Köprü Anasayfa

Şeriat Nedir?

"Güz 94" 48. Sayı

  • Kültürün Şer'î Muhâsebesi

    Mehmet Çelik

    Kültür kavramını karşılamaya çalışan birçok tarif yapılagelmiştir. Bazıları, "kültür"ü bir kişiyi ötekilerden ayıran bilgi, görgü birikimi, kimisi ise belli bir alana has geniş bilgi birikimi, kimisi ise muayyen bir etkin gruba, bir medeniyete özelliğini veren ve başka bir kavimde bulunmayan maddî ve fikrî oluşumların bütünü olarak yorumlamışlardır.

    Bu tariflerin herbirinin ayrı ayrı doğruluk payının olduğu muhakkaktır. Latin kökenli bu kelimenin yüklenmiş olduğu mânâlarm karşılanması ya da tam olarak bir kelimeyle ifade edilmesi gayet müşkil bir problemdir. Ziya Gökalp’ın "hars" diye adlandırmaya kalkışması, ya da muhafazakârlarm kelimeyi "soğuk" bularak yerine "irfan"ı koymaları da beyhudedir. Çünkü modern dilbilimin de ortaya koyduğu bir dünyada tam eş anlamlı kelime yoktur. Bunu bir misalle açarsak "ekmek" dendiği zaman umumiyetle undan yapılmış belli bir şekil verildikten sonra pişirilmiş gıda maddesi akla gelirken, kelimenin kapsadığı mana insanların kafalarında değişik tedailere sebep olmaktadır. Köylü bir insanm aklırıa sacda pişirı en ince ekmek gelirken, bir şehirli ekmek kelimesini kafasında türlere ve şekillere göre sınıflandırma şansına sahiptir. Ya da bir İngiliz için "bread" kelimesiyle karşılanan ekmek kavramı bir Türkün anladığı ekmekten farklıdır.

    Kelimeler arasmdaki mana nüanslarının derecesi medeniyet dairelerinin farklılığıyla doğru orantılı olarak artar. Yukarıdaki ekmek misaliyle anlaşılması gerektiği gibi, maddî kavramada farklılıkların olduğu, medeniyet dairelerinin, terbiye ve dinlerin kavrayışları büyük oranda belirlemekte olduğu gerçeğinden hareketle denilebilir ki; daha soyut kavramların anlaşılmasında ve algılanmasında nedeniyet dairelerinin belirleyiciliği ve buna bağlı olarak farklı kavrayışlara sebep oluculuğu daha güçlüdür. Bu, bizi her dünyanın kendine göre bir anlayışı, bu anlayışa bağlı olarak isimlendirme tarzı olduğu ve buna bağlı olarak da her dünyanm kendine has bir terminolojisi olması gerektiğini kabule götürür. Bunu biraz daha açarsak; Batı terminolojisi, İslâmın ya da Şarkın mefhumlarını karşılamaya yetmez. Bunun tersi; Doğunun terminolojisi (olması gereken) de Batılı kavramların anlatılmasmda kullanılamaz. Meselâ "vahdet-i vücud" hadisesini "panteizm" diye adlandırdığımızda, Allah’ı kâinatm ruhu külli ya da kâinatın enerjisi kabul eden Batılı felsefe akımıyla, Allah’m büyüklüğü karşısında kainatın bir şey edemeyecek kadar küçük olduğunu, dolayısıyla yok farz edilebileceğini söyleyen tasavvufî akideyi aynı kefeye koymuş oluruz.

    İşte kültür de yukarıda izah etmeye çalıştığımız kavramlar gibi bizim dünyamızın mefhumlarından değildir. Dolayısıyla ona ad bulxxıaya değil, kültür tarifleri üzerinde durmaya ve düşünmeye mecburuz.

    Kültürün tariflerinden birisi de; bir milletin yaşam biçimi, hayatı anlama tarzı, hayat görüşüdür. Olaya bu açıdan yaklaştığımızda karşımıza bir çok problem çıkar. Yaşama biçimi, hayata anlama tarzı dediğimizde, meselâ Cahiliye Araplarmm kız çocuklarını diri diri gömıziesi, ya da canlı bir devenin bedeninden bir parça et kesip yemesi, o zamarıki Arap kültürünün bir parçasıydı. Böyle düşünüldüğünde Ebû Cehil bir kültür milliyetçisi, buna karşılık Hz. Muhammed (a.s.m.) en büyük mücahedesini Cahiliye (millî) kültürüne karşı vermiş bir peygamberdir.

    Kur’ân-ı Kerim insanlara yepyeni bir yaşama biçimi, hayatı anlama ve kavrama tarzı getirmi,stir. En küçük günlük hadiselerden, en küllî hayat düsturlarına şamil bir hayat düzeni olan İslâm şeriatı böylece milli kültürlere karşı, Kur’anî hayat biçimini, yani Kur’ânî vahiy kültürünü hâkim kılmaya uğraşmıştır.

    Said Halim Paşa İslâmm Asr-ı Saadetten sonra bu çağa kadar, tam bir hakimiyet kuramamış olmasını ve daha sonra-maddî açıdan-Batı medeniyeti karşısmda mağlup olmasını, İslâmın şefkatinden kaynaklanan hoşgörüyle İslâm dairesine girmiş olan milletlerin eski kültürlerini unutturamamış olmasına bağlar.

    Ona göre; kendilerine Müslümanlık teklif edilen milletlerin asırlardan beri varlıklarına hâkim olmuş ve ruhlarında kökleşmiş bir takım yanlış telakkiler vardı. Şeriatın çeşitli sebeplerle tam olarak tatbik edilememesinden dolayı şuuraltlarma yerleşen bu yanlış telakkiler, İslâm dinine karışmış oldu. Böylece din ve millî kültür tezinden ortaya çıkan yanlış itikadlar, İslâmın hâkimiyetini engellemiş oldu.

    Millî kültürlerin İslâmda açmış olduğu bir yara da "İsrailiyyat" dediğimiz Yahudi mitolojisinin tefsir usulüne karışması sonucu birçok hurafe ve efsanenin ayn-ı hakikat gibi görülrxıesine sebep olmuş, akıl ve düşünceye büyük ehemmiyet veren İslâm dininin adeta hikaye ve olağanüstülüklerle dolu bir itikadlar zinciri gibi görülmesi tehlikesini doğurmuştur. Millî kültürün İslâmdan sapmalara yol açtığı diğer bir mevzu da Şiîlik hadisesinin doğuşudur. Bediüzzaman Said Nursî, Şiîliğin ortaya çıkışında İranlıların Hz. Ömer zamanında İslâm ordularmca ülkelerinin ele geçirilmesinden dolayı "gurur-u millileri"nin incinmesinin büyük bir payı olduğunu vurgulamaktadır ki; İranlılar İslâmın kendilerine teklif ettiği hayat biçimine karşı çıkmış ve bu sırada ortaya çıkan Hz. Ali ve Hz. Muaviye arasındaki ihtilafın da saikiyle kendi kültürleriyle çatışmayan bir din anlayışını benimsemişlerdir. Nitekim Şair Firdevsî, İslâm öncesi İran mitolojisini konu edindiği, Farslılığı ve Fars dilini dirilttiğini iddia ettiği Şehnam adlı eserinde "İran’ı fethe gelen İslâm ordusuna deve sütü içen, kertenkele eti yiyen bir yığm baldırı çıplak" olarak niteler. Yine devrim sonrası İran’da İslamizasyon politikasına karşı çıkan milliyetçiler bu politikayı Araplaşma olarak nitelemişlerdir.

    Buraya kadar izah etmeye çalıştığımız din ve millî kültür bahsinden anlaşılması gereken şu olmalıdır: Kültürleri belirlemesi gereken dindir. Yoksa dini belirleyen kültür değildir. Hele İslâmın cihan-şümullüğü göz önüne alındığında kültürlerin dine dahlinin olmaması gerekmektedir.

    Hıristiyanlık, muharref şekliyle siyah ırka takdim edilip, beyazlarla kardeş olması gereken siyahların ikinci smıf insanlar olarak görülmesinden, siyahlar Hıristiyalığı kendi millî kültürlerine uydurmaya çalıştılar. Meselâ, siyahların kiliselerindeki Meryem ve İsa’nın kuzgunî renklerle tasvir edilmesi, Hz. Âdem’in siyah olduğu görüşünün ortaya atılması, bu millî kabul şeklinin yansımalarıdır.

    İslâmda bütün insanların Müslüman olmak şartıyla-kardeş sayılması, Hıristiyanlığın düştüğü duruma varan sapmaların ortaya çıkmasına engel olmakla birlikte; iktidar boşluğu, siyasi emellerin dine dayandırılmaya çalışılması ya da dini, kültürün bir öğesi kabul eden ılımlı milliyetçi akımların tesiriyle mahallî dinin anlayışları ortaya çıkabilmektedir.

    Türkiye’de din-kültür ilişkisi üzerinde çok şey söylenmiştir. Milliyetçi, muhafazakar diye adlandırılan çevrelerin, muhafaza ederek muhafazakar payesini aldıkları mefhum, din değil din ile katıştırılmış millî kültürdür. Buna bâğlı olarak "Anadolu Müslümanlığı"(?) gibi tamlamalarm da ortaya çıkması kaçınılmazdır.

    Halbuki, Anadolu’da yaşanan Müslümanlığın öyle fazla abartılacak tarafınm olmadığı âşikârdır. Meselâ, hemen hemen bütün Anadolu’da yaygm olarak görülen, erkekli kadmlı karışık icra edilen folklorik dansların, Doğu Anadolu’nun bazı yörelerinde görülen zifaf odasının gözlenmesi, çengi oynatma gibi hadiselerin dirıden değil, kültürden kaynaklandığı göz önündedir.

    Şüphesiz ki, her milletin millî kültüründe İslâma uygun ve onunla çatışmayan bir öğe bulunabilir. Anadolu kültürü de böyledir: Bundan dolayı, İslâm şeriatı "örf"ü tamamen ortadan kaldırmamıştır.

    O halde, kültür muhafazakârlarına düşen görev; kültürlerinin şer’î muhasebesini yapmaktır. Buna bağlı olarak asırlarm getirdiği ve oluşturduğu âdet, an’ane, örf gibi kültür öğelerini Kur’ânî hayat biçiminin sunduğu mihenklerden geçirerek, İslâmî olanı, İslâmın özüne ters düşmeyeni kabul, İslâmın dışmda ve İslâm öncesi kalıntısı ya da gayr-ı müslim komşulardan edirıilen örf, âdet ve itikadları reddetmektir.