Köprü Anasayfa

Şeriat Nedir?

"Güz 94" 48. Sayı

  • "Şeriat fıtrat ile örtülür."

    Prof. Dr. Hayreddin Karaman

    Bütün dini talimatı iki ana bölüme ayırırsak, inanç ve düşünce yönüne, ilm-i tevhid ismi verilmiştir. Ibadet ve muamelat yönüne de şeriat denilmiştir.

    Sizce Şeriat nedir? "Şeriat" mefhumundan ne anlıyorsunuz?

    Şeriat kelimesinin lugat manası su yoludur. İnsanı su kaynağına ulaştıran yol. Su insan hayatı için, insanın maddi hayatı için ne kadar mühim ise, ne kadar vazgeçilmez ise, din de insanın mânevî hayatı için o kadar önemli olduğundan, Kur’ân-ı Kerim’de ve İslâm edebiyatında dine, ya da dinin bir kısmma şeriat adı verilmiŞtir. Lugat manasindan, terim manasına geçersek; biraz önce söylediğim gibi dine ya da onun bir kısmına şeriat denmiştir. İslâm edebiyatmda ve İslâmî ilimlerde, dinin tamamına da şeriat denmiştir, bir kısmına da şeriat denmiştir. Dinin tamamına şeriat dendiğinde; millet, din ve şeriat üç ayrı kelime bir mahiyeti anlatmak için kullanılmıştır. Ama bu anlam, çeşitli bakış açılarından bu kelimelere verilmiştir. Allah’tan gelen ve itaat edilmesi gereken kanunlar anlamında din denmiş, insanın hayatında takip etmesi gereken yol anlamında şeriat denmiş.ve insanları yazılı metinden oluştuğu ve metin çevresinde topladığı için de millet denmiştir. Demek ki, kadim, İslâm terminolo isinde; millet, "nation, kavim manasında kullanılmamıştır. Meselâ bir âyette, "Yahudiler ve Hıristiyanlar, sen onların milletlerine tabi olmadıkça, asla senden hoşnut olmazlar" buyuruluyor. Burada "milletlerine tâbi olmak"tan maksat, o kavme girmek manasında değil, o kavmin dininden olmak manasındadır. Dinin bir kısmma da şeriat denilmiştir. O halde bütün dini talimatı iki ana bölüme ayırırsak, inanç ve düŞünce yönüne, ilm-i tevhid ismi verilmiştir. İbadet ve muamelat yönüne de şeriat denilmiştir. Yani, bazen ihtisasa gidilerek dinin özel bir kısmına şeriat denildiğini söyleyebiliriz.

    Said Nursî "Şeriat, içtimaiyatın rabıtalarını ihlâl etmez" diyor? Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

    Hiç şüphe yokki, bir sözü en iyi söyleyen açıklar. Tabü ki, bu cümleyi bir kontext de düşünmek gerekir. Bu kontext verilmediğine göre, ben spesyal olarak bu cümleyi ele alarak, cevaplamaya çalışayırxı. Cemiyet halinde yaşayan bir topluluğun muhakkak bağlantıları, rabıtaları vardır. Bu rabıtalar kimi yerde din rabıtasıdır, kimi yerde kavmiyet rabıtasıdır, kimi yerde vatan, vatandaşlık rabıtasıdır. O halde, şeriat herhangi bir topluma uygulanmak istendiğixıde, o toplum fertlerini ve kısımlarını birbirine bağlayan rabıtaları ihlâl etmez, yani arada bir kaos, bir kriz meydana getirmez. O rabıtaları da kendi içine alarak, yeni bir toplum kimliği getirir demek olmalıdır. Bir ömek vermek isterim. Bir toplum düşünelim, bu toplumun rabıtası kavmiyet olsun. Yani Fransızlık, Araplık, Türklük olsun ve bu kavim İslâma girsin, Şeriat havzasına girmeye karar versin. Şu durumda, şeriat "Sen kavmiyet bağmdan vazgeçeceksin, ben seni öyle kabul ederim" demez. "Siz o rabıtanızla şeriat dairesine girer, ümmetin bir parçası olursunuz" der. O zamari sizin adınıza "Müslüman Türk," "Müslüman Fransız" derler.

    Batıda gelişen "insan hakları," "demokrasi," "özgürlük" gibi kavramlar şeriata aykırı ya da alternatif gelişmeler olarak mı yorumlanmalıdır?

    Bir kere bizim kadim terminolojimizde "demokrasi" ya da ona tekabül eden bir kavram yok. "Özgürlük"ün karşılığı olan "hürriyet" vardır; fakat hem mânâsı, hem de çerçevesi, smırları farklıdır. "İrısan hakları," İslâmda söz konusudur, fakat mesnedi ve çerçevesi bakımmdan Batıdakinden farklıdır. Şimdi kısaca bu farklara değinmek istiyorum. Batıda "demokrasi" bir yönetim biçimidir, hayat tarzıdır. Bu yönetim biçiminde karar mercü halktır. Halkın üzerinde bir otorite yoktur. İnsanlar kendi yönetim biçimlerini, kendi yöneticilerini, kendi irade ve akıllarıyla belirlerler. Bundan dolayıdır ki, "Egemenlik kayıtsız, şartsız millete aittir." İslâmda ise durum farklıdır. İslâm zaten; teslim olmak, boyun eğmek demektir. Müslim de teslim olan, boyun eğen demektir. Bu noktada kime boyun eğileceği önemlidir. Batı, toplumun yaptığı kanuna boyun eğer. Islâmiyette ise itaat, teslimiyet herşeyden önce Allah’adır (c.c.). Allah’a (c.c.) itaat ile bir başka otoriteye itaat çelişse, Allah’a (c.c.) itaat tercih edilir. Öyle ise, egemenlik kayıtsız şartsız hiçbir kimseye, hiçbir mahluka ait değildir. O halde İslâm’da, egemenlik halkındır ama, kayıtlıdır. Demek ki, egemenlik kayıtlı şartlıdır. Bu noktaya kadar temel bir farklılık vardır. Ancak buradan sonra paralellikler başlar. Yani Allah’a (c.c.) boyun eğmiş olan halk, yöneticisini kendi seçer, onu denetler. Temelde vahiy vardır, fakat akıl ve ihtiyaç da vahiy çerçevesinde belirleyicidir. Kanunlar, halk tarafında yapılır, fakat halk her yaptığı işin vahye olan bağlılığı için endişe duyar.

    "İnsan Hakları" konusuna gelince; Batıdaki anlamıyla insan hakları insanm mahiyetinden kaynaklanır. İnsana o hakları bir başkası vermez. İnsan olmak, o hakla olmak demektir. İnsan olmak o halkla doğmak, onunla var olmak demektir. O hakları kimse verecek değildir. O hakları birileri almaya kalkmazsa problem yoktur. Bu haklara sahip olmak için, insan olmanın ötesinde bir şart yoktur. İnsan hakları kendiliğinden vardır, zaten izısan da kendiliğinden vardır ve Allah diye birşey yoktur. İşte bu kendiliğinden var olan insanın da, hakları kendiliğinden vardır. Böylece, İslâmdaki "İnsan hakları," Batıdakinden farklıdır. İslâma göre herşey Allah’mdır (c.c.), insan da Allah’ındır (c.c.). İnsana kendi varlığını, dünyadaki imkanlarını, hukukunu veren Allah’dır (c.c.). Yine hangi hakkın, hangi şartlarda verileceğini belirleyen Allah’dır (c.c.). Ama bazıları teferruatıyla, bazıları da temel ilkeleriyle Allah tarafından belirlenmiştir. Bu temel farklılıktan sonra, işin teferruatına geldiğimizde yine bir çok paralelliler görürüz, çünkü Allah’m gönderdiği din ile Onun insanlara verdiği fıtrat arasında çelişki olmaz. Kur’ân-ı Kerim’de, bir âyette, Allah (c.c.) fıtrat ile dini eş tutuyor. İnsanlık Allah’ı unutarak, insandan yola çıkarak, ortaya bir takım haklar koyduğnuda, fıtrattan sapmadıkları müddetçe, belirledikleri haklar fıtrata uygun olduğu için, dine de uygun olur. Ama fıtrata uygun olmayan haklar dine uygun olmamıştır. Meselâ, bir insan başka bir insanla cinsel ilişki kurmak istiyorsa, bu hakkı, Batıda kısıtlayan yegane unsur yaşların müsait olması ve tarafların rızasıdır. Eğer bu şartlar varsa, ister akrabası olsun, ister aynı cinsten olsun, ister aynı dinden ister farklı dinden olsun, bu o insanın hakkıdır, kimse karışamaz. Şimdi böylece özgürlük anlayışını da örneklemiş olayım. Bu insan özgürlüğünün gereğidir, kimse buna karışımaz. Halbuki, İslâmdaki insan hakları ve özgürlük anlayışına göre, aynı cinsten olanların cinsi hayatı fıtrata aykırıdır.

    Özgürlük konusuna gelince, insan mutlak özgür değildir. İnsan, Allah’m (c.c.) kuludur. İslâma göre aslolan özgürlük değil, kulluktur. Allah bize ne kadar serbestlik vermişse, o kadar serbest oluruz. O halde, bizim özgürlüğümüzün de sınırlayıcısı, Yaratıcıdır. Batıda özgürlükleri Yaratıcı smırlayamaz. Ancak ben Batı derken aydmlanma sonrası Batıyı kast ediyorum. Orada, özgürlüğü kısıtlayan yegane unsur başkasınm özgürlüğiynün başladığı yerdir. Ancak İslâmda smır Allah’ın talimatıdır. Bu sınırları açmak gerekirse, şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, bugün bütün dünyada ulaşılan özgürlük sınırınm çok az bir hududu İslâmda yoktur. Yani İslâm insanının özgürlük alanı Batı insanının özgürlük alanmdan çok dar değildir. Daraldığı nokta, inanan ve inanmayan insanın anlayışıyla ilgilidir. Çünkü, mü’minin insan anlayışı madde ile başlayıp madde ile bitmiyor, dünyada başlayıp dünyada bitmiyor. Mü’minin insan anlayışmda bir madde var bir de mânâ ve ruh var. Bir dünya var, bir de dünyadan sonra ebedî hayat var. İşte bu anlayışı çerçevesinde, biz bedenimize hizmet ettiğimiz gibi, ruhumuza da hizmet edeceğiz. Dünyada mutlu olmaya çalışacağımız gibi, Ahirette de mutlu olmaya çalışacağız. Burada bir denge problemi ortaya çıkar. Bu problem dünya ile Ahiret, nefsin istekleriyle Allah’ın (c.c.) istekleri arasında bir denge kurma bağlamında söz konusu olduğunda, özgürlükler buna göre oluşur. Ama sizin hayatmız dünya ile sınırlıysa, maddi varlığmızla sınırlıysa, bu insanda da özgürlükler bu temel felsefeye göre oluşur.

    Şeriatın yaşanmasında toplum ve ferdin yeri nedir? Bu bağlamda, "şeriat düzeni" bir ütopya mıdır?

    Şeriat, toplum ile ferd arasında en ideal dengeyi kurmuştur. Dünyadaki bazı sistemler, ferdin menfaatini ve bireyin özgürlüğünü ön plana almışlar, bazı sistemler de toplum ve devlet menfaatlerini ön plana almışlardır. Birincisinde toplum, ikincisinde de ferd zarar görmüştür. İnsanlık tarihinin en önemli mücadele çizgisi de bu ferd ve toplum, ferd ile devlet arasmdaki hak, ödev ve yükümlülük mücadelesiyle belirlenmiştir. Bütün sistemler, bunlar arasmdaki ideal dengeyi yakalamaya çalışmaktadırlar. İslâm, bu ideal dengeyi bulmuştur. O, ferde insanlığmı ve kulluğunu gerçekleştirmek için gerektiği kadar hak ve hürriyet vermiştir. Aynı zamanda da, ferdin muhtaç olduğu topluma ve toplum düzenine, o ihtiyaç kadar hak, vücud ve imkan vermiştir. Böylece bu düzende, şeriat da, ne ferz ezilir, ne de toplumda kaos oluşur.

    Ütopya olayına gelince; acaba İslâm sadece ferdin yalnız başına yaşayabileceği bir din midir? Yoksa hem ferdin hem toplumun yaşayabileceği bir din midir? Bir üçüncü boyut da, tek başına bir toplumun yaşayabileceği bir din midir? Öncelikle, toplumun dini ne olursa olsun bir ferdin Müslüman olması mümkündür, ama zordur, problemlidir. Önce Müslüman olması zordur, çünkü bu değişimi sağlayabilmek için çevre müsait değildir. Onun için de, gayr-i müslim çevrelerde kitle halinde İslâmlaşma zor gerçekleşir. Tamamen tevafuklara bağlı ferdi İslâmlaşma vardır. İkinci olarak, Müslümanca yaşamakta bazı zorluklar vardır. Fakat bütün bunlara rağmen, Müslüman olup Müslümanca yaşamak mümkündür. Mümkün olan noktalarda İslâmı yaşar, meselâ iman ve düşüncesine kimse müdahale edemez. İman ve düşüncede de tam Müslüman olunca hiç ütopya değildir.

    Konunun ikinci boyutuna gelince, diğer fertler ve toplumla olan ilişkilerde şeriatı yaşamamız güçleşir.

    Eğer bir toplum Müslüman olmaya karar vermişse, buna bir engel var mıdır? Meselâ bir Türk toplumu kâmil mânâsıyla İslâmlaşmaya karar verse, nelerden vazgeçmesi gerekir. Çağdaş bilimi mi terk etmeli? Çağdaş teknolojiyi mi terk etmeli? Refahı mı terk etmeli? Hiçbirisi gerekmez. Yani İslâm, bizim kendimizi ve çevremizi öğrenmemizi engellemiyor, aksine bunu teşvik ediyor. Hem kendimizi, hem Kainatı yakmdan uzağa öğreniniz diyor. Üzerinde düşünün ki bu düşünce sizi Allah’a (c.c.) götürsün. Şu halde biz, menfaat felsefesine dayalı olarak da ilim yapmayız. Biz tamamen hasbî ilim yaparız. Yani bir kendimizi ve kainatı tanımak, oradan da varlık ve hikmete ulaşmak için de ilim yaparız. Aynı zamanda menfaat, ihtiyaç gerektiriyorsa yine ilim yaparız. Demek ki, ilime mani bir durum yok İslâmda. İlmin sonucunda ortaya çıkan teknoloji, İslâmın sosyal ve ahlâkî ilkeleri doğrultusunda kullanılmak kaydıyla, sonuna kadar serbesttir. Yeter ki elde edilen güç ile başkalarına zulmedilmesin. Aslında İslâmın karşı çıktığı budur. Çifte standart uygulama, insanlar arasında fark yaratma. İnsanlara gerçek anlamda âdil muamele et. Herkes hakkmı alsın. Refah, israfa varmamak ve başkalarının hakkına tecavüz etmemek kaydıyla, refahı belli bir ölçüde tabana yaymak kaydıyla İslâma aykırı değildir. Maddi ilerleme ile mânevî ilerleme paralel gitmek şartıyla, ilerlemeye de hiçbir engel yoktur. Öyleyse, bir toplum İslâmlaşmaya karar vermişse onun için vazgeçilmez olan hiçbir iyi şeyi, güzel ve doğru şeyi terk etmek durumunda değildir. O halde, niçin bir toplumun İslâmlaşması ütopya olsun?

    Peki, niçin birilerine ütopya olarak görünüyor? Böylece üçüncü boyuta geçiyorum. Şimdi soru, bir toplum tek başma Müslüman olabilir mi sorusudur. Bugün "Dünya Düzeni" denen şeyi sadece İslâma değil, gerçek anlamda hiçbir hak dine inanmayanlar elinde tutuyorlar ve bu düzenin bozulmasını istemiyorlar da, onun için bir toplumun İslâmlaşması güç oluyor.

    "Şeriat-t fıtriye" kavramı hakkında ne düşünüyorsunuz?

    Şeriat-ı fıtriyeye bugün tabiî hukuk da denmekte. Tabiî Hukuk, insan fıtratında, insan aklına ve insanın hukukî düzenine yansımasmdan kaynaklanıyor. Çok farklı devir, toplum ve sistem arasında ne kadar çok ortak hukukî rıormlar ve kavramlar oluşursa, o kadar tabiî hukuk oluşur. Bir başka deyişle, devirler, sistemler ve toplumlar farklı. olduğu halde, aynı hukuki kavramlara, normlara ulaşılmışsa orada tabiî hukuktan bahsetmek mümkündür. Çünkü bu kadar farklılığa rağmen bu kadar ortaklık, fıtratm yakalandığı, insanm temeline indiğini gösterir. Şeriat-ı fıtriye dediğimiz şey budur. Şeriat-ı fıtriyeye indikçe şeriat-ı İslâmiyeye de yaklaşmış olursunuz. Çünkü din ile Allah’ın insana verdiği fıtrat örtüşür, çekişmez.