Köprü Anasayfa

Şeriat Nedir?

"Güz 94" 48. Sayı

  • Risale-i Nur'da Şeriat-ı Fıtriye Üzerine

    Hakan Yalman

    Eğer şeriat-ı fıtriye’yi "fıtrî olan şeriat şeklinde anlayacak olursak, burada "fıtrî olmak", dolayısı ile "fıtrat" ve "şeriat" kavramları ön plana çıkacaktır. Bir dil-bilimci gibi kelimelerizı köklerine inip hangi dönemde ne anlamda kullanıldıkları gibi bir yaklaşımla olmasa da, kavram kargaşasına engel olmak en azından bu metinde kastedilen mânâları üzerinde baştan anlaşinak maksadı ile önce bu kavramlar üzerinde durmak faydalı olacaktır diye düşünüyorum.

    Şeriat, Kelime anlamıyla izlenmesi gereken yol,1 Kur’ân’a dayanan İslâm hukuku, doğru yol, tanrı buyruğu İlâhî kânun; Allah’ın insanlarının eylemlerine ilişkin hükümlerinin bütünü gibi mânâlar taşır.

    Sözcük, genellikle İslâm dini, dinin buyruk ve yasaklarının tümü ve daha özel olarak Allah’ın Hz. Peygamber aracılığı ile insanların eylemlerini düzenlemek için koyduğu yasalar anlamına gelir. Ayrıca, daha çok çoğul (şerai) olarak hükümler anlamına da kullanılır.

    Kur’ân’da şeriat sözcüğü tek bir âyette (XLV,18) "din işlerinde uyulması gereken yol" anlamında geçer. Ayrıca bir âyette (V. 48) aynı anlamda (şir’a), bir ayette (XLII,13) "şeriat yaptı" anlamında tekil (şeraa), bir ayette de (XLII, 21) "şeriat yaptilar" arilammda çoğul (şerâû) biçiminde fül olarak kullanılır."2

    Kelimeler anlaşmadaki en önemli araçlar olmakla birlikte zaman içerisinde, kültür ve bilgi birikimi üzerine oturtulmuş bazı anlamlar sözlük anlammdan farklı bir hal alabilmektedir. Böyle durumlarda kültür farklılıkları ve yanlış bilgiye ulaşmış olma ihtimali ile sözlük anlamından hareket etmek daha sağlıklı olacaktır. İşte "şeriat" için de bunu yapalım ve "izlenmesi gereken yol" anlammdan hareket edip kelimeye yüklenmiş olan diğer anlamlara ulaşmaya çalışalım.

    "İzlenmesi gereken yol" dediğimizde ilk karşımıza çıkacak soru "Kimin izlemesi gereken yol?"dur. Yani, ortada bir yol ya da pek çok yollar vardır. Bunlardan biri doğru olarak tayin edilmiş ve gösterilmektedir. Ama bu iŞaretler kimlere hitap etmektedir? Bu soru karŞısında ise kimin işaret ettiği önem kazanır. İşaret edenin konumundan hareketle kimlere işaret ettiği ortaya çıkarılacaktır. İşte, bu noktada yine ansiklopedik ya da sözlük anlamlarına döndüğümüzde "Tanrı buyruğu, İlâhî kânun"3 anlamları ön plana çıkar. Yani ikinci "Kim?" sorusunun cevabı "Allah"tır. Peki, Allah kimlerin hareketlerini tanzim eder, kimlere yol gösterir ve kimleri idare eder? Allah olma özelliğinin birlikte getirdiği özellik Onun herşeyin Rabbi, idarecisi, terbiyecisi, yol göstericisi olmasıdır. Atomun, hücrenin, bitkilerin, hayvanların, insanların… Yani, aklımıza gelen herşeyin. Öyle ise ilk "Kim?" sorusunun cevabı da "herkes ve herşey"dir.

    Aslında şuur sahipieri olarak bizler "izlenen yollar"a muhatabız. Çünkü, kainatta herşey "izlenmesi gereken yol"u bilmekte ya da bilir gibi bir tavır sergilemekte ve şaşırma, tembellik, isyankarlık, bilgisizlik eseri göstermeden o yolu izlemektedir. Bir gösteri düşünün ki, organizasyon mükemmel, bir-saat boyunca en ız·£ak aksaklık olmaksızın herkes üzerine düşeni yapıyor, ne yapacağını, nerede yapacağını ve hangi anda yapacağmı çok iyi biliyor ve yapıyor. Milyarlarca yıldır devam eden ve rakamlarla ifade edilemeyecek sayıda oyuncunun rol aldığı böyle bir gösterinirı izleyicileri olduğumuzun farkında miyız? Ne dersiniz?

    "Bugün ilim, varlıklar ile program arasındaki münasebeti çok açık bir şekilde bize göstermektedir. Dün, hadiseleri yorumlarken bu mevzuda kesin bir tarif getirilemiyordu. Meselâ "Hücrenin hafızası mı var ki, bütün bu kabiliyetlerini kuşaktan kuşağa geçiriyor?" deniyordu. Hücre gerçekte öyle bir programı ifade ediyor ki, hangi saniye neyi işleyeceği, bir saniye sonra neyi yapacağı, bir mânâda bellidir. Hücrenin laboratuvarları bir el kitabı üzerinde çalışıyor gibidir: Sanki açıyor, işliyor, imalat yapıyor… Bir de fabrikanın imalat esnasında her bölümün neyi, ne zaman ve nasıl yapacağının belli olması gibi, insan vücudunun yapısında da bu matematik program geçerliliği vardır. Bu programın varlığıdır ki, hayata canlıya bambaşka bir açıdan bakmamızı icabettirir."4

    Gerçekten de kainat dıştan bakış, onun içinde fonksiyon gûren her bireyin elinde bir program olup, burada hangi durumda neyin yapılacağının bclirtildiği intibaını uyandırır. Bütün bilim adamlarının çalışmaları bu programların çözülmesi akış şemasının ya da algoritmasmın tesbiti ve bilim adma ortaya konan eserlerde bunların bizim anlayacağımız dille ifadesi şeklinde değerlendirilebilir. Ama burada düşünülmesi ihtimali olan bir yanılgı kainatın Newton’un mekanik yaklaşımı ile ele alınmasidır. Sebeplerin bir yaratıcı rolü taşımasa da baştan saatin kurulması gibi oluşturulmuş bir düzene uygun programın kendileri ile ilgili kısmını uyguladıkları bir düzen. Bu durumda ise düzenin kurucusu sadece başlangıç’ta saati kurmak, ya da bilgisayarı programlamak gibi bir fonksiyona sahiptir.

    Bazılarınca "nedensellik" olarak da adlandırılan bu düzen özellikle fizikte ve atom içi alemi tanıdıkça ortaya çıkan yeniliklerle geçerliliğini yitirmiştir.

    "Nedensellik" kavramı modern çağlarda ortaya çıkan her bilgi teorisinin baŞ sorunlarından biri olmuştur. Doğanın nedensel yasa türünden betimlemelere elverişli olması gerçeği, aklın doğada olup bitenleri denetlediği görüşüne yol açmıştır. Üstelik Newton mekaniğinin felsefe üzerindeki etkisinden de görüyoruz ki, "sentetik a priori" kavramı fizik dünyasının belirleyici (determinisit) yorumundan kaynaklanmıştır. Herhangi bir dönemin fiziği, bilgi teorisini derinden etkilediği için, nedensellik kavramının on dokuzuncu ve yirminci yüzyıl fiziğinde geçirdiği gelişmeyi incelemek gerekir. Bu gelişme doğa yasası kavramını etkilemekle kalmaz, yeni bir nedensellik felsefsinin oluşumunu da sağlar.

    Tarihsel olan bu sürecin açıklanması, nedenselliğin anlamma ilişkin bir çözümleme ile işe koyulursak daha kolay olur. Hatırlanacağı gibi daha önce "açıklama"nın anlamı üzerinde dururken, açıklamayı genelleme diye nitelemiştik. Bu düşünce ile şimdi ele aldığımız konu yakından ilişkilidir. Açıklamayı, nedenlere indirgeme diye de niteleyebileceğimizden, nedensel ilişkiyi de öyle yorumlayabiliriz. Aslında "nedensel yasâ" bilim anlamının anladığı eğer-o halde biçiminde ve her zaman için geçerli bir ilişkidir. Elektrik akımının manyetik ibrenin sapmasına neden olduğunu söylemek, elektrik akımınm olduğu yerde manyetik ibrenin daima sapma göstereceğini söylemek anlamına gelir. Buradaki daima ilişkinin raslantı değil, nedensel nitelikte olduğunu belirtmek için eklenmiştir. Bir süre önce, gösterilen bir filmde bir kereste deposunun tam havaya uçurulduğu sırada, hafif bir deprem sinemayı sarsmış, seyirciler bir an perdedeki patlamanın bir sarsıntıya yol açtığı duygusuna kapılmışlardı. İki olgu arasında gerçek bir ilişkinin olmadığını ileri sürerken, gözlenen rastlantının yinelenemeyeceği gerekçesine dayanırız.

    Nedensel ilişkiyi raslantısal ilişkiden ayıran özellik, yinelemelerden başka bir şey olmadığma göre, nedensel ilişkinizı anlamı şaşmayan bir yinelenme diye belirtilebilir; bunun dışında başka bir anlam yüklemek gereksizdir.

    Bir ilişkide nedenin sonuca gizli bir iple bağh olduğu, sonucun nedeni izlemesi için zorladığı düşüncesi kökeninde antropormarfik olup bir yana itilebilir; nedensel ilişki yalnızca eğer-o halde daima demektir. Örneğimize dönersek, perdede yer alan bir patlama sırasında sinema daima sarsılsaydı o zaman iki olgu arasındaki ilişkiyi nedensel bir ilişki saymak gerekecekti. Nedensellik derken bizim anladığımız şey yalnızca budur."5

    Görüldüğü gibi, bu metinde Hans Reichenbach "nedensellik" ile "doğa yasaları"nın izahında "yinelemeler" üzerinde durmaktadır. Burada, "doğa yasaları" kavramının direkt olarak kullanılması, yani yasaların varlığının peşinen kabulü ve bunun temelinde "yinelemeler"in varlığının ön plâna çıkarılması dikkat çekicidir. Ayrıca metnin devam eden bölümünde sebep-sonuç ilişkisinin her yerde bu netlikte geçerli olmadığ"i ortaya konmaktadır: "Sorun özünde şudur: Nedensellik temel, evrensel bir ilke midir, yoksa yalnızca makroskopik düzeyde geçerli, ama atomlar düzeyinde uygulanamayan, istatistiksel yasaların yerine geçen bir ilke midir? Ondokuzuncu yüzyıl fiziği çerçevesinde bu soru yanıtlanamazdı. Yanıt Planck’ın kızantum kavramınm yol açtığı atom altı olaylara ilişkin çözümlemeleri içeren yirminci yüzyıl fiziğinde verilmiştir. Çağdaş kuantum mekaniğindeki incelemelerden biliyoruz ki, bireysel atomik oluşumlar nedensel yoruma elverişli değildir, yalnızca olasılık yasalarma bağlı görünmektedirler. Heisenberg’in ünlü belirsizlik ilkesinde dile getirilen bu ikinci görüşü, geçerli olduğunu kanıtlayıcı niteliktedir. Buna göre kesin nedensellik arayışından vazgeçilmesi gerekmekte, nedensel yasalarm yerini olasılık yasalarma bırakması zorunluğu vurgulanmaktadır."6

    Makro alemde gördüğümüz düzenli, maksatlı ve "kânunlar" olarak adlandırdığımız ve onlarla anlayabildiğimiz olayların temelinde belirsizlikler, düzensizlikler, kararsızliklar var. İşte bu türden olayların üzerinde düznli ve insanlara hitap eden tarzda olayların bina edilmesi açıkça bir iradenin göstergesi. İşte karmaşa, kararsızlık, düzensizlik içinde cereyan ediyor gibi gözüken tahavvülât-ı zerrât, "âlem-i gaybdan oian herşeyin geçmiş aslında ve gelecek neslindeki intizâmâta medar ve ilim emr-i İlâhî’nin bir ünvanı olan İmâm-ı Mübin’in düsturları ve imlâsı tahtında ve zaman-ı hâzır ve âlem-i şehadetten teşkil ve îcad-ı eşyada tasarrufa medâr ve kudret ve irâde-i İlâhiyenin bir ünvanı olan Kitab-ı Mübîn’den istinsah ile ve seyyâl zamanın hakîkati ve sahife-i misâliyesi olan Levh-i Mahv, İspat’ta kelimât-ı kudreti yazmak ve çizmekten gelen harekâttır ve mânidar ihtizazâttır."7 Burada geçen hakikatleri açmak izaha çalışmak gibi bir uğraşa girişmeyeceğim. Çünkü, bu pek uzun zaman ve pek çok makale gerektirecek. Hem bu açıdan hem de büyük hakikatlere kendi dar anlayışımla perde olmamak içizı·ilgilileri 30. Söze davet ediyorum. Ancak, şu çarpıcı nokta üzerinde duracağım. Zerreler âleminin o karmaşası, aslmda kâinat kitabında kudret kelimelerinin yazılması olarak tarif ediliyor. Zerreler şeklindeki noktalar kudret kaleminin hareketi ile alem sahifesine dökülüyor ve cilt cilt bilim kitaplarının tercüme ettiği kelimeler yazılıyor. İşte bu kelimelerin muhatabı olan insanın anlayabilmesi ve tavırlarını anladıklarma göre ayarlayabilmesi için İrade Sahibinin belli prensipleri, kuralları ya da âdetleri var. Bu nedenle mikro âlemin kararsızlıklarıni makro alemde bir nizam ve kânunlar bütününe dönüştürüyor. Başka bir deyişle, "Cem’î zerrat-ı kâinat birer birer, zât ve sıfat ve saire vücuh ile, hadsiz imkânât mabeyninde mütereddit iken; birden bire bir ciheti takip, muayyen bir sıfatla ittisaf, mahsus bir keyfiyetle tekeyyüf ederek hayret-bahşa hikemi intac ettiğinden, Sanün vücub-u vücuduna şehadetle avâlim-i gaybiyenin enmuzeci olan lâtife-i Rabbaniye içinde ilân-ı Sâni eden misbah-ı îmanı ışıklandırıyor."8 Sanatkârlarını ilân eden zerrata "izlemeleri gereken yol" hikmetli sonuçları ortaya çıkaracak şekilde ve nizamın anlaşılması için, Hans Reichenbahc’ın "yinelemeler" şeklinde ifade ettiği belli âdetler çerçevesinde onlara gösteriliyor. Bu âdetler olayları kânunlar şeklinde ifade edebilmemize imkan tanıyor. O zaman, "sebepsonuç," "nedensellik" gibi kavramlarla ifade edilen şeyler aslında "âdetullah," "sünnetullah"dırlar.

    Gerçi şeriatın bu anlamda izahı içinde "fıtrî olmak" kavramı ister istemez ortaya konmuş oldu ama yine de biraz üzerinde duralım. Kelime anlamından hareket etmek üzere sözlüklere baktığımızda "fıtrat" için, "yaratılış, huy,"9 "tıynet, hilkat,"10 "fıtrî" kelimesi için ise "Yaratılıştan, doğuştan,"11 "Hayat kânunlarına uygun"12 gibi anlamları buluyoruz. Bütün bu anlamlarm özünde yaratılmak söz konusu olduğuna göre aslında Yaratanla yani Fatırla olan bağlantı önemli. Onun arzusuna uygun halde Onun kudretiyle ortaya çıkmaktır "fıtrî olmak." Hem Kayyum’dur O. Dolayısı ile her an dağılmak üzere kararsız zerreler üzerinde koca kainatı her an şekillendirir ve ayakta tutar. Her yeni anda zerrelerin "izlediği yol" onun meşietine yani arzusuna uygündur ve makro alemde hikmetler şeklinde gözükürler. ·

    "Fıtratta yalan yoktur; dediyse doğrudur. Çekirdeğin lisanı meyl-i nümüvv der: "Ben sümbülleneceğim meyvedar…" Doğru çıkar beyanı.

    Yumurtanın içinde, derin derin söyler hayatın meyelânı ki, "Ben piliç olurum; izn-i İlâhî ola." Sadık olur lisânı. Bir avuç su, bir demir gülle içinde, eğer niyet etse incimâd, bürûdetin zamanı.

    İçindeki inbisat meyli der: "Genişlen! Bana lâzım fazla yer." Bir emr-i bîemanî.

    Metin demir çalışır onu yalan. Belki onda doğruluk hem de sıdk-ı cenanî.

    O demiri parçalar. Şu meylanlar birer emr-i tekvini birer hükmü Yezdânî,

    Birer fıtrî şeriat, birer cilve-i irâde. İrâde-i İlâhî, idare-i ekvânî,

    Emirler şunlardır: Birer birer meyelân, birer birer imtisâl, evamir-i Rabbanî.

    Vicdandaki tecellî aynen böyle cilvedir; incizab ve cezbe iki musaffâ cânı.

    İki mücellâ camdır, akseder içinde Cemâl-i Lâyezâli, hem de nûr-u îmânî."13

    Her an yeni bir yaratılış, Fâtır-ı Zülcelâl’irı iradesi doğrultusunda açılan yeni bir sayfadır. YaŞadığımız en küçük zaman dilimi yoktan vücuda getirilmekte bu maksatla zerrelerden yıldızlara, en küçük varlıktan kâinatın bütününe izlemesi gereken yol gösterilip, İrade Sahibi’nin kânunlarına itaatleri sağlanmaktadır. Çünkü Onun saltanatının sınırları içinde atom içinden galaksilere görünen âlem, yani âlem-i şehadet, ayrıca âlem-i misâl, âlem-i ervah… gibi bütün âlemler yer alzxıaktadır. Bu âlemlerde yoklar var edilirken, yâni Fâtır-ı Zülcelâl’irı "tekvin" sıfatı tecelli ederken, ilim ve emr-i İlâhi bir başka deyişle İmâm-ı Mübîn kuralları belirler, kudret ve irâde-i İlâhiye ile, Kitab-ı Mübîn ile, yaşadığımız anda ve şehâdet âleminde varlıklar îcad ve teşkil edilir.

    "İmâm-ı Mübîn, ilim ve emr-i İlâhî’nin bir nevine bir ünvandır ki, âlem-i şehâdetten ziyade, âlem-i gayba bakıyor. Yani zaman-ı halden ziyade mazi ve müstakbele nazar eder. Yani, herşeyin vücud-u zâhirîsinden ziyade aslma, nesline ve köklerine ve tohumlarına bakar. Kader-i İlâhînin bir defteridir. Şu defterin vücudu, Yirmi Altıncı Söz’de, hem Onuncu Söz’ün haşiyesinde isbat edilmiştir. Evet, şu İmam-ı Mübîn, bir nevi ilim ve emr-i İlâhî’nin bir ünvanıdır. Yani, eşyanın mebâdileri ve kökleri ve asılları, kemâl-i intizam ile eşyanın vücutlarını gayet sanatkârane intac etmesi cihetiyle, elbette desâtir-i ilm-i İlâhî’nin bir defteri ile tanzim edildiğini gösteriyor ve eşyanm neticeleri, nesilleri, tohumları, ileride gelecek mevcudâtın programlarını, fihristelerini tazammun ettiklerinden, elbette evâmir-i İlâhiyenin bir küçük mecmuası olduğunu bildiriyorlar. Meselâ, bir çekirdek bütün ağacın teşkilatını tanzim edecek olan programları ve fihristeleri ve o fihriste ve programları tayin eden o evâmir-i tekvîniyenin küçücük bir mücessemi hükmünde denilebilir. Elhâsıl, İmam-ı Mübîn, mazi ve müstakbelirı ve âlem-i gaybın etrâfında dal budak saran şecere-i hilkatin bir programı, bir fihristesi hükmündedir. Şu mânâdaki İmâm-ı Mübîn, kader-i İlâhînin bir defteri, bir mecmua-i desâtiridir. O desâtirin imlâsı ve hükmü ile, zerrât vücud-u eşyadaki hidemâtına ve harekâtına sevk edilir.

    "Amma, Kitab-ı Mübîn ise âlem-i gaybdan ziyâde âlem-i şehâdete bakar. Yani mâzi ve müstakbelden ziyâde zaman-ı hazıra nazar eder ve ilim ve emirden ziyâde kudret ve irâde-i İlâhiyenin bir ünvanı, bir defteri, bir kitabıdır. İmâm-ı Mübîn kader defteri ise, Kitab-ı Mübîn kudret defteridir. Yani herşey, vücudunda mâhiyetinde ve sıfat ve şuunatında kemâl-i sanat ve intizamları gösteriyor ki, bir kudret-i kâmilenin desatiri ile bir irâde-i nâfizenin kavânini ile vücud giydiriliyor; suretleri tayin, teşhis edilip, birer miktar-ı muayyen, birer şekl-i mahsus veriliyor."14

    İşte, bugün ciltlerle kitabm içeriğini oluşturan, iyice dallanıp budaklanmış farklı farklı ilim dallarının uğraş sahası, bu kânunlardan başka birşey değildir. Hakikati arayan ilim adamı örıce varlıkla yüzyüze geliyor, varlığın sıfatlarını ve değişik özelliklerini keşfettikçe o varlığı oluşturan sanatın harikalığı ve çok muntazam eksiksiz yapılışı ortaya çıkıyor. Bundan sonra ulaşılması gereken sonuç ise bütün bunların gerisinde bir kudret ve iradenin var olması gerektiğidir. Herşeyde görünen güzellik, ölçü ve özen bu kudretin düsturları ve iradenin kâzıunları ile ortaya konuyor. Aslında, varlık âleminde gezinti yapan, onun inceliklerini anlamaya çalışan, kâinatın hakikati peşinde olan herkes bu özelliklerin farkmda. Zaten ilim ve fen kitaplarmm içinde yer alanlar da bu kânunlar, bu düsturlar.

    "Demek, o kudret ve irâdenin küllî ve umûmi bir mecmua-i kavânini, bir defter-i ekberi vardır ki, herbir şeyin husûsi vücudları ve mahsus sûretleri ona göre biçilir, dikilir, giydirilir. İşte, şu defterin vücudu, İmam-ı Mübîn gibi, kader ve cüz’-i ihtiyârî mesâilinde ispat edilmiştir. Ehl-i gaflet ve dalâlet ve felsefenin ahmaklığma bak ki, kudret-i Fâtıranm o Levh-i Mahfûzunu ve hikmet ve irâde-i Rabbaniyenin o basîrâne kitabının eşyadaki cilvesini, aksini, misâlini hissetmişler, hâşâ ‘tabiat’ namiyle tesmiye etmişler, körletmişler."15

    Buradan şöyle bir sonuç da çıkarılabilir. Asırlar boyu insanoğlunun bilgi birikimi, kütüphaneleri, bilgisayar disketlerini dolduran ilim okyanusu aslında Levh-i Mahfûz isimli kitaptan bir damla. İlim adma ortaya konan ve konmuş olan bütün faaliyetler bu kitaptan okunabilmiş bir harfin bizim anlayabileceğimiz dille ifâdesinden başka birşey değil. O büyük kitabm Yazarı, büyük bir şefkat ve yardım göstergesi olarak, müşfik bir öğretmenin talebelerinin seviyesine inerek onlara birşeyler vermek istemesine benzer tarzda, o kitabm anlayacağımız bir lisanla hazırlanmış özetini, Kur’ân-ı Kerîm şeklinde bize göndermiş. Ama bu hitaba muhatab olamayanlar, okyanustan bir damla içindeyken kendilerini okyanusta zannedebilirler, hatta o bir damla içinde rahatlıkla boğulabilirler. Levh-i Mahfuz’dan bir damla olan bütün ilimler bu yüzden bazıları için kuşatılması, bir sonuç çıkarılması ve bütünüyle anlaşılması zor hale geliyor. Belki bu yüzden, kâinatta cereyan eden kânunlar manzumesini, bu kânunlarla muhteşem bir ahenk içinde icra edilen büyük senfoniyi "tabiat" gibi anlaşılmaz ifadelere sığdırmaya çalışıyorlar.

    "Soru: Onlarm daima iftiharla bahsettikleri tabiat, nevamis ve kuva nedir ki, kendilerini onlarla iknaa çalışıyorlar?

    "Cevap: Tabiat dedikleri şey, bir matbaadır, tâbi’ değildir. Tâbi’ ancak kudrettir. Kanundur, kuvvet değildir. Kuvvef ancak kudrettir. Yahut nasıl ki bildiğimiz şeriat, insanlardan sudur eden ef’al-i ihtiyariyeyi bir nizam ve intizam altma alıp tahdit eden kaidelerin hülâsasıdır; veya devletin işlerini tanzim eden, nizamların düstûrlarm, kânunlarm mecmuasıdır. Kezâlik, tabiat denilen şey de, âlem-i şehadetin uzuvlarından ve eczalarmdan sudur eden ef’al arasında bir nizam ve bir izıtizamı îka’ eden İlâhi bir şeriat-ı fitriyyedir. Binaenaleyh, şeriat ile devlet nizamı, mâkul ve itibarî emirlerden oldukları gibi, tabiat dahi itibarî bir emir olup, hilkatte yani yaratılışta câri olan Adetullah’tan ibarettir. Amma, tabiatın bir mevcud-u haricî olduğunu tevehhüm etmek, bir fırka askerin, idman ve tâlim esnasında yaptıkları o muntazam hareketlerini gören bir vahşinin, ‘Aralarmdaki o nizaını idare edip birbiriyle bağlayan ip gibi birşey mevcuttur’ diye vahşice ettiği vehme benzer. Binaenaleyh, vicdanı ve aklı vahşî olan bir adam, sathî ve tebai bir nazarla devam ve istimrarmı muhafaza eden tabiatm müessir bir mevcud-u hâricî olduğuna ihtimal verebilir.

    "Hülâsa: Tabiat, Allah’ın san’atı ve şeriat-ı fıtriyesidir. Nevamis ise, onun mes’eleleridir. Kuva dahi, o mes’elelerin hükümleridir."16

    "Evet, Halik-ı Rahîm bir kuşun tüylü libasmı hangi kânunla değiştiriyor, tazelendiriyor, O Sâni-i Hakîm aynı kânunla, her sene küre-i arzm libasını tecdid eder. Hem o aynı kânunla her asırda dünyanın şeklini tebdil eder. Hem aynı kânunla, kıyamet vaktinde kainatm suretini tağyir edip değiŞtirir.

    "Hem hangi kânunla zerreyi mevlevî gibi tahrik ederse, aynı kânunla küre-i arz’ı meczup ve semaa kalkan mevlevî gibi döndürüyor. Ve o kânun ile âlemleri böyle çeviriyor… ve manzûme-i şemsiyeyi gezdiriyor.

    "Hem hangi kânunla senin bedenindeki hüceyratın zerrelerini tazelendiriyor, tamir ve tahlil ediyorsa, aynı kânunla senin bağmı her sene tecdit eder ve her mevsimde çok defa tazelendirir. Aynı kânunla, zemin yüzünü her bahar mevsiminde tecdit eder, taze bir peçe üstüne çeker.

    "Hem o Sâni’-i Kadir, hangi kânun-u hikmetle bir sineği ihyâ eder; aynı kânunla şu önümüzdeki çmar ağacmı her baharda ihyâ eder; ve o kânunla küre-i arz’ı yine o baharda ihyâ eder; ve aynı kânunla Haşirde mahlûkatı da ihyâ eder…

    "Bunlar gibi çok kavânîn-i Rububiyet vardır ki, zerreden tâ mecmu’-u âleme kadar cereyan ediyor. İşte faaliyet-i Rubûbiyet’in içindeki şu kânunların azametine bak ve genişliğine dikkat et ve içindeki sırr-ı vahdeti gör; herbir kânun bir bürhan-ı vahdet olduğunu bil. Evet, şu çok kesretli ve çok azametli kânunlar, herbiri ilim ve iradenin cilvesi olmakla beraber; hem vâhid, hem muhît olduğu için; Sâni in vahdâniyetini ve ilim ve irâdesini gayet kat’î bir surette isbat ederler."17

    Bütün bu kânunların işleyişinde, hizmetlerin ortaya çıkışında insanm yeri çok önemli. Çünkü asıl muhatap o. Çünkü o, kâinatı içinde bulundurabilecek, kainata ayine olabilecek özelliklerle donatılmış. İnsan ve kâinat. Şu âlemde iki büyük sır. Ne birbirinin aynı ne de gayrı.

    İnsan küçük bir kainat, kainat büyük bir insan. Bu yüzden bir tek insanın yaratılması kainatın yaratılması kadar önemli. Zigotun bölünmeye başladığı an da. Big Bang kadar önemli. Çünkü her yeni hayatın doğuşu yeni bir kainatın başlangıcı.

    "Şimdi kendi hayatının mahiyetine bak ki, o mâhiyetinin icmali şudur:

    "Esmâ-i İlâhiyeye ait garâibin fihristesi, hem şuun ve sıfât-ı İlâhiyenin bir mikyası, hem kâinattaki âlemlerin bir mîzânı, hem bu âlem-i kebîrin bir listesi, hem şu kainatın bir haritası, hem şu kitâb-ı ekberin bir fezlekesi, hem kudretin gizli definelerini açacak bir anahtar külçesi, hem mevcudâta serpilen ve evkâta takılan kemâlâtmın bir ahsen-i takvîmidir.

    "İşte senin hayatının sûreti ve tarz-ı vazifesi şudur ki:

    "Hayatın bir kelime-i mektûbedir, kalem-i Kudretle yazılmış hikmetnüma bir sözdür; görünüp ve işitilip, Esmâ-i Hüsnâ’ya delâlet eder.

    "Şimdi, hayatının sırr-ı hakîkatı şudur ki:

    "Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir; yâni bütün âleme tecellî eden esmânm nokta-i mihrakiyesi hükmünde bir camüyetle, Zât-ı Ehad-i Samede âyineliktir "18

    İşte kâinatm küçük bir misâli dolayısı ile Âdetullaha, tekvinî kânunlara, ya da şeriat-ı fıtrîyeye mercî olan insan bir taraftan Zât-ı Ehad-i Samede âyinelik ederken bir taraftan bu âyinede yansiyan arzm hatta hatta belki de kainatın halifeliğinden sorumlu. Bu sorumluluk ona verilmiş cüz’-i ihtiyârîden kaynaklanıyor. Evet, ihtiyarı cüz’î, ama bu ihtiyarın ya da varlığı bile itibarî olan azıcık bir iradenin gerisinde Cenâb-ı Hak’kın küllî iradesi olduğu için yol açabileceği sonuçlar müsbet ve menfî de çok büyük boyutlara ulaşabilir. Bu, büyük bir kudretin önümüze sunduğu çok büyük rakamlar önüne artı veya eksi koymak gibi bir fonksiyon. Kendisi küçük ama sebep olduğu sonuçlar çok büyük.

    "Cüz’î ihtiyarînin üssü’l-esâsı olan meyelân, Matüridîce bir emr-i itibârîdir, abde verilebilir. Fakat, Eş’ârî, ona mevcut nazarıyla baktığı için, abde vermemiş, fakat o meyelândaki tasarruf, Eş’ariyece bir emr-i itibarîdir. Öyle ise o meyelân, o tasarruf bir emr-i nisbîdir, muhakkak bir vücudu haricîsi yoktur. Emr-i itibarî ise, illet-i tâmme istemez ki, illet-i tâmme vücudu için lüzum ve zaruret ve vücub ortaya girip, ihtiyârı ref’ etsin. Belki, o emr-i itibarî’nin illeti bir rüçhaniyet derecesinde bir vaziyet alsa, o emr-i îtibârî sübût bulabilir. Öyle ise, o anda onu terk edebilir. Kur’ân ona o anda diyebilir ki: Şu şerdir, yapma."

    Yani, hayırda ve şerde pek büyük sonuçlar doğurabilecek pek çok meyiller insanm tasarrufuna verilmiş. Bu çok kompleks, kullanılması zor olan en ufak dalgadan, hatta kıpırdanmadan etkilenen geminin tasarrufunu alan insanm bir kullanma klavuzu olmadan bu görevi yapabilmesi elbette beklenemez. İşte o görevi veren Rahmet ve Şefkat sahibi yüce Melîk elçisi vasıtası ile ve kullarmın seviyesine inerek onların lisanı ile hazırladığı Kur’ân-ı Kerîm’i indirmiş. Doğru rotayı, sırât-ı müstakîmi ve vücut gemisinin nasıl kullanılacağını gösteren bir kılavuz. Bu kılavuza uymak aslızıda fıtrata uymak, yani Yaratıcı’nın önüne sunduğu kâinatın zerreleri adedince bir rakamın önüne artı işareti koymaktır. Ya da, kâinat kadar büyük bir orkestranın şeriat-ı fıtrîye kânunlarına ve bu muhteşem orkestranın şefinden gelen tekvinî emirlere itaatle oluşturdukları mükemmel ahengi verilmiş ihtiyarla bozmamaktır. İnsana verilen hayatın en büyük gayesi hem dinleyici hem icrâcı olarak bu ahengi duymak ve duyurmaktır. Güneşin doğuş, yükseliş ve batışı ile muhatap olduğu sonsuz uzaym muhteşem ahengine güneşin değişik pozisyonlarmdaki kıyam, rükû ve secdelerle katılmaktır.

    "Mâdem en basit ve en aşağı derece-i hayat olan nebâtât hayatı bu derece kaderin nizamma tâbidir; elbette en yüksek derece-i hayat olan hayat-ı insaniye, bütün teferruatıyla, kaderin mikyasıyla çizilmiştir ve kalemiyle yazılıyor. Evet, naşıl katreler buluttan haber verir, reşhalar su menbâmı gösterir, senetler, cüzdanlar, bir defter-i tebîrin vücuduna işaret ederler, öyle de şu meşhûdumuz olan zîhayatlardaki intizâm-ı maddî olan bedihî kader ve intizam-ı mânevî ve hayatî olan nazarî kaderin reşhaları, katreleri, senetleri, cüzdanları hükmünde olan meyveler, nutfeler, tohumlar, çekirdekler, sûretler, şekiller bilbedâhe Kitab-ı Mübîn denilen irâde ve evâmir-i tekvîniyenin defterini ve İmam-ı Mübîn denilen ilxxı-i İlâhînin bir divanı olan Levh-i Mahfûz’u gösterir."20

    Zamandan münezzeh olan Zât’ın hazırladığı bir levha olduğu düşünüldüğünde henüz ortaya çıkmamış ve ihtiyar sahibi olan varlıkların bu özellikleri ile şekillenecek olaylarm da bu levhada yer alması garip gelmeyecektir. Bu levhada bütün varlıklar zerreler, hücreler, bitkiler, hepsi kendileri için konulmuş kânunlara uymakta ya da uydurulmaktadırlar.

    "Her şeyi tahrik eden zerrat-ı müteharrikenin, muayyen hadlerine kadar hareket ettikten sonra tevakkuf ve durmalarma dikkat ederi adam anlar ki, her şeyin hududunda daima harekette bulunan zerratı durdurup geri çeviren bir hudud bekçisi vardır. O zerratı taşmaktan men’ediyor. O bekçi ise, ızıuhit bir ilmin tecellisidir ki, o tecelli kadere, kader de mikdara, mikdar da kalıba tahavvül eder. Demek, her şey içindeki zerrata bir kalıptır."21

    Her an farklı bir şekil alan insan kalıbı, bir yandan fıtrî şeriatın kuralları ile farklı şekillere uyum sağlayan, bir yandan da onun ihtiyarına bağlı olan değişik hallere uyum sağlayan zerrelerin çerçevesidir. İhtiyara bağlı hallerin sınır bekçisi ise vicdandır. Ancak, bir imtihan dünyası olarak yaşadığımız şu âlemde, sayısız meyilleri ve bu meyillerin uzanacağı sınır-. sız boyutları ile insan fıtratının gereği dışına, fıtrî kânunların dışına çıkmakta serbest bırakılmıştır. Bu sayede Ebu Cehil’ler ve Ebû Bekir’ler ayırd edilmektedir. Bu serbesti sahasında insanın hareketlerini zorlayıcı olmayarak ve müeyyideleri daha sonraya bırakılan ayrı bir kânunlar bütünü vardır ki, bunlar bilinen mânâda "şeriat" kavrammı oluştururlar. Bu noktadan hareketle "şeriat" kavramının iki farklı boyutu ortaya çıkar:

    "Şeriat ikidir:

    "Birincisi: Âlem-i asgar olan insanın ef’âl ve ahvâlini tanzim eden ve sıfat-ı kelâmdan gelen bildiğimiz şeriattır.

    "İkincisi: İnsan-ı ekber olan âlemin harekât ve sekenâtını tanzim eden, sıfat-ı iradeden gelen şeriat-ı kübrâ-yı fıtrîyedir ki; bâzan yanlış olarak tabiat tesmiye edilir. Melâike bir ümmet-i âzîmedir ki, sıfat-ı irâdeden gelen ve şerîat-ı fıtrîye denilen evâmir-i tekvîniyesinin hamelesi ve mümessili ve mütemessilleridirler."22

    Hikmetlerle dolu bir alem, alem-i şehadet. Yani, gördüğümüz, dokunduğumuz, kokladığımız, işittiğimiz, tattığımız âlem.

    Bu hikmetler zıtlıklarla, büyük küçüklüklerle, soğuk sıcaklarla ortaya çıkıyor. Mertebeler oluşuyor ve herşey zıddıyla biliniyor. Dolayısı ile, çirkinliklerin, kötülüklerin varlığı güzelliklerin, iyiliklerin ortaya çıkmasına, daha rahat anlaşılmasına vesile oluyor. Her şey ya bizzat ya da sonuçları ile güzelliğe, iyiliğe hizmet ediyor. Bir de bu görünen alemin diğer bir yüzü var ki, orada zerreden güneşe, hücreden insana bütün varlıkların şeriat-ı fıtriye kânunlarına uygun hareketinden sorumlu ve o varlığın temsilcisi, bir ibadet olan itaatin Fâtır-ı Zülcelâl’e takdiminden sorumlu melekler dolu. Burada, yalnızca sonuçlar önemli olduğundan, şeriat-ı fıtrîyeye mecburen itaat edildiğinden güzellikler ve iyilikler var. Çünkü meleklere kötülük, itaatsizlik serbestisi tanınmamış. Bu yüzden yalnızca iyilikte ve sabit bir mertebedeler. Kâinatın, varlıkların iki yönü, mülk ve melekût. Biri Yaratıcı’nın güzellikleri görmek, takdir etmek ve bu takdir ve hayretini ibadetlerle göstermek üzere yaratılmış, insana bakıyor. Ona verilmiş akıl, idrak ve muhakeme gibi aletlerin ölçebileceği şekilde mertebeli, bu mertebelerin oluşabilmesi için de zıtların içiçe olduğu bir alem. Diğeri ise, Yaratıcı’ya bakan, O’nun sahip olduğu güzellikleri kendi "nazar-ı deksik aşina"sı ile izlediği, çirkinliklerin ve güzelliklerin, iyi ve kötülerin kendilerini temsil eden meleklerce güzellikler şeklinde sunulduğu bir âlem. Öyle bir âlem ki, sonsuz sayıda melekler ordusu, kimi kıyamda, kimi rükûda, kimi secdede, ama hepsi ibadet halinde. Bu melekler ordusu da "bir ümmettir." Kar tanelerinin süzülerek inmesinden, alyuvarın oksijeni taşımasından, elektronun protonu çekmesinden, protonun protona bağlanmasından kısaca kainatta kânun adına ilimin açığa çıkardığı ve çıkarmadığı, ne varsa bunlarm icraasmdan sorızmludurlar, yani, "Şeriat-ı Fıtriye ile memurdurlar."23

    "Şeriat-ı İlâhî ikidir; hem iki sıfattan gelmiş iki insan muhatap, hem de mükellef olmuş. Sıfat-ı irâdeden gelen şer’-î tekvînî.

    "İnsan-ı ekber olan âlemin ahvalini, hem de harekâtını ki, ihtiyarî değil, tanzim eden Şer’dir. O meşîet-i Rabbanî yanlış bir ıstılahla, tabiat da denilir. Sıfat-ı kelâmdan gelen şeriat ise, âlem-i asgar olan insanm ef’âlini.

    "Ki, ihtiyarî olmuş, tanzim eden şer’dir. İki şer’ bir yerde bazan eder içtimâ; melâike-i İlâhî, bir ümmet-i âzîme, hem bir cünd-ü Sübhanî.

    "Birinci şer’a olmuş hamele-i mümtesil, amele-i mümessil.

    "Hem onlardan bir kısmı ibâd-ı müsebbihtir, bir kısmı da müstağrak, arşm mukarrebîni."23

    Şeriat-ı fıtrîye kânunları tam adalet içinde işler ve haksızlıklara, yanlışlıklara bu kânunlara aykırı hareketlere anında ceza verilir. Hakkı olmayan bir ceylanı parçalayan kaplan, avcınm mermilerine hedef olur, hayvanlara eziyet eden haylaz çocuk düşüp başını yarar, mazlumun ahını alan cezasmı çeker aheste aheste. İşte bunlar gibi pek çok hadise, herşeyin her anını hatta kalplerden geçeni en ince ayrıntılarına kadar bilen Mutlak Adalet Sahibinin kânunlarmı tam bir adaletle işletişinin ve kainatm dengesini muhafaza edişinin delilleridirler. Bu adalet mekanizması torpiller, adam kayırmalar ve rüşvetle yürümez. Tam bir kânun hakimiyeti vardır. Bu yüzden Kâinat Sultanının en Sevgili Kulu (a.s.m.) bile bu kânunlara uymak durumundadır. Bazı maslahatlara binaen Onun (a.s.m.) için; diğer peygamberler için, adetlerini mu’cizelerin ortaya çıkması yönünde terk etmesi, başka bir deyişle sonsuz ihtimal karşısında kararsız ve bu durumla her an yüzyüze zerxelere, normal, âdet olarak kabul edilen yol dışında mûcizeyi netice verecek yolu göstermesi haricinde peygamberler de bu kânunlara uymak zorundadır. Yine bazı maksatlarla ihsan edilen kerametler haricinde evliyalar da bu kânunların hakimiyeti altındadır. Kısaca, herkes bu kânunlar önünde eşittir. Bu kânunlarm gereğini yerine getirenler sonuca ulaşır, getirmeyenler ulaşamaz. Burada ulaşılacak sonucun hak veya batıl olması fark etmez. Âdetullaha, sünnetullaha ya da şeriat-ı fıtrîyeye itaat bir nevi füli duadır ve haktır. Bu duayı yapan mü’min de olsa olsa kafir de çok büyük ihtimalle cevap verilecektir. Kâfirirı hedefi batıl da olsa hedefe hak yoldan ulaşmak isterse ulaştırılacaktır. Yani çalışan kazanacaktır. Çünkü, bu âlem bir imtihandır ve değerlendirme adil olmalıdır. Bu dünya hikmet yeridir, hikmet ise insan anlayışma, ilmine, ona öğretilenlere uygun olarak olayların ortaya çıkış safhalarının tek tek yaratılması ve basamak bâsamak çıkılıp sonuca ulaşılması ile olur. Aksi takdirde kafalar karışır, verilen kapasite ile öne konulan iş uyumlu olmaz. Bu yüzden Allah’ın şeriat-ı fıtrîyeye itaat eden kafirlere yardım etmesine şaşmamak gerek.

    "Ey arkadaş! Bir zaman bir sâil dei: Mâdem el hakku ya’lu* haktır. Nen kâfir, müslime; kuvvet, hakk a ptir?

    "Dedim: Dört noktaya bak; bu müşkül de hallolur. Birinci nokta şudur: Her hakkm her vesilesi hak olması lâzım değildir.

    "Öyle de, her bâtılın her vesilesi bâtıl olması yine lâzım değildir. Neticesi şu çıkar: Hak olan bir vesile, batıl vesileye galiptir. Dolayısıyla, bir hak, bir batıla mağluptur. Muvakkaten, bilvasıta olmuştur, yoksa bizzat hem dâimâ değildir.

    "Lâkin âkıbetü’1-âkıbe, her dem yine hakkındır. Kuvvetin bir hakkı var, bir sırr-ı hilkati var. İkinci nokta şudur:

    "Her Müslimin her vasfı Müslim olmak vâcip iken, haricen her dem vâki, sabit değildir. Öyle de, her kâfirin her vasfı kâfir olmak, küfründen neş’et etmek yine lâzım değildir.

    "Demek, bir kâfirin Müslim olan bir vasfı, Müslimdeki lâmeşru vasfma galip olur. Bilvasıta, o kâfir dahi ona galiptir.

    "Hem, dünyada hayatın hakkı şâmil ve âmdır. O rahmet-i âmmenin bir cilve-i mânîdar, onun bir sırr-ı hikmet-i var, küfür mâni değildir. Üçüncü nokta şudur: O Zât-ı Zülcelâlin iki vasf-ı kemâlden iki şer’î tecellî, vasf-ı irâdeden gelen meşîetle takdirdir.

    "O da şer’î tekvînî. Vasf-ı kelâmdan gelen şeriat-ı meşhure. Teşriî evamire karşı itaat, isyan nasıl olur; öyle de tekvînî evâmire itaat ve isyan olur.

    "Birincisi galibâ dâr-ı uhrâda görür mücâzâtı, sevâb-ı; ikincisi ağlebâ dâr-ı dünyada çeker mükafat ve ikâbı.

    Meselâ, nasıl sabrın mükafâtı zaferdir, atâletin mücâzâtı sefalet; öyle de, sa’yin sevabı olur servet.

    Sebatta da gelebilir mükâfat. Zehirin ikâbı bir maraz; panzehirin sevâbı bir sıhhattir.

    Bâzan iki şeriat evâmiri, bir şeyde bir şeyde beraber müçtemîdir. Her birine bir cihet… Demek tekvînî emre itaat ki, bir haktır. İtaat galip olur, o emrin isyânma ki bir tavr-ı bâtıldır.

    "Bir batıla vesile olmuş olursa bir hak, vaktâ ki, galip olsa bir bâtıla ki, olmuş o da vesile-i hak. -Bilvâsıta bir hakkın bir bâtıla mağluptur; fakat bizzat değildir.

    "Demek-El hakku ya’lu-bizzat demektir. Hem âkıbet muraddır, kayd-ı haysiyet maksuddur. Dördüncü nokta şudur:

    "Bir hak bilkuvve kalmış, yahut kuvvetsiz kalmış, ya mahlûttur, hem mahşuş. Ona da bir inkişaf, yâ bir tâze kuvvet vermek lâzım gelmiştir.

    "Mühezzeb ve müzehheb yapmakiçin muvakkat; bâtıl, ona musallat, tâ ki, sebike-i hak ne miktar lüzum vardır.

    "Tâ mahz ve hâlis çıksan mebâdide, dünyada bâtıl etse galebe, fakat kazanmaz harbi. ‘Akıbetü li’1-muttakîn’ ona vurur bir darbe! İşte, bâtıl mağluptur-El hakku ya’lû-sırrı onu çarpar ikâba; işte hak da galiptir."24

    "Kim tevfik isterse, âdetullah ve hilkat ve fıtrat ile âşinalık etmek dostluk etmek ğerektir. Yoksa, fıtrat tevfiksizlikle cevap verecektir. Cereyarı-ı umumî ise: Muhalif harekette bulunanları adem-âbâd hiçahiçe atacaktır. İşte buna binaen temaşa et. Göreceksin ki: Hilkatte câkri olan kavanîn-i amîka-i dakika-ki, hurdebîn-i akıl ile görülmez-hakaik-ı şeriat ne derece mürâat ve muarefet ve münasebette bulunmuşlardır ki, o kavanin-i hilkatin muvazenesini muhafaza etmiştir. Evet şu âsâr-ı tavîlede ş müsademat-ı azîme içinde hakaikını muhafaza, belki daha ziyade inkişafa getirdiğinden gösterir ki, Resûl-i Ekrem Aleyhisselâm’m mesleği, hiçbir vakit mahvolmayan hak üzerin müessestir. Şu nükte ve noktaları bildikten sonra geniş ve muhakemeli ve müdakkik bir zihinle dinle ki: Muhammed-i Haşimî Aleyhissalâtü Vesselâm ümmiyeti ve adem-i kuvvet-i zâhiresi ve adem-i hâkimiyeti ve adem-i meyli saltanat ile beraber, gayet hatarlı mevakide kemâl-i vüsuk ile teşebbüs ederek efkâra galebe etmekle, ervaha tahabbüb ve tabayia tasallut, gayet kesire ve müstemirre ve rasiha ve me’lufe olan âdât ve ahlâk-ı vahşiyâneyi esasıyla hedmederek, onları yerine ahlâk-ı âliyeyi gayet metin bir esas, ile lâhm ve demlerine karışmış gibi te’sis etmekle beraber, zavîye-i vahşette hâmid olan bir kavimdeki kasavet-i vahşiyeyi ihmad ve hissiyat-ı dakikayı tehyic… Evet, hissiyat-ı âliyeyi ikaz ve cevher-i insaniyetlerini izhar etmekle beraber evc-i medeniyete bir zaman-ı kasîrde is’ad ederek, şark ve garbda oturmuş bir devlet-i cesimeyi bir zaman=ı kalilde teşkil edip,. ateş-i cevval gibi belki nûr-u nevvar gibi veyahut asâ-yı Mûsâ gibi sair devletleri bel’ ve imha derecesine getirdiğinden, basar-ı basireti kör olmayanlara sıdkını ve nübüvvetini ve hakk ile temessükünü göstermiştir. İşte eğer sen görmezsen, seni insanlarm defterinderi sildirecektir."25

    Bu son kısımdan ânladıklarımızı şöyle özetleyebiliriz: Cenâb-ı Hakkın yardımmı isteyen âdetullaha, yaratılış kâzıunlarma uygun hareket etmelidir. Bu fen ilünlerinde olduğu gibi sosyal ilimlerde de geçerlidir. Yani toplumsal olayların yönlendirilmesinde, devlet yönetiminde başarmın sırrı yaratılış kânunlarına uymaktan geçmektedir. İşte bu sırra uygun hareket eden Hz. Muhammed (a.s.m.) çok kısa bir zamanda ve şartların tamamen aleyhte olduğu bir yerde, vahşi insanlardan medenî bir toplum teşkil etmeye muvaffak olmuştur.

    Demek ki, şeriat-ı fıtrîye ve şeriatı kelâmiye şeriatın iki ayrı bölümü olmakla beraber tamamen farklı kavramlar qlmayıp pek çok yönden içiçedirler. Hatta şeriat-ı kelâmiye şeriat-ı fıtriyenin bir alt kümesi olarak ele alınsa çok büyük bir hata yapılmış olmaz. Fizik, matematik gibi fen ilimlerinin kânunlarma benzer şekilde hu-‘ kuk, sosyolqji gibi sosyal ilimleriri de kânuriları vardır. Yapılan ilmi çalişmalarla ortaya konan bu kâzıunlar fıtrata uygunlukları ölçüsünde hakikate yaklaşmaktadırlar. Bu anlamda fen limlerinin ulaşacağı nihaî hedef şeriıt-ı fıtrîye ve tevhid, sosyal ilimlerin ıihaî hedefi ise genel olarak kullanıan anlamda şeriat olmalıdır. Çünkü, nsanı ‘ yaratan ve dolayısıyla onun izelliklerini, ruh yapısını en iyi bilen ?ât’m onlarm anlayacağı bir dille oraya koyduğu kânunlar bütünüdür. Yani yaratılışa, adetullaha en uyguıudur. Ama, sırr-ı teklif gereği uyup ıymamak insanlaruı ve toplumların ihtiyarına bırakılmıştır. Uymanın sağlayacağı sonuç ise dünya ve ahiret saadetidir.

    Son olarak şu noktaya değinmek istiyorum. Kainatm Sultanı, zerrelerden galaksilere koyduğu kâzıunlar geçerli olan Allah’tır. Hakimiyyet Onundur. "Hakimiyet Allah’m mı, yoksa milletin mi?" gibi tartışmalara girmek "Dünyayı güneş mi aydınlatıyor ay mı?" gibi bir tartışmadan farksızdır. Önemli olan, kendi ihtiyarımız ile şekillendirme yetkisinin Hâkim-i Ezelî tarafmdan bize verdiği halifesi olduğumuz âlemde O’nun koyduğu fıtrat kânunlarma ne ölçüde uyduğumuzdur. Fert ve toplum hayatmda bu kânunları ne derece hakim kıldığımızdır.

    Dipnotlar

    1. Thema Larousse, 1: 508.

    2. Büyük Larousse, 21: 11054.

    3. A.g.e., s. 11054.

    4. 17 Ekim 1993 tarihli Zaman Gazetesi, Hayat ve Program adlı makale, Ork. Dr. Halûk Nurbâki, s. 2.

    5. Bilimsel Felsefenin Doğuşu, Hans Reichenback, s. 110.

    6. A.g.e., s. 114.

    7. Sözler, 30. Söz, s. 505.

    8. Sözler.

    9. Dictionoire Larousse, Ansitlopedik Sözlük, s. 844.

    10. Yeğin Abdullah, Yeni Lugat, s. 161.

    11. Dictionoire Larousse, Ansiklopedik Sözlük, s. 844.

    12. Yeğin Abdullah, Yeni Lugat, s. 161.

    13. Sözler, Lemeât, s. 642.

    14. Sözler, 30. Söz, s. 505.

    15. Sözler, 30. Söz, s. 505.

    16. Işâratü’l-I’caz, s. 101.

    17. Mektubat, 24. Mektup, s. 269.

    18. Sözler, 11. Söz, s. 119.

    19. Sözler, 26. Söz, s. 431.

    20. Sözler, 26. Söz, s. 433.

    21. Mesnevi-i Nuriye, s. 126.

    22. Mektubat, s. 450.

    23. Sözler, s. 670.

    24. Sözler, s. 666.

    25. Muhakemat, s. 136.

    * Hak yücedir. (Bu ifâde Buharî’de yer alan bir hadiste "İslâm yücedir. Ondan yüce hiçbir şey yoktur." Buhârî, Cenâiz: 79) şeklinde yer alır.