır, şu anın gerçeğidir, mevcuttur. Bir zanna veya ihtimale da yanarak mevcut bir hali yok saymak adaletli olamaz. (Kur’ân’ın beş ayrı âyette şüphe ve zanna dayanarak hüküm vermeyi yasaklaması; Hz. Peygamberin, abdest almış birinin sonra abdestin bozulup bozulmadığı şüphesine düştüğünde -eğer bozulduğunu kesin kes bilmiyorsa hâlâ abdestli sayıldığını bildirmesi, bu sırrın hayatın her safhasını kuşattığının delilidir.)

    Bir kez daha ifade edersek, mahzâ adalet için asıl olan şu andır. Mevcut olan, yani yaratılmış bulunan haldir. Birtakım sebep-sonuç zincirleri kurarak, olmamış birşey hakkında olmuş gibi hükmedilemez. "Şöyle olursa bu tehlike ortaya çıkar; bu tehlikeyi önlemek için şu hakkı gaspedelim" denilemez. Ama "siyaset" tavrı öncelikle "ölçüler"in değil, "kurumlar"ın bekasına bakar. Dahası ölçülerin tatbikini de kurumlara bağlar. Bunun için, ihtimallere ve vehimlere dayanarak "adalet" dışına çıkılmasına cevaz vermektedir. Siyaseten verilmiş bazı kararlar, adalete uygun olabilir; ama kimi zaman adalete aykırı da düşebilmektedir. Oysa mü’min için adalet asıldır. Mü’min her hal ve şartta adaletli olmak zorundadır. Çünkü Allah Âdil-i Mutlaktır; kulları üzerinde de adaletini görmek ister. Zaten, gerek kitabı ile, gerek gönderdiği Resûl-i Ekremin[asm] hayatı ile "adalet-i mahzâ" dersini vermektedir.

    Bu açıdan bakınca, "adalet-i mahzâ"dan taviz verilebileceğini öngören "siyaset" tavrında, ubudiyetimize uymayan hususlar mevcuttur.21 Gerçekliği olmayan, yani yaratılmamış birşeyi yaratılmış gibi görme; sebep-sonuç zinciri içinde olaylara ve kişilere bakıp muhtemel bir zararı bahane ederek masumlara zulmetme, tüm bunlar neticede bir iman zaafının, Rabbimize teslimiyet noktasındaki bir eksikliğin habercisidir. Böylesi bir vasatta ise, aslolan, "siyaset" tavrını onaylamak değildir. İmanın ve ubudiyetin gereği olan adaleti her hal ve şartta tecellî ettirecek bir imanî hal ile hallenmektir. Öncelikle buna çalışmak; bizi bundan alıkoyacak ortamlara da bulaşmamaktır.

    İşte Bediüzzaman’a göre, Hz. Hasan bize bu sırrı ders vermiştir. "Zaaf-ı iman" yüzünden mahzâ adaletin terk edilebildiği bir vasatta, adaleti yaşamanın vazgeçilmez şartı olan iman hakikatlerinin dünyalarımıza nüfûzu için cehd etmiştir.

    "Manevî hilâfet" tercihinin bir sırrı budur. "Manevî hilâfet" vazifesi, "neşr-i hakaik-ı imaniye"yi öngörür.22 Yani imanî hakikatlerin önce kendi kalbimize ve beraberinde sair kalblere yayılmasına ve yerleşmesine bakmaktadır. Zaten, Hz. Hasan’ın sevgili babası Hz. Ali, bir "maddî" cihadda iken yüzüne tüküren kâfire kılıç çekmemiş, kâfir sebebini sorduğunda "Seni Allah için kesecektim. Yüzüme tükürmekle beni nefsimle başbaşa bıraktın" demiştir. Mevlânâ’nın yorumuyla, Hz. Ali, böylece "manevi cihad"ın asıl, "maddî cihad"ın ise ona bağlı olduğunu ders vermektedir. Nefse yenilmiş (yani, manevî cihadı kaybetmiş) bir kalbin maddî cihada girmesinin yasak olduğunu göstermektedir.23 Hz. Hasan’ın sevgili dedesi olan Hz. Peygamber ise bir gazveden dönüşte "Küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz" demiştir. Bu hangisinin "asıl" olduğunun ifadesidir de. Asıl olan, nefisle olan cihaddır; yani büyük ve manevî cihaddır. Onunla başlanmıştır. Gerektiği halde manevî ve büyük cihadın içerdiği maddî ve küçük cihad vazifesi de üstlenilmiştir. Ve Allah’ın izniyle bu vazife ifa edilince yine asıl olan manevî cihada dönülmüştür. Ki bu anlamda, Hz. Peygamber’in cihad ettiği günlerin sayısı, bütün ömrüne denk düşmektedir. Çünkü, bütün ömrü nefsin ve şeytanın desisesine karşı kalblerimize ve hayatlarımıza imanî ölçülerin nasıl yerleşebileceğinin talimi ile geçmiştir.

    Yaşadığımız şu çağ, imanî ölçülerden gafletin belki de zirvede olduğu bir çağ olsa gerektir. O kadar ki, "yalan ve doğru, bir çarşıda beraber satılmakta"dır.24 Sözgelimi, bugünün zalimâne "topyekün savaş"ları ile imanın ve adaletin tecessüm ettiği "cihad"lar arasındaki açık uçurum görülmez hale gelmiştir. Halen devam etmekte olan bir savaş hakkında, gayri müslimlere karşı bir mü’min "Elimden gelse, tepelerine bir atom bombası indirmek isterim" diyebilmektedir. Bir müslüman ülkesinde atom bombası imali, "İslâm bombası" adı altında duyurulmaktadır. Ama ne var ki, suçsuz ve masum onbinlerce insan ile hayvanları ve bitkileri bir anda eritip yok eden; kurtulabilenleri ise belki nesiller boyu sürecek bedenî ve ruhî arızalarla yüzyüze bırakan bir bombanın "Birinin hatasıyla başkası mes’ul olmaz" ilahî fermanına hiç mi hiç sığmadığı unutulmaktadır. Çünkü, "manevî cihad"da yenik düşmüş dimağlarla, "maddî cihad"lar, sıradan ve dünyevî bir "savaş"a dönüştürülmüştür.

    Asrımızdaki savaşlar, siyaset savaşlarıdır. Taraflar, kimlikleri ne olursa olsun, "siyaset"i asıl tutarak savaşmaktadır. Ne ordu ve halk, ne cephe ve ülke, ne de masum ve zalim ayrımı söz konusudur. Böyle bir ayrımı, küfür ehlinden beklemek elbette safdilliktir. Küfrü uğruna kendi kalbi bile karanlığa atan merhametsizlerin başka insanlara merhamet etmesi elbette söz konusu değildir. Oysa şevkat mü’minin gönül borcudur. Merhamet mü’minin gönül borcudur. Adalet ve hak mü’minin boynuna borçtur. Bu ölçülerin "siyaseten" terkine, asla izin yoktur. Adalet ile siyaset karşı karşıya geldiği, birbirleriyle zıtlaştığı zaman, mü’minin terketmesi gereken, siyasettir.

    Said Nursî’nin nur-topuz mukayesesinde "topuz"dan hem siyaset, hem de "maddî cihad" olarak söz etmesi bu bakımdan anlamlıdır.25 Zira, "manevî cihad"ın öngördüğü ölçülerden soyutlanmış bir "maddî cihad" dahi "siyaset"e âlet ve tâbi olmaktadır. Oysa bir kez daha vurgularsak: "Risale-i Nur’daki şefkat, hakikat, hak bizi siyasetten men’etmiş. Çünkü masumlar belaya düşerler, onlara zulmetmiş oluruz."26 Yani, biz şefkat, hakikat ve hak ile mükellefiz. Zulme girmemek zorundayız. Oysa, siyaset bizi zulme düşürebilmektedir. O halde, siyaset dairesinde mahzâ adaleti tatbik imkânı yoksa, o dairede olmamalıyız. Şayet, siyasette var olsak, "iktidar"a talip olsak ve dahilde yahut hariçte hakkımızı "maddî kuvvet" ile müdafaaya girişsek ne olur? Bir lâhika, bu nokta da, iki şık ortaya koymaktadır:

    "…Ya eşedd-i zulüm ile, tarafgirlik bahanesiyle çok biçareleri yakacak, o halette o da ezlem olacak ve mağlub kalacak. Çünkü, mezkûr hissiyatla hareket ve taarruz eden insanlar, bir-iki adanlın hatasıyla yirmi-otuz adamı, âdi bahanelerle vurur, perişan eder. Eğer ehl-i hak, hak ve adalet yolunda yalnız orayı vursa, otuz zâyiata mukabil yalnız biri kazanır, mağlub vaziyetinde kalır. Eğer mukabele-i bilmisil kâide-i zâlimanesiyle, o ehl-i hak dahi bir-ikinin hatasıyla yirmi-otuz biçareleri ezseler, o va kit hak namına dehşetli bir haksızllk ederler." (bkz. Şualar, s. 245)

    Burada, ilk ve son cümlede belirtilen birinci şıkta, maddî bir mağlubiyet söz konusu olmayabilir. Belki maddeten galip de gelinecektir. Ama bu galibiyet, zalimlerin şu asırda pek sık kullandığı "misilleme" mantığı ile; bir-iki adamı hatasıyla yirmi-otuz masumu da ezerek kazanılacaktır. Sözgelimi, bir ülkeyle harp bahanesi ile o ülkenin şehirleri bombalanacak, belki ormanları ve köyleri yakılacak; çoluk-çocuk, yaşlı-kadın demeden pek çok masum insan da öldürülecektir. Sonuçta belki galip gelinecektir; ama Said Nursî, bunu Hakikat-ı halde, bir mağlubiyet olarak tanımlar. Çünkü, "o halette o da ezlem olacak ve mağlub kalacak."

    Ezlem; yani, had safhada, zâlim. Dahası "hak namına dehşetli bir haksızlık" edecektir. Adalet adına zulümden, hak namına haksızlıktan daha perişan bir yenilgi var mıdır? Zulmün işlendiği yerde ise "cihad"dan söz edilemez! Ancak savaştan söz edilebilir.

    Diğer şıkta, ise manen bir mağlubiyet bahis konusu değildir. Ehl-i hak, "yalnız orayı vurmakta"dır -sözgelimi, yalnız savaşın doğrudan tarafı olanları ve yalnızca onların bulunduğu mekânları. Çünkü cihad için hatların ve cephelerin belirlenmesi şarttır. Ölçüsüzce, keyfine göre taarruz edilmesi söz konusu değildir. Dolayısıyla, ehl-i hak, meselâ masumların olduğu bir mekâna, oradaki zalim düşmanı bertaraf edeyim derken masumların da kanını akıtmış olurum endişesi ile, dokunmamaktadır. Burada, adalet ölçüleri aşılmakta; ama karşı taraf aynı ölçülere sahip olmadığı için "otuz zâyiata bedel, yalnız bir kazanılmakta"dır. Bunun adı ise, maddeten mağlup düşmektir. Ve böylesi açık bir mağlubiyet ortamına bile bile girmek bir nevi intihardır; "hikmet" ve "hakikat"a sığmamaktadır.

    Belirtildiği üzere, "evet, ehline göre, kâfirin veya mürtedin tecavüzatına sed çekmek için topuz lâzımdır."27 Maddî cihad haktır; gerektiği anda her mü’minin boynuna borçtur. Hatta, Said Nursî bazan maddî cihadın "farz-ı ayn" hükmüne dahi geçebildiğini söyler ve "şehid velidir" der. Fakat, bu zamanda ölçü aşılmış; "askeri istibdatlar" ile, bir-iki adamın hatasıyla binler masumlar ateşe atılır olmuştur. Maddî cihad, vasatı geldiğinde yine gerçekleşir. Ama bu vasat, "adalet" ölçülerinin aşılmadığı bir vasat olacaktır. Adalet ölçülerine uyarak mücahede yürütmek mümkün değilse, savaşılmayacaktır. Mü’min mazlum hale düşebilir, ama asla zalim olmaz.

    Risale-i Nur’daki "Maddî cihadın muktezası ise, o vazife şimdilik bizde değildir"28 hükmü, bu çerçevede daha bir açıklığa kavuşmaktadır. Burada maddî cihad red veya terk ediliyor değildir; ama bir meslek tercihi ortaya konulmaktadır. Manevî cihada ihtiyaç duyulan, ama en çok da manevî cihadın ihmal edildiği bir vasatta; dahası "maddî cihad topuzu"nun siyasete ve zulme âlet edilebildiği bir vasatta, aslolan manevî cihaddır. Bu noktada, başka bir hususa dikkat etmek gerekir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, idaresi ve halkının ekseriyeti müslüman olmayan bir belde "dârü’l-İslam" değildir. Ama eğer bu beldenin halkı ve iktidarı imanî esasların yaşanmasına ve tebliğine izin veriyorsa, kendisine karşı "maddî cihad"a girişme izni yoktur. Zira "dârü’s-sulh" sayılmaktadır. Said Nursî, "Dinde zorlama yoktur" mealindeki âyet-i kerîmenin işarî bir tefsirini sunarken, "din ve vicdan hürriyeti"ne dikkati çeker. Buna göre, ehli müslüman değilse bile, din ve vicdan ve de inancını ifade hürriyetini temel bir hak olarak kabul ettiğini ilan eden bir devlet, bir anlamda "dârü’s-sulh" sınıfına girebilmektedir. Bir devletin bu hürriyetleri tanıması ve dolayısıyla dahilde veya hariçte ehl-i İslâma inancından dolayı bir taarruza girmemesi, o ülkeye karşı "din için silahla cihada" muarızdır.29 şer’an buna cevaz yoktur. "Fakat" der Said Nursî, "ona mukabil, manevî bir cihad-ı dinî, iman-ı tahkikî kılıncıyla olacak."30 Bu, esasen, Hz. Peygamber’in "Düşmanın silahıyla silahlanın" emrine de mutabık düşen bir durumdur. Bugün, ehl-i inkâr, mü’minlere karşı maddî bir taarruzdan ziyade "manevî" bir taarruz yürütmekte; "maddî" taarruzu ise, bir korku ve sindirme unsuru olarak "yedekte" tutulmaktadır. Mü’minlere yönelik saldırının asıl unsuru bir başka ülkenin orduları değil; kitaplardır, kitle iletişim araçlarıdır, haberlerdir, eğitimdir, sosyal hayattır. Risale-i Nur’un tesbitiyle, "bu zamanda, ehl-i İslâmın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle kalplerin bozulması ve imanın zedelenmesi"dir.31 İmandaki hak ve hakikat, küfürdeki safsata artık gizlenmiş gibidir. İmanın taşıdığı manevî cennet; küfrün ise şu dünyada dahi yaşattığı cehennem hali hissedilmez olmuştur. Kâinat, "fen ve felsefe" yoluyla ehl-i küfre terkedilmiş gibidir. Kâinatın her bir mevcudunun kendi diliyle Cenab-ı Hakk’ın varlığına ve birliğine ettiği şahitlik görülmez ve duyulmaz olmuştur. Dahası, kâinata iman nazarıyla bakmak, "Allah sivrisineği delil getirmekten haya etmez" âyeti ortada iken dahi, kimi müslümanlarca küçümsenmektedir. Fıtratın ebede ve âhirete yönelişi ise, nefislerimize sunulan aldatıcı dünyevî oyuncaklar ile, dimağlarımıza sokulan "nâ-meşru" kavramlarla örtülmekte veya saptırılmaktadır.

    Böylesi bir vasatta, düşmanın asıl silahı ortadadır. Bu silaha karşı, hangi "tüfek", hangi "bomba" bir çözümdür? Çözüm, küfre âlet edilmek istenen kâinatın, Mâlikine ve Rabbine ettiği tesbihatı işitmek ve işittirmek değil midir? Bizi "ölüm"le, "açlık"la, "maddî kayıp"la, "işinde yükselememek"le vs. korkutan dünya ehline karşı, "Tek hayatlılar karşıma çıkmasınlar" diyebilmek; yani ölüme, şöhrete, maddî kayba, mevkiye beş para ehemmiyet vermemek değil midir?

    Dünya ehli bizi dünyanın fani yüzünde boğmaya çabalarken, fena ve fanilere kıymet vermeyen uhrevî bir bakış açısı kuşanmak değil midir? 1992 Kasım’ında gerçekleşen bir olay, bu bakımdan oldukça anlamlıdır. O sıralar, "İslâm ordusunun Yunana galebesi" dolaysıyla herkesi ölçüsüz bir iyimserliğin kuşattığı gülerdir. Ne var ki, nihayet Ankara’ya gelmiş bulunan Said Nursî, Yunanın gittiği, ama Eski Yunanın "fıkr-i küfrî"sinin getirilmeye çalışıldığı sonucuna ulaşır.32 Bunun üzerine yaptığı şey, ne bir parti kurmak, ne bir iktidar mücadelesine veya pazarlığına girmek, ne de silaha dayanmaktır. Sadece ve sadece bir risale neşreder. Eserin konusu, tabiat, esbab ve tesadüfün yaratılışta müdahalesi olmadığıdır.33 Aynı tavır, sonraki yıllarda, Risale-i Nur’da tecessüm edecektir. Küfür kitapla, bilhassa resmî eğitim müfredatı ile gelmektedir. Ve Risale-i Nur, öğretmenler Allah’tan bahsetmiyor hatta inkâr ediyor bile olsa, "Okuduğunuz her fen mütemadiyen Allah’tan bahsedip Hâlikı tanıttırıyor" dersini verecektir.34 Küfür kâinatı tabiatperestliğe âlet etmektedir. Ve Risale-i Nur, kâinat, aynalarında görünen tecellîlerin hangi Zâtın isimlerine ait olduğunu ortaya koyacaktır. Küfür korku, tamah, hırs, şöhret, milliyetçilik gibi damarlara dokunarak bizi kendine eser etme çabasındadır. Ve Risale-i Nur, nefsin bu desiselerine karşı imanî cevaplar sunacaktır. Çünkü yaşanan ortamda, genel tablo şudur: İnsanların ancak bir kısmı tam bir imanî çizgiyi takip etmektedir. Çoğunluğu, ucundan-kenarından bataklığa bulaşmış gibidir. Ancak, onlardan küçük bir kısmı bile bile batağa bulaşmıştır ve başkalarını da zorla oraya çekme çabasındadır. Çoğu ise bataklıktan, kendisine ilişen çamurlardan rahatsızdır. Çıkmak, temiz ve güvenilir bir yolda yürümek gayretindedir. Ama şaşakalmış, bir yol bulamamıştır. Böylesi bir ortamda, iki çare vardır: (1) Topuz ile bile bile bataklığı girenleri ayıltmak; (?) Bir nur göstererek, bataklıktan çıkmak isteyenlere çıkış yolunu göstermek. Halbuki dışarıda kalan insanların yüzde sekseni, elindeki topuzla, az sayıdaki sarhoşları dert edinmiştir. Çaresiz kalakalmış çoğunluğa ise, hakkıyla ışık ve nur gösteriliyor değildir. Üstelik bazıları bir elinde topuz, bir elinde nur tuttuğu için, tereddüde düşmelerine; "Acaba yol gösterip dışarı çıkardıktan sonra beni dövecek mi?" "Şimdi imanın güzelliğinden bahsedip yarın bizi kesecek mi?" gibi şüphelere meydan verilmektedir. Bu tablonun ortaya konulduğu bir mektupta, Risale-i Nur’un tercihi "Nur"dan yana yaptığı açıkça belirtilir. "Topuz" daha önce de söylendiği üzere, "siyasettir", "maddî cihad"dır. imanın tebliğini "maddî kuvvete dayandıran her çaba "topuz" sınıfına girmektedir. "Nur" ise, imandaki hakikatın görülüp gösterilmesi, kalblerin imana açılması çabasını; yani kalblerin fethini ve "manevî cihad"ı ifade eder. Meselâ Asr-ı Saadette, ikisi beraberce var olmuştur. Ancak, Hz. Hasan’ın "maddî hilâfetten feragat" yönündeki içtihadının ve birçok büyük âlimin resmî bir görev almamadaki ısrarının gösterdiği gibi, kalplerin manevî cihadda yenik düştüğü bir vasatta, ehl-i hakkın mesleği öncelikle ve yalnız "cihad-ı manevi’ olmalıdır.35

    Bunun içindir ki, "topuzu tutacak elimiz yok" der Said Nursî. "İki elimiz var. Eğer yüz elimiz de olsa, ancak nura kâfi gelir."36

    Önümüzde böylesi bir vazife dururken, dünya siyasetine merakla bakmaya; stratejiler, taktikler, tahliller üretmeye: yanı başımızdaki komşumuz, hatta eşimiz ve çocuğumuz imanî bir sırdan gafletin acısıyla dünya ve âhiretini karartırken elimizin yetişmediği işlerle uğraşmaya vakit yoktur. "Boğazlar hakkında boşboğazlığa" hiç vakit yoktur. Maddî zarar veya ihtiyaçlar için çok ellerin yardıma koştuğu, ama kalblerin manen aç, açıkta, yalnız ve kap karanlık kalakaldığı, birçoğunun aç kurtlara yem olduğu bir vasatta, "nur-u iman"ı iç dünyamıza ve dış dünyaya olabildiğince yaymak zarureti ortada durmaktadır.

    Bu sırdan olsa gerek, şu asırdaki "manev î cihad"ın kumandanı şöyle der bir lâhikada: "Bütün kuvvetimiz ve merakımızla, vaktimizi kudsî vazifeye hasretmeliyiz. Onun haricindekileri mâlâyanî bilip, vaktimizi zayi etmemeliyiz. Biz tecavüz edemeyiz. Bize tecavüz edilse, nur gösteririz. Vaziyetimiz bir nevi nuranî müdafaadır."37

    Dipnotlar

    1. B. S. Nursî, Sünuhat, s. 57.

    2. Martin Lings, Hz. Muhammid’in Hayatı, çev. Nazife Şişman, (İst.: İz Yay., 1991) s. 231.

    3. Bu konuda bir deneme çalışması olarak bkz. Ali Mermer, Metin Karabaşoğlu, "Vatan Sevgisi İmandandır," Karakalem, Haz-Tem. 1992.

    4. B. S. Nursî, Emirdağ Lâhikası, II, s. 97; Mektubat, s. 68. İlgili bahislerde, "Vatan için herşey feda edilir" mantığı "adalet-i mahza"ya uymadığı için tenkide konu edilmektedir.

    5. Şah Veliyullah Dihlevi’nin Hüccetüllahi’l-Bâliğa’da ulemânın hicret edilen yere geri dönme kasd ve niyeti taşımayı, oraya dönüp orada gömülmeyi "mekruh" gördüğünü belirtmesi anlamlıdar (çev. M. Bayraktar, İst. İz Yayıncılık, 1994, II cilt, s. 635).

    6. Kur’ân’da iman-hicret-cihat silsilesini mevcudiyeti bu bakımdan son derece önemlidir. Bu sıranın ders verildiği bir ayet olarak bkz. Bakara sûresi, âyet: 218.

    7. "Millete ibrahime hanîfa" ifadesi Kur’ân’da sıklıkla geçmektedir. Örnek olarak bkz. Bakara sûresi, âyet: 135.

    8. Risale-i Nur’da "millet" ve "kavim" nüansının ima edildiği bir bahis olarak, Lem’alar, s. 100’deki "akvam-ı zalime," "millet-i mazlume" ifadelerine dikkat çekilebilir.

    9. Bediüzzaman Said Nurs"î, Lem’alar, s. 96.

    10. Bediüzzaman Said Nurs"î, Mektubat, s. 174.

    11. Bediüzzaman Said Nurs"î, İşarâtu’l-İ’caz, s. 85.

    12. Bediüzzaman Said Nurs"î, Sözler, s. 331.

    13. bkz. Nisa sûresi, âyet: 97.

    14. Zümer sûresi, âyet: 7.

    15. Mektubat, s. 50, s. 242-3.

    16. Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, s. 245.

    17. Emirdağ Lahikası, I, s. 71.

    18. bkz. Mektubat, "Hakikat Çekirdekleri."

    19. Emirdağ Lahikası, I, s. 71.

    20. Mektubat, s. 52.

    21. Emirdağ Lahikası, s. 71.

    23. bkz. Marshall G. S. Hodgson, İslâm’ın Serüveni, cilt: 2 (İst.: İz Yay., 1993), "Tarikatların Tasavvufu" başlıklı bölüm.

    24. Sözler, s. 453.

    25. Lem’alar, s. 96.

    26. Şualar, s. 245.

    27. Lem’alar, s. 96.

    28. agy.

    29. Şualar, s. 229.

    30. agy.

    31. Lem’alar, s. 96.

    32. age, s. 167.

    33. bkz. Mesnevî-i Nuriye, "Zeylü’l-Zeyl".

    34. Şualar, s. 173.

    35. Mektubat, s. 45-6.

    36. Lem’alar, s. 96.

    37. Emirdağ Lâhikası, I, s. 44.

    NOT: Risale-i Nur külliyatı içerisinde yer alan eserlere ait atıflarda, Sözler Yayınevi’nin eski sayısı esas alınmıştır. Sayfa numaralarında, diğer baskılarda kayma olabilmektedir.